Showing posts with label Varlık. Show all posts
Showing posts with label Varlık. Show all posts

Friday, January 2, 2015

Kaçınılmaz bir tevazudur insanın varlığı

"Önceden, sevdiğim herşeyi tüketiyordum, harcıyordum, kullanıyordum, zorla ele geçiriyordum. Seviyordum ama başkalarına alan bırakmıyordum. Kendi varoluş ve sevme biçimlerine izin vermiyordum. Onları aşkla istila ediyordum, kendi alanlarını dikkate bile almadan. Ve böyle çok sevdiğime inanarak, onların beni yeterince sevmediğini zannediyordum. Aynı aşırılıkla sevilmek istiyordum." Fabio Volo, Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'dan...

Ne kadar da düşkünsünüz zatınıza. Muhabbetiniz bile bir ihsan. Hediyelere boğmuşsunuz dünyayı, varolarak. Sevdiğiniz herşey, siz sevdiğiniz için var sanki. O kadar memnunsunuz ki kendinizden. Bir 'acaba'nız bile yok kararlarınızdan. Yanılmış olma ihtimaline açık kapıların anahtarları kayıp. İblis kadar düşkünsünüz onlara ve küskünsünüz tevbeye. Kulluğun ilk taşı çoktan yere devrilmiş. Gayba iman etmeyi bırakmışsınız. Dışınızdaki bir doğruya. (Ki biz bunu ahvalde merhamet diye okuruz.) Çünkü, sizin için, sizden ötede bir gayb kalmamış. Her yer istilanız altında. 'Anlamaya çalışmak' diye birşey yok.

Daha çok var olmak istiyorsunuz. Daha çok dinlenilmek, duyulmak, dikkate alınmak. Daha çok anılmak var kanınızda. Eğer bilinmemişseniz, farkedilmemekten; kıymetiniz bilinmemekten. 'Bilinmeye değmez' söz çıkmaz yoksa ağzınızdan. Tevazu ile değil dünyaya bakışınız. Dünya sizin arizî vücudunuz sanki. Sizin için var, sizden dolayı var, siz görünürseniz var, siz gösterirseniz var, sizinle var. Aynanızda yansıyan baştançıkarmış. Sizi göstermeyen dünya ile de, renk ile de, ekran ile de, toplum ile de, sevda ile de başınız hoş değil. "Benimle ilgilenmiyorlar!" diyorsunuz, çünkü dünya hakikaten sizin ben'inizle ilgilenmiyor. Arşimed'in dünyayı yerinden oynatmak için aradığı dayanak noktası, ama söylemek zorundayım, siz değilsiniz.

"(...) ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde (...) sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer; sonra sâir insanları, hatta esbabı (...) Hatta, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."

Peki, aslımız ne bizim? Kaçınılmaz bir tevazudur insanın varlığı. Aslolmadığı için hiçbir şeyde ve yerde, yalnız ayna kaldığı için, tevazudan başka kaçarı yoktur. Allah karşısında mahlukatın doğal halidir tezellül, ekstra bir tavır değil. Bununla ikinci bir niyet, bir kurgu takva, kurgusal bir tavır sergileyip 'fıtrî ahvalini öldürmüş' olmaz. Eğer iyilik namına yaptıkların zaten canının istedikleri değilse ve sana iyilik yaptığın söylendiğinde "Olması gereken değil miydi bu?" demiyorsan. Yahut karşında heyecandan titreyen birisini gördüğünde, fıtratının saflığı ismet derecesinde olan aleyhissalatuvesselam gibi "Titremene lüzum yok, ben kral değilim, Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum!" diyecek doğallık, yani 'olduğun gibi olma hali' sende yoksa, yazık.

Eğer fıtratına dönsen, tevazuu tam bulursun; ama tevazuun ne olduğunu da unutarak. Tarık-ı Nakşibendî'de dedikleri gibi, 'terk-i terk'tir fıtrata dönüş. Yani dönüp geldiğin tasannuları, mış gibi yaşamları, terkettiklerini de terkedersin/unutursun. Öyle ki, neyi terkettiğini hatırlatsalar, o zaten kurgusal/sonradan olduğundan fıtratından gelen bir çığlıkla karşı koyarsın:

"Ey cemaat! Her zaman nasıl konuşuyorsanız, öyle konuşun! Şeytan sizi saptırmasın! Ben, Abdullah'ın oğlu Muhammed'im. Ben Allah'ın kulu ve Rasulüyüm. Vallahi! Sizin beni bulunduğum derecenin üzerine çıkarmanızı sevmem."

