Showing posts with label Siyaset. Show all posts
Showing posts with label Siyaset. Show all posts

Friday, September 23, 2016

Erdoğan'ı Abdulhamid Han'a neden benzetmek istemiyoruz?

Yakınlarda, bir dostumla "Neden Erdoğan'ın 15 Temmuz'da aldığı toplumsal desteği 28 Şubat'ta Erbakan alamadı?" meselesi üzerine müzakerelerde bulunurken şöyle bir ayrılık yaşadığımızı farkettim: O, merhum Erbakan'ın bu desteği alamayışını 'halkın onu anlamayışına' bağlıyordu. Erdoğan'ın bulduğu destek ise 'nihayet Erbakan'ın çizgisinin birazcık anlaşılması' işiydi. Ben böyle düşünmüyordum. Buna delilim: Her iki liderin (Erbakan'ın sağlığında) yaşadıkları 'anlaşmazlık' ve Saadet geleneğinin Erdoğan'a karşı 'giderek marjinalleşen tavrı' idi. Başka gerekçelerim de vardı. Ancak bütün bunların ötesinde, tecrübî bir tesbitimi ortaya koymam gerekirse, Erdoğan çizgisinde gördüğüm fakat Erbakan çizgisinde görememekten yakındığım şey şu idi:

Bir Milli Görüşçü ile konuştuğunuzda, bu, bir AK Partili ile konuşmak gibi olmazdı. Kapalılığını hissederdiniz. Milli Gençlik Vakfı'na takıldığım yıllarda üzerimde kalan etkilerden birinin bu olduğunu hatırlıyorum. Onlara öğretebileceğiniz veya farketmelerini sağlayabileceğiniz bir doğru yoktu. Zaten hepsini biliyorlardı. Zaten herşeyi çözmüşlerdi. Zaten bütün cevaplar ellerindeydi. Siyasi/toplumsal problemler ve çözümleri onların gözünde 'tekrar tartışmayı gerektirmeyecek şekilde' netti. Bu nedenle farklı düşünen 'dindarların' veya 'dine hürmetkârların' onlara anlatabileceği birşey yoktu. Halkın yapması gereken, sistem başkasına elvermediği için, başa geçmelerini sağlayacak oyu vermek ve seyirci koltuğunda olacakları izlemekti. (Demokrasiye 'şeytan işi' denmesini falan anmıyorum bile.)

Erdoğan'ın "Milli Görüş gömleğimi çıkardım!" derken dindarlara ve hatta dindar olmayıp da dine hürmetkâr olanlara verdiği umut bu idi: Artık tavsiyelerimiz ve hatta endişelerimiz de dikkate alınacaktı. Dinleyici koltuğunda oturmaktan kurtulmuş ve 'görüşü alınan seçmenler' haline gelmiştik. Nitekim, Erdoğan'ın 2002'den beri idarede ve siyasette izlediği çizgi, zaman zaman renginde koyulaşmalar ve açılmalar yaşansa da, 'katılıma ve kucaklamaya açık' bir çizgiydi. İçerisinde Türkçüsünden Kürtçüsüne, sağcısından solcusuna, liberalinden İslamcısına birçok rengi barındırıyordu bu gökkuşağı. Erdoğan'ın kısmen sevdiği kısmen de mecbur olduğu otoriter duruşu bir yana bırakılırsa, AK Parti'nin Milli Görüş geleneğinden ayrıldığını hissettiren en büyük delil, doğrularını tartışmaya açmasıydı.

Erdoğan Milli Görüş çizgisinde kalsa ve yine bunları söyleseydi bu kadar destek alır mıydı? Kesinlikle alamayacağını düşünüyorum. İnsanlar bir şekilde dahil olamadıkları kararların/süreçlerin ardında yürümek istemezler. Demokratik sistemlerin idarecilere verdiği güç biraz da bundan kaynaklanır: Senin karar alış sürecine müdahil olan insan sayısı arttıkça, alınan kararın uygulama gücü de artar, çünkü ardında insan kadar kararlı güç vardır. Monarşilerde ise kararların gücü muktedirlerin gücüne eşittir. Erdoğan'ı, elhamdülillah, 15 Temmuz'dan muzaffer çıkaran kararlarına katılmasına izin verdiği insanların sebat ve direnişidir. Ne kadar sâdık oldukları tartışmaya açık memurlarının gücü değil.

Bu mesele beni ister istemez II. Abdulhamid dönemine ve o dönemdeki meşrutiyet tartışmalarına götürüyor. Bediüzzaman'ın ve emsali 'iyi niyetli' meşrutiyet savunucularının Abdulhamid Han'dan istediği neydi? En azından Bediüzzaman'ın metinlerinden anlıyoruz ki: Onlar, saltanat sisteminin mevcut şekliyle Osmanlı'yı geleceğe taşıyamayacağına inanıyorlardı. İktidarın, geleceğin getirdiği yeni ve çeşitli sorunlarla başetmesi, hem güçlenmesi hem de çeşitlenmesi, meşrutiyet sayesinde olacaktı. Tek aklın veya bir zümre aklının idareye yettiği dönemler geçmişte kalıyordu. Avrupa'da ve hatta tüm dünyada da bu aynen böyle oluyordu. Osmanlı'nın yıkıldığı dönem, aynı zamanda, başka imparatorlukların da ardarda yıkıldığı bir dönemdi. Zamanın müfessirliğiydi yaşanan. Dehr saltanat sistemini tasfiye ediyordu ve bu tasfiyeye karşı direnmek ancak dönüşümü sertleştiriyordu.

Hakîm ve Kadîr olan Allah'tır. Dilediğini eyler. İttihad ve Terakki, meşrutiyeti kullanıp onu Bediüzzaman'ın da eleştirdiği şekilde 'zümre istibdadına' dönüştürmeseydi, ardarda savaş gaileleri Osmanlı'nın başına açılmasaydı, güzel günler belki de daha çabuk bekliyordu bizi. Olmadı. Kader başka hüküm verdi. Meşrutiyetin güzelliklerini tadamadık. Meşrutiyetin güzelliğini tatmaya İttihad ve Terakki müsaade etmedi de, Türkiye'nin sabık düzeni müsaade etti mi? Hayır ve asla! 1920'den 1923'e yaşadığımız gene aynı, 1950'den 1960'a yaşadığımız yine aynı, defalarca tercübe ettiğimiz yine aynı. Ne zaman meşrutiyet bu millete faydalarını gösterecek oldu 'zümre istibdadı' onun ensesine çöktü. Ya bir darbe oldu yahut da demokrasi vaadiyle gelenler onu kendi fırkalarının/teşkilatlarının istibdadına dönüştürdüler. Ta ki 15 Temmuz'a kadar. 15 Temmuz'da halk FETÖ'nün zümre istibdadına direndi.

Peki, biz Erdoğan'ın Abdulhamid Han'a benzetilmesinden neden rahatsız oluyoruz? Bütün bu konuştuklarımız üzerine onu arzedeceğim. Biz, aslında bu argümanın ardından yeni bir 'zümre istibdadının' kokusunu alıyoruz. Korkuyoruz. Erdoğan'ın buna niyeti olduğunu düşünmüyoruz. Ancak zümre öyle ilginç birşeydir ki, yapacaklarıyla liderini bile şaşkınlık içinde bırakabilir. Veya yansıttığı dünya algısıyla liderini dahi kandırabilir. Onun da istikametini bozabilir.

Biz, Erdoğan ile Abdulhamid Han arasında kurulan her bağlantıda, Bediüzzaman'ın gidip görüştürülmediği, ehl-i akl ve fazl birçok ulemanın yazdıklarının/tavsiyelerinin dikkate alınmadığı, 'her doğrunun kimseye danışılmak arzusu güdülmeyecek şekilde net olduğu' ve halkın yeniden seyirci koltuğuna oturmasının teklif edileceği günlere mahkûm edilmekten korkuyoruz. Çünkü biliyoruz: Bazılarının içinde bu kodlar var. Fetullahçılar, Pelikancılar, bilmem neciler diye parti içinde partilerini, devlet içinde devletlerini hemen kurgulamaya başlıyorlar. İttihad ve Terakki ruhu, reenkarnasyon geçirir gibi, farklı isimlerde yine meşrutiyetin ensesinde geziyor. Biz bu yüzden Erdoğan'ı Abdulhamid Han'a benzetmek istemiyoruz. Çünkü onu 'bizi dinlerken' seviyoruz.

Tuesday, September 20, 2016

Parçalarda boğulmak (9): Laakal onbeş günde bir parça olduğunu hatırla!

Yıllar önce bir yazı serisine başlamıştım: 'Parçalarda boğulmak'tı serinin ismi. Daldıkça daldım. Bitiremedim. Zaman geçtikçe de bu parça-bütün tefekkürünün yeni yeni renklerine uyanıyorum. Son aylarda da şu renge kafa patlatıyorum: FETÖ fitnesi üzerinden geliştireceğimiz bir tefekkürle cemaatlerin/tarikatlerin bağlı olması gereken bir yasa oluşturabilir miyiz? Bunu 'devlet yasası' şeklinde düşünmüyorum. Manevî anlamda, bir tür 'kardeşlik ahdi' gibi, üzerine ittifak edebileceğimiz bir metin olarak hayal ediyorum. Bir uyarı metni. Bir bağlılık bildirisi. Bir 'dikkat edilecekler' listesi.

Altında biraraya gelebileceğimiz düsturlar. Bazı maddeler geliyor aklıma. Üzerine bir işaret koyup geçiyorum. Çoğu zaten ehl-i sünnetin mizanlarından ibaret. Temel şeyler... Bunların bir kısmına da Risale-i Nur metinlerinde (özellikle İhlas Risalesi'nde) denk geliyorum. Mesela Mucizat-ı Kur'aniye Risalesi'nin ahirinde yeralan şu kısım:

"Meselâ, bir denizde, hesapsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler."

Bediüzzaman, Mevlana Celaleddin Hazretlerinin 'körlerin fili tarifi' hikayesine benzeyen bu temsili neden anlatıyor? Metnin öncesi maksadın ne olduğunu da söylüyor bize: "Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki ihata etsin. Kur'ân'dan başka, çendan Kur'ân'dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz'î zihniyle yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefritle hakaikın muvazenesini ihlâl edip tenasübünü izale eder."

Maddelerden birisi bu olmalı gibi geliyor bana: Herkes elindekinin 'hazinenin ta kendisi olmadığını' bilmeli. Yolunun yollar içinden bir yol, mesleğinin meslekler içinde bir meslek olduğunu bilmeli. Aksi halde ne olur peki? Metnimiz cevaplıyor: "(...) herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider." Tenasüp nedir? Tenasüb bağlı oluşun (intisabın) farkedilmesiyle gelen kardeşliktir. Tenasüp uyumdur. "Güya bir taksimü'l-a'mâl hükmünde, herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmâsından yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor..."

Yaşayacağımız 'parça boğulmasından' bizi kurtaracak olan da budur: Daha yolun başında parça olduğumuzu itiraf etmek... Neden lazım bu? Belki şundan lazım: Ötekini inkar etmek 'ötekiliğin' farkında olmamaktır. Farkında olmadığınla bağlı da olamazsın. Bağlı olmadığınla uyumlu da olamazsın. Zira uyum farkındalığın ve bağlılık hissinin getirisidir. (Halay çekerken bile uyumlu kalabilmek için diğerlerinin ayaklarına bakmak ihtiyacı duyarsın.) Uyum ahengi doğurur. Ahenkse bütünü ve güzelliği.

