Showing posts with label dua. Show all posts
Showing posts with label dua. Show all posts

Thursday, April 6, 2017

Sarılmak en hızlı kabul edilen duadır

Bahar geldi. Gelişiyle pekçok güzelliği de beraberinde getirdi. Bir kere çiçekler var. Yeşillikler var. Koşup oynayan çocuklar var. Bunların herbiri hayatta kalma sebebi. Tutunacak dallar. Başkasının hayatı bizim parçamızdır. Başkasının hayatı bizim sığınağımızdır. Başkasının mutluluğu bizim tutunacağımızdır. En çok filmler yaşatır şunu bize. Belki biraz da romanlar. Kendi yaşanmamışlığımızdan onların yaşanmışlığı ile intikam alırız. Kendi acılarımızı onların neşesiyle döveriz. Kendi hayallerimize onların hayatlarıyla cansuyu dökeriz. Onları okudukça hayatlarını yaşamış gibi oluruz. Nasıl midemizin doymaya ihtiyacı var, hayalgücümüzün de var. Ve hayalgücümüz, kendisine, hayal ettiklerinin 'olabileceğini' gösteren/hatırlatan şeylerle besleniyor. Hayalin rızkı masallardır.

Tebessümü sadaka olarak haber veren Aleyhissalatuvesselam ne güzel buyurmuş. Hakikaten de, yüzümüze gülen her güzel, bize hayatta kalmamızı sağlayacak bir sadaka verir. 24 altınımız daha olur 24 saati atlatabilmek için. Onun yüzüsuyu hürmetine günümüz güzel geçer. Onun yüzüsuyu hürmetine gönlümüz neşeden haberdar olur.

Bir başkasının neşesinden haberdar olmak kendi neşemizin ocağına odun atmaktır. Başkasının mutluluğu bizi de mutlu eder. Çünkü işlerin yolunda gittiğini/gidebileceğini söyler. "Bir başkası başarıyorsa biz de başarabiliriz!" umudunu verir. Hem zaten, tevhidî düzenin parçaları olarak, bir başkası zaten bizim parçamızdır. Onun mutlu olması bir parçamızın mutlu olması gibidir. Kardeşin mutluluğu ablanın mutluluğu gibidir. Parçanın mutluluğu bütünün tamamına sirayet eder. Tıpkı ailenin bir ferdinin neşesinin diğerlerini de neşeli kılması gibi. Şu bir diğerimizin neşesiyle ilgili yaşadığımız güzellik aslında tevhidin de delilidir.

Güzel şeyleri çoğaltalım. Güzel öyküleri, güzel fikirleri, güzel yüzleri, tebessümleri... Bunları dünyaya ekmekten kimseye zarar gelmiyor. Ve ettiğimiz her tebessüm başkasından önce kendimize sadaka. Gülümsemek önce bize iyi geliyor. Bir parçamızı tebessüm vasıtasıyla mutlu etmek nasıl sinemizde "İyi birşey yaptın!" hissi uyandırıyorsa, yüzümüzün iyi birşey yapması da kalbimize "İyi birşey yapıyorsun!" mesajı ulaştırıyor. Sadece kalpten yüze değil mesajların iletimi. Bazen yüzden de kalbe mesaj gider. "Sarılmak en hızlı kabul edilen duadır!" diye okumuştum bir kitapta. Hakikaten de sarılmak fiilî bir duadır. Bunlar tesirine karşıkonulmaz şeyler. Neden dünya daha iyi bir yer olsun diye daha fazla dua etmeyelim? Duanın ağırlığı yok ki!

Tuesday, July 12, 2016

Ya zaman dua için yaratılmışsa?

Sen benim gibi yapma. Dua etmek için uygun zaman aramak yanlış arkadaşım. Zaman dua edelim diye yaratılmış zaten. Bediüzzaman'ın 'dua' ve 'zaman' arasında kurduğu ilgi, 9. Söz'den ta yağmur duasının hikmetini açıkladığı yere kadar, külliyat içerisinde bizi takip eden bir ilgi. Ben bu ilgiyi şöyle bir örnekle açıklamak istiyorum: Bir oyun var. Bu oyunda çeşitli renklerde butonlar var. Bu butonlar neredeyse gelişigüzel sanılacak bir 'kuşatılamaz düzenle' yanıp sönüyorlar. Oyunu kazanmanız için yanan rengin üzerine, bir başkası/yenisi yanmadan, basmanız lazım. Zira bir başkası yandığında diğerleri sönüyor. Çabuk davranmalısınız. Dikkatli olmalısınız. O rengin yandığı zaman aralığını ıskalamamalısınız. Bu renkten renge koşmalar içinde oyunu yaşıyor ve son ışık söndüğünde tamamlıyorsunuz.

Bana göre hayatı da böyle yaşıyoruz. Esma sayısınca renkte butonların olduğu bir âlemde yaratılmışız. Ve bu renkler 'olaylar' veya 'bilgiler' veya 'bunlarla sıfatlanmış zamanlar' olarak karşımıza çıkıyorlar. Bazen hastalık oluyorlar, bazen kara bir haber, bazen trafik kazası, bazen otobüsü kaçırma, bazen eşler arasında küçük bir anlaşmazlık, bazen yıkıcı bir boşanma, bazen yağmursuzluk, bazen huysuzluk, bazen ihtiyarlık, bazen ölümcül bir bela, bazen sadece bir başağrısı, bazen gelecek kaygısı, bazen düşman korkusu, bazen... Türlü 'bazen'lere dönüşerek çıkıyor karşımıza bu renkler. Butonların yandığını salt dikkatimizle değil; verdikleri acıdan, korkudan, endişeden, öfkeden, rahatsızlıktan, sıkıntıdan, hüzünden, üzüntüden ve saire... farkediyoruz.