Dünyadaki varoluşun öyle yük olur gibi değil, daha az yer tutmak üzerine. Çünkü aslolanın sen olmadığını, senin birşeylere işaret etmek için dolayısıyla varolduğunu biliyorsun. Nebevî miras bunu öğretiyor bize. Kur'an'da geçen, Bediüzzaman'ın da ilgili ayete ('Rabbinin nimetlerini' durmayıp söyle!) atıfla andığı 'tahdis-i nimet' denilen şey bu zaten. Olduğu gibi göstermek herşeyi. Üstlenmeden, ama inkar da etmeden; işgal etmeden, 'benim olsun' ve 'yalnız benle olsun' demeden, ben'ine mal etmeden...

Ne yükünü yüklenmek dünyanın sırtına, ne de dünyanın sırtında yük olmak. Birşey daha diyeceğim, yazıyı bitirdikten sonra da düşünmeye devam edersin diye: Bediüzzaman neden şirk ve günahlar hakkında 'mahlukatın hukukuna tecavüz' ifadesini sık kullanıyor, hiç düşündün mü? Böylesi bir yaşayış bir 'zorla ele geçirmek' veya 'sevmek ama başkalarına alan bırakmamak' veya 'aşkla istila etmek' şeklinde olduğu için olabilir mi?

Wednesday, November 26, 2014

Parçalarda boğulmak 6: Parçanın bütüne aşkı, aşk-ı beka

Aşk-ı bekanın insana verilmesi, bir yönüyle; "Evet, Ebedînin sâdık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkînin âyine-i zîşuuru, bâkî olmak lâzım gelir..." ifadesine baksa da, diğer bir yönü de hayr ve şer algımızın kökenine bakıyor. 'Ademin şerr-i mahz, vücudun hayr-ı mahz' olduğu bir âlemde hayrı ve şerri ayıran şey; birine gidenin varlıksallığı, ötekine koşanın yokluksallığıdır. Buna yine Bediüzzaman'ın külliyatta verdiği örneklere benzer örnekler verirsem: Kangren olmuş bir uzvun kesilmesi, uzvun kesilmesi itibariyle şer gibi dursa da; diğer taraftan o vücud sahibinin varlıksallığının devamına yararı olduğu için ona hayr denilir. Yani fiil sûreten yokluksal dursa da, ondan murad olunan ve elde edilen varlığın devamıdır. Ama diğer yandan, sûreten varlıksal görünen başka bir fiilin de muradı veya varacağı yer yokluksallık/adem olursa, onun da artık sûretine bakılmaz ve neticesine göre durumu beyan edilir. Ona şer denilir. Mesela 'çok yemek' gibi.

Demek ki; bizim açımızdan hayrın ve şerrin tayini aslında fayda ve zararın tayini. Onun ardında da varlığın ve yokluğun tayini. Zarar dediğimiz şey zaten yoksunluğun ta kendisi. Neyden yoksun kalıyorsan, zarardasın. Neyin varlığına eriyorsan, kârdasın. Yani biz birşeyin varlığa veya yokluğa hizmetine göre ona hayr veya şer diyoruz. Kur'an'da beyan edilen; 'her hayrın Allah'ın elinde oluşu' hakikatini, Bediüzzaman da yine bu varlıksallık merkezinde anlar. "Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in'idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur."

Yani bütün şartların biraraya gelişiyle, tabir-i caizse 'uygun adım yürüyüşüyle' meydana gelen şeydir vücud ve hayır. O yüzden Allah'ın elindedir onun varlığı. O kadar şartı, değil uygun adım yürütmek, kuşatabilmek bile insan ilminin/iradesinin dışında kalır. Bir elma için bir kâinatın gerektiği âlemde, sivrisineğin gözü ile güneşin, pirenin midesi ile güneş sisteminin ilgisini görenler, elbette bu varlığın giderek bütünselliğe de yaklaştığını görürler. Yani hayır hem vücudî hem küllîdir. Zaten özünde vücudî olan da bütünselliğe yaklaşandır. "Hayır küllî, şer cüz'idir..." diyen Bediüzzaman bize anlatmak istediği de budur. Varlığı parçalayarak koruyamazsınız. Varlığı bütünlüğü ve bütünün uyumunu koruyarak ayakta tutabilirsiniz. Varlıktan çekilecek herhangi bir taşın, yani şerrin nasıl bir kelebek etkisine sebep olacağını kestiremezsiniz. Şirk, parçalamaktır.

