Showing posts with label Tefekkür. Show all posts
Showing posts with label Tefekkür. Show all posts

Monday, October 20, 2014

Esma engel olur mu?

Bu tam yazı gibi olmayacak. Daha çok ders notu gibi. Hatta o da değil. Daha silik birşey. Bir okumadan aklımda kalanları koyacak bir yer arıyorum. O bakınma, bakınmalar, işte bu yazıdır. Şöyle bir yerden konuşmaya başlayalım: Cenab-ı Hakkın şuunatına dair olan tefekkürümü, kimi zaman, esmasına dair olan tefekkürümden daha fazla önemsiyorum. Şuunat, daha evvel de bir yazıda belirttiğim gibi, Cenab-ı Hak ile daha bir Ehadiyet zemininde, daha bir sen-ben'li (tabirim mazur görülsün) tefekkür üretebildiğimiz bir zemin. Esma bana öyle gelmiyor. Esmada bir resmiyet var. Esmada Vahidiyet var. Araya hâlâ eşya giriyor. En azından düşüncesi.

Süreci şöyle özetleyeyim: Eşyaya bakıyorum. Eserden fail buluyorum. Sonra o faile eserdeki fiilini anlatır bir isim koyuyorum. Onu kendi âlemimde (bu sürecin şahidi olarak) Allah'a ait kılıyor ve yoluma devam ediyorum. Veya önceden ismi biliyor ve izlerini kainatta arıyorum. Bulduğumu o isim namına işaretleyip geçiyorum. Bir delil daha elde etmiş oluyorum. Allah beni affetsin. Bir yönüyle sanki mekanikleşiyorum.

Risale-i Nur'u ilk tanıdığım dönemlerde bu esma tefekkürü aklımı başımdan alırdı. Hiç görmediğim bir dünya, hiç tadına bakmadığım bir sofraydı. Öyle hırsla yerdim ki! 99 esma yetmemeye başladı. Kur'an'ın beyanıyla bütün güzel isimler Allah'ın olduğuna göre, ben de sahibime Ahmedce güzel isimler bulabilirdim. Bir tane bulmuştum hatta: "Bilmekle bitmeyecek olan." Ben şu 'bilmenin ebediyeti' dediğim şeyden öyle bir lezzet alıyorum ki tarif edilmez. Cennette ebedî kalmaktan daha çok lezzet veriyordu. Belki zaten cennetteki edebiyetin müjdecisi bu oluyordu. Öyle ya! Bilinecek olan sonsuzsa bilecekleri de sonsuz olmalıdır. Yahut da mürşidimin dediği gibi: "Bakinin ayine-i zişuuru baki olmak lazım gelir."

Şimdilerde ise esma tefekkürüm bir engel sanki. Allah'ı daha fazla bilmeme engel oluyor. 'Hâşâ' diyeyim. Çünkü gerekir buraya. Horgörmeyin beni. Niyetim kötü değil. Bediüzzaman da 33. Söz'de esmadan öte marifet yolları olduğunu öğretmiyor mu? Mesela: Sıfat. Mesela: Şuunat. Neden herkes esmadan bahsediyor da sıfat ve şuunat pek öyle medar-ı bahs olmuyor? Bunu soruyorum kendime. Belki tehlikesinden. Evet, ifade edilirken tereddüde sevk edecek, Bediüzzaman'ı bile 'tabir edemediğimiz' demeye mecbur edecek bir dile gelmezlik sözkonusu. Kabul. Ama yine de vazgeçmemiz gerekir mi? Güzel bir koridor açmış mürşidim bence. Yürünesi bir koridor. Kaçınmamak gerek. Mesela şu yerde:

"Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tâbir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye' tâbir edilen, izn-i şer'î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudât mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesrûriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."

Bu metinde benim ilk dikkatimi çeken şey, yukarıda da sen-ben'li demekle dokunmaya çalıştığım, şuunatın insandaki duygulara bakan tarafıdır. Ne demek bu? Şu demek: Esma tefekkürü daha aklî bir zeminde, daha matematiksel bir 'bak-keşfet-ilan et' marifeti içerirken, şuunat tefekkürü daha kalbe/duygulara yakın 'bil-zannet-ümit et' marifeti içeriyor. Hatta çoğu zaman, duygusal bağlamda yaşadıklarımıza bir ismi ile teselli bulduğumuzda, aslında kastettiğimiz şey Allah'ın şuunatı oluyor. Yani o ismin arkasında görünen şuunatı. ("Ben kulumun zannı üzereyim" hadis-i kudsîsini de anımsayalım burada.)

"Allah kulunu darda bırakmaz!" dediğimizde bunun eşyaya bakan yönünü el-Bâsıt (bolluk veren) ismi karşılıyorsa, Hak Tealaya bakan yönünü de 'darda bırakmanın Allah'ın şanına yakışmadığı' veya 'darda kalana yardım etmenin Allah'ın şanından oluşu' karşılıyor. Buna, bir adım ötesinde, şöyle de diyebiliriz: Darda kalmışa yardım etmekte Allah'ın bir 'lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye'si var.