Bizim önce şunu bir ant gibi, vird gibi, zikr gibi tekrar etmemiz gerekiyor: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra hiçbirimiz tastamamın mirasçısı olamayacağız. Onun 'bütüne ayna olabilir' varlığının aramızdan çekilmesiyle bütünün haberi de kesildi. Biz aklımızla/kalbimizle acze düştük. Bundan sonrası parçalar zamanıdır. Parçalar da parçalıklarını doğru bir şekilde icra edebilmek için bütün olmadıklarını kabul etmeye muhtaçtırlar. Cemaatlerin/tarikatlerin öncelikle bununla yüzleşmesi gerekiyor. Ve belki, müellifinin 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi de, bizi, bu hakikatle yüzleşmeye çağırıyor.

Bu cemaat asabiyetlerinin/enaniyetlerinin oluşmasını engelleyecek yegane şeydir. Kendisini parça olarak görmeyen bütünlükler asabiyetlere, kendisini parça olarak görmeyen bireysellikler ise enaniyetlere sebep olurlar. Asabiyeti kardeşlikten ayıran en önemli nüans budur. Kardeşlik daha büyük bir parçayı gördüğünde ona dahil olmaya hazır bir bütünlüktür. Asabiyet kendisinden başka/büyük bir bütün kabul etmeyen parçacılıktır. Parçasının büyümesi adına bütünün sağlığına kasteden bir kanserdir. Biraz da bu yüzden, mürşidim, 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi'nde bizi 'metbuiyete (kendisine tâbi olunmaya)' değil, 'tâbiiyete (başkasına tâbi olmaya)' çağırır:

"Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, 'El-hubbu fillâh' sırrıyla, tarik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes'uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir."

İhlas, bütüne sahip olmayı değil, bütünde parça olmayı/detay kalmayı seçenlere gözkırpıyor. Ümmet bütünü içinde erimeye hazır parçalarsak ne mutlu bize! Değilsek, bugün FETÖ'yü vuran fırtına, yarın bizi de başka şekillerde sarsabilir: "İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sünnet-i seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalâlete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur'âniyenin i'câzını gösterir."

Friday, September 16, 2016

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (4): Devletin atara değil, yardıma ihtiyacı var

Ebubekir Sifil Hoca'dan dinlemiştim: İslam'ın yerine koymaya çalıştığı 'din-i ilahî'ye karşı mücadele verdiği için, Ekber Şah döneminde büyük zulümlere maruz kalan İmam-ı Rabbanî Hazretleri, oğlu Cihangir Şah zamanında da gadre uğrar ve iki yıl zindanda kalır. Ancak Cihangir Şah babası Ekber Şah gibi değildir. Hatasını anlar ve İmam'ı zindandan çıkarır. Bu noktada ilginç birşey yaşanır. İmam-ı Rabbani Hazretleri, Cihangir Şah'ı terkederek, hemen talebelerinin arasına dönmez. Cihangir Şah'ın ulema meclisinde kalır. Ekber Şah'a duymadığı bu ilgiyi Cihangir'e duymasının hikmeti sorulduğunda 'yanında kalmanın önemli olduğunu' söyler.

Ebubekir Hoca, bu sadedde, anladığımca nakledeceğim şu yorumu yapar: İmam-ı Rabbanî Hazretleri, istikametli âlimlerin hükümdarları terketmesinin aynı zamanda meydanı 'ulema-i su'ya bırakmak olduğunun farkındadır. Bu nedenle, elinde küsmek veya kızmak için birçok neden bulunmasına rağmen, Cihangir Şah'ın yanından ayrılmaz. Onu istikametsiz âlimlerin tesirlerinden korumaya çalışır. Babası Ekber Şah'ın Ekfer Şah'a savruluş sürecinin Cihangir'de yaşanmasını engelleme çabasıdır bu aslında.

Bediüzzaman'ın hayatına aşina olanlar için İmam-ı Rabbanî'nin izleri yabancı değildir. Eserlerinde 'mürşidim' dediği, 'müceddid-i elf-i sani' diye andığı İmam'ın verdiği mücadeleye benzer bir mücadele vermiştir o da. Gerçi onun karşısında 'din-i ilahî' ismini verdiği bir sapkınlığı yaygınlaştırmaya çalışan Ekber Şah yoktur. Fakat muadili sayılabilecek zalim muktedirler mevcuttur. Sürgünden sürgüne, zindandan zindana, işkenceden işkenceye sürüklenen Bediüzzaman da, tıpkı İmam gibi, ehl-i sünnet itikadının korunması için emek verir.

Ancak bu mücadelenin yekününden görünen benzerlik dışında, Ekber Şah-Cihangir Şah dönemselliği açısından da, bazı ortak noktalar taşır onların hayatı. İmam-ı Rabbanî, Ekber Şah'ın sapkınlığına karşı mücadele vermiş, zulmüne maruz kalmıştır. Bediüzzaman da CHP zihniyetine karşı mücadele vermiş ve zulmüne maruz kalmıştır. Peki, onun Cihangir Şah dönemi? Bediüzzaman'ın böyle bir dönemi var mıdır?

Yine tarihçe-i hayatını okuyanlar bilirler ki; DP iktidarının özellikle ilk seneleri, Bediüzzaman için 'görece' bir ferahlıktır. DP'nin dine ve hürriyete hürmetkâr yapısı, Bediüzzaman'ı da, dönemindeki tüm dindarları olduğu gibi, olumlu etkiler. Ancak DP iktidarının tamamının böyle geçtiğini veya Bediüzzaman'ın o dönemde tastamam ferahlık bulduğunu düşünenler hata eder.

Ticani ve Malatya hadiseleri gibi olayların ve bürokraside/basında yerleşik halde bulunan CHP zihniyetinin çabalarıyla dindarlar ve DP arasındaki pozitif ilişki dönem dönem akamete uğrar. Hatta öyle ki; Bediüzzaman bu dönemde, CHP iktidarında dahi mecbur kalmadığı şekilde 'sarık takmasının zorunlu olduğu yönünde' bir doktor raporu alır. Gittiği yerlerde kalmasına izin verilmez. Hatta bazen gitmesine dahi izin verilmez. Aleyhinde açılan davalardan kurtulamaz.

Peki, Bediüzzaman'ın yaşadıklarına karşı tavrı ne olur? DP'ye de CHP gibi mi davranmaya başlar? Menderes onun gözünde ikinci bir İnönü mü olur? Tarih İçinde Bediüzzaman'da, Doç. Dr. Âdem Ölmez, Bediüzzaman'ın bu noktada DP'ye karşı takındığı tutumun, dönemin bazı dindar aydınlarından farklı olduğunu söyler. O dönemde çıkardıkları gazetelerde/dergilerde, Menderes'in 'dindarlara karşı sertleşen' veya 'karşıtlarına karşı yeterince sert bulmadıkları' tutumunu eleştirenlerin olduğunu belirten Ölmez; Bediüzzaman'ın herşeye rağmen Menderes'e desteğini çekmediğini ve negatif bir kanaat oluşmasına izin vermediğini anlatır.

Hatta, bu açıdan olumsuz bir atmosferde gerçekleşen 1957 seçimlerinde, "Benim oyum mühimdir!" diyerek bizzat sandığa gitmiş, açık bir şekilde DP'ye oyunu vermiştir. Bu oy hakikaten de DP'nin dindarların gözünde yıpranan/yıpratılan imajını tamirde çok önemlidir. Arkasındaki desteğin çekilmediğinin göstergesidir.

Peki, Bediüzzaman neden böyle yapmıştır? Neden, yaşadığı baskılara/zulümlere rağmen, DP'ye ve Menderes'e karşı tavrı CHP'ye sergilediği tavır gibi olmamıştır? Ben bu noktada mürşidimin duruşunu belirleyen öğelerden birisinin iktidarın 'dine hürmetkâr' oluşunda saklı olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman, her ne kadar yanlışları olsa da, Menderes hükümetinin 'iyi niyetli' olduğunu düşünüyordu. Evet, daire-i muamelatta yüzdeyüz adaletle davranamıyorlardı. Ancak daire-i itikadları adalete dönüktü. Daha da önemlisi: Etkiye açıklardı. Çünkü hürmetkârlardı. Önemsiyorlardı.

CHP'de ise böyle bir 'etkilenme' mümkün değildi. Üzerine kurulu olduğu ideoloji dine, halka veya hürriyete hürmetkâr olmadığından halkın ona tesir etmesi de mümkün görünmüyordu. Bu nedenle "Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz..." derken de, Menderes'i ve DP'yi sitayişle anarken de Bediüzzaman'ın yaptığı, İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin Cihangir Şah'a yaptığından farklı birşey değildi. Yaşadıklarına rağmen iktidara küsmeyişi/kızmayışı/terketmeyişi, başka ellerden de etkilenmeye müsait ve yardıma muhtaç olan yeni muktedirlerin, dindar halkla/ulemayla etkileşiminin devam ettirilmesiydi.

Şimdi, bu iki örnek önümde, FETÖ soruşturmalarındaki yanlışlar nedeniyle hükümete atarlanan kardeşlerime sesleniyorum: Potansiyeli olan hükümetler kızarak, küserek, atar yaparak, sırt çevrilerek iyileştirilmezler. Bu noktada iki mürşidimiz bize iki güzel rehber olmalı.

İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat'ında Cihangir Şah'a yazdığı mektuplara bakınız. Bediüzzaman'ın Lahikalar'da Menderes'e gönderdiği mektupları inceleyiniz. Hangisinin üslûbunda sizdeki öfke, ayar, atar var? Siz böyle yaptıkça hasmınıza da "Hükümet arkasındaki desteği kaybediyor!" neşesi/ümidi veriyorsunuz. Haksızlığa işaret etmek güzel. Nasihat etmek güzel. Peki ya onun üslûbu? Neden Bediüzzaman'ın yaptığı gibi "Sizinleyiz!" kokusu hissedilen nasihatlerde bulunmak yerine sert çıkıyorsunuz? Neden kendi Menderes'inize küsüp onu cuntanın, neden kendi Cihangir'inize küsüp onu ulema-i su'nun önüne itiyorsunuz?

Hz. Ömer'e (r.a.) "Seni kılıcımızla düzeltiriz!" diyen sahabinin misaline bu vurgu niye? Sahabenin birbirini kılıçla düzeltmeye çalıştığı Hz. Ali (r.a.) dönemi yeterince ders barındırmıyor mu? Hem ehl-i sünnet mirası, mürşidimde de ifadesini bulduğumuz gibi, 'Dahilde kılıç çekilmez'i bir düstur olarak bize belletmiyor mu? Hem 'Dahilde kılıç çekilmez' yalnız kılıç olarak mı anlaşılmalı? Dil de kimi zaman kılıç gibi can yakmaz mı? Edipler de edepli olmalı değil mi? Neden kavl-i leyyin ile nasihat etmiyorsunuz da 'at izi it izine karışmış' ortamın beter karışmasına müsaade ediyorsunuz? Devletin 15 Temmuz'dan sonra atara ihtiyacı yok ki, yardıma ihtiyacı var.