Buraya aşk-ı bekadan geldik, yine ona dönelim. İnsanın varlığını korumaya kuvveleriyle olsun, aşk-ı bekası ile olsun, bu denli savaşması; onu varlık karşısında bir seçim yapmaya zorlar. Bütünsel olanı mı seçecektir, parçalayıcı olanı mı? Vücudî olanı mı seçecektir, ademi olanı mı? Her seçiminde bu soruyu sorar aslında kendine. Ki zaten İslam'ın haram ve helal dediği veyahut maruf ve münker diye bildiğimiz şeyler bunlara verilen diğer adlardır. Tevhid bütünlüğü içinde yaratılan kainatta insan o bütünü parçalamayı mı seçecektir, ki bu onun zararınadır; yoksa bütünü tevhidin hakkını vererek korumayı mı seçecektir, ki bu da onun yararınadır.

Fakat bazen olur ki, şer birşey sûreten vücudî görünür. Mesela faiz gibi. Eğer o günaha girersen malın artacak gibi gelir. Mal artımı da sonuçta bir artımdır ve onda da bir vücud görünmektedir. İşte bu noktada hikmet sana vücuda da küllî bakmayı teklif eder. "Faiz yiyenler, (kabirlerinden) ancak kendisini şeytan çarptığından deliye dönmüş bir adamın kalkışı gibi kalkarlar. Bu durum onların 'Alışveriş de faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alışverişi helal faizi ise haram kıldı!" buyuran Allah, aslında kısa bakışlarının cezasını vermiştir onlara. O an vücudî görünenle, hep vücudî olanı karıştırmışlardır çünkü. Hep vücudî olan helal olandır. Örneğin: Bediüzzaman, Lemaat isimli eserinde ribanın/faizin nasıl toplumların hercümercine sebep olduğunu, say ve sermaye mücadelesi denilen şeyin aslında bu faizciliğin bir neticesi olarak ortaya çıktığını izah eder. Demek anlık olarak alana kazandırıyor göründüren riba, biraz uzun vadeli ve kapsamlı bakıldığında, aksine, toplumsal huzur açısından kaybettirmektedir.

"Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Zekata gelelim. Zekat da faizle tam zıt bir örneği sunuyor bize. Zahiren malınızı kırka böldüğünüz, birini başkasına verdiğiniz yokluksal/parçalayıcı bir eylemdir zekat. Verdiğiniz zaman malınız eksilir. Fakat Kur'an'da ve sünnette, aksine, zekat da dahil olmak üzere, malını böylesi hayr yolunda kullananların mallarının artacağı söylenir. Bu artımı nasıl anlamalıdır? Hemen o an olacak bir artım mı? Belki 'bereket' türünden o da var. Ama onun ötesinde, yapılan şey varlıksal olduğu için, yani vücuda hizmet ettiği için, o insan kafa gözüyle görmese de toplumda o eylemin varlıksallığı yaşanır. Zekat verilen toplumlarda sınıflar arası çatışma ve gerilimin azalacağı, muhtaçların himayesinin sağlanacağı ve bu sayede yine bütüne bakan huzurda büyük bir kazanımın olacağı ortadadır.

"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir."

Hepsinin ötesinde, şimdi, nefis ve vicdan hakkında nicedir düşündüğüm birşeyi paylaşacağım sizinle. Belki daha önce de yazdım hakkında, ama bugün yine yazacağım. Bence nefsi ve vicdanı birbirinden ayıran ikisinin düşünüşlerindeki vadelerdir. Örneğin: Nefs, kısavadeli düşünür ve genelde o an kazandıran onun için varlıksaldır. O yüzden içindeki lezzetin varlıksallığına, kendisine katacağı artıya kanarak günahlara meyletmekten çekinmez. Fakat vicdan, uzunvadeli düşünür ve genelde bütünde kazandıracak olana kârlı gözüyle bakar. O yüzden bugün kazandırmış olan kötü eylemlerin bile sancısı vicdanda durur. Tabir-i caizse, vicdan bilir ki; bu iş bir gün tersine dönecek. Şimdilik varlıksal görünen asıl yüzünü gün gelip gösterecek. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir..." bu cümleyi söyleyen akıl ve vicdandır. Dünyevî hayatın devamını nefsin aceleciliği, ahiretin selametini vicdanın uzungörüşlülüğü sağlar.