Duygularımız bize bazı butonların yandığını haber veriyorlar. İşte o zaman bir koşu başlıyor. Ben bu koşunun 'dua koşusu' olduğunu düşünüyorum. Dua, mürşidimin de isabetle ifade ettiği gibi, sadece dil ile edilen değildir. Fiilî dua başta olmak üzere daha birçok çeşit dua var. "Ferşten Arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi yalnız duadır." Esma sayısınca yanan butonlar, yanan butonlardan bizleri haberdar eden etkilenişler/duygularımız, bizim onlara verdiğimiz tepkiler/dualarımız... Duanın zaman ile ilgisi tam da burada başlıyor. Dua, 'olay' veya 'bilgi' veya 'duygu' veya 'sonuç' için edilmiyor. Dua aslında zamanı geldiğinde butona basmayı başarmamız için ediliyor. Varlığımız birşeyleri değiştirmek için değil. Doğru zamanda doğru butona basmak için... Doğru duayı doğru zamanda edebilmek için...

"Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz..."

Duayı böylece doğru bir konuma oturttuğumuzda duaya dair herşeyi de doğru bir konuma oturturuz. Mesela; Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere, bütün nebilerin çoklukla ettikleri istiğfarları doğru anlarız. İstiğfarla günah arasında kurduğumuz neden-sonuç ilişkisi ortadan kalkar. Tıpkı yağmurla yağmur duası arasında kurduğumuz ilginin mezkûr bakışaçısıyla ortadan kalkması gibi. Yağmur duası yağmurun yaratılışını sonuç vermek için yapılmadığı gibi istiğfar da bir günahı affettirmek için olmayabilir.

Daha önce de bu konuya bir yazımda değinmiştim. Fikir dilimin sevdiği bir şekerdir. Yine değdireyim. İstiğfar aslında 'aynanın aynalığını diri tutması'dır. Sende görünen ile aslolan arasındaki 'benzerliğin' asla ve asla 'aynılık' seviyesine çıkamayacağını, yansıyana dair marifetimizin aslolana göre her zaman eksik kalacağını kabulümüzdür istiğfar.

Yansıtıcı olan herşeyin bize verdiği derstir bu. Yansıyan, yansıtılanın aynısı olmak gerekmez. Avucunuzdaki kadar suya gökyüzü sığar. Ama o sudaki gökyüzü asl-ı gökyüzünün aynısı değildir. Ondan haber verir ama o değildir. Avucun sahibi istiğfar ettikçe, kendisine, avucundaki yansıma ile gökyüzünü karıştırmamayı öğütler. Peki, ehl-i kibir ne yapar? Avucundaki suyu ayn-ı sema sanır. Ona bunun böyle olmadığını isbat etsen de yine davasından büsbütün vazgeçmez. "Hem deme ki: 'Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.' Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun. Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Bütün bu aşamalar, aynanın yansıttığından hissedar olduğu, 'bir ölçüde o' veya 'bir şekilde onun gibi' olduğu iddiasından vazgeçmeyişinin aşamalarıdır. Peygamberlerin istiğfarları bu kibrin köküne çalınmış en yaman baltalardır. İsmet sahibi en berrak aynanın yansıtmasından istiğfar ettiği yerde kirden/kusurdan kurtulamayan aynaların üzerlerine alabilecekleri ne meziyet vardır? Bu istiğfarların nebilerin makamları yükselirken bir önceki makamlarını eksik görmelerinden kaynaklandığı da söylenir. Bu da benim tezimi güçlendiriyor bence. Orada eksik gördüğü, işte, aslolana kıyasla yansıttığıdır.

Bu durum tıpkı eski yazılarını yıllar sonra tekrar okuyan yazarın misali gibidir. Müellif, yazdığı zamanlar "İşte oldu!" sandığı metinlerini yıllar sonra okuyunca neden orasıyla/burasıyla oynar? Neden cümleler ekler, düzeltir, değiştirir? Aslında bu da bir çeşit yazar istiğfarıdır. Hakikati daha geniş pencerelerden seyretmeye başladıkça eski pencelerinden tevbe eder. Aşk için dua ettiğin zaman sonuç/vuslat için dua edersin. Acz için dua ettiğinde sonuç aradan çıkar. Her acizlik farkındalığı bir butondur. Her buton yanışında insan uyanır ki basma zamanı gelmiştir. Beş vakit namazını kılan nasıl günde beş kez "Ben hâlâ buradayım Allahım!" diyerek Rabbinin onu çağırdığı butona basar, istiğfar eden de bir çeşit butona basar. İmtihanımız yanan butonlara yaptığımız dua sayları üzerine sürüyor. Dünya, belki de daha çok butona basalım diye sürekli değişiyor. Butonlar dünyayı değiştirmek için değil. Değişim butonların sayısını arttırmak için. Allahu'l-a'lem.

Friday, April 1, 2016

Bir 'savunma metni' olarak Meyve Risalesi

Bugünlerde Tarihçe-i Hayat okuması yapıyorum. Bediüzzaman'ın metinlerini külliyat içindeki gibi 'karışık' değil de 'telif sırasına göre' kronolojik bir sırayla okumak ilginç farkındalıklar yaşatıyor. Mesela? Bediüzzaman'ın Kastamonu hayatı teliflerinden olan Ayetü'l-Kübra'yı ve Münacaat Risalesi'ni peşpeşe okumak, bu iki metin arasındaki benzerlikleri de farketmemi sağladı. Aralarında, kanaatimce, sadece üslûp farkı var. Deliller ve o delillerin delalet ediş şekilleri büyük benzerlikler içeriyor.

Tabii Bediüzzaman'ın Kastamonu'daki ilk yıllarında büyük bir yalnızlık çektiğini öğrendiğinizde oradaki ilk telifinin bir 'yakarış' eseri olması garibinize gitmiyor. Yalnızsın. Gurbettesin. Talebelerin uzakta. Haberleşemiyorsun. Yanına gelemiyorlar. Yanlarına gidemiyorsun. Eserlerin dahi senden uzakta kalmış. Bu yalnızlık içinde en güzel ne yapılır? Allah'a hâzırane bir şekilde yakarmak... Yine kendisi duaya dair bir metninde şöyle demiyor mu: "Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder." Demek Bediüzzaman'ın bu 'en tatlı meyveyi' yemesidir Münacaat Risalesi.