Tuesday, September 13, 2016

Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır (3): Sopa aynı eller farklı

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatuvesselam buyurdular ki: 'Kim Müslümanların kadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa, ateş onundur.'" Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4885

Ebubekir Sifil Hoca'nın dikkat çektiği bir husustur: DAİŞ'in sahte hilafeti, birçok safi kalpli mü'mini, şu gibi ayetleri delil göstererek kendisine davet etmektedir: "Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir." Maide sûresindeki bu ifadeler üzerinden, şeriata göre hükmedilmeyen devletlerde yaşamaktansa DAİŞ'e katılıp bir din devletinde yaşamanın daha doğru olduğu (ve hatta tek çıkar yol olduğunu) iddia eden bu insanlar; Ebubekir Hoca'nın tabiriyle 'yeni bir emperyal oyunun maşası' konumundadırlar: 'Müslümanı müslümana kırdırma' veya 'müslümanı müslümanla hizaya çekme' oyunu!

Halbuki, İbn-i Abbas (r.a.) gibi, mezkûr ayetteki küfrün 'mutlak küfrü' değil 'küfran-ı nimeti' kastettiğini söyleyen müfessirler de olmuştur. (Yani Allah'ın verdiği bir hükme uygun hareket etmemek, o hükmün 'nimetiyetinden' istifade edememektir.) Hal böyleyken, böylesi ifrat yorumlarla, ehl-i İslam'ı yaşadığı topraklarda huzursuz, mü'min kardeşine karşı tekfirci, devletine karşı düşman hale getirmek; hakikaten de büyük bir tuzaktan haber vermektedir. Mürşidim, aynı ayetler üzerinden yapılan benzer bir çarpıtmaya Münazarat isimli eserinde şöyle dikkat çeker:

“İnkılâptan on altı sene evvel Mardin cihetlerinde beni hakka irşad eden bir zata rast geldim. Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem ta o vakitte meşhur Kemal’in Rüyâ’sıyla uyandım. Lâkin maatteessüf su-i tesadüf ile hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı Araptan sonra İslamiyetin bir kıvamı olan Etrâki tadlîl ediyorlardı. Hatta bir kısmı o kadar tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan Kanun-u Esasiyi ve hürriyetin ilanını tekfire delil gösterdi. 'Ve men lem yahkûm' (kim hükmetmezse) hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki 'men lem yahkûm' 'men lem yusaddık' (kim tasdik etmezse) manasındadır. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasiye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan hükümete itiraz ederlerdi, lâkin onlar istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim."

Görüldüğü gibi; bugün DAİŞ olup karşımıza çıkan zihin yapısı, Osmanlı'nın son döneminde de başka muhalif sûretlerde varolmuştur. Bediüzzaman'ın burada aynı ayet üzerinden bize aktardığı bilgi, bir asır sonra Ebubekir Hoca'nın DAİŞ üzerinden bize aktardığı bilginin neredeyse aynısıdır. O zamanın hükümetine yapılan tekfirci muhalefetin bir benzeri, bugün de, DAİŞ vb. örgütler eliyle bütün İslam ülkelerine dönük yapılmaktadır. Peki, Bediüzzaman'ın burada altını çizdiği 'siyasette muktesit meslek' nedir? Ben bu muktesit mesleğin yine Münazarat'ta bize aktarılan, benim de sıklıkla alıntıladığım, şu metinde saklı olduğunu düşünüyorum:

"Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi, mel'un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilâl ve fesattır."

Bediüzzaman'ın, II. Abdulhamid'e veya İttihad ve Terakki'ye karşı sergilediği, dönem dönem değişen tavır, ancak bu metnin penceresinden bakınca anlaşılır. O, hükümetlere 'muhali talep etmeden' ve 'hasenatın seyyiata tereccuhu' mizanıyla bakmaktadır. Çünkü bilmektedir: "Seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir." Seyyiatını hasenatından çok gördüğünde muhalefet etmekte, ancak hasenatının seyyiatını geçtiğini düşündüğü noktalarda desteklemektedir. Bu meslek muktesittir. Zira umutla maksimumu istese de sahada optimuma razı olur. Teoriyle pratik, hakikatle arzu arasındaki nüansın farkındadır. Ve bize 'daire-i itikad' ile 'daire-i muamelat' arasındaki ayrımı da fısıldar.

Daire-i itikad ve daire-i muamelat ayrımı çok kritik bir ayrımdır. Burada yaşanacak bir zihin karışıklığı bireysel sahada vesveseyi, toplumsal sahada kargaşayı ortaya çıkarır. 'Tasdik etmek' ve 'hükmetmek' arasındaki ayrım da en çok burada kendini okutur. Daire-i itikadda herşey nettir. İtikad grilik kaldırmaz. Siyahlardan ve beyazlardan oluşur. Hak ve batıl birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmıştır. Fakat daire-i muamelatta işler böyle değildir. En müttaki insanlar bile bazen günaha düşer. En dikkatli insanlar bile unutkanlık yapar. En sağlam itikad sahipleri bile 'lazım-ı mezhep mezhep değildir' sırrınca nereye gittiğini o anda öngöremedikleri küfrü işmam eden sözler söyleyebilirler. Bu tıpkı mülk ve melekut ayrımı gibidir. Melekut cihetinde herşey nezih olsa da, mülk cihetinden bakıldığında hayır-şer, iyi-kötü, güzel-çirkin ayrımları vardır.

Bu noktada diyebiliriz ki: Daire-i muamelatta iktisatlı meslek 'hesanatın seyyiata tereccuhudur' ve Cenab-ı Hak bizi mizanda da böyle yargılayacaktır. Ancak daire-i itikadda böyle karşılaştırmalı ölçüm yoktur. Erkân-ı imaniyeden birisini hariçte tutan, diğerlerine/daha çoğuna duyduğu imandan ötürü necat bulamaz. "İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar..." Meyve Risalesi'nin 9. Meselesi bu yönde bir soruya yukarıdaki kesinlikte başlayan bir cevap verir.

Ben de hayata/siyasete bakışımda mürşidimden öğrendiğim bu 'muktesit mesleği' korumaya çalışıyorum. Hükümeti bazen savunuyor, bazen eleştiriyorum. Savunduğum noktalarda hatalarını reddetmiyorum. Eleştirdiğim noktalarda iyiliklerini görmezden gelmiyorum. Çünkü biliyorum: "Muhtemeldir, Abdulhamid, muktedir değil ki dizgini gevşetsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut hatâ bir içtihad ile olabilir, bir gayr-i makbul özrü kendine bulsun. Veyahut avanelerinin ve vehminin elinde mahpus gibidir..." demek Abdulhamid'in hatalarına onay vermek veya ortak olmak demek değildir. Onları 'anlamaya çalışmak'tır.

Daire-i muamelat ile daire-i itikad arasındaki o mühim ayrımı gözetmektir. Yine mürşidimin ifadesiyle; insan elbette kış içinde baharı ister, ama baharı irade edemez. Çünkü irade 'daire-i muamelat' ile, istemek ise 'daire-i itikad' ile ilintilidir. Dürüstlüğün doğru olduğunu her iman sahibi bilir. Ancak peygamberler haricinde kaç iman sahibi hayatını yalansız sonlandırabilmiştir? Günahın günah olduğuna imanımız tamdır. Ama hayat yolculuğunda o kem konağa uğramadan yaşayabilen kaç kişi vardır? Amel ile iman arasında ehl-i sünnetin gözettiği şu ayrım, mutezilenin yaptığı gibi büyük günah işleyenlerin tekfirle suçlanmamasını da sağlar. Amel ve iman ayrımı da aslında bir yönüyle 'daire-i itikad' ve 'daire-i muamelat' ayrımıdır.

Sadede geleyim: 17/25 Aralık sürecinde oluşturulmaya çalışılan puslu havada "Seyyiesiz hükümet muhal-i adidir" deyip Bediüzzaman'ın siyasetteki muktesit mesleğini hatırlattığımızda "Zulme rıza zulümdür!" cümlesiyle kafamıza vurmaya çalışan çok oldu. Güya biz, 'hasenatın seyyiata tereccuhu' mizanıyla AK Parti'yi savunduğumuzda hırsızlığını(!) da savunmuş, hatta onaylamış, hatta bizatihi ortağı oluyorduk.

Halbuki Bediüzzaman o gibi yerlerde der: "Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur." Yani bu ortaklık ancak 'taraftarlık' ve 'hoşgörmek' ile mümkün. Biz, ehl-i iman mü'minler, ne zaman hırsızlığa taraftar olduk veya hoşgördük ki, bundan pay sahibi olalım? Bizim karşı çıktığımız siyasette muktesit mesleğin kaidelerine uygun hareket edilmemesidir. Seyyiesiz hükümet mümkünmüş gibi davranılması ve imkansızın talep edilmesidir. Fitne mümkün olmayanı isteme sanatıdır. Mürşidim der: "Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, âdetâ mümkün hükûmetin hangi sûretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü't-tahrip ile, o sûreti bozmaya çalışacak."

Şimdi de benzer bir durumu 15 Temmuz'un ardından yürütülen soruşturmalarda meydana gelen hatalar bahsinde yaşıyoruz. Kafamıza kaldırılan sopa aynı. "Zulme rıza zulümdür." Fakat bizim ne suçluların suçsuz muamelesi görmesine onayımız var ve ne de suçsuzların suçlu muamelesi görmesine. Ne adalet-i mahzadan sapmışız ne de adalet-i izafiyeye sahip çıkmışız. Ancak şunun farkındayız: Daire-i itikadda adalet-i mahza hükümferma olsa da, ki kalbimiz onun doğruluğuna iman ile doludur, sahada gerçekleşen her daim mutlak adalet değildir. Saha insanlıdır. Kusur ise insanın imzasıdır. Üstelik, sahanın/sorunun şartlarına göre uygulamaların şekli de değişir. Bulaşıcı bir hastalıkta karantina adalet olurken, bulaşıcı olmayan bir hastalıkta zulümdür. İlletin bulaşıcılığı tedavinin de tedbirini değiştirir.

Şimdi, elverilirse, bizim sormak istediğimiz şu: Mutlak bir şekilde adalet gerçekleşmediğinde 'Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse'yi hataya nefes aldırmayan bir mükemmeliyetçilikte mi anlayacağız, yoksa 'arzuladığı ve tasdik ettiği adalet-i mahza idi, fakat sahada bunu gerçekleştiremedi' deyip 've lem yusaddik' şıkkını mı seçeceğiz? Biz AK Parti'yle ilgili bu işte ve her işte bu mizanı korumaya çalışıyoruz. Asayişi muhafazanın başka yolla mümkün olmadığını düşünüyoruz. Öyle ya! Meslek 'muktesit' olmadıktan sonra, her devrimin, ardından 'onunla tatmin olmamış' bir yenisini doğurmayacağını kim garanti edebilir? Gayrı siz söyleyin: Her denge ve iktisat arayışını 'zulme rıza' sopasıyla kovalamak doğru mu? Başımızdaki kadının 'ismetine' mi, yoksa 'adaletinin zulmüne galebesine' mi bakacağız? İsmetine bakarsanız bu iş yaş...