Daha başka bir açıya taşıyalım meseleyi. Hisler dünyasında da bu parçalı/bütünlü, ademli/vücudlu, şerli/hayırlı ilişkinin aynen sürdüğünü düşünüyorum. Örneğin; parçaya, yani o ana bakan eylem ve hislerimiz genelde bize kaybettirir. Acele şeytandandır. Teenni ise güzel ahlaktandır. Açgözlülük kötü bir histir. Ama kanaat güzel ahlaktandır. İsraf haramdır. Ama iktisad güzel ahlaktandır. Buna sabır, öfke, hırs, hayâ gibi daha birçok şeyi ekleyebilirsiniz. Genelde beklemeyi, daha doğrusu bütünü görmeyi hedefleyen hisler, bizi doğruya götüren hislerdir. Hemen o an harekete zorlayan ve anda boğulmaya meylettiren hisler ise, kötü hislerdir.

Bu ayrımı kalbine müracaat eden herkes yapabilir gibi geliyor bana. Neyse, yazıyı uzattım. Son birkaç cümle: Aşk-ı beka ile başladık, ona dair son noktamızı koyalım. Eğer varlıksal olan hayırlı olansa, elbette âlem-i ahirette varlığımızı arttıran bu dünyada varlığımızı arttırandan daha hayırlıdır. İşte biz hayrı ve şerri böylece içimizdeki aşk-ı beka sayesinde biliyoruz. Bekaya hizmet edeni 'hayrından' tanıyoruz. Vacibü'l-Vücud, Kayyum, Samed ve Bakî olan Allah, elbette hayrın da kaynağıdır. Çünkü varoluşun da kaynağıdır. Ki takva da, amel-i salih de, iman da aslında varlıksallığımız ve bütünle uyumumuzu korumamız içindir. "İman bir intisabdır" diyen Üstadım, bahtiyar olasın, parçanın bütünle bağlanmasını (uygun adım yürümesini) daha güzel ne anlatabilirdi?



Monday, September 8, 2014

Değişiyorum, o halde varım

Değişimi tarif etmek için öyle çok fazla kelimeye ihtiyacım yok. Malumu ilam edeceğim çünkü. Herkeste ve herşeyde olanı, her an olanı, yani zaten biliniyor ve yaşanıyor olanı; kendi suretimde önünüze koymamı bekliyorsunuz benden. Zoru değil, kolayı istiyorsunuz. Ama madem benim suretime (aslında siretime) bürünecek; hakkını versin, altında Ahmed yazsın, üstünden Ahmed koksun, damakta Ahmed tadı bıraksın isterim.

Yazmayı 'daha fazla yarına kalma çabası' olarak tarif ediyor İbrahim Tenekeci. Madem yarına daha fazla kalmak istiyoruz yazarken, o halde biz olarak kalalım. Yazdıklarımız başkasından değil, bizden haber versin. (Sende senden, bende benden. Ama ikimizde de en çok Ondan.) Asl-ı ben'den, yani siretimden, benim bile ben'e dair bilmediğim şeylerden. Bana sorarsan: Yazarken yalan söylemek kolaydır da tasannu yapmak zordur. Yalan, ötekini incitmektir çünkü. Tasannu ise kendini. Ötekini incitmek, kendini incitmekten daha kolaydır. İnsanlar da genelde bu yolu tercih ederler. Can yakarlar, canı yanmaktansa. Canlar yanmasın diye canını ateşe atmak Ebu Bekir mesleğidir.

Değişimden başladım. Yüzümü tekrar ona döneyim. Bence değişim; sonsuzun sonluda yaptığı tesirdir. Yani sınırı olmayanın sınırlıyı mecbur bıraktığı eskimedir. Kısa, uzundan nasıl ayrılır? Sıcak, soğuktan farkını nasıl ortaya koyar? Sonlu da sonsuzdan böylece ayrılır: Değişerek. Değişiyorum, çünkü mahlukum. İhlas sûresinin verdiği ders: "O doğmamış ve doğurmamıştır." Herşeyin başlangıcı varsa ve dolayısıyla sonradan oluyorsa, o sonradan olanları yapacak, sonrası ve öncesi olmayan birisine ihtiyaç var. Herşey mümkünse ve mümkünün hesabı değil bizim beynimize, matematiğe bile zor sığıyorsa, mümkünün içinde külli iradesinin tesiri görünen ve ihtimallerden birisini yaratılışa götüren bir vacip (olmazsa olmaz) olmalı.