Ayetü'l-Kübra'nın telifi daha sonra. Yıllar var aralarında. Denizli Mahkemesi'ni netice veren de zaten Ayetü'l-Kübra'nın neşri oluyor. Orada Bediüzzaman'ı daha bir gaibane tefekkür içinde görüyoruz. Münacaat'ta yaşananların üçüncü kişinin gözünden aktarımı gibi. Bu iki eserin böylesi bir kardeşliği olduğunu görmek güzel. Bunu Risale-i Nur'u az-çok okumakla geçmiş bunca seneden sonra farketmek güzel. Demek, çok şükür, bitmeyecek bu yolculuk. Bitmeyen, yani ki sonu olmayan, sonlu olandan güzel.

Bir diğer farkındalığım da Meyve Risalesi'ne dair nicedir sorduğum bir sorunun cevabını bulmakla oldu. Denizli Mahkemesi ile ilgili mektupları/savunmaları (14. Şua) okuyanlar bilirler. Bediüzzaman'ın hapiste telif edilen Meyve Risalesi hakkında o metinlerde en çok altını çizdiği şey; onun bir 'savunma metni' oluşudur. Mesela der ki mürşidim: "Ben tahmin ediyordum ki, hakikî ve en son müdafaanamemiz, Denizli hapsinin meyvesi olan risalecik olacak." Ve yine mesela der ki: "Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti, âsâyişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesidir."

Ben Meyve Risalesi'ne baktığımda onun imanî meseleleri yargı süreciyle ilgisiz bir şekilde anlatan yapısından dolayı 'nasıl bir savunma' içerdiğini anlayamazdım. Yani kendi kendime derdim ki: "Savunma dediğin bir savunma diliyle yazılır. 'Savcı şunu diyor. O aslında öyle değil böyledir...' falan. Meyve Risalesi'nin böyle bir içeriği yok. Bu nasıl savunma?" Ancak yine Meyve Risalesi'nin 6. Meselesi'ne şu mektubun ardından rastlamam onun 'savunma' mahiyetini anlamamı sağladı: "Hem medeniyetin seyyiatını ve kusurlarını tenkit etmesinden, hatır ve hayâlime gelmeyen bir şeyi zabıtnamelerde isnat ediyor: Güya ben radyo, tayyare ve şimendiferin kullanılmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı hâzıra aleyhinde bulunduğumla mes'ul ediyor!"

Peki, Meyve Risalesi'nin 6. Meselesi bize ne anlatıyor? Okuyalım: "Kastamonu'da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. 'Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar' dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz..."

Yani Meyve Risalesi, aslında, Bediüzzaman'ın Denizli Mahkemesi'nde suçlama olarak ilerisürülen şeylere metinleriyle dolaylı yoldan cevap vermesi. Kendi duruşunu ortaya koyması ve hakkındaki iddialara 'savunma psikolojisine girmeden' karşı durması. 6. Mesele ve mezkûr mektubun düşündürdükleri bunun yalnızca bir nümunesi. Daha çok detaylar var birbiriyle uyuşan. Bunu farketmem de benim için güzel birşey oldu. Allah'a hamd olsun. Tabii belki de bunlar size 'basit farkındalıklar' veya 'zaten bilinenler' gibi gelmiştir. Eh, ne yapayım, ben de böyle böyle öğreniyorum işte. Öğrenince heyecanlanıp paylaşıyorum. Zaten bilenleriniz varsa, vakitlerini israf ettiğim için, haklarını helal etsinler.

Thursday, February 4, 2016

Allah Resulü (a.s.m.) sabır isteyeni neden uyardı?

Rockstar filminin üzerine kurulu olduğu bir sahne vardı. Hatırımda kaldığı kadarıyla nakledeceğim: Ranbir Kapoor, müzikte kariyer yapmak isteyen, fakat yeterince yetenekli olmayan bir gençti. Arkadaşına 'unutulmaz besteler' yapabilmeyi dilediğini söylüyordu. Arkadaşı ise dualarına dikkat etmesini tavsiye etti. Çünkü her duanın bir bedeli vardı. Unutulmaz besteler yapanlar ancak unutulmaz acılar yaşamışlar olabilirdi. Nasihate aldırmadı. Film de zaten aldırmadığı nasihati yaşayarak ders almasıyla şekillendi.

Tirmizî'nin Daavat bölümünde geçen kısa bir hadis var. Bu sahne hatırıma gelince bazen o hadis-i şerif de hatırıma geliyor. Muaz b. Cebel radyallahu anhın rivayet ettiği bu hadis şöyle: "Peygamber aleyhissalatuvesselam bir adamın: 'Allahım senden sabır isterim' dediğini duydu ve 'Sen Allah’tan bela (sıkıntı) istemiş oldun. Ondan afiyet dile!' buyurdu."

Neden böyle buyurdu? Neden sırf sabır istemenin 'sıkıntı istemek' anlamına geleceğini söyledi? Bence bu sırrın anlaşılmasında yukarıdaki perspektifin faydası var. Sabır ancak bir miktar zorlu tecrübenin ardından veya karşısında gösterilebilecek birşey. Bu noktadan hareketle afiyetteyken dilenmesi elbette isabetli durmuyor. Zaten Tirmizî şerhlerinde yapılan yorumlar da bu minvalde. Aleyhissalatuvesselamın tavsiyesi afiyetteyken sabır dileyenlere dair.