Wednesday, September 7, 2016

15 Temmuz tiyatro muydu?

"Celal burada, tasavvuf hikayeleriyle gönlünü aldığı dindar okuyucularını yeniden öfkelendiren, laik ve cumhuriyetçi okuyucularını ise keyiflendiren şu sonuca ulaşıyordu: 'Şems'i öldürten ve kuyuya atılmasını isteyen tabii ki Mevlana'nın kendisidir.' Celal savını Beyoğlu ve adliye muhabirliği yaptığı bindokuzyüzellilerde yakından tanıdığı Türk polis ve savcısının sık kullandığı bir yöntemle kanıtlamıştı. Sevgilinin öldürülmesiyle bundan en çok yarar sağlayan kimsenin Mevlana olduğunu, bu sayede sıradan bir hoca olmaktan en büyük tasavvuf şairi mertebesine çıktığını, suçlamaya alışmış bir kasaba savcısı üslûbuyla hatırlattıktan sonra, o zaman bu cinayeti herkesten çok onun işlemiş olacağını belirtiyordu."

15 Temmuz'un ardından üretilen 'tiyatro' argümanı bana her nedense Pamuk'un Kara Kitap'ında geçen bu satırları hatırlatıyor. Erdoğan'ın bu darbeye maruz kalmadığı, bilakis, aslında kendisinin kendisine böyle bir darbe yaptırdığı/tezgahlattığı söylemi 'akıllara zarar' haliyle yeterince tahlil edilmedi. Çünkü o gün darbeye karşı direnenler 15 Temmuz gibi birşeye 'oyun' demenin beyaza siyah demek gibi mantıksız olduğunun farkındaydı. Cevap vermeyişleri cevapsızlıktan değil kale almamaktandı. Ancak bu makul sessizliğimizin de muhataplarımızca hayra tevil edilmediğini görerek konu hakkında kalem oynatmaya karar verdim. Kalbinde, Erdoğan kininden başka, birazcık da hakperestlik ve mertlik bulunan birilerine dokunursa, belki fikirleri değiştirebilir umudundayım. İnsan, güneşin batıdan doğuşuna şahit olsa da, kıyametin kopacağına inanmak istemeyen bir varlık. Yazımı ziyade bulan fıtratımın bu yanına yüklensin.

Yani düşünün ki: 240'tan fazla şehidi 2000 aşkın yaralısı olan bir girişim. Meclis bombalanmış. Polis Okulu bombalanmış. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi bombalanmış. Polis ve asker, asker ve asker, asker ve sivil, Türkiye'nin pekçok noktasında çatışmaya girmişler. Tanklar insanları ezmiş. Helikopterler halka ateş açmış. F-16'lar alçak uçuşları ve bombalamalarıyla insanlara dehşet saçmışlar. Değil sadece darbeye karşı direnenlerden, darbeye teşebbüs edenler içinden de ölümler olmuş. Birkaçının leşi yere serilmiş. Birçoğu yaralanmış. Yine birçoğu tutuklanmış. Tutuklanamayanlar firarî. Aranıyorlar. İçlerinde general dahi var bu leşlerin. Olayın bu yanında "Ateş eder gibi yaptı, ama etmedi. Vuracak gibi yaptı, ama vurmadı. Bomba atacak gibi yaptı, ama atmadı!" denecek birşey yok. 'Eder gibi' yapılan herşeyden 'gibi'si başarıyla çıkarılmış. Edilmiş.

İnsan gerçekten hayret ediyor: Şu oyun denen şey sizin dünyanızda nasıl birşey acaba? Yaşamın kendisini bizzat bir oyun olarak görüyorsanız, buna birşey diyemem, fakat en azından bir 'an'ını gerçek buluyorsanız, 15 Temmuz'u dibine kadar gerçek olduğuna inanmak zorundasınız. Çünkü o gece akan kanlar, düşen bombalar, duyulan korkular, atılan çığlıklar, sıkılan mermiler, edilen telaşlar, sallanan bayraklar, akan terler, ezen tanklar, ezilen insanlar, vuran askerler, vurulan insanlar, kalplerden çıkmayan cesaretler, tekbirler, tekbirler, tekbirler... Hepsi ama hepsi gerçekti. Akıttık, korktuk, duyduk, bağırdık, sakındık, vurulduk, salladık ve cesaret ettik... Hepsini ve daha fazlasını yaptık. Hainler de hepsini ve daha fazlasını yaptılar hainliklerinin. Yaşadık ve şahit olduk.

Peki, bu 'tiyatro' söylemi nereden besleniyor o vakit? Olacak gibi yapıp olmayan birşey yok. Herkes 'olacak gibi' yaptığı herşeyin 'gibi'sini kaldırdı. Sahiciliğine bizi inandırdı. Ha, pardon, birtek şey var başarılı olmayan: Darbenin kendisi başarılı olmadı sadece...

İşte, bence bütün cerbeze de başarılı olmayan bu tek şeyden besleniyor. 'Olacak gibi' başlayıp olmayan tek şey darbe. Bu demektir ki: Darbenin başarısızlığıdır yaşananların oyun olduğunun delili. Yaşananlar yine aynıyla yaşansa, ama darbe başarılı olsa, bu sefer oyun olmayacaktı. Peki, bu mantık genel-geçer bir şekilde hep işleyecekse, bu kadar sorgulanmazsa yani, başarısız olan her girişim için de kullanılabilir mi? Mesela: Sizi gasbetmek için yolunuzu kesti bir hırsız veya evinize/mahreminize girdi. Şükür ki, başarılı olamadı. Karakola gittiğinizde 'oyun' denmesine müsaade eder misiniz? Veyahut size ateş eden bir hasmınız kurşunu kalbinize değil de omzunuza denk getirdi, ölmediniz, "Beni öldürmek istedi!" diye mahkemeye başvurduğunuzda, "Oyundur!" denmesinden razı olur musunuz? O zaman da bu savı leziz bulur musunuz?

Bir de şu söylem var: "Sonuçlardan en çok faydalanan Erdoğan'sa elbette bunu Erdoğan yapmıştır." Doğrusu insan bazen duyduklarına neresiyle şaşıracağını şaşırıyor. Öyle ya! Böyle bir mantıkla şunu da iddia edebilmek mümkün: Diyelim ki; bir besteci, en güzel şarkılarını, çok sevdiği eşinin cinayete kurban gitmesinden sonra yazmış olsun. Sırf o şarkılara bakarak; "En güzel bestelerini eşinin ölümünden sonra yaptı. Bu ölümün en çok faydası ona dokundu. O halde eşini de o öldürmüştür..." demek doğru olur mu?

Olanların elbette sonuçları vardır. Ve bu sonuçları kötüye değil iyiye yönlendirmek hepimizin fıtratında/yaratılışında olan bir özelliktir. Ancak acının sahiciliği olmadan bestenin sahiciliği nasıl mümkün olur? Kendisine darbe yaptıracak kadar zaten orduya hâkim ise Erdoğan, darbeyi niye yaptırır? Kendisi yaptırıyorsa neden engeller? Depremde evi yıkılan birinin yeni evinin eskisinden iyi olmasıyla "Depremden sonra evi eskisinden de güzel oldu. O halde depremi de bu yapmıştır!" suçlamasına maruz kalması gibi mantıksız olmaz mı 15 Temmuz'a sonuçlarından sebep tayini yapmak?

Kaldı ki: Darbe teşebbüsü sonrası bu hainlerden ölenler de oldu. Firarîler hariç büyük bir kısmı şu an hapiste. Yeniden yasalaşırsa 'idam ile' yasalaşmazsa 'en azından ömür boyu hapisle' yargılanacaklar. Hepsi kıyamete kadar bu topraklarda 'hain' olarak anılacaklar. Çolukları çocukları yüzlerine bakamayacak. Aileleri utançla yaşayacak. Eskiden sahip oldukları itibarlı görevlerinden de atıldılar. Erdoğan bütün bunların karşılığında ne vermiş olmalı ki, bunların bir tanesi bile "Yaşananlar oyundu! Aslında bize bütün bunları yapmamızı Erdoğan söyledi!" diyemiyor? Böyle saçmalık olur mu? Kafatasında ekmeğe sürecek kadar akıl kalanlara sesleniyorum.

Rousseau, Yalnız Gezerin Hayalleri'nde der ki: "Uğradığımız tüm felaketlerde etkisinden çok niyete bakarız... Çatıdan düşen bir kiremit bizi daha fazla yaralayabilir, ama kötü bir el tarafından kasten fırlatılan taş kadar derinden incitemez. Taş bazen ıskalayabilir, ama niyet her zaman hedefine ulaşır." Olan budur: 15 Temmuz'da taş ıskaladı kardeşlerim, ancak biz niyetin hedefine ulaştığından eminiz. Kimse taşın ıskalaması üzerinden niyet cerbezesi yapmasın. Bizi inandıramaz. İnandıramayacağını da yine mürşidimin bir cümlesiyle ifade edeyim: "Millet uyanmış; mugalâta ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. (...) Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah."

Monday, August 15, 2016

17 Aralık'tan sonra gözü açılmamışa 15 Temmuz'dan sonra güvenilir mi?

"Yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alâmetle tevsimleri lâzımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar." İşaratü'l-İ'caz, Bakara sûresinin 9 ve 10. ayetlerinin tefsirinden...

"Andolsun ki Yusuf ve kardeşlerinde, (almak) isteyenler için ibretler vardır." Dikkatimi bu detaya ilk kez Metin abi çekmişti: Hz. Yusuf aleyhisselam kardeşlerini ne zaman affetti? Görür görmez mi? Hayır! Ancak hatalarını itiraf etmelerinin ardından affa mazhar oldu Yusuf'un kardeşleri. "Yusuf dedi ki: Siz, cahilliğiniz yüzünden Yusuf ve kardeşine yaptıklarınızı biliyor musunuz? Yoksa sen, gerçekten Yusuf musun, dediler. O da: (Evet) ben Yusuf'um, bu da kardeşim. (Birbirimize kavuşmayı) Allah bize lütfetti. Çünkü kim (Allah'tan) korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez, dedi."

Benzeri bir durum kıssanın bir diğer kahramanı Züleyha için de geçerlidir. Yusuf aleyhisselamın Züleyha'yı affı onun hatalarını itirafından sonra olmuştur: "(Kral kadınlara) dedi ki: Yusuf'un nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi? Kadınlar: Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik, dediler. Azizin karısı da dedi ki: Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir."

Peki, bütün bunlar gizli-kapaklı yaşanan şeyler midir? Hayır! Kıssasını dikkatle okuduğumuzda Yusuf aleyhisselamın bütün bu itirafları özellikle 'herkesin içinde' aldığını görürüz: "(Adam bu yorumu getirince) kral dedi ki: Onu bana getirin! Elçi, Yusuf'a geldiği zaman, (Yusuf) dedi ki: Efendine dön de ona: Ellerini kesen o kadınların zoru neydi, diye sor. Şüphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilir." Neden bu affedişi herkesin içinde alınmış itiraflardan sonra yaptı Yusuf aleyhisselam? Ona da sûrenin başka bir ayeti cevap veriyor sanırım: "(Yusuf dedi ki): Bu, azizin yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını (herkesin) bilmesi içindir."

Demek "Allah'ın hainlerin hilesini boşa çıkaracağını herkese bildirmek" Yusuf aleyhisselamdan aldığımız ders. Ve 'kardeşlik hukuku'nda da kıymeti görmezden gelinemeyecek bir öğreti. Ben bu kıssadan yaşadığımız süreç için de alınabilecek nasihatler olduğu kanaatindeyim. Asla affedilmeyeceklerin çekmesi gereken cezalar bir tarafa. (Onların takipçisi olacağız hem bu dünyada hem öteki dünyada.) Affedilebilecek konumda olanların da üzerine düşen görevler var. Öncelikle: Hatalarını itiraf edecekler. Hem de herkesin içinde itiraf edecekler. Ve kıvırmadan, lafı dolaştırmadan, samimiyetle itiraf edecekler. Daha önce böyle bir çukura düştüklerini ve düşebilir tıynette/yapıda olduklarını saklamayacaklar. Yokmuş gibi, olmamış gibi, yaşanmamış gibi davranmayacaklar.