İşte sen mahluk olduğunu, Allah'ın halık olduğunu böyle anlıyorsun: Sen değişiyorsun. O hiç değişmiyor. Sen sınırlısın. O sınırsız. Sen sonlusun. O sonsuz. Sen bir beyaz tahtasın, o imam-ı mübin ve kitab-ı mübin'in sahibi. Elbette senin tek sayfan, tek tahtan, onun tecellisi önünde daha fazlasından nasiptar olabilmek için değişecek. Silinecek, silinecek, tekrar yazılacak. Sen sonsuz olanın senin üzerinde daha fazla tecelli edişini, sınırlarından dolayı değişim diye algılıyorsun. Sende değişim, varlıkta zaman. Küçük küçük değişimlerimizi birleştirince zaman ortaya çıkıyor. "Nevide celaldir, fertte cemaldir" diyor ya Bediüzzaman. Bizdeki şu küçük cemalî adımlardır zamana bu kadar yol aldıran. Hem Einstein de öyle diyor: Hareket, değişim ve zaman arasında bir ilgi var.

Sana kusurlarıyla birlikte bir misal daha vereyim: Karşında bir sayfalık bir metin olsa; bütün harflerini, kelimelerini ve manalarını aynı anda okuyamayacağın için onu parçalaman, parça parça okuman ve zamanla anlaman senin mecburiyetindir. Sınırlarından dolayı dudakların kıpırdar. Pekçok defa soluk alıp verirsin. Pekçok defa tuhaf sesler çıkarırsın. Pekçok defa gözüp açılıp kapanır. Pekçok defa düşünürsün. Ki bütün bu çabalarından Allah sende o metnin manasını yaratır. Bilmek ortaya çıkar. Senin sınırındır ki, seni bu kadar değişime mecbur etti. Dudakların kıpırdadı bir sürü. Gözün harfleri dolandı bir sürü. Beynin yoruldu bir sürü. Aklın koşuşturdu bir sürü. O metnin senin sınırlarını aşmasından dolayı, metnin tamamına mazhar olabilmek için hareket ettin, bölüp bölüp fethettin; işte bu bölüp bölüp fethetmelerin adıdır değişim.

Hastalık, sağlık; iyilik, kötülük; neşe, keder... Allah silip silip senin tahtanı yeni şeyler yazıyor. Hatta bence hastalık silgi, sağlık yeni bir yazı. Kötülük bir silgi, iyilik yeniden bir yazı. Keder bir silgi, neşe yeniden bir yazı. Yaz, sil; yaz, sil; yaz, sil; biz Allah'ı böyle böyle öğreneceğiz güzel dostum. Sonsuz olan, sınırlı olanın fikrine başka türlü nasıl sığar? Allah, müminin kalbine nasıl sığıyor? Hadis-i kudsî'de “Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü'min kulumun kalbine sığarım" diyor. O kalp ne kadar değişken birşey! Hakkında düşünülecek ne büyük bir sır işte! Demem o ki: Değişkenliğinden şikayet etme, onunla barış. Onun sayesinde öğreniyorsun, bilmekle bitmeyecek olanı.

Bilmekle bitmeyecek olan, yazmakla tükenmeyecek olan. Kendisi Zat'ını böyle vasfediyor vahyinde: "Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, denizlerde mürekkep olsa ve yedi deniz daha eklense, yine Allah'ın sözleri yazmakla tükenmez."

Wednesday, November 6, 2013

Zerre Risalesi'ni neden okumalıyız?

"Modern felsefe, termodinamiğin ikinci kanunu altında enkaza dönmüştür." (William Inge)

Matrix (1999) filmini anımsarsınız. Eğilenin kaşık mı, insan mı olduğu üzerine; daha doğrusu ‘eşyayı/varlığı idrakin’ insanın düşünce yapısını ne denli etkileyebileceği üzerine örnek bir filmdi. Sanıyorum ben gibi çokları ilk izleyişlerinde anlamadıkları üzerine yakınmışlardır. Bu yüzden, genelde Matrix izleyicisi, filmi en aşağı iki kez izlemiştir. Ben—abartısız—yedi kez izledim. Her izleyişimde de yeni şeyler çıkardım kendimce.