Yani Cenab-ı Hak, tabir-i caizse, darda kalana yardım etmekten bir lezzet-i münezzehe alıyor. Beşerin lezzeti gibi değil. Ondaki kusurlardan mukaddes ve münezzeh. Zaten bu tenzih ve tesbih kelimeleri yalnızca Allah'ın fiillerinin ve Zat'ının kusurlardan beri olduğunu ilan etmek için değildir. Aynı zamanda Allah'ın fiilerinin ve isimlerinin insanın kendisinde/kendisince algıladığı fiilerinin ve isimlerinin cinsinden olmadığını da unutmamamız içindir. Bilmesi başkadır (Alîm). Yapması başkadır (Halık). Sevmesi başkadır (Vedûd). Bizim arızalarımızdan/sınırlarımızdan münezzehtir. Biz kısıtlıyız. Kendi dünyamızdan ene vasıtasıyla yaptığımız kıyaslamalarla küçük küçük Onu anlamaya çalışıyoruz. Bunun eşya/fiil dairesindeki kıyaslarını esma tefekkürü temsil ediyorsa hissediş boyutunu da şuunat temsil ediyor.

Bir sürü şey söyledim. Fakat aslında yazıya başlarken şuna değinmek istiyordum: Mekke normalde ne ziraat yapılabilecek, ne rahat yaşanabilecek, ne de hayvan beslenebilecek bir yer. İnsanın yaşamak için en son seçeceği yerlerden. Çöle yakın, sıcak, üstelik zemini kayalık da. Ama Allah hidayet güneşini oradan yükseltmiş. Sonra yetim olmak, Efendimiz aleyhissalatuvesselama 'yetim-i Ebu Talib' deyip kafirlerin dalga geçmesinden anlıyoruz, o devirlerde bir zayıflık ve aşağı olma vesilesi, ama Allah nurunun anahtarlarını bir yetim sultanın ellerinden bize ulaştırıyor. Araplar o dönemde belki bedevilikte en ileri milletler. Lakin Roma ve Sasani gibi kadim medeniyetlere meydan okuyacak nizam oradan çıkmış.

Bunun dışında Kur'an'a baktığınızda görüyorsunuz ki: Firavun'un yakınları da Hz. Musa'nın (a.s.) İsrailoğullarından çıkışını şöyle yadırgıyorlar: "Kavimleri bize köle iken bunlara mı iman edeceğiz?" Yine İsrailoğulları Hz. Meryem'in rüçhaniyetini böyle kabullenemiyorlar. "Ama o kadın!" diyorlar. Bunun İslam tarihinde de bir sürü örneği var. Mesela: Bediüzzaman'ın Kürtlerin içinden çıkması da bazı Türkler için imtihan değil mi? Türklere muhabbeti de yine bazı Kürtler için imtihan olmuyor mu?

Eşya tefekküründe bile buna benzer 'dokunuş'lar görebiliyorum ben. İncir çekirdiğinden koca incir ağacının çıkması mesela. Ve buradan Allah'ın şuunatına dair şöyle bir çıkarımda buluyorum: Allah, tabir-i caizse, bizi 'şaşırtmayı' seviyor. Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye... Hangisini seçersek seçelim. Allah'ın kullarına hayret ettirmeyi sevdiğini hissediyoruz buradan. Bu hayret ettirme öyle birşey ki, Rahman isminin de, Kahhar isminin de, diğer bütün isimlerin de tecellilerine tesir ediyor. Bütün esmada izleri okunuyor. Firavun'un boğuluşu ne kadar hayret edilesi ise, Hz. Musa'nın kurtuluşu da o derece hayret edilesi. Herbirinde başka bir ismin hayretli tecellisi.

Hem Aleyhissalatuvesselamın meşhur bir duası da şöyle değil mi: "Allahım hayretimi arttır!" Elbette, kullarına hayret ettirmeyi seven, sanatına daha çok hayret edenleri daha çok sever. Kullarını gülümsetmeyi seven, gülümseyenleri, 'tebessümü sadaka bilenleri' daha çok sever. Yukarıda hani sen-ben'li bir tefekkürden bahsettim ya. İşte kastettiğim böyle birşeydi. Allah'ın şuunatını görüyorsun ve daha fazla sevmesi için neyi/nasıl yapmalı ona bakıyorsun. (Bunu da en çok sünnet-i seniyye öğretiyor.) Kendi kusurlu duygularından Allah'ın münezzeh şuunatına yol buluyorsun. İşte, Allah beni affetsin, esma tefekküründe bu sıcaklığı yakalayamıyorum ben.