İtirafsız istiğfar olmaz. Hatasına hata diyemeyeni affetmek onu hatasında daha şımarık ve ısrarcı bir hale getirir. Irvin Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi ancak suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar." O halde 'kardeşlik hukuku' adına bize 'aptallığa varan bir hoşgörüyü' tavsiye edenlere Yusuf aleyhisselamın sünnetiyle cevap verebiliriz: Hatalarınızın affedilmesini istiyorsanız istiğfarınızı ve itirafınızı herkesin içinde yapacaksınız. Kıvırmadan yapacaksınız. Saklamadan yapacaksınız. Fitneyi tutuştururken sergilediğiniz açıklıkta yapacaksınız. Ancak bundan sonra affedişe mazhar olabilirsiniz. Eğer itirafınızdan kalbimiz mutmain olursa...

Şahsen, bu dakikadan sonra, ancak 15 Temmuz gecesi sokağa çıkıp vurulmuş bir FETÖ'cü duyursam tevbesine inanırım. Böyle birşey yapmamış hiçbir FETÖ'cüye inanabilir durumda değilim. İstediği meydanda nutuk, istediği yürüyüşte slogan, istediği mitingde fink atsın. Hiçbir anlamı yok benim için. Ancak şu var: Onunla uğraşmayı bırakabilirim. Temkinli bir suskunlukla ve dikkatle izleyerek 'kendi halinde yaşamasına' izin verebilirim. Böyle bir açık itirafın/istiğfarın olmadığı hiçbir isme karşı merhamet hissetmiyorum. Teklif edilince de tiksiniyorum. Süreç içerisinde kendilerine uyarılar/eleştiriler yaptığım: Cemil Tokpınar, İhsan Atasoy, Gülay Atasoy, Nuriye Çeleğen, Vehbi Vakkasoğlu, Halit Ertuğrul, Âdem Güneş, Vedat Demir vs... Hepsi bu başlığın altına dahildir. Eskiden ne yaptıkları umurumda değil. Bize 15 Temmuz'u yaşatan cehenneme taşıdıkları odun yüzünden gözümde suçlular.

Bu isimlerden bazılarının tevbekâr olduğunu duyuyorum. Bu iyi birşey. Fakat kapı arkalarında fısıltıyla dilenmiş tevbelerin benim açımdan hiçbir ehemmiyeti yok. Üstelik bunlardan bazıları sanki daha önce bu sürece destek vermemiş, hiçbir zaman FETÖ'nün yanında/safında yeralmamış, sanki 17 Aralık'tan beri bütün bunlar yaşanmamış gibi davranıyorlar. Mitinglerde de kimseye boşluk bırakmıyorlar. Böyle davranan hiçkimse benim nazarımda affa mazhar değildir. Ve isimlerinin de unutulmaması gerekir.

Çünkü tevbeleri samimi bir itiraftan sonra gerçekleşmediği için sahici değildir. Konjonktür gereğidir. Bu insanların öncelikle yedikleri naneyi bizi inandıracak bir samimiyetle itiraf etmeleri gerekir. Ancak ondan sonra pişman olduklarına inanırız. Ama bu inanmamız bile 'kendi haline bırakma' inanmasıdır. Yoksa temkini ve tereddüdü asla yitirmemeliyiz. Bir daha bu insanları ehl-i âkıl ve vicdan bilmemeliyiz. Yaşayacağımız (Allah korusun) bir ikinci krizde de bu insanların kimden yana olacakları belli olmaz. Güvenmemeliyiz. 17 Aralık'ta gözü açılmamışa 15 Temmuz'dan sonra güvenilmez.

Sunday, August 14, 2016

FETÖ'ye kızıp mehdi yakmak...

Şunu kabul etmek lazım elbette: Dünden bugüne ilerlemeler var. Hepten de yerimizde sayıyor değiliz. Bazı sorunlarımızı aştık. Bazı kavgaları kazandık. Örneğin: Bu yüzyılın başında cevap verdiğimiz safsataflardan birisi şu idi: 'Bizi din geri bıraktı. Dini terketsek ilerleriz.' Risale-i Nur okurları hatırlarlar. Bediüzzaman'ın da mezkûr iddiaya verdiği cevaplar vardır. Başka âlimlerin de (Allah hepsinden razı olsun) bu soruya verdikleri cevaplar var.

Allah'ın inayeti ve ehl-i sünnet ve'l-cemaatin topyekün gayretiyle bu arızayı aşmış gibiyiz. En azından muhataplarımız cevaplarımızın yerliyerindeliği karşısında sinmiş durumda. Eskisi kadar açıklıkla böyle şeyleri dillendiremiyorlar. Fakat bu muzaffer durum bizi kandırmasın. Hepten de bitmiş değil arızalar. Daha küçük ve lokal alanlarda hâlâ benzerî kavgaları vermeyi sürdürüyoruz. Mesela: Şimdilerde 'Bizi din geri bıraktı'dan 'Bizi mehdiye inanmak geri bıraktı'ya doğru kaymış gibiyiz. Üstelik FETÖ'nün sayesinde damarlarına kan da yürüdü bu kavganın. Muarızlarımızın gözleri parladı. Dillerine yeniden cür'et geldi.

Diyorlar ki: "İşte başımızdaki bela budur. Mehdiye inanmaktan ötürü oluyor bütün bunlar. FETÖ'cüler de Gülen'in mehdiyetine inandıkları için bu vartaya düştüler. Başımıza bunca işi açtılar..." Buldukları deva ne peki? Onu da özetleyelim: "Eğer böyle birşeyin tekrar başımıza gelmesini istemiyorsak mehdiye inanmayı bırakmalıyız. Mehdiye inanmayı terkedersek bir daha FETÖ gibi örgütler zuhur etmez. Başımıza kem işler gelmez." Sadece bununla kalsa iyi dostlarım. Dahası da var. Mesela diyorlar ki: "Mehdiye inanmak tembellik yapıyor. Mehdiye inananlar kendilerini kurtarması için mehdi beklediklerinden ötürü çalışmayı bırakıyorlar. Ondan sonra da İslam dünyasının bugünkü hali ortaya çıkıyor..." Başka sözleri var mı? Var anam var. Yine diyorlar ki: "Mehdiye dair hadislerin tamamı uydurmadır. Böyle hadisler aslında yoktur. Olay sosyolojiktir. Bizden önce bütün dinlerde olan 'kurtarıcı' beklentisi bizim dinimize de gafiller eliyle sinmiştir..." Daha bir sürü komplo teorisi yazılıp duruyor. Peki, söz çok da, bu işin altındaki hakikatin boyu ne kadar?

Bu konuya dair biraz araştırma yapmış bir kardeşiniz olarak söylüyorum: Bu iddiaların tamamı dogma. Bir kere mehdiye dair hadislerin tamamının 'uydurma' olduğunu söylemek başlıbaşına bir facia. Çünkü İslam'ın en muteber hadis kaynaklarının içinde geçiyor mehdiye dair hadisler. Ebu Davud'da, Müslim'de, kısacası: Kütüb-i Sitte'de mevcutlar. Hem de bir tane-iki tane değil, birçok geçiyorlar. Üstelik şu bizim modern zaman süperzekaları dünyaya gelene kadar mehdiyi inkar etmeye cür'et eden ancak bir-iki kişi var. Onlar da zaten ehl-i sünnet ve'l-cemaatin akaid veya hadis konusunda fikrine itibar ettiği kişiler değiller. Buna ek olarak: İtibar edilen kişilerce yazılmış mehdiye dair müstakil birçok eser de var. Mehdiye dair hadislerin toplandığı eserler de var. Bu konuya gelen eleştirilere cevap niteliğinde kaleme alınmış eserler de var. Var, var, varoğlu var yani sizin anlayacağınız. Olay ehl-i sünnet canibinde hiç de 'tartışmalı' değil. Kesin ve net. Peki, bu durumda ne yapmalı? Mürşidim cevap veriyor: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı." Zaten birazcık kurcalasanız 'mehdi inkarcılarının' hadis konusundaki bilgilerinin de dökülür vaziyette olduğunu görüyorsunuz.

Peki, mehdiyi hadis ilminin kıstaslarına göre inkar etmiyorlarsa, ya neye göre inkar ediyorlar? Aslında mehdiyi öncelikle modern bilimlerce tecavüz edilmiş kafalarına yatmadığı için inkar ediyorlar. Çünkü kafaları İslamî ilimlerin yerel hendeseleriyle değil, sosyoloji gibi modern bilimlerin üvey hendeseleriyle çalışıyor. Fakat şu çıkmazla yüzleştirdiğinizde kekelemeden cevap verebileni yok: Sosyoloji, sadece mehdi inancını değil, Allah inancını da insanlığın zaaflarıyla izah ediyor. Mehdi konusunda sosyolojiden akaid dersi almaya azmetmiş arkadaşların, acaba, Allah'a iman konusunda da böyle bir ders alasıları var mı? Örneğin: Sosyolojinin "İnsan varolduğu ilk günden beri birşeylerden korkmuştur. Korktuğu şeylere de tapmıştır. Din ihtiyacı buradan çıkmıştır..." tarzı cümlelerini duyduklarında mehdi meselesinde olduğu gibi "İslam'da aslında Allah da yoktu. Bu bize önceki dinlerden israiliyat olarak geçti!" falan diyesileri geliyor mu? Gelmiyorsa niye gelmiyor? İddialarında daha tutarlı olmaları adına bu konuda bir izah bekliyoruz.

Gelelim mehdiye inanmanın tembellik yapması meselesine... Doğrusu, bu konuda da mehdi inkarcısı arkadaşların ellerindeki bilimsel verileri pek merak etmekteyim. Acaba hangi laboratuvarda yaptıkları deneylerin sonuçları ile bu tesbiti yapıyorlar? Sosyoloji bile delil ister. En azından veri ister. Mesela: Bu arkadaşların acaba 'mehdiye inananlar' ve 'mehdiye inanmayanlar' diye ayırdıkları iki topluluk hakkında, birisinin daha tembel olduğu, ötekinin daha sıkı çalıştığı üzerine elle tutulur bir çalışmaları var mı? Bugün dişmacunu firmaları bile yumurtaların yarı tarafını fırçalayıp sirkede bekleterek birşeyleri ispat ediyorlar kendilerince. Biz de birazcık burhan görmek istesek hata mı ederiz?