Yine bir keresinde "Düşmanla karşılaşmayı dilemeyin!" buyuran Allah Resülünün sabır duası konusunda da bu temkini göstermesi tuhaf gelmemeli. Çünkü ‘sabrı’ dilediğiniz zaman ‘gösterilecek durumu’ da dilemiş oluyorsunuz. Adresi belirsiz bir imtihanı/sınanmayı çağrılamış oluyorsunuz. Dualarımız bazı bütünlüklere (beraber yaratılacak şeylere) tekabül ediyorlar. Allah onlara kevnî şeriatı gereği bir tür ‘mukarenet’ vermiş oluyor. Yani sebep ile müsebbep bir ‘yanyanalık’ ile yaratılıyor. Yağmur isteyen bulut da istiyor.

Evet. 'Sabır' ve 'zorluk' iktiran ederler. Yani beraber yaratılırlar. Halbuki kula yakışan aczine bakıp afiyet dilemektir. Afiyetle iktiran edecek şeyler istemektir. Allah'ın, imtihanı kolay kılmaya da, zor kılmaya da gücü yeter. Kolayı seçmek aczle yoğrulmuş insanın şanına daha çok yakışan değil midir? Yine din için 'kolaylıktır' buyuran Aleyhissalatuvesselamın duanın hikmetini yanlış anladığını düşündüğü bir talebesine, ki ümmetinin her ferdi onun aynı zamanda öğrencisidir, durup iktiran dersi vermesi tuhaf gelmiyor. Aksine hikmetli geliyor. Yani sanki buyuruyor: "Dualara iktiran dikkati göstermek gerek. Ne istediğine dikkat et. Çünkü tek başına yaratılmayacak." Allahu’l-a’lem kaydıyla söyleyelim.

Birşeyi dilerken 'hayırlısını' dilemek bu açıdan önemli. Bediüzzaman'ın hayrın külli ve vücudî, şerrinse cüzî ve ademî olduğuna dair yaptığı analiz burada da hikmetle göz kırpıyor. Öyle ya. Dilediğinin bütüne ne kadar uyumlu olduğunu sen bilemezsin. Uyumunu ancak tevhid bütünlüğünün sahibi Vahid ü Ehad bilir. Bu nedenle, lazım görüneni açıklıkla beyan ettikten sonra, kader bütünlüğünde hayır mıdır şer midir sorgulamasında, Allah'ın ilminden yardım istemek en doğrusudur. 'Hayırlısını' dilerken biz de aslında bunu yapıyoruz biraz.

Fakat, bugünlerde farkettiğim, sizinle de paylaşmak istediğim, belki bunun bir ileri aşamasıdır: Bütüne daha vakıf ve bütünün sahibine daha yakın kişilerin dualarını okumanın, hatta vird haline getirmenin faydası ve hikmetidir. Malumunuzdur: Kur'an'da öğretilenlerden ve Aleyhissalatuvesselamın dualarından başlamak üzere İslam mirası biraz da dua mirasıdır. Sahabeden, selef-i salihînden, asfiyadan, evliyadan kalan pahabiçilmez devasa bir miras var.

Bu miras neden var? Biz istemeyi bilmediğimiz için mi? Hayır. Değil. Ya? Bu dualar aynı zamanda güvenlikli dualar. Bütüne sizden daha vakıf ve sahibine sizden daha yakın insanların ettikleri dualar. Bu dualarla yalvardığınız zaman yanlış birşeyi istemiş olma ihtimaliniz yok. Çünkü her ne istenmişse, her nasıl istenmesi gerekiyorsa, o şekilde isteniyor o dualarda. Kur'an'daki dualardan başlayarak aldığımız bir ders bu: 'Bütüne uygun adım dilemeyi' öğreniyoruz.

Bir tür doğru arzulama eğitimi alıyoruz. Nasıl ki şeriat hilkatin bütünlüğüne uygun adım yürümeyi öğretiyor bize, aynen öyle de, böyle mübarek dualar da 'kader bütünlüğüne uygun şeyler dilemeyi' öğretiyor. Elhamdülillah. Yani arkadaşlar dua da bir eğitim aslında. Cevşen, Sekine, Münacaat-ı Veysel Karanî, Sahife-i Seccadiye... hepsi birer eğitim. Zulmetmeden isteme eğitimi...

İşte bu eğitimi alanlar ne/nasıl arzulanır, kimden/nasıl istenir iyi öğreniyorlar. Mürşidim de bu sadedde diyor: "Kur'ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, 'Evradlarınızı bununla okuyunuz' der." Demek duanın sadece istemekle değil terbiyemizle de bir ilişkisi var. Ne diyelim? Cenab-ı Hak kalbimizi/dualarımızı bu sır ile sırlayabilmeyi nasib eylesin. Âmin.

Friday, September 18, 2015

Pişmanlığı diri tutmak...

Tevbeyi, günahın terkiyle kuyruğu birbirine çok bağlı birşey gibi düşünüyordum eskiden. Yani günahı terket(e)miyorsanız, tevbe etmeniz de boş gibi geliyordu. Kapağını bile açmamak lazımdı, dürüstlük adına. Çünkü bazı tevbeler, günahkâr hayatlarınızla altından kalkamayacağınız iddiaları da içinde barındırıyordu. Bile bile yalan söylemek gibi oluyordu. (Çünkü ne kadar tevbe etseniz de bırakamıyordunuz.) Sürekli sözümden döneceksem, Allah'a tekrar be tekrar söz vermenin ne anlamı vardı? Hem ayıp değil miydi?

Evet, sözüne kıymet verdiğim insanlar 'yine de tevbe etmek gerektiğini' söylüyorlardı. Evet, ben de bu nasihatlerin haklı olduğunun (en azından bir seziş mesabesinde) farkındaydım. Neticede Rahman'ın kapısından başka gidilecek kapı mı vardı? Elbette yüzüm Onda kalmalıydı. Elim kulpta durmalıydı. Fakat, ne yalan söyleyeyim, yine de tesirini göremedim bu tavsiyelerin.