Tuesday, August 12, 2014

Bir ayet, iki yedi, iki metin, iki tefekkür

Bu yazının nihayetinde birşey soracağım. Aslında yazıyı yazmaya ilk başladığımda o soru ilk paragrafı oluşturuyordu. Fakat anlaşamadık. Bu yazma işi de Bediüzzaman’ın hava, su, nur benzetmesinde olduğu gibidir biraz. Tutmaya çalışsanız tutamazsınız. “O nur elinizi mesken ittihaz etmez.” Muntazır beklemektir tek deva. Oturarak beklemeniz hoşuna gitmezse, ayağa kalkarsınız. İlk cümlenizi beğenmezse, o cümlenin yerine yenisini denersiniz. Dansa doğru ayakla başlamaktır bütün mesele. Bazen komple bir yazı, adımınızdaki inadınız yüzünden boşuna olur. Bazen de böyle ilk paragrafınız, oraya yakışmaz, sona gelir. Neyse, yeterince lafı dolandırdım sanırım, hâlâ durmadan yazabildiğime göre asıl konumuza girebiliriz: 
Bugün sizinle Bediüzzaman’ın, Kur’an’da sıklıkla geçen ‘yedi gök ve yer’ ifadesini tefsir edişini konuşmak istiyorum. Külliyat içinden iki referans metin kullanacağım bu yolculuk sırasında. Yolun iki yanındaki manzaralar diyelim bunlara isterseniz. Onlardan birisi, 12. Lem’a. Ki bana göre ‘yedi gök ve yer’ ifadesinin afakî tefekkürünü içerir bir metindir. Bediüzzaman orada ‘yedi yer’ ifadesini pekçok farklı şekilde tevil ettikten sonra, yedi gök ifadesinin de bunlara teşbih olduğunu söyler.  “Kur’ân-ı Hakîmin hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp, hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni-i Zülcelâl yedi kat semâvâtı halk etmiştir (…)” dedikten sonra ‘yedi kaide’ sayarak, o kaideler ışığında eşyayı ‘aynı malzemeden yaratılsa da (esir) farklı aşamaları olan bir hilkate maruz’ olarak anlatır. Yani yaratılış aynı Zat’ın tasarrufudur. Fakat Zat’ın aynılığı eşyanın bitamam aynı olmasını gerektirmez. Aksine, araya esmanın çok renkliliği girer ve ‘aşamalar’ veya ‘derinlikler’ veya ‘mertebeler’ oluşur. Uzaydaki farklı galaksi yapıları da o kısımda verilen örneklerdendir.
Hadsen ve hissen ve istikrâen ve tecrübeten sabit olmuştur ki, bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur (…)
Toparlarsam: 12. Lem’a boyunca farkedersiniz ki; Bediüzzaman, ‘yed gök ve yer’ ifadesini Kur’an’ın bize öğrettiği bir ‘eşyaya bakış açısı’ olarak yorumlar: Madde bir çeşit değildir. Onda aşamalar, derinlikler, mertebeler vardır. Kur’an’ın da bu ifade ile dikkatimizi çekmek istediği şey; bu çoklu yapıya çoklu bakılabilmesidir. Varlık, lahana gibi görülmelidir tabir-i caizse. Her bildim sandığınız yaprak, kaldırıldığında yeni bir bilinecek şey karşınıza çıkacaktır. Katmanlar bitmeyecektir. Belki ‘yedi gök ve yer’ ifadesinin dikkatimizi çekmek istediği şey biraz da Lee Strobel’ın, Hani Tanrı Ölmüştü kitabında, Gulliermo Gonzales ve Jay Wesley Richards ikilisine sorduğu sorunun aldığı cevaptır:
Uzayda bu kadar çok boş mekan var. Bu müsrifçe ve gereksiz değil mi?
Çünkü evren keşif için tasarlandı. Bizlerin keşfedecek birşeylere ihtiyacımız var.
Bunu, burada bırakalım. Şimdi yolculuğumuz 33. Söz’ün 19. Penceresine. (Biraz enfüsî bir yolculuk olduğunu düşünüyorum yapacağımızın.) 19 Pencere şu ayet-i kerime ile başlıyor: “Yedi gök ve yer; ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp, Onu tesbih etmesin.” İsrâ sûresinde geçen bu ayet, başta geçmesinden anlıyoruz ki, 19. Pencere boyunca tefsir edilecek. Fakat durun! Hani 12. Lem’a’daki izahlar? Nereye gitti göğün ve yerin katmanları, farklı galaksiler, hayata menşe olabilecek başka küreler falan? Nerede kozmik âleme dönük tefekkürlerimiz? Bu pencere boyunca hiçbirini bulamıyoruz. Aksine; Bediüzzaman, bu pencere boyunca aynı ‘yedi gök ve yer’ ifadesini tamamen başka bir düzlemde anlıyor. Melekutî bir düzlemde. Enine değil, boyuna bir tefekkürle. Esmaya doğru uzanıyor oradan. Bakalım:
Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir. Ve o mîzan ise, maharet-i san’atı gösteren bir nakş-ı san’at içindedir. Ve o nakş-ı san’at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.
Hani bizim yedi gök ve yer? Nerede? Şaşırmayın dostlar, aslında Üstad Hazretleri bu sefer yedi gök ve yeri daha farklı yorumlayacağının sinyalini vermişti: “Evet, herbir nebat, herbir ağaç pekçok lisân ile Sâni’lerini öyle gösteriyorlar ki…" Bana öyle geliyor ki; Bediüzzaman burada 12. Lem’a’nın aksine, yedi gök ve yer’i bir çok dillilik ve çok renkliliğin uyarısı olarak algılıyor. 12. Lem’a’da eşyanın çok mertebeliliğine dikkat çekmişti. Burada ise aynı yedi kelimesi üzerinden eşyanın derinliğine dikkat çekti. 12. Lem’a bir enine yolculuktu. 19. Pencere bir boyuna/derinliğine yolculuk oldu. Tesbih=Nizam, içre ilim, içre mizan, içre dikkat, içre sanat, içre maharet, içre nakış, içre lütuf ve kerem, içre zinet, içre rahmet, içre ihsan. Ve onlardan yürünen esma-yı İlahî. Hatta ‘yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını’naya gidersek, şuunat-ı İlahî.
Gördüğünüz gibi burada da Bediüzzaman Hazretleri ‘yedi’yi kozmik düşünmedi. Aynı nesnede aşılacak, Allah’ı gösterecek katmanlar olarak tefsir etti. 18 Pencerede de bize melekut tefekkürünü böyle öğretmemiş miydi: Eşya, fiil, fail, isim, sıfat, şuunat, zat. Bakınız, bu da yedi ediyor.
Şimdi başta vadettiğim soruya geleyim: Afakî tefekkür ve enfüsî tefekküre dair bir sürü bilgi var kafanızda mutlaka. Tarifini de çoktan öğrenmişsinizdir. Fakat ben yine de ‘yedi gök ve yer’ ifadesinin iki tefekkür şeklini gözlerinizin önüne sererek sormak istedim: Acaba enfüsî ve afakî tefekkür arasındaki fark böyle birşey olabilir mi? Yani birisinde hüner genişlik, diğerinde hüner derinlik? Enfüs içindeki nefs’ten kastedilen ‘melekutî derinlik’ sayılabilir mi? Yukarıdaki gevezeliğim bu soruyu sormak içindi.