Eğer yoksa hiç kusura bakmasınlar. Ben bu tür argümanlara canıgönülden 'dogma' diyeceğim. Evet, hakikaten de bu bir dogmadır. Mehdiye inananların tembelleştiği, inanmayanların ise daha çalışkan olduğu üzerine yapılmış psikolojik veya sosyolojik hiçbir çalışma yoktur. Bu bir modern zaman efsanesidir. Sorgulanmadan iman edilmiş bir oryantalist ezberidir. Üstelik laboravutarların en büyüğü olan tarih de bu iddiayı yalanlar. Nasıl yapar bunu? Mehdiye imanı akidesinin bir parçası olarak muhafaza etmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat topluluklarının tarihteki muvaffakiyetleriyle yalanlar. Hulefa-i Raşidin döneminden Abbasilere, Selçuklulardan Osmanlılara mehdiye ehl-i sünnet çerçevesinde iman etmiş hiçbir topluluk 'mehdiyi yatarak beklemek' gibi bir hataya düşmemiştir. Hatta bir adım ötesine giderek diyebilirim ki: Bu argüman insanın fıtratına da aykırıdır. Hiçbir insan halihazırda yaşadığı problemler için kurtarıcı beklemez. Yüzyüze geldiği problemlerin çözebildiğini çözmek insanın fıtratında vardır. Acaba, tarihe bakıldığında, bu ümmet ehl-i sünnet itikadının görece sağlam olduğu dönemlerde mi daha başarılıdır, yoksa bu modern zaman süperzekâlarının mehdiyi inkar etmeyi öğrendikleri dönemde mi? İnsan yalan söyleyecekse bile bari yatsıya kadar ayakta kalabilecek olandan söyler.

Uzağa aklınız yetmiyorsa yakını konuşalım. Acaba sünni olduğunu bizzat kendisi de açıklıkla ifade eden Erdoğan mı mehdiye inandığı için tembellik yapmıştır? Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi mi tembeldir? Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri mi tembeldir? Süleyman Hilmi Tunahan Hoca mı tembeldir? Esat Coşan Hocaefendi mi tembellik yapmıştır? Zahid el-Kevserî Hazretleri mi yatarak mehdi beklemiştir? Yahu hakikaten merak ediyoruz. Bilen bir arkadaş yardım etsin: Şu mehdiye iman etmenin tembellik yaptığı kişi veya kişiler kimlerdir? Kimlerdir ki, birer hayalet gibi varlıkları anılmakta, ama isimleri anılamamaktadır? Üstelik ima ile tembellikle suçlanmış ehl-i sünnet ve'l-cemaat öyle isimler bulunmaktadır ki; bu inkarcılar bir bu kadar daha hayat yaşasalar, onların zekatı kadar iş/hayır yapamayacaklardır.

FETÖ gibi sapkın grupların mehdiyi suistimal etmelerine gelince... Buna da mürşidimin bir metniyle cevap vereyim de zaten çok uzayan yazıyı toparlayayım: "Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadîse yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse, acaba hadîsi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip nâmûs-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzımdır?" Ben de, hamiyet namına bu yanlış davayı güdenleri, sapkınların hataları ile 'hakikat-i mehdiye' ve 'mehdiye dair hadislere' ilişmemeleri konusunda uyarıyorum.

Böyle meseleler detaydan da görülse mühimdir. Zira onlara gösterilecek tavra göre aynı ilmin kanunuyla ayakları bağlı diğer hakikatlere de bir renk verilir. Nasıl ki; Ebubekir Sifil Hoca, İslamî Bilincin İhyası'nda, Hz. Muâviye'ye (r.a.) ehl-i sünnetin istikametli bakışını izah sadedinde alıntılıyor: "Mu'âviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kastetmekle itham ederiz." Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği bu sözün devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."

Bir kere neşter işlemeye başlayınca Hz. Ali'ye (r.a.) muhalefet etmiş sahabenin tamamı da, karşı çıkmasa bile tarafsız kalanların tamamı da, sonra süreç içinde Hz. Ali'den (r.a.) ayrılanların tamamı da aynı neşterden kurtulamazlar. Mehdiye konusundaki sıkıntı da buna benzerdir. Sırf aklına yatmadığı için sahih hadisleri inkar etmeye başlayan bir adam, velev ki buna iyi niyetle(!) ve mehdiyetle başlamış olsun, nihayetinde varacağı yer felakettir. Bugün mehdinin mantıklı gelmediği 'sosyolojik akla' yarın sünnet-i seniyye ile sabit olmuş dinin diğer parçalarının da mantıklı gelmeyeceğini kim söyleyebilir? İnsan gerçekten bu cesarete hayret ediyor! Kapının kulbunu çeviren içeriye hücum edenlerin vereceği zarardan mesuliyetini düşünsün. Aklı varsa titresin.

Thursday, August 11, 2016

5. Şua'dan bir 15 Temmuz okuması...

5. Şua fitne zamanlarında kendisini bir başka okutturuyor. Ben de bu sıralar bazı bahislerine tekrar be tekrar bakıyorum. Rivayetleri sadece birer 'olay gibi' değil, mürşidimin ders verdiği şekilde 'kanun gibi' okumaya çalışıyorum. Peki, kanunun olaydan farkı nedir? Olay, kanunun ferdidir. Zaman vücudundaki parçasıdır. Şöyle bir örnekle anlatayım: Havaya attığınız her cisim yere düşer. Şu an atsanız şu an düşer. Bu olaydır. Ama yerçekimi kanundur. O size der ki: "Havaya atılan herşey yere düşer." Kanun okumasına ulaştığınız zaman olaya dair eriştiğiniz marifet bütün zamanları kuşatacak şekilde genişler. Bu bir öngörü sağlar. Nihayetinde olaylar kanunların vücuda gelmiş fertleridir. Görünür olmuş parçalarıdır. Olayların aynı şartlardaki tekerrürü sayesinde kanunları farkettiğiniz gibi, kanunlar sayesinde de olayların tekerrür edeceğini farkederiz.

'Fail ve esma' veya 'esma ve şuunat' marifeti arasında da böyle derece farkları vardır. Bir kere rızık verenin (fail) aslında her kere rızık verdiğini (esma) anlamak aslında Rezzak'ı anlamaktır. İsim sahibi, bir kerenin değil, her kerenin failidir. Esmaü'l-Hüsna'nın sahibi bir kere yapan değil, 'hep öyle yapan' veya 'hep öyle yapabilir olan'dır. Bu esma mertebesinde bir kanun okumasıdır. Nazarı bu mertebeye çıkamayan gafil, bir kerecik olsun rızık vereni olarak görünmüş herşeyi Rezzak'ı sanabilir. Kanun okuması, onu taşıyabilecek özelliklere sahip failden başkasını fiilin failliğinden azleder. Sebeplere tapmak böyle bir nazar hatasından neşet eder. Halbuki her kere rızık verebilecek olandır ancak bir kere rızık verebilen. Zira her bir rızık diğer rızıklarla veya her bir fiil benzerî diğerleriyle kanun ilgisiyle bağlıdır. Fiiller, anlık olaylar veya müstakil vücutlar değil, kanun bağıyla birbirine bağlanmış zamansal zincirlerdir.

Rezzak olanın yarattığının ihtiyacını gidermekten bir lezzet-i münezzehe ve mukaddesesi olduğunu farketmek ise şuunat mertebesinde bir kanun okumasıdır. Şuunat okumasının esma okumasından farkı, Allah'ı fiil-fail düzleminde dikey ve mekanik bir bilişle bilmeyi aşıp, 'yaratış ahlakına dönük' bir marifetle tanımaktır. "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak..." hakikati ancak şuunat bilgisine dönük bir marifetle mümkün olur. Mahlukatına nasıl davranmak Allah'ın şanındandır? Hangi yaratış şekli Allah'ın şanına daha çok yakışır? Kuluna nasıl muamele etmesi şanından umulur? Bu düzeyde bir sezgiye eriştiğimizde biz de Allah'ın yaratmaktan lezzet-i münezzehe duyduğu o şekle bürünmeyi isteriz. Misalen: Allah yarattığını temiz yaratıyor ve hep temiz tutuyorsa rızasının bu fiilin arkasında olduğunu biliriz. Biz de o fiili Onun rızasını kazanmak için eyleriz.

Sadede geleyim. 5. Şua'da şöyle bir bahis var: "Rivayette var ki, 'Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfir' yazılmış bulunur.' Allahu a'lem bissavab, bunun te'vili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes—yalnız istemeyerek—onu giymekle kâfir olmaz." Daha Mustafa Kemal'in ve şapka inkılabının piyasada olmadığı bir dönemde böyle bir tefekkür geliştiren mürşidimden mülhem olarak şöyle bir tefekkür geliştirdim kendimce:

Ahirzamanın dehşetli şahıslarının ve ahirzaman ümmetinin şöyle bir tabiatı var sanki: Bir sabah uyandığınızda farkediyorsunuz herşeyi. O sabah gelinceye kadar bir tasannu ve takıyye içinde yaşanıyor herşey. 'Mış gibi' yapmalarla idare ediliyor kusurlar. Aptallığa yakın hüsnüzanlarla kör ediliyor feraset. "Yahu şu adamın alnında birşeyler yazıyor!" diyenler de körlerce körlükle itham ediliyor. Sonra bir sabah aslolan kendisini ortaya koyuyor. Bir sabahta açılıyor gözler. Bir sabahta aydınlanıyor yüzler. Alnında yazar gibi açık ve berrak... Okunuyor... Öyle ya! 17 Aralık'ta da 15 Temmuz'da da öyle olmadı mı? "5. Şua'nın verdiği dersten böyle bir kanun okuması yapabilir miyiz acaba?" diye düşünüyorum şimdi ben de. Ahirzaman fitnesinin ilginç bir özelliği: O gün gelinceye kadar gözlerimiz yazıyı farketmiyor. Çünkü yazıya dair dikkatimizi yitirdik. Mezkûr rivayet hem fitnenin karakterini hem de ümmetin yitirdiği hassasiyeti bize hatırlatıyor.

Hem yine demiyor mu: "Rivayette var ki, 'Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.' Ve'l-ilmu indallah, bunun bir te'vili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar." Zaten o fetvacıları değil miydi gözlerimizi alındaki yazıya böyle kör eden? Ne diyelim? Allah tekrarını yaşatmasın.

Monday, August 8, 2016

Bediüzzaman'ın II. Abdulhamid eleştirisini anlamada bir fırsat olarak 15 Temmuz

Bediüzzaman'ın da içlerinde bulunduğu bir kısım ehl-i sünnet ulemasının yaşadıkları dönemde meşrutiyete yaptıkları vurgu ve mevcut sistem üzerinden II. Abdulhamid Han'a yaptıkları eleştiri, ancak gelişen iletişim/ulaşım imkanlarıyla ve buna bağlı olarak değişen sosyolojik şartlarla birlikte ele alınırsa anlaşılır olur. Neden? Çünkü 5. Şua gibi eserlerinde ahirzamanla ilgili rivayetlere yaptığı tefsirlere bakılınca görülür ki; 'deccalin üç günü' gibi konularda, o, ilgili metinleri 'müstebid iktidarın dönüştürücülüğünün gücü' üzerinden okumayı tercih etmiştir:

"Rivayetlerde var ki; 'Deccalın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür." (...) (Gaybı ancak Allah bilir.) Bunun iki tevili vardır. (...) İkinci tevili ise: Hem Büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdatları mânâsında üç eyyam var. Bir günü, bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede, otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır diye, gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş."

Yine deccale dair diğer bazı rivayetlerde de Bediüzzaman benzer bir okuma şeklini tercih eder: "Rivayette var ki, 'Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında 'Hâzâ kâfir' yazılmış bulunur.' Allahu a'lem bissavab, bunun te'vili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes—yalnız istemeyerek—onu giymekle kâfir olmaz."