Biz, tevbeyi, bir terkin taahhüdü ve bu ahdin dil ile ilanı/iddiası gibi düşünüyoruz sadece. Fakat tevbe aynı zamanda kötünün kötülüğünün de ilanıdır/şahitliğidir. Yani insan, tevbe ettiği herşeyde aslında o şeyin kötülüğünü diri tutmuş olur. Bu ne demek? Aslında şu demek: Eğer tevbelerimiz olmazsa, kötü 'kötülüğünü' (bizce) yitirir. Nötrleşir bizim için. Sıradanlaşır. Meşrulaşır. İşte tevbenin hoş zatıdır ki, kötünün 'kötü' oluşunu hem hatırlayıp hem de ilan/itiraf edişimizle içimizde ona karşı buğzu diri tutar. Yerinden oynayan taşları yerine bırakır. Tevbeyle, dilimizle olsun o kötüye 'kötü' diyerek, yaşam alanımızın algı alanımızı bozmasına izin vermemiş oluruz.

Bu, 'yaşadığımız gibi inanmak' ve 'inandığımız gibi yaşamak' arasında çokça sürçtüğümüz ahirzamanda ayrıca kıymetli birşey. İnandığımız gibi yaşayamasak da (Allah cümlemize yaşamayı nasip eylesin) en azından yaşadığımız gibi inanmaya da 'dur' diyoruz böylece. Her tevbe şöyle bir cümleyi söylemek gibi yani: "Ben yapıyorum, ama doğrusu bunun yapılmamasıdır!" Veya Kenan Demirtaş abinin ifade ettiği gibi: "Allahım, biliyorum ve kabul ediyorum ki bu kötüdür."

Yani yaptığının kötülüğüne, onu yapmış olmana rağmen, yeniden iman ediyorsun. Yahut da onu yaparken bozulan dengelerine yeniden itikadî bir ayar çekiyorsun. Hani hadiste vardır: "Zina eden kimse, zina ederken mümin olarak zina etmez. Hırsızlık yapan kimse, hırsızlık yaparken mümin olarak hırsızlık yapmaz. İçki içen kimse de, içki içerken mümin olarak içmez. Fakat tevbe (kapısı) açıktır."[1] Bu mana seni Müsned'de geçen şu hadise de yaklaştıracak belki: "İmanın kulplarının en sağlamı; Allah için sevmen ve Allah için buğzetmendir."[2]

İtikat dediğimiz şeyin özü bundan başka nedir ki? 'Emredildiğin gibi dosdoğru olma hali' Kur'anî ifadesiyle. Allah'ın helal/haram, hayır/şer, iyi/kötü dairesinin Onun emrettiği gibi olduğunun tasdiki, ancak insanın duası/ubudiyeti ve tevbesi/takvasıyla kendisini ortaya koyabilen birşeydir: Duayla hayırlı olanı isteriz. Tevbeyle şer olandan Allah'a sığınırız. Kötüye kötü ve iyiye iyi demeye devam ederiz böylece. Yaşadığımız/kaçınamadığımız yanlışın itikadımıza tesir etmesine engel oluruz.

Dua ve tevbe arasında 'kabul edilmek' mevzuunda da bir benzerlik var. Nasıl ki, dua için 'kabul edilmedi' demektense 'vakti kaza olmadı' demek daha doğrudur; 'terkedişi yerine getirilememiş' tevbelerde de 'vaktinin kaza olmadığına' inanmak daha doğrudur: "Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki, 'Dua kabul olmadı.' Belki denilecek ki, 'Duanın vakti kaza olmadı.' Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle belâyı ref etse, nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek, dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı."

Bu meselenin birinci boyutu. İkinci boyutu ise, tevbenin pişmanlığı diri tutması. İnsan tevbe ettiği sürece o günahı terketmeye dair bir kapı açık bulunur. Kötü ancak 'insanın yapmaktan pişman olduğu'dur. Yine bir hadis-i şerifte buyrulduğu gibi "Pişmanlık tevbedir." Bu noktada tevbe araçsallaşıyor. Asıl diri tutulması gerekenin pişmanlık olduğu anlaşılıyor. Kötüye kötü demeye devam etmek de bu pişmanlığın canlı kalması açısından kıymetli. Günahları normalleştirmek belki de önce tevbelerde yaptığımız fireyle ortaya çıkan birşey. İkinci Lem'a'da yer alan 'herbir günah içinde küfre gidecek bir yol' uyarısı, tam da böylesi sakat bir normalleştirme/meşrulaştırma arayışını ifade ediyor:

"Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Tevvab isminin 'tekrar be tekrar affeden' manasına gelmesi bu açıdan ne kadar da anlamlı. Hak Teala zaten bizim tekrar be tekrar çukurlara düşesi bir canlı olduğumuzu biliyor. Bizden, birinci derecede onların terkini, fakat ikinci derecede de belki salt şunu itiraf edebilmemizi istiyor: "Allahım, bu çukurdu. Düştüm. Sen beni kurtarmazsan buradan nasıl çıkabilirim?" Bu noktada Hz. Yunus'un (a.s.) münacaatı ne kadar manidardır: "Allahım, senden başka ilah yoktur. Seni kusurlardan tenzih ederim. Ben kendine zulmedenlerden oldum!"[3]

O dua içinde Allah'ın 'subhaniyetini' ayrıca vurgulaması, bize tevbenin bir diğer özelliğini de haber veriyor: Tevbe, olandaki kusuru/kiri üzerimize almaktır. Onu normalleştirerek/meşrulaştırarak kusuru Allah'a da (hâşâ) bulaştırmaktan sakınmaktır. Zaten dikkat ediniz, itikadında tuhaflıklar oluşmaya başlamış insanların 'itirafa temayül gösteremedikleri' hataları olur. Kendilerini tenzih etmek pahasına itikadlarına ve (kendilerince) Allah'a bulaştırırlar o çamuru. Hasılı: Tevbenin bu yönüyle bize vereceği çok dersler var. Ve tekrarı, günahları terkedemesek bile, durduğumuz yerin ilanı açısından kıymetli.