Saturday, October 19, 2013

'Bize özel' okumalar...

Bayram tatili münasebetiyle evdeyim. Dışarı çıkıp gezme huyum da pek olmadığından hepten kapandım. Hint filmleri izliyorum. Pek de kendilerine saygı duymadığımız aşk hikayeleri bunlar... Ama kesinlikle komikler. Kanaatimce Hint filmlerinin, İran filmlerinden en üstün yanı; hüznü bile neşeyle anlatmaları. İran filmleri acayip kederlidir. Sonu mutlu bitenlerde bile damağınızda keder kalır. Her neyse... Hayata öğrenci nazarıyla bakarsan herkes öğretmendir. Ben de öyle düşündüğümden, bu filmlerde geçen diyalogları daha bir dikkatle dinlerim. Tesadüfe tesadüf edilmeyen bir âlemde işittiklerimizin bile bize işittirilmesinde bir hikmet/uyandırıcılık olmalıdır.

Böyle uyandırıcı cümlelerden birisine de başrollerini İmran Han ve Karina Kapoor'un paylaştığı Ek Main Aur Ekk Tu (2012) filminde rastladım. Finale yakın bir yerde, hayatını yeniden başlatmaya karar veren esas oğlanımız şöyle aktarıyordu o geceki ruh halini izleyenlere: "Bazı anlar vardır ki, uçabileceğini hissedersin. Bazı şeylerin sadece senin için yaratıldığını hissedersin..." (Film içinde ayrıca sıradanın aslında sıradan olmadığına veya 'sıradanın harikalığı' dediğim şeye çok vurgu vardı.)

Bu cümle nedense beni alıp 1. Lem'a'ya götürdü. Orada Üstad Hazretlerinin, Hz. Yunus'un kıssası içinde öğrettiği uyanışın özeti geldi aklıma. Ki o özetin özeti; Kenan Demirtaş abiden yıllar evvel ders aldığıma göre, şu cümlesidir: "Müsebbibü'l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münacat birden bire geceyi, denizi ve hût'u musahhar etmiştir."

Sırr-ı ehadiyetin, nur-u tevhid içinde inkişaf etmesi... İnsanın çevresindeki olayları okuyarak, onların içinde kendine özel olanı/oldurulanı görebilmesi. Büyük bir uyanış gerçekten. İmam-ı Mübin'in şahit olduğumuz kısmını oluşturan Kitab-ı Mübin'in bize özel yazılan/yalnızca bizim şahit olduğumuz cümlelerinin keşfi. Allah'ın, herkesin Allah'ı olduğu kadar bizim de/benim de Allahımız/Allahım olduğunu farketme. Doğrudan muhatap olma. Esmadan şuunata yükselme.

Fatiha'da aşılan o büyük eşik: "Hesap gününün sahibi odur" dedikten sonra, "Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz"e yapılan dev sıçrayış. Aslında külliyatın bütünü bu sıçrayışı bize anlatan ve öğütleyen derslerle dolu.