Bütün bu okumaların bize öğrettiği iki şey şudur: 1) İslam ülkelerindeki muktedirler yerli kodlarını (isterseniz 'ehl-i sünnet kodları' deyin siz buna) sonunda deccale varacak bir evrilmeyle kaybetmektedirler. 2) Ahirzamanda gelişen iletişim/ulaşım imkanları, iktidarları, tarihte eşi görülmemiş bir şekilde 'dönüştürücü' kılmıştır. Geçmişte iktidarı elde eden hiçbir müstebid ahirzaman müstebidleri kadar topluma tesir edebilir konumda değildir. Zira toplumu dönüştürebilmek için gereksinim duyduğu aygıtlara sahip değildir. Matbaanın bile bulunmadığı dönemlerden aşıp geldiğimiz internet çağı bizi hem 'kolay ulaşır' hem de 'kolay etkilenir' kılmıştır. Devletler daha merkezî ve otoriter bir hale gelmiştir. Bu nedenle bu devrin diktatörleri hadislerle ümmetin kendilerine karşı uyarılacağı kadar tehlikelidir.

Daha önceleri "Bediüzzaman Meşrutiyeti Neden Savundu?" başlıklı yazımda da dikkatinizi çekmeye çalıştığım gibi: Bediüzzaman ve benzeri ehl-i sünnet âlimleri meşrutiyete "Batı'dır, ne yapsa iyidir, biz de yapalım!" mantığıyla değil, tam da bu 'istibdat önleyici' yanından dolayı sahip çıkmışlardır. Yani 15 Temmuz'da bizim demokrasiye sahip çıkmamızın nedeni ne ise, onların da meşrutiyete sahip çıkmalarının nedeni odur. Muhataplarının II. Abdulhamid Han olması endişelerinde haksız oldukları anlamına gelmez. Zira eleştirileri kişiye değil sistemedir. Sistemin yanlış ellerde yapabileceği şeyleredir. Nitekim Bediüzzaman daha sonra yaşanılanların kendisini haklı çıkardığını da söyler:

"Eski Said, bazı dâhi siyasî insanlar ve harika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvuku tâbir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zaif ve ismî bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zaif bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hata... İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış."

Bence Bediüzzaman ve II. Abdulhamid Han üzerinden devam edegelen tartışmalarda 15 Temmuz'da bir eşik atlandı. Çünkü 15 Temmuz'da hepimiz bir asır önce başlayan bu tartışmaya müdahil olduk. Eğer 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı iktidar meşrutiyet/meşveret ekseninden uzaklaşacaktı. Yerelliğini kaybetmiş bir Pensilvanyalının kucağına düşecekti. Bu, iktidardaki zâhiren bizden olsa da iktidarın aslında bizim olmamasıydı. 15 Temmuz'da bunun kavgasını verdik. Bugün biz buna 'demokrasi' ismini veriyor olsak da onun evvelki ismi 'meşrutiyet'ti. Bugün Bediüzzaman'ı II. Abdulhamid Han'a yaptığı eleştirilerden dolayı kınayanlar dahi 15 Temmuz günü müstebidlerin idareyi gasbına karşı çıktılar. Onlar istibdad istediler; bunlar, bin maşaallah, meşrutiyeti savundular.

Temsilin kusurlarına bakılmasın. Fethullah Gülen her ne kadar yerellikte cennet mekan II. Abdulhamid Han'ın tırnağı etmeyecek bir meczup olsa da, iktidarı isteyiş biçimi halkın onayına dayanmadığı için, başımızda bize rağmen değişiklikler yapan bir müstebid kesilecekti. Kimbilir, belki kendisini 'halife' de ilan ettirecekti. Biz bu sözde halifeye karşı tankların önüne çıkarak meşveret sistemimizi savunduk ki, yönetimimizi hür irademizle seçelim. Hür iradeyle seçtiğimiz başımızda kalsın. İktidarımız bize dayansın. Bize dayansın ki 'yerli' ve 'milli' olsun. ABD veya başka bir küresel güç, eyaletine vali atar gibi başımıza halife atayamasın. 15 Temmuz gibi bir hâdiseyi yaşadıktan sonra, Bediüzzaman ve emsali âlimlerin, II. Abdulhamid'in 'şahsına değil sisteme' dair yaptıkları eleştiriyi daha iyi/insafla anlamamız gerekmez mi? Bence yaşanılanlar bu açıdan da büyük bir fırsattır. Elbette okumasını bilene...

Saturday, August 6, 2016

Bir 'Birinci Söz okuması' olarak 15 Temmuz

Az sonra diyeceklerimi okuyunca bana 'deli' demeyin. Herşeye rağmen 15 Temmuz'un bir 'kayıp' değil 'canlanış' olduğunu düşünmekteyim. Şehitlerimiz ve gazilerimiz de olmasa neredeyse Allah'a şükredeceğim. (Allah rahmeti, şifası ve keremiyle sarsın onları.) Çünkü Rabb-i Rahim bu musibetin bedeli/şifası olarak sinemize can da üfledi. Bizi hasma mağlub etmedi. Zafer lütfetti. Zafer mücahidin canıdır. Musibet gitti can hâlâ duruyor. Ve bugün yeni bir Türkiye olmak için nice zamandır olmadığımız kadar birlik, gayret ve cesaret içindeyiz.

"Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşvünemasız kalan birçok istidat çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâplar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur..." der mürşidim. İşte bir yağmur da öyle sıcak bir günde yağıp geçti üzerimizden. Allah içimizden bazılarını şehit mertebesine yükselterek yanına aldı. Daha başkalarına da gazilik payesi lütfetti. Bize de o gece 'doğru taraftakiler' arasında olmayı bağışlayarak can üfledi. Hamdolsun. 15 Temmuz'u doğru tarafta yaşayanlar için dünya artık bambaşka bir yer olacak. Kendilerine bahşedilmiş bir lezzet-i ruhaniye sayesinde ne zaman o geceyi hatırlasalar hem şükür hem sevinç duyacaklar.

Hakikat bu: Nefsin lezzeti söner. Ruhun lezzeti kalır. Civciv kabuğunu kırdı o gece. Çıplak eller tankları durdurabileceğini keşfetti o gece. Bu bir Birinci Söz dersi gibiydi bizler için. Bir sırr-ı besmele idi. Şahit olduk o gün 'Bismillah' diyen yumuşacık kök, taşı ve toprağı delermiş. Farkettik o gün 'Bismillah' diyen nazenin yaprak güneşin şiddet-i hararetine karşı dayanırmış. Gördük o gün "Ya Allah! Bismillah! Allahu Ekber!" diyenlerin çıplak elleri tanklardan, mermilerden, F-16'lardan kuvvetliymiş. Nicedir oturur Birinci Söz'ü okurduk anlatılanlar uzağımızda yaşanan şeylermiş gibi. Yeni Said, onca hâdisenin/zulmün pençesinde neden 'besmele'yi anlatmış, anlamazdık. 15 Temmuz büyük bir mürşid oldu. Birinci Söz'ü okuttu. 15 Temmuz'da Birinci Söz'ü okumadık. Birinci Söz'ü yaşadık. Besmele mü'mine ne yapar, ne hale getirir, anladık.

"Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır..." O gün 'ölmemek için ölmeye' yürüyenlerin neden hep bir ağızdan böyle bağırdığını soruyorlar: "Ya Allah! Bismillah! Allah Ekber!" Ben de diyorum ki: "Bunu ancak Birinci Söz'ü okursan anlarsın." Allah'ın ismi bir mü'min için nedir? "Bismillah" bir mü'min için ne ifade eder? "Allahu Ekber!" neyin haykırışıdır? Bunları bilirsen anlarsın.

O gün salt slogan atmak için söylemiyorduk onları. Kuvvetimizi oradan aldığımız için öyle söylüyorduk. Bir ömür Onun inayetiyle yaşadığımız için musibet anında da aklımıza Onun adı geliyordu. Hasımdan başkasına birşey öğretmek için değil; güç almak için, gücüne sığınmak için, gücünden gücümüzü güç katmak için... Duyduk ki; katıu't-tarikler yolları kesmişler. Tankları, uçakları, silahları da varmış bu şakilerin. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan beri tüm mürşidler bize öyle öğretmişlerdi: "İsim al." Hemen tüm kabilelerin ve hatta âlemler reisinin ismini aldık. 15 Temmuz çölünde öyle seyahat ettik. Ve Allah isminin bereketiyle tüm şakileri başımızdan defetti. Demem o ki arkadaşım: Allah'a sığındığımızda ne kadar kuvvetli olduğumuzu 15 Temmuz'da öğrendik.

Thursday, August 4, 2016

15 Temmuz'un 'gör' dediği: Ehl-i Sünnet yolu neden önemli?

Bazıları yaşananlardan sonra yaptığımız 'ehl-i sünnet' vurgusundan rahatsız oluyor. Halbuki bir hatayı daha tohumken farketmek, ancak o tohum hakkında 'değişmez kıstaslara' sahip olmakla mümkündür. Tohum yeşerip, gelişip, meyveye durduktan sonra ağacı tahlil etmek, aslında o ağaca (ve o ağaçla birlikte serpilen yanlışa) karşı geç kalmaktır. İslamî grup ve cemaatler olarak FETÖ hakkında yaşadığımız tam olarak budur. Herkes mazisini yoklasın. Biz bu adamların pekçok itikadî ve amelî sapmasını idare ettik. En masum şekliyle "Çok hizmetleri var!" diyerek görmezden geldik. Daha kötüleri de oldu. Menfaatinden ötürü, korkusundan ötürü, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" demekten ötürü görmezden gelenlerimiz de oldu. Yaptık bunu. Hepimiz olmasa da birçoğumuz bu gözyummayı yaşadı. Hatta yaşamayan başkalarına da 'hüsnüzan' diye tavsiye etti. Halbuki onlar, yani FETÖ'cüler, bu yanlışlarını yanlış olarak görmüyorlardı. Yanlışlarını yanlış olarak görmedikleri ve tevbe etmedikleri halde, biz, onların hatalarını setretmeye çalıştık kendimizce. Suçunu kabul etmeyeni idare etmek hataydı. İşin geldiği durumsa ortada. Hatasını itiraf etmeyeni görmezden gelmenin ne acı bedelleri olacağını 17 Aralık'ta ve 15 Temmuz'da tecrübe ettik. Allah tekrar yaşatmasın.

Bu kanserin dışarıdan şırınga edilen yanları mutlaka var. Fethullah Gülen gibi bir meczubun aklıyla olabilecek işler değil. Fakat bizim de muhasebesine girmemiz gereken yanlışlarımız var. Akaide dair yitirilen hassasiyetin bedellerinin ne ağır olduğunu öğretmeli bu durum bize. "O da öyle inansın canım. Ne olacak? Fazla büyütmeyelim!" dediğimiz şeylerin büyümeye yüztutan kem tohumlar olduğunu artık görelim. İnanmak eylemekten önce gelir. Kişi inandığınca eyler en nihayet. "Ameller niyetlere göredir!" hadis-i şerifi de bunu hatırlatır bize. Eylemelere dair bir uyanıklıkla bekleyip, fakat inanmakla ilgili duyularımızı kapalı tutmak, her defasında ağacı meyve verince farketmek, bu gecikmişlik iyi birşey değil. Tedavisi ise öncelikle aslolanı net bir şekilde kabul etmekten geçiyor. Bu da ister istemez yolumuzu ehl-i sünnet ve'l-cemaatin istikametli ilkelerine çıkarıyor. Yoksa normsuz kalırız. Bir normumuz/kıstasımız olmadıktan sonra kimin yanlış kimin doğru inandığını ne ile tesbit edebileceğiz? Tohumken zakkum ile elmanın farkını ne öğretecek bize? Bu yönüyle 'ehl-i sünnetin mizanlarını yitirmek' aslında 'itikadî alanda altını kurşundan ayıran mihengini yitirmek'tir. Körleşmedir.