Bu filmin, bendeki tesirinden öte, çevremde de enteresan etkilerini gördüm. Mesela; filmin konusundan çok etkilenip yakınındaki hocaefendilere; “Hocam, algıladığımız herşey, Matrix filmindeki gibi hayal olabilir mi?” diye soranları duydum. Bundan başka; “O film insanın itikadını kötü etkileyebiliyormuş!” diye filme gidilmemesini tavsiye edenleri gördüm. Abartmıyorum inanın, filmdeki ‘eşya/varlık algısından’ böylesine endişe duyanlar vardı. Bir de eline kaşık alıp nazar ederek bükmeye çalışanlar oldu ayrıca. Tabii onlar görece masum çabalardı.

Matrix bizi öylece beklesin biraz. Daha başka birşey anlatayım: Birkaç yıl önce, Cern deneylerinin netameli zamanlarında, İlim ve Kültür Vakfının bir seminerine gitmiştim. (2011'di sanırım.) Seminerin konusu, Cern’dü. Bir saate yakın Cern’de yapılmak istenen ve bunun ‘eşya algımıza’ katacakları anlatıldı. Kendi adıma, çok istifade ettiğimi belirtmeliyim.

Ama soru/cevap faslı başladığında semineri dinleyenlerden büyük bir kısmının bu büyük deneyi küçümsediklerini gördüm. Hatta içlerinden “Tanrı parçacığı bulacaklarmış. Peh! Bulacaklar da ne olacak sanki?” diyenler oldu. (Hatta söz alanlardan birisi tarafından enfüsî tefekkür övülerek, bu tarz afakî tefekkürler neredeyse aşağılandı.) Soru işaretleriyle bitirdiğim o geceyi, daha sonra Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikası’ndaki bir ifadesiyle anladım. Diyordu ki orada Üstad:

“(...) Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve afakî ile marifet-i İlahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüside, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar. Aynen öyle de, yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok ali ve kıymetli olan İman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler...”

Buranın devamında Bediüzzaman her iki mesleğin de tarifini yapıyor ve o mesleğe yönelik telif ettiği eserleri söylüyordu. Mesela; afakî tefekkürün ifadesi Ayetü’l-Kübra iken; enfüsî tefekkürün bir ürünü, Ene Risalesi’ydi. Ancak Bediüzzaman da enfüsî olan tefekkürün sırr-ı akrebiyete baktığını ifade ile daha üst bir tefekkür şekli olduğunun altını çiziyordu. Fakat dikkat: Afakîyi ötelemeden, ona dair şeyler de telif etmeyi ihmal etmeden...

Sanıyorum, Bediüzzaman’ın bu iki tefekkür şeklini (birden) neden önemsediğini, yalnız birisinden neden gitmediğini sonunda anladım. İki şey vesile oldu bunu anlamama. Bir kitap ve bir seminer. Kitapla başlayalım: Geçtiğimiz hafta Caner Taslaman’ın Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı: Entropi, İzafiyet, Kuantum, Beden-Ruh Dualizmi isimli kitabını okudum. O kitapta Taslaman Hoca, tekrar be tekrar birşeye dikkat çekiyordu aslında:

Fiziğin (afakî tefekkürün) atladığı her eşik, çıkardığı her yeni teori; bir diğer ucuyla felsefeye ve teolojiye (enfüsî olana) de dokunuyor; birşeylerin anlaşılmasında veya inkârında bir dayanak haline geliyordu. Hatta—mesela 138. sayfada—Kant ve dönemi filozoflarının felsefelerini inşa ederken Newton fiziğinden ne denli etkilendikleri aktarılıyordu okurlara. Başka bir yerde "Determinist evrende boşluk yoktur. (...) Bu tip bir evrende Tanrının müdahalesinin nasıl gerçekleştiği sorunu karşımıza çıkar..." diyerek determinizmin tetiklediği inanç sorunlarına parmak basılıyordu. Yine Einstein’in izafiyet teorisini bulmasıyla bunun yaratılış, zaman ve kader noktasında ne büyük idrak kolaylıkları sağladığı, ne tür sorularımıza cevap verebildiğini anlatılıyordu.

Tam da bu kitabı okuduğum hafta, Metin Karabaşoğlu abinin Ekim ayı Karakalem seminerine katıldım. O seminerin konusu da Bediüzzaman’ın güzel bakmak mesleği ile ilintiliydi. Bu kavramdan hareketle bütün külliyatı tarayan Metin abi, bize güzel bakmanın farklı yöntemlerini ve şekillerini gösterdi. Hatta en nihayet vardığımız sonuç (bencileyin) şu oldu:

“Bir insan varlıkla ilişkisinde sorunlar/kavgalar varsa, onun mutlaka Allah’la ilişkisinde de sorunlar vardır. Allah’la imanî düzlemde kurulmuş tam ve sorunsuz bir ilişki, varlığa da/kadere de güzel bakmayı ve onunla da kavgasız yaşamayı beraberinde getirir. Nitekim İslam büyüklerinin hayatları da bu ‘zaten güzel olanı, güzel görme’ mesleğinin delillerini oluşturur.”