Metin Karabaşoğlu abi, derslerinde, vahidiyet-ehadiyet denkleminin Bediüzzaman'ın bütün külliyatı kuşatan sistemlerinden birisi olduğunu söylüyor. Hatta ehadiyet sırrına uyanışının, onun Eski Said'den Yeni Said'e dönüşümünün köşetaşlarından birisi olduğunu aktarıyor sıklıkla. Ben, bunun benzeri bir denklemi kendimce 11 ve 23. Sözler'de gaibane-hazırane muhatabiyetler ekseninde okuyorum. Daha evvel bu yolculuktaki bir adımım olarak karaladığım "O tefekküründen Sen tefekkürüne..." isimli yazıda biraz detaylı bir şekilde bahsettiğim fikrin özü şu:

Allah'ın yarattıklarını ve vahyini ne kadar birebir üzerine alınırsan, Allah'la muhatabiyetin de o derece gelişiyor. Bunun geçişi de, her iki sözde de vurgulandığı şekliyle, varlığı sana gönderilmiş mektuplar gibi algılamaya başlaman. Hatta daha geriye gider de Birinci Söz'den hemen sonraki Ondördüncü Lem'a'nın İkinci Nüktesi'ne bakarsak, orada da Bismillahirrahmannirrahim'deki Allah'tan Rahman'a, oradan da Rahim'e geçiş, insanî arşa ulaşmak olarak aktarılıyor.

"Yani, Bismillahirrahmanirrahim, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi arşa bağlar; insanî arşa çıkmaya bir yol olur."

Peki insanî arş nedir? Beni anladığım; insanî arş, insanın artık varlığı aşıp arkasında bıraktığı bir alan değil. Aksine, tıpkı Efendimizin miracı gibi, varlıkla beraber çıkılan bir yer. Orada varlığı unutmuyor veya görmezden gelmiyor (Vahdetü'ş-Şuhud) veya inkâr etmiyorsunuz (Vahdetü'l-Vücud). Artık varlık alanının tamamı size özel yazılmış mektuplara, kasidelere dönüşüyor. Bütün bunların, herkes için yaratıldığı gibi, size özel de yaratıldığını okuyorsunuz. Allah'tan Rahman'a geçiş, herkes'ten biz'e; Rahman'dan Rahim'e geçiş, biz'den ben'e geçişin ifadesi oluyor. Kanaatimce Rahman ismini ehadiyet düzleminde Rahimiyet olarak görüyoruz. Rahimiyeti de vahidiyet düzleminde Rahmaniyet olarak okuyoruz.

Bediüzzaman'ın külliyat içinde Mevlana Celaleddin-i Rumî'den bahsettiği birkaç yerden birisine gelelim şimdi. Orada da Bediüzzaman, yine yukarıdaki manaya yakın bir şekilde arş ifadesini varlığı kendine gönderilmiş mektuplar gibi okumaya yakın bir şekilde tefsir ediyor:

"Fikren arşa çıkan, Celâleddin-i Rumî gibi diyebilir: 'Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi, Cenab-ı Haktan işitebilirsin.' Yoksa, Celâleddin gibi bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten arşa kadar mevcudatı ayna şeklinde görmeyen adama 'Kulak ver, herkesten kelâmullahı işitirsin' desen, mânen arştan ferşe sukut eder gibi, hilâf-ı hakikat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur."

Tam kuşatamıyorum arkadaşlar, ama bu arş meselesinde, Fatiha'da atlanan eşikte, vahidiyet-ehadiyet denkleminde, gaibane ve hazırane muhatabiyetlerde; varlığı, 'kendine özel yazılmış yanlarıyla okumaya çalışmak'la ilgili birşeyler var.

Bu bir 'O tefekkürü' değil yalnızca. "Allah bir yılda şu kadar yağmuru şöyle şöyle gönderiyor. Şu kadar ağaç şu şekilde hayatta kalıyor. Şu kadar zamanda şu kadar çiçek açıyor..." şeklinde değil. Bunların ötesinde, biraz daha detaya girip 'bize özel' olanları da yakalamaya çalışma meselesi. Allah'ın ehadiyetini müşahede etme bu.

Belki Hz. Yunus'un da yaşadığı uyanış buna benzer birşey. Nur-u tevhid (herşeyi yaratan Allah) ışığında sırr-ı ehadiyet (bana özel şeyler yaratan Allah) rengini görme. Belki Bediüzzaman'ın, tevafuklara bu kadar vurgu yapmasının sırrı da bu. Tevafuklar, avama da nasip olan 'bize/ben'e özel' okumalarıdır. Ben'e özel okumalarını geliştirenler ancak, Münacaat Risalesi gibi bir duayı edebilirler... Yani bütün mesele; 'bazı şeylerin sadece bizim için yaratıldığını' hissetmede. O zaman biz de esas oğlanımızın atladığı türden çok daha üst bir eşik atlayabiliriz. Bu sayede, beyazperde, bizim için öğretici şeyler söyleyebilir.

Saturday, August 31, 2013

O tefekküründen, Sen tefekkürüne...

Risale okurken çok yaşarım: Bazen "Ne demek acaba bu?" diye peşine takıldığım bir cümle, bir kelime, bir kavram beni alır, Kur'anî düzlemde bambaşka bir yere bırakır. Karabataklar gibi suya dalarım, ama daldığım yerin çok uzağında tekrar asumanla buluşurum. (Bu yüzden Bediüzzaman'ın hakikat arayıcılarını tarif ederken kullandığı gavvas/dalgıç benzetmesi anlamlı gelir bana.)