Amel tahlilleri ağaç hakkında yanıltıcı olabilir. Bakınız bu hususta Hanbelî mezhebinin ileri gelenlerinden Hasan b. Ali el-Berbehâri ne söylüyor: "Gidişatı kötü, fasık, facir, günahkâr ve zalim bir kişi, eğer ehl-i sünnete mensup ise onunla arkadaş ol ve meclisinde otur. Zira onun işlediği günahlar sana zarar vermez. Buna mukabil ibadete çok düşkün, âbid bir kişi heva ve bid'at ehli ise, onunla oturup kalkma, sözünü dinleme ve yolda birlikte yürüme. Zira böyle bir kişinin, tuttuğu yola sana güzel göstermeyeceğinden ve böylece seni de kendisiyle birlikte helaka sürüklemeyeceğinden emin olamam." Demek bizim beraber oturup kalktıklarımızla salt bir 'amel ediş' üzerinden değil 'itikad ediş' üzerinden de temasımız var. Hatta öyle ki; itikad edişe dair körce bir temas, ileride amel ediş tarzımızı da bozulmaya uğratabiliyor. Hayırlı amelimizi sabit tutsak da, hatta arttırsak da, arkasındaki niyet bozuluyor. FETÖ fitnesinin en azında böylesi bir uyanışa vesile olması lazım bizlerde. Artık muhatabımızın itikad ediş tarzına da eskisinden daha fazla dikkat etmeliyiz.

"Uğradığımız tüm felaketlerde etkisinden çok niyete bakarız..." der Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde. "Çatıdan düşen bir kiremit bizi daha fazla yaralayabilir, ama kötü bir el tarafından kasten fırlatılan taş kadar derinden incitemez. Taş bazen ıskalayabilir, ama niyet her zaman hedefine ulaşır." Demek niyetin taşına karşı fiilin taşından daha dikkatli olmak gerek şu dünyada. Çünkü niyet elindeki imkana göre tesirini değiştirir. Fiil değişir, ama niyet insanda bâkidir. Zalim bugün sana attığı küçük taşla yetinmez. Niyet ve o niyeti tetikleyen itikad yaşadığı müddetçe kanını kaynatmaya devam eder. Yarın eline böyle bir fırsat geçerse acı çektirme arzusunu silahla da gerçekleştirebilir. Sana bugün taş atan yarın ok da atabilir. Bizi üzen de fiilin etkisinden çok 'olabileceklerin' korkusudur. Zira biliriz ki; o niyet farklı sûretlere bürüne bürüne tekrar be tekrar karşımıza çıkabilecektir. Niyete ve o niyetin arkasında barındırdığı itikada dair endişelerimiz bu merkezde şekillenir.

Her niyetin arkasında öyle 'olabilirliğini' veya öyle 'olması gerektiğini' söyleyen bir itikad vardır. Bediüzzaman'ın medeniyet mukayeseleri sadedinde söylediği; "Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. hedefi 'menfaat' bilir. (...) Halbuki, kuvvetin şe'ni tecavüzdür. menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. (...) İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur. Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. (...) Hakkın şe'ni ittifaktır. Faziletin şe'ni tesanüddür..." ifadeleri neyin doğru 'kabul edildiği' veya 'bilindiği' üzerinden ortaya çıkacak iyi veya kötü sonuçların tahlilidir. O halde itikadımızı fiillerimizden, inanışımızı eylemelerimizden, bâtınımızı zâhirimizden daha önemsiz bulamayız. İnanışında sapma olanların "Bırak onlar da öyle inansın canım. Sen ne karışıyorsun? Sana ne?" diyerek kendi haline bırakılamayacağını biliriz. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat duruşu bu yüzden vazgeçilmezimizdir bizim. Bir doğruya iman etmedikten sonra her yanlışa iman etmek mümkündür. Bu Ebu Leheb'in eli kuruyacaksa tam da bu noktadan başlanacak bir inşa hamlesiyle kuruyacaktır.

Wednesday, August 3, 2016

15 Temmuz'da Kemalistlerin hiç mi suçu yok?

Okuyanlar hatırlayacaktır. "Emre Dorman Nereye Koşuyor?" serisinin yedinci ve sekizinci yazılarında birşeye dikkatinizi çekmeye çalışmıştım: İtikadımızı ve İslamî hayatımızı tehdit eden fitneler iki ana kanaldan akıp geliyordu bence. Neydi bu kanallar? Sekizinci yazıdan bir pasajı kısaltıp alıntılayarak (tafsilini o yazılara havale ederek) anlatmaya çalışayım:

"Deccal ve Süfyan ile ilgili rivayetlerin neden birbiriyle alakadar/benzer şekillerde naklolduğuna dair şöyle bir tahminim var: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, bu iki fitneyi birbirine yakın şekilde anmasıyla aslında aralarındaki ilgiye de dikkat çekiyor, Allahu'l-alem. Ebubekir Sifil Hoca'nın modernizmi analiz ettiği bir yazısında okumuştum benzer bir cümleyi: 'İslam coğrafyasında modernizm, oryantalistlerin sorularına, onları sorgulamadan cevap aranmasıyla başlamıştır...' diyordu. Yani niyet, bu toprakların insanlarını Batı'ya cevap verebilir bir konuma getirmekti. Fakat şöyle bir arızası vardı bu arzunun: Bir aşağılık kompleksinden etkileniyordu. Deccalî düzenin İslam coğrafyası üzerindeki tahakkümünden kendisini koruyamamış müslüman düşünürler elinde ortaya çıkıyordu Süfyanizm. Deccalizm'de aradığı hatadan çok İslamî mirasta hata arıyordu. Çünkü onlara cevap yetiştirirken aslında dayandıkları zemini de 'sorgulanmaz' kabul etmiş oluyordu."

Evet. Dünden bugüne fitnenin hep bu iki başlık altında karşımıza çıktığını düşünmekteyim: 1) Deccaliyet. 2) Süfyaniyet. Biraz açmak için şöyle demeliyim belki: 1) Mesajın karşısında duran. 2) Mesajı çarpıtan. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sağlığında Ebu Cehil'le vefatından sonra Müseylemetü'l-Kezzab'la verilen mücadele, Hz. Musa aleyhisselamın önce Firavun'la sonra Samiri ile verdiği kavga hep benzeri bir 'ikili problem alanına' dikkat çekiyor. Mürşidler, hem hakikatin karşısında duranlarla hem de hakikati çarpıtanlarla mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Bu durum, bize, Bediüzzaman'ın mehdiyet, deccaliyet, süfyaniyet gibi bahislere daha geniş bakabilmek için öğrettiği 'kanun okumalarına' ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu da hatırlatıyor:

"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz'î birer hâdise değil, belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir. Hilâf-ı vaki gibi görünür. Meselâ, Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdi'yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdi, belki mehdiler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, büyük Mehdi'nin çok evsâfına câmi bir mehdi bulmuş. İşte, büyük Mehdi'den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan hulefa-i mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdi'nin evsâfına karışmış ve ondan rivayetler ihtilâfa düşmüş."

Bugün Gülenizm ile verdiğimiz mücadelenin de bu kanundan hariçte kalmadığını düşünmekteyim. Her ne kadar 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında Gülenistler varsa da bu durum Kemalistlerin mezkûr suçtan tenzihini gerektirmez. Çünkü Gülenizm Kemalizmin gayrimeşru çocuğudur. Onun bu topraklardaki zorbalığının bir etkisi olarak ortaya çıkmıştır. Ne demek bu?

Biraz şu demek: Gülenizmin ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadından veya amel ediş tarzından verdiği her taviz, yaşadığı her sapma/saptırma, aslında Kemalizmin zorbalığına karşı meşruluğunu/zaruriyatını savunduğu bir maslahat üzerinden gerçekleşmiştir. Kemalizmin dindarlar üzerinde çeşitli yasaklarla kurduğu baskının neticesi olarak, Gülenizm, bu toprakların bir kısım müslümanlarına yeraltı/gayrimeşru faaliyetlerini zaruriyattan göstermiştir. "Zaruretler haramı helal kılar..." kaidesinin pek sinsice işletildiği süreç, zaruretleri inşa eden Kemalizm ile o zaruretler üzerinden mü'minlere yolunun meşruluğunu dayatan (ve bazılarına maalesef kabul de ettiren) Gülenizmin ortak çalışmasıdır. Bu noktada zâhiren birbirlerine karşı sergiledikleri tavra bakılmaz. Birbirlerini sevseler de böyledir sevmeseler de...

Misalen: Kemalizmin 28 Şubat sürecindeki menfur yasakçılığı, Gülenizmin İslam'ın en temel farzlarından birisi olan tesettürü 'ötelenmesi gereken birşey' olarak takipçilerine kabul ettirmesine zemin oluşturmuştur. Yine askeri liselere öğrenci alımında Kemalizmin gösterdiği 'dindar öğrenciyi kapıdan sokmama' tavrı, Gülenizmin kendi bağlılarını 'dindarlıklarını gizleme' veya 'ikiyüzlü davranma' ahlakına ikna etmesinde büyük rol oynamıştır. Daha bunun gibi birçok meselede Gülenizm aslında tastamam Kemalizmin çocuğudur. Onun baskısının/yasakçılığının meyvesidir. Gülen, Mustafa Kemal'in fikir ve yaşayışça gayrimeşru veledidir. Bu noktada, Gülen'in, müntesiplerini yıllarca 11 Kasım 1938 doğumlu olduğunu söyleyerek kandırması ayrıca manidardır.

Modernizmin oryantalizm karşısında yaşadığı etkilenmişlik, süfyaniyetin deccaliyet karşısında yaşadığı etkilenmişlik, Irak işgalinin IŞİD'i doğuran etkileyişi veya bu topraklarda Kemalizmin Gülenizmi netice vermesi... Hepsi birbiriyle bağlantılı şeyler. Ayrı okumamalı. Biz, bizde/itikadımızda bir sorun olduğu için değil, biz olmamıza izin verilmediği için bunları yaşıyoruz. Şu lanse de haksız ve yanlış: Gülenizm (veya başka dinî gruplar) iktidarı ele geçirmeye çalıştığı için dindara düşman olmadı Kemalizm, Kemalizm dindarlara düşman olduğu için Gülenizm ortaya çıktı. Ayvayı armut diye yedirmeyin.

Bir başka yazımda altını çizmiştim: Hiçbir tefrit ifratı yokedilmeden yokedilemez. Bediüzzaman der ki: "Elhasıl, ifrat gibi tefrit de muzırdır... Fakat ifrat, tefrite sebep olduğundan, daha kabahatlidir..." Hal böyleyken Ahmet Hakan veya bir başkasının Gülenizm sopasını kaldırarak bizi Kemalizme veya laik düzene ikna etmeye çalışması trajikomiktir. Neden oğlundan kaçıp babasının kucağına atılalım? O baba bizi yeni oğullarla uğraştırsın diye mi?

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...