Bu sonuçla birlikte benim afakî tefekküre bakışım da değişti. Ona daha fazla saygı ve ihtiyaç duymaya başladım. Hatta bu noktadan hareketle Bediüzzaman’ın Zerre Risalesi, Ayetü’l-Kübra ve Münacaat Risalesi gibi eşyadan marifet çıkarma üzerine yazılmış eserlerinin önemini kavradım. Eğer eşya algısı/afakî tefekkür bu denli insanın enfüsünü etkiliyorsa; Caner Taslaman'ın dikkat çektiği şekilde teolojik karşılıkları varsa; elbette yalnızca enfüsî tefekkürde kalmamak; afakî tefekkürü de yapmak gerekirdi. Ve belki Metin abinin sık sık naklettiği şu hadis-i şerifin sırrı da buydu: "Allahım, bana eşyanın hakikatini göster."

Fakat Mesnevi’deki bir nüas dikkatimiz çekiyordu burada da: “Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilatlı, afakî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır...” Yani afakta icmalî/bütüncül bakmalı; enfüste ise derinlere dalınmalıydı. Ancak yine de ikisi birden lazımdı bize. Birisini küçük görmek, diğerindeki marifeti övmek, eksik algıyı doğuruyordu. O zaman da izlediği bir filmin ardından şüphelere düşenler oluyordu elbette. Çünkü kevn ve kalp, birbirinin aynasıydı.

Thursday, October 31, 2013

Belki de bütün varlığım bir titreyişten ibaret

Fringe, özellikle ilk sezonlarıyla ilginç bir diziydi. Çok havai şeyler söyledikleri gibi; bazen bilmediğimiz bilimsel detayları da anlatıyorlardı. Hatta bir bölümünde de yaydığı titreşimden hareketle kayıp birisini bulmuşlardı. Meğer her varlık etrafına bir titreşim yayarmış. Hiçbirimizin yaydığı titreşim de diğerine benzemezmiş. Bir nevi parmak izi, ses izi veya retina kalınlığı gibi birşeymiş o da. Tabii günümüz teknolojisinde bu kadar hassas bir titreşim algılayıcı yok. Ama dizide vardı. Ve ilk kez o bölüm vesilesiyle duymuştum Sicim Teorisini.

Sicim Teorisi, ilk kez 1968'de ortaya atılan birşey; 'maddenin temel yapıtaşlarının kalbinde titreşen çok küçük bir enerji iplikçiği' olduğunu savunuyor. İlk kez İtalyan bilim adamı Gabriele Veneziano tarafından ortaya atılmış. Şöyle ifade edeyim en özet: 'Şayet bir atom, güneş sistemi kadar büyültülebilseymiş, titreşen sicimin ancak bir ağaç kadar olacağı' tahmin ediliyormuş. Bilim insanları bu teorinin ispatlanmasının mümkün olmadığını düşünmekle birlikte, en azından bir yerden bir yere titreşerek akan bu sicimlerin/enerji ipliklerinin makro ve mikro âlem arasındaki çelişkilere cevap verebileceğini düşünüyorlar. Yine de hepsi teori işte. İspatlanmış birşey yok.

Benim açımdan meselenin kıymetli kısmı, enerji ve madde arasında Einstein'dan itibaren kurulan bağıntı. Hepimizin lisede ezber ettiği e=mc2 formülü bunun en bilinen ifadesi. Bu formülle birlikte madde ve enerji birbirine kuyruğundan bağlanıyor. Madde yoğunlaşmış enerjiyi ifade ederken, enerji de seyreltilmiş maddeyi ifade ediyor. Enerjinin bir yerden bir yere akan bir hareket olduğunu düşünürseniz o zaman şöyle bir sonuca varıyorsunuz: Madde aslında yoğunlaşmış bir harekât, harekât ise seyreltilmiş bir madde. İzafiyet teorisi ise bunu bir üst boyuta taşıyarak maddeyi de zamana bağlıyor. Eğer ışık hızına çıkabilirseniz, sizin yaşayacağınız birkaç sene dünyanın yüzyıllarına denk gelebilir. Çünkü birşey hızlandıkça, onun için zaman yavaşlar.