Tuhaf yolculuğumun sırrını da ben, müellif-i muhteremin Muhakemat'ta altını çizdiği 'nazm-ı maanide' ararım. Kanaatimce; Bediüzzaman gibiler, yazdıkları metinlerin kafiyelerini lafızlara değil, manalara koymuşlardır. Manaların peşine düşüldüğünde ancak o bitimsiz ahenk yakalanır. Zira mananın nazmı, 13. Söz'de geçen misalden faydalanırsak, lafzın nazmına benzemez. Yıldızların semadaki düzeni gibidir düzeni. Sathî bakan karışık sanır, hikmetle bakıp özüne inen sistemine, ölçüsüne, dengesine hayran olur.

İşte bu yolculuklarımdan birisi de Barla Lahikası'nda geçen bir mektup sayesinde oldu. Bediüzzaman'ın, Dr. Yusuf Kemal'e yazdığı, “Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor...” ifadesiyle başlıyan o mektubu, içindeki bir cümleyle beni saatlerimden­­ (dağılımı da hesaba katarsam eğer günlerimden) etti. Orada, sonlara doğru sarfedilen; “Herbir Söz'ü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç" ifadesindeki; "Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe..." vurgusu, vurgunun ardındaki öğüdü, öğüdün ardındaki sırrı aramaya yönlendirdi beni. Ve nihayet, külliyat metinleri içinde bu kelimelerin izlerini sürmeye başladım. 11. Söz'de ve 23. Söz'de benzer ifadelere rastladım.

23. Söz'deki 5. Nükte, muhtemelen 11. Söz'de bu mesele daha geniş ele alındığı için şöyle başlıyordu: "Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubûdiyetin esâsâtını şurada icmal edeceğiz." O yüzden bu iki sözü birden karşıma alıp Barla Lahikası'ndaki mektup kıyısından denizlerine daldım. Gördüm ki, 'gaibane' ve 'hazırane' kelimeleri arkasında devasa bir sistem var.

Detayları geçeyim... Vahdaniyet ve Ehadiyet denkleminde, afakî tefekkür ve enfüsî tefekkür düzleminde birçok teori geliştirdim o sıralar. Baktım, altından çıkamıyorum. Bu sefer meseleyi bir yolculuk esnasında Kenan Demirtaş abiye de açtım. Kenan abi, 23. Söz'de de altı çizilen, Fatiha'daki ayetlerdeki geçişten hareketle harika birşey söyledi bana: "Kainata bakarak Allah'ı 'O' diye ararsan bu gaibane tefekkür olur. Eğer arayışı 'Sen' diye yaparsan, bu, Allah'ı 'Sen' düzleminde aramak olur ki, hazırane tefekkürdür."

Bu ışıkla tekrar okumalarımı yaparken şunu farkettim: Hakikaten de gaibane tefekkür yapılırken Cenab-ı Hak, bir 'O' olarak, biraz da (tabir-i caizse) etkileşimden ötelenmiş olarak tefekkür ediliyordu. Bu tefekkürde Allah'ı bulmak vardı, tanımak da vardı, fakat bir adım ötesinde şuunatına uzanmak yoktu. Yani gaibane tefekkür, esma dairesinde yapılan tefekkürde kalıyordu. Fakat ne zaman ki, hazırane eşiğine atlanılıyordu, artık marifetin elleri şuunata da uzanıyordu. Etkileşim başlıyordu.

Burada, belki bir parantez içinde şuunatın da tarifini yapmamız gerek. Bediüzzaman tarafından izahı 32. Söz'ün 2. Mevkıfı'nda yapılan şuunat, çok kusurlu bir temsille anlatacak olursak; bizdeki duyguların, bizdeki kusurlardan çok çok uzak bir şekilde Cenab-ı Hak'ta bulunan manalarıdır. Bediüzzaman, kelimelerin kifayetsizliğinden dolayı şöyle ifadeler kullanır şuunatı anlatırken:

"... Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi; Ona lâyık şuûnâtla tabir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye' tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yadedemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz."

İşte hem 23. Söz'de, hem 11. Söz'de altı çizilen eşik; kulun, Allah'ı tefekkür ederken bu tefekkürün nihayetinde şuunatının farkına varmasıdır. Bediüzzaman o eşikleri de şu cümlelerle ifade eder:

"Görür ki, bir Sâni-i Zülcelâl, kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder.

Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da Ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini Ona sevdirir..."

Burada geçen 'kendini tanıttırmak ve bildirmek ister' ve 'kendini sevdirmek ister' gibi ifadeler de gösterir ki; artık tefekkürde veya muhatabiyette bir aşama atlanmış, Cenab-ı Hakkın isimlerinin ötesindeki şuunatı, yani mukaddes ve münezzeh istekleri anlaşılmaya başlanmıştır. Bunu farkeden kul, artık 'O tefekkürü'nü bırakır ve Cenab-ı Hakkı 'Sen ve ben tefekkürü' ile temaşa etmeye başlar. Onun kendisini sevdirmek istediğini farkedince, kendisini sevdirmeye daha çok çalışır. Tanınmak istediğini farkedince, daha çok tanıyarak Onun bu arzu-yu mukaddesine mukabele eder. Burada artık kulluk, bir açıdan, Vahdaniyet dairesinden Ehadiyet dairesine de çekilmiştir. Özelleşmiştir. Belki bu aynı zamanda afakî tefekkürden enfüse de geçiştir.