[1] Tirmizî, İmân 11 (2627)
[2] Ahmed b. Hanbel, 30/488
[3] Enbiya sûresi, 87

Monday, November 10, 2014

İçimdeki ateiste mektuplar 4: Timsahın duası

Bir belgeselde izlemiştim. Vahşi hayvanlar, sürüler halinde bir su birikintisinin (göl demek biraz zor) çevresinde toplanıyorlardı. Bir şeylerden korktukları çok belliydi. Fazla beklememe gerek yokmuş neyse ki. Beş dakika bile sürmeden bu tedirginliğin hikmet-i vücudu ortaya çıktı. Bir timsah ansızın yerinden fırladı ve gaflette yakaladığı bir tanesini suya çekti.

Ölümler de en az 'hayat buluşlar' kadar organize ve gerekli. Belki bunu bana, her gün binlerce canlıyı öldüren dünya mezarlığı düşündürüyor. Zira bu dünyaya gelenler ve gidenler öylesine orantılı ki, birisi tarafından ayarlanmamış olması mümkün gözükmüyor. Böyle mükemmel bir intizam, gelir-gider dengesi olmadan korunamaz.

Şöyle enteresan bir şey okumuştum: İkinci Dünya Savaşı’nda ülkelerin erkek nüfusunda büyük azalışlar olmuş. Fakat burada enteresan bir şey var. Aynı ülkelerde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki doğumlara bakıldığında, erkek çocukların doğum oranı, kız çocuklarının doğum oranının neredeyse iki katına ulaşmış.

Sanki dünyaya gelen çocukların bu açıktan haberi varmış da eksikliği kapamışlar gibi. Ve bilim adamları şaşırmış. “Doğa yaşamak için yol buluyor...” diye düşünmüşler. Sanki doğa dediğimiz otun, böceğin aklı var da bunları düşünüyor.

Empati yapıyorum ve kendimi timsahların yerine koyuyorum. O ağır cüsseleriyle uzun kara koşuları yapamayacak olan biçareler, elbette rızkı ayaklarına bekleyecekler. Hem zaten suyun dışında, yanlış hatırlamıyorsam, üç günden fazla yaşayamıyorlar. Siz böyle sınırlarla yaratılmış olsanız, nasıl dua ederdiniz Allah’a? Mesela şöyle olabilir mi:

“Allah’ım, benim rızkımı kovalamaya gücüm yetmiyor. Vücudum ağır, suya muhtacım. Sen rızkımı bana gönder!” Galiba timsahlar da böyle dua ediyorlar. Zira belgeselin devamında öğrendiğime göre, o bölgede timsahların bulunduğu sudan başka içme suyu kaynağı yokmuş. Yani o vahşi hayvancıklar, korkarak da olsa, suya yanaşmaya mecburlar. Dahası var. Eğer timsahlar onların sayısına böylesi bir ayar çekmese, hızlı nüfus artışları nedeniyle ortalığı sararlarmış. Nesilleri çoğalır ve başka hayvanlar için sıkıntı yaratırlarmış.

Onlar böyleyse, peki ya diğerleri? Sahi, bir seferde binlerce yumurta bırakan balıklar ve on binden fazla tohum saçan haşhaşlar var. Eğer onlara da Allah böyle bir sınır koymasa, dünya nasıl bir yer olurdu? Bu yüzden hepsinin bir sınırı var arkadaşım. Ve herkesin bir duası var. Şuurlu ettiklerimiz bir yana, haberimiz olmadan ettiklerimiz de var. Kuşların da var. Ağaçların da var.

İnanmıyor musun? Hatta ağaçlarınki o kadar mucizevî ki, onların muhtaç olduğu su, ta başka okyanuslardan gökte taşınarak getiriliyor. Damlacık, damlacık yüzlerine serpiştiriliyor. Böyle hizmet nerede var? Şu dünyaya dikkat et! Her canlının arzusu, adeta duası işitilir gibi hiç ummadığı yerlerden karşılanıyor. Yavrular, annesinin sinesinden süt emiyor, insanlar tat bilmez bir böcekten bal alıyor ve elsiz bir böcekten ipek giyiyor. Hayat bir şekilde sürüyor.

Seni bilemem. Ama ben gördüğüm harikaları 'duaların sahibinden' başkasına veremem. Bu kadar farklı arzuların, bu kadar farklı canlıdan, bu kadar farklı şekillerde semaya yükseldiği bir kâinatta, Allah’tan başkasına bir zerreciğin yükünü yükleyemem. Zira bir ağaç için, bir güneş gerek. Bir güneş içinse, bir kâinat. Herkesin duası, bir diğerine bakıyor. Bunların hepsini işiten ve birbirine uygun cevaplar veren, ancak O olabilir.

Saturday, February 15, 2014

Tutunamayanlar'ın duası

Boşluktayım. Dengemi arıyorum. Ayaklarımı zemine basmak, nerede olduğumu hiç soru işareti kalmamış şekilde (bizzat kendime) hatırlatmak ve 'sapasağlam bir kulptan' tutunmak istiyorum. İnsanım en nihayet. Tüm zayıflığımla, zaaflarımla insanım. Fazlasını beklememeli ben'den. Bu takılıp kalmalar normal. Duraklamalar, şaşkınlıklar yeni değil. "Kusur, insanın imzasıdır." Kararsızlık ise, her babanın oğluna mirası. Babamdan aldığım bu yükle, yani yaratılışımla, Tutunamayanlar'danım. Fıtratım bu hakikati söylüyor bana: 'Sapasağlam bir kulbu' bu yüzden arıyorum. Muhtacım. Tam da Atay'ın tarif ettiği gibiyim: "Ben Selim Işık, anlatmadan anlaşılmaya âşık."