Maddenin modern fiziğin yeni yeni keşifleriyle latifleştikçe ben kendimi ism-i Kayyuma daha yaklaşmış hissediyorum. Ancak Allah'ın varlığını devam ettirmesiyle herşeyin varolabildiğini ifade eden Kayyum ismi, Risale-i Nur'da da önemli bir yere sahip. Lem'alar isimli eserinin sonlarına doğru ism-i âzam sırrını içinde saklayan altı ismi izah eden Bediüzzaman; ilk dördü için (Kuddus, Hakem, Adl, Ferd) 'İsm-i Azamın altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanırken, son ikisi için (Hayy, Kayyum) 'İsm-i Âzamın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru...' ifadesini kullanıyor. Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Risale okumaları sırasında (bu ve benzeri birçok delille) önemine sıklıkla atıf yaptığı Kayyum ismi, sanıyorum çoğu düğümümüzün anahtarı. Kulluk idrakinin de önemli bir parçası, onun tefekkürü...

Aslında bu pencereden bakarsak, Hastalar Risalesi gibi pekçok eser de bize Kayyum isminin sırlarını ders veriyor. Kayyum isminin iki türlü tecellisi; yani var olmalar ve ardından tekrar yok olmalar (ve sonra tekrar var olmalar); esmanın da tamamını (kanaatimce) celal ve cemal yönüyle kuşatmış durumda. Allah'ın, her an varlığını devam ettirmesiyle ancak var olabilen şu varlık, her an fenaya gidiyor ve her an yeniden var oluyor. Varlığımız bu gelmeler ve gitmelerden kaynaklanan bir titreşim yığını gibi. Zerre Risalesi'ndeki ifadesiyle: “Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” Duruyor sandığımız herşey titreşiyor aslında. "Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczubları."

Gelmeler ve gitmeleri biz iki türlü görüyoruz: Cemal veya celal. Gitmeler genelde celal olarak çarpıyor nazarımıza. Gelmeler cemal olarak yansıyor. Hatta cemalî isimler yine sanki ism-i Kayyum'un cemalî yanından dal budak salıp büyüyor. Mesela Şafii ismi, varlığımızın devamını sağlayan tecellisiyle ism-i Kayyum'un bir yansıma çeşidi gibi. Kahhar ismi ise, ism-i Kayyum'un gitmeler/celalî yönünü üzerinde taşıyor.

Bu yönüyle Hastalar Risalesi de bir ism-i Kayyum dersi aynı zamanda. İnsan, ancak Allah'ın Kayyumiyetini idrak ederse; varlığının, onun devam ettirmesiyle ancak devam edebildiğini anlarsa; aczinin idrakini tam sağlayabiliyor. Yoksa, hayatı boyunca hiç hastalanmadığı rivayet edilen Firavun gibi kendisini insandan/kuldan öte görebiliyor. Âlâk sûresinde buyrulduğu gibi: “Ama, insanoğlu kendini müstağni sayarak (ihtiyaçtan uzak görerek) azgınlık eder.”

Bu noktada Zerre Risalesi'nin tedrisi ve anlaşılması, insanın en küçük yapıtaşlarına, yani zerrelerine kadar Allah'a muhtaç olduğunun idraki anlamında kıymetli. Eğer insan, varlık algısını Allah'tan bağımsız ve kendi başına bir fiziksel düzlemde tarif ederse, sonra tekrar Ona muhtaç olduğuna nefsini nasıl ikna edebilir? Hadi hastayken tamam, peki sağlıklıyken?

Zerre Risalesi, ism-i Kayyum penceresinden, şirkin, maddenin en küçük köşesine kadar kovalandığı ve orada insanın elinde yalnızca titreşmekten ibaret bir varlığın kaldığı bir tevhid âlemini sunuyor. Vahdetü'l-Vücut diliyle yokluk değil bu, Vacibü'l-Vücud'a göre çok zayıf bir varlık. Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi veya Zerre Risalesi. Aslında hepsi; Bediüzzaman'ın bize verdiği, ism-i Kayyum dersleri değil mi? Sonuçsa şu: Allah 'sıhhatli ol' demedikçe sıhhatli olamazsın. Allah 'genç ol' demedikçe genç olamazsın. Allah 'ol' demedikçe de, olamazsın.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...