Bunun daha da üstündeki farkındalık, tabirimde hata olmasın, Cenab-ı Hakkın 'sevgisinin, rahmetinin, şefkatinin' kulun yapabileceği fiillerle üzerine çekilebiliyor oluşudur. Cenab-ı Hakkın tanınmak istemesine mukabil, onu daha fazla tanımaya çalışan kul, bu noktada Rabbini kendisine daha çok teveccüh etmiş bulur. Hem rızası kazanılır, hem kapalı sandığı kapılar da ona açılır. İnsanın yaptıklarıyla Allah'ın şuunat dairesinde aks-i sada bulması, hakikaten insanlık adına büyük bir keşiftir. Ki bu da Bediüzzaman 11. Söz'de şu şekilde ifade eder:

"Demek, kâinata ve âsâra bakıp, gaibâne muamele-i ubûdiyetle mezkûr makamatta mezkûr vezâifi eda ettikten sonra, Sâni-i Hakîmin dahi muamelesine ve ef’âline bakmak derecesine çıktılar ki, hazırâne bir muamele suretinde..." Yani tabir-i caizse, kul, kâinat tefekkürünü tam yaptığı zaman, ikinci bir tefekkür dairesi 'Allah'ın muamelesi ve ef'âline bakmak' yönünde önünde açılıyordu. Ve bu dairede artık hazırane Onunla muhatap olup, Fatiha'da geçtiği gibi "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz" düzeyine geliyordu. 'O tefekkürü veya ibadeti' artık 'Sen ve ben' çizgisine çıkıyordu. Belki Vahdaniyet içindeki Ehadiyet de, afakî tefekkürle enfüsî tefekkür arasındaki fark da, esma dairesi ile şuunat dairesi arasındaki nüans da burada aranmalıydı: Gaibane ve hazırane muhatabiyetler...

Görüyorsunuz, nereden çıktık da nereye geldik. Halbuki başladığımız yerde Barla Lahikası'ndan bir mektup vardı. Birşey daha söyleyeyim burada: Gariptir ki; Beidüzzaman, 23. Söz ve 11. Söz'de de gaibaneden hazıraneye geçişte mektup temsilleri kullanıyor. Her iki metinde de gaibaneden hazırane geçişten hemen önceki basamaklardan birisini şöyle ifade ediyor: "Kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür."

Bana öyle geliyor ki: O tefekküründen Sen tefekkürüne geçiş, nesnelerdeki 'bana özel'lliği farketmekle oluyor. Ki bu da her neyle karşılaşırsak, onun bize yazılmış bir mektup olduğunu düşünmekle, yani üzerimize alınmakla mümkün gibi. Belki de bu yüzden Bediüzzaman, Dr. Yusuf Kemal'e, Risale-i Nur'a bakarken kuşanması gereken zihin yapısını tarif ederken böyle diyor: "Herbir Söz'ü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et."

Buradaki iki temsil aracının da 'kişiye özel' şeyler olduğuna özellikle dikkatinizi çekerim. Ne reçete, ne de mektup bir başkası tarafından okunması ve uygulanması hoş karşılanan şeyler değildir. Kişiye özeldirler. Bediüzzaman da adeta, Yusuf Kemal'in nazarını hazırane muhatabiyete kaldırmak için 'kişiye özel'liği farketmesini istemektedir... Ben ne demiştim? Nihayetinde bakınız, vardığımız yer, hiç de suya daldığımız yer değildir. Risale-i Nur'da daha böyle neler neler var. Yeter ki, dalmaya vakit ayırın. Metni sadeleştirmek yerine kendinizi zenginleştirin. Çünkü metni sadeleştirdikçe bu bağlantılar kaybolacak. "Fetebarek Allahu ahsenü'l-Halıkîn."

Saturday, May 25, 2013

Bir yaşam açısı olarak: Fakr...

“Şüphesiz insan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak görünce...” Âlak sûresi, 6-7

Bir önceki yazımızdan devamla biraz daha fakr’ı konuşalım istiyorum. Benim fakr’ı konuşmaya olan ihtiyacım, aslında biraz kendi cehaletimden kaynaklanan bir açlık dolayısıyla. Mevcut izahlarda fakr’ın daha pasif ve hissî yorumlandığını görüyorum. Bu, beni rahatsız ediyor. Çünkü o soyutluk içinde fikrimin elini hiçbir yere koyamıyorum. Tefekküre kapı açılmıyor.

Fakr’ı anlamak, biraz daha pasif bir düzlemde, insanın yalnız kendi özünü anlaması olarak algılanıyor bizde. “Aslında Allah’a çok muhtaç canlılarız!” tesbitiyle böylesi değerlendirmeler nihayet buluyor. Daha ötesi? Daha ötesinde ayaklarımız yürümüyor, çünkü bundan sonrası yalnız ‘muhtaçlığın hatırlanması’ ile ilgili birşey. O kadarcık. Ben bu soyutluktan korkuyorum. Soyutluktan marifet devşirmek, amel çıkarmak çok güç. Çünkü soyutluk, mana aile aynı anlama gelmez. Soyutluk, bir tür tarif güçlüğüdür. Tarif edilemezliktir. Mana, o değildir. Mana, tarifin kendisidir.