Yaşlanıyorum galiba. Boşlukların artması, ihtiyarlığıma delil. Durmaya yaklaşırken nesne yavaşlar. Zaman da, ömrüm adına, durma noktasına giderken yavaşlıyor sanki. Açılıyor. Herşey şeffaflaşıyor. Herşey derin artık... Bazı şeyler eskisinden daha boş. Bazı şeyler daha görülebilir. Bazıları daha çok 'keşke!' Herşey hakkında söyleyecek daha çok şeyim var. Daha çok düşünüyor, daha yavaş hareket ediyorum. Yaşlanıyorum. Uğruna yaşanılacak 'şey' sayısı azalıyor. Ve yaşlandıkça, ve durakladıkça, ve tutunamadıkça; Kur'an'ın kendini neden böyle, 'sapasağlam bir kulp' diye tarif ettiğini daha iyi anlıyorum.

Peki yazmak? Yazmak, benim için denge aracı. Rehabilitasyon. Bir pusula değil, bir direk. Kur'an'da dağlara atfedilen tüm vazifeleri, bende 'yazmak' yapıyor: Dengemi sağlıyor. Sarsıntılarımı alıyor. Devrilmekten koruyor beni. İçimdeki hazineleri (varsa) gösteriyor. Durduğum yeri bana ve başkalarına izah etmek için de yine onu kullanıyorum.

Bana ve başkalarına. Önce kendime, sonra başkalarına. Nefsini ıslah etmek, yani onunla fıtrat düzleminde bir sulh aramak, yahut onu kendisiyle barıştırmak; başkalarını da kendileriyle barıştırmanın tek yolu gibi geliyor. Hepimiz insanız. Kendimizden, yani bizi 'biz' kılan şeylerden hareketle başkalarının ruhuna dokunabiliriz. Öteleyerek değil. Başkalarına tesirimiz, kendi içimize uzandığımız kadardır.

Yazılarımın derinliği de, tasannu ile asıl ben'den uzaklaşmadıkları kadar işte. Fazlası değil. Fazlasını yapmaya çalıştıkça, yapmacıklık beni safiyetin nazarında soğuk düşürüyor. Üşüyorum.

Allah'tan her namazda doğru yolu istemek! Tekrar tekrar istemek! Günde beş vakit istemek! Yani Fatiha, yani Fatiha'daki ihdinessıratalmustakîm, yani "Bizi doğru yola ilet!" yakarışı; böyle bir haletteyken daha bir anlamlı geliyor.

İnsan nedir? İnsan savrulandır. Boşluklarda savruldukça tutunmaya çalışandır. (Maddesini tahlil etseniz, onun da çoğu boşluktur.) Unutandır, hatırlayandır. Günah işleyen, ama pişman olandır. Kaybedendir, sonra tekrar bulandır. Gaflete düşen, ama ayılınca huşûda da coşandır. Gönlü bir genişleyip bir daralandır. Rızkı bir genişleyip bir daralandır. Safa ile Merve arasında koşandır. Zıtlar arasında savrulan da savrulandır.

O zıtlardan birisinin ucuna vardığını, orada uzunca kaldığını, pek nadir görürsün. Kur'an da onun bu gelgitlerine çok dikkat çeker. Denizde, dalgalar arasında hali başkadır mesela; karaya çıktığında başka. Derde düştüğünde hali bir başkadır, dertten kurtulduktan sonra başka. İhtiyaçta hali başka, ihtiyaçsız sandığında başka.

İnsan (çok klişe bir benzetmedir fakat) bir yolcudur aslında. Bir yere varmakla değil, kendi içinde yürümekle yolcu. Mevlana'nın (k.s.) tabiriyle kendi 900 katı içinde gezmekle yolcu. Fıtratındaki uçlar arasında hadd-i vasatı arayan bir yolcu.

Modern psikoloji, böylesi boşlukların kaç çeşidini ve bu çeşitlerin bilmem kaç ismini bulursa bulsun, Allah yarattığı zamandan itibaren insanda bu boşluklar vardı. O, yaratılışından belliydi ki; zaman zaman kaybolacak; koşacak fakat duracak ve kendine yol arayacaktı. Zaten bu arayış için yaratılmıştı. Nebiler ona bu yüzden yollanmıştı. Bu yüzden tutunacak bir yer arıyordu. Belki bu fıtrî duasının kabulüydü, imtihanı. Bu aramak, bulmak, kaybetmek ve tekrar aramak yeteneğindendir ki; arayışlar âlemine, aramak için gönderilmişti. İbn-i Arabî'nin (k.s.) o hoş ifadesiyle: Her arayan bulamazdı, ama bulanlar ancak arayanlardı.

Bak nereden başladık, nereye geldik. Tıpkı hayatlarımız gibi cümlelerimizde savruluyor. Başladığımız yer, bitirdiğimiz yer değil. Doğru yerde başlamak, doğru yerde bitirmenin garantisi değil. Tutmuyor her zaman amaç ve sonuç. Olmuyor. Bu iman/hayat yolu her vakit uyanık olmayı ve süreci sınamayı gerektiriyor. Yolun nihayeti değil, yolun kendisi maksat sanki. O yüzden hep tetikteyiz. Hiçbir yerde uzun kalamıyor, tekrar aramaya başlıyoruz. Bunca savrulmalar içinde değil beş vakit; hatta kırk vakit, kırk tekrar ile "Allahım bizi doğru yola ilet!" desek yeri var, öyle değil mi? Bir de böyle bakıver Fatiha'ya be arkadaşım. Yani Tutunamayanlar'ın duası nazarı ile.

Saturday, June 8, 2013

Bir terapi yöntemi olarak dua

Birkaç yazıdır ‘fakr’ ve ‘hayatı fakr boyutunda yaşamak’ üzerine konuşuyoruz. Bu yazıda isterseniz (Bunu öylesine söyledim. Ben istedikten sonra kaçarınız yok) konumuzun biraz dışına çıkalım ve dua üzerine konuşalım. Peşinen söyleyeyim: Bu dışına çıkmaktan kastım ‘biraz’ olacak, zira dua da fakr’ın çok ötesinde bir olay değil.