Bir kere fakr’ı kendisinde başlayıp kendisine biten bir terim/yol olarak düşünmek, Risale-i Nur’un mesleğini dört esas içinde ders alanların rahatsız olacağı birşey olmalı. Benim külliyatın genelinden sahip olduğum kanaate göre; acz’de başlayan yolculuk fakr’a, oradan şefkate, oradan da tefekküre varıyorsa bu çark dönüyor. Yoksa dört esasın ayrı ayrı yürünmesi ile o mesleğe sahip olunuyor değil.

“Nur talebesi aczini bilecek. Nur talebesi fakr’ını bilecek. Nur talebesi şefkatli olacak. Nur talebesi tefekkür edecek...” Mesele bundan ibaret değil. Aslında Nur talebesi, aczini bilmekle başlayan yolculuğunu tefekküre kadar yaşarsa, kendi seyr-i sülûkunu bir devir tamamlamış oluyor. Bunlar başlıbaşına yollar, ayrı ayrı koridorlar değil. Birbirini tamamlayan süreçler. Birinde kalmak, yolda kalmak gibi.

Bediüzzaman’ın, sonu ibadetlere/fiillere (iltica, istinat, itimat, istimdad, istiğfar, tesbihan olmak) varan yolculuğu başlatırken acz’de ‘bilmek’ ve geri kalanda ‘görmek’ kelimesini kullanması, süreçlerin aslında tefekkür tetikleyici olduğunu düşünmemizi öğütler gibi: “... ‘aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır’ diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler.”

Bu noktada şunu da anlıyoruz ki; ibadetlere varan yol, yalnızca ibadetlerin emredilmesi ve bizim işitmemizle ilgili değil. İbadetlerin yukarıdaki bir süreçten geçmekle ‘ihtiyaca’ dönüşmesi söz konusu. İmam-ı Gazalî’nin Tevbe Risalesi’nde (Etkileşim Yayınları) söylediği şu cümle çok anlamlı: “Şayet bir hareketin yapılmasında veya terk edilmesinde şu anda veya ileride bizim için takip edilen bir fayda yoksa, o fiille meşgul olmanın bir manası yoktur. O fiili bize biri vacip kılsın veya kılmasın fark etmez.”

Ben, Üstad Hazretleri’nin külliyatın içinde, özellikle hayatı nasıl tefekkür ettiğini anlattığı yerlerde, bu fakr dersini verdiğini düşünüyorum. Bir önceki yazımızda altını çizdiğimiz, dünyaya ‘veren’ gözüyle değil, ‘alan’ gözüyle bakmanın; Bediüzzaman’ın, hayatını ele alışında nasıl bir bakış açısına, tefekkür yöntemine dönüştüğünü idrak ediyorum.

Daha telif ettiği eserler konuşulurken kendisini ‘en çok muhtaç olan’ olarak zikretmesi, kâinata bu gözle baktığının en büyük delili. Ve fakr mesleğinin de nasıl bir meslek olduğunun temel taşı: “Her ne yapıyorsanız yapın hayır namına, veren el siz değilsiniz. Veren el olduğunuzu düşünüp üstünlüğü kendinizde saymayın. Alan el olduğunuzu farkedin. Ki aslında insan her zaman alan eldir. Üstün olan Allah’tır.” Bu noktada Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları romanındaki şu cümlesi ne kadar anlamlı geliyor bana: “İnsan, dünyada diğer insanların fedakârlığına nasıl muhtaçsa, öteki insanlara karşı fedakârlık etmek ihtiyacı da bazı aynı şiddette oluyor.”

Özetle söylemek istediğim şey şu: Fakr mesleğini mesleğiniz sayıyorsanız, dünyaya asla veren el olduğunuzu düşünerek bakmayacaksınız. Meseleleri veren el sizmişçesine yorumlamayacaksınız. Sizin elinizle insanlara sunulan isterse cennet olsun, o cenneti sizin elinizle sunmakla aslında en büyük bağışın size yapıldığını idrak edeceksiniz. Alan el kalacaksınız.

Aczinizi bilmek, onu verenin aslında siz olmadığınızı bilmenizi sağlayacak. Fakr’ı görmek verilenlerden birinin de siz olduğunuzu anlamanızı sağlayacak. Kainata karşı şefkatli olmak değil yalnız; Allah’ın size şefkat ettiğini, size şefkat edildiğini farkedeceksiniz. Bu tetikleyici, sizi, “Bu ihsanın size bağış olan yönü nedir? Bu nimet sizde neleri tamir etmek için verildi?” onu araştırmaya sevkedecek. Bu açlıktan bir tefekkür devşireceksiniz. Ortaya ya bir ilim ya bir ibadet çıkacak. Ve bu sizin gıdanız olacak. Sanki o dört esasın bize verdiği ders, Hz. Mûsa aleyhisselamın Kur'an'da geçen duası: “Rabbim, doğrusu; bana vereceğin her hayra muhtacım.”

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...