İhtiyaçlarını ‘farkeden’ insanların, Allah’tan onları talep etmesi ile ilgili birşey dua. Ama yalnız böyle anlatıldığında veya ihtiyaç/farketme boyutuna eksik vurgu yapıldığında—en iyi ihtimalle—nafile kıvamında bir talep görüyor ne yazık ki. Nafile, kullanımındaki kırılmaları da hatırlarsak, yapılması şart olmadığı halde ‘fazladan’ yaptığımız şeyler demek. (Bazense cümlelerimizdeki anlamı ‘boşyere’ kelimesine yakın.) Halbuki dua öyle mi?

Burada hemen 23. Söz’de dua hakkında geçen şu ifadeyi hatırlayalım: “Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: ‘Dua eden adam anlar ki: Birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.’”

Ben bu ifadeyi, duanın fıtrat ile ilişkisini ortaya koyması açısından çok önemsiyorum. İntihar ve öfke de dahil pekçok nefsî ve psikolojik arızanın ‘anlaşılmadığını düşünmeye’ dayandığı bir düzlemde, duanın sadece ‘arzuladıklarımızı Cenab-ı Hak’tan istemekten’ ibaret olmadığını farketmek önemli. Dua, aslında bizim yaratılıştan gelen yalnızlığımızı ve anlaşılamadığımız duygusunu alıyor. O yalnızlığın getireceği yükten ve çektirebileceği elemden bizi kurtarıyor.

Tevbe Risalesi (Etkileşim Yayınları) isimli eserinde peygamberlerin başındaki en büyük imtihanın ‘anlaşılmamak’ olduğunu belirten İmam Gazalî, çokça yanlış yorumladığımız bir hadisin de nasıl yorumlanması gerektiğini şöyle öğretiyor:

“Bu mana bir hadiste şöyle anlatılır: ‘Belalarla önce peygamberler yüzleşir, sonra derece derece onlara yakın olanlara gelir.’ Belayı sadece Eyyub’un (a.s.) belası sanma! O imtihan bedene aittir. O bela sadece onun bedenine inmiştir. Belanın büyüğü Nuh aleyhisselama inmiştir. O öyle bir toplulukla imtihan edildi ki onun Allah’a daveti onların ancak kaçışını arttırıyordu.”

Burada, Gazalî’nin ve Bediüzzaman’ın bizi taşıdıkları noktadan hareketle artık diyebiliriz ki: Peygamberlerin hayatlarının her anını bu kadar dua ile doldurmaları sadece dua edilmesinin ibadet olmasından dolayı değil. Yahut ibadet, bizim anladığımız gibi sevap kazanmadan ibaret değil. Belki de peygamberler, ümmetleri arasında yaşadıkları yalnızlığı dua etmekle gideriyorlar. Ondan kazanacakları sevap değil yalnız hedeflerindeki. Bir açlığı gideriyorlar.

Tabii olayı yalnız ‘yalnızlığa’ indirgersem bu da benim hatam. Duanın daha bizde yaptığı çok iş var. Mesela bunlardan bir tanesini de yine Gazalî’nin ve Bediüzzaman’ın (Allah ikisinden de razı olsun) rehberliğinde gıybet ve dua arasındaki ilişkide hissediyorum. 22. Mektup’taki gıybet bahsinde, pişman olunduktan sonra, gıybet edilene dua edilmesini tavsiye eden Bediüzzaman (bu dua da özünü Suyutî’de geçen bir hadisten alıyor) acaba bunu sadece ahiretteki hesap sırasında helalleşilebilmesi için mi öneriyor?

Ben bu noktada, İmam Gazalî’nin, yine Tevbe Risalesi’nde geçen şu cümlelerini okumamız gerektiği kanısındayım: “Herşeyin bir sebebi vardır. Bir şeyin sebeplerini terk etmek ve zıddıyla meşgul olmak, gidiş yolunu tersine çevirmek demektir. Tevbeden murat da budur.”

İşte burada geçen ‘zıddıyla meşgul olmak’ ifadesi, yukarıdaki gıybet bahsiyle birlikte okuyunca, bana, “Bir günah terapi metodu olarak duayı kullanabilir miyiz?” sorusunu sorduruyor. Zira yine kardeşlikle ilgili bir bahiste bir kalpte iki zıt duygunun aynı anda bulunamayacağını belirten Bediüzzaman’ın bu dua vurgusunu, iki zıttın çarpıştırılması olarak anlamak aklıma geliyor.

Örneğin; gıybetini etmekten bir türlü kurtulamadığınız ve bunun dilinizde bir alışkanlık haline geldiği bir insan hakkında dua etmeniz, kalbinizde iki zıt hissin çarpışmasını sağlayabilir: Sevgi ve nefret... Sıkıntıda olan başka bir kavme dua etmeniz yine birbirine zıt iki duyguyu boğuşturabilir: Kardeşlik ve asabiyet...

Bu iki duygu arasındaki kapışma, birisinin diğerini zayıflatmasıyla sürüp gidiyor. Ve belki de gıybeti edilen bir şahsa hemen arkasından yapılan dua da böylesi bir tedaviyi arkasından getiriyor: “Kötülüğünü istedin, iyiliğini de iste...”

Bence bu yönüyle duanın psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanılabilmesini sağlayacak önemli bir yönü var. Zaten alışkanlık haline gelmiş günahlar da nefsî veya psikolojik rahatsızlıklarımızın getirisi. Böyle kurtulamadığımız günahlardan dua vesilesiyle—zıt hisleri tokuşturma anlamında faydalanarak—kurtulmamız, en azından hissi tabanının üzerine yürümemiz iyi bir yöntem. Bu terapi tarzına hepimizin ihtiyacı var. Ki işte hayata fakr penceresinden bakmanın bir getirisi de budur: Tedaviye talip olma...

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...