Showing posts with label mustafa öztürk. Show all posts
Showing posts with label mustafa öztürk. Show all posts

Tuesday, March 12, 2019

Kur'an'ın 'son kullanma tarihi' olur mu?

Ebubekir Sifil Hoca'nın Riyazü's-Salihîn derslerinin 66.'sında "Din nasihattir!" hadis-i şerifinin ele alınış şekline bayıldım. Bayıldım, çünkü o hadis-i şerife dair öğrendiklerim yanında, elhamdülillah, başka birçok hadis-i şerife bakarken de kullanabileceğin bir bakış açısı öğrendim. Kendi cümlelerimle ifade edersem, Ebubekir Sifil Hoca, sahabenin suali ve Aleyhissalatuvesselamın o suale cevabı sadedinde diyor ki: Burada verilen cevabın zenginliği gösteriyor ki; Efendimiz aleyhissalatuvesselam, sahabesi kendisine birşey sorduğu zaman, sadece o suale cevap olacak şeyi değil, sahabeyi ve daha sonraki nesilleri üzerinde düşünmeye sevkedecek daha kapsamlı bir bilgiyi/bilgileri de paylaşırdı.

Aslında ben bunu Bediüzzaman'ın "Dünya öküzün ve balığın üstündedir!" hadis-i şerifine yaptığı izahlarda da görmüştüm. Fakat böyle formüle etmediğim için bakış açısı olarak da edinememiştim. Okuyanlar hatırlayacaktır. Mürşidim orada bu hikmetli sözden 'dünyaya müekkel olan melekler'den tut, 'hayvancılık-balıkçılık faaliyetleri'nin dünya düzeni için içerdiği anlama, oradan da astronomi bağlamında 'boğa-balık burçlarının ifade ettiği hakikat'e kadar uzanıyordu. Yani, orada da Aleyhissalatuvesselam, sahabisinin "Dünya ne üzerinde duruyor?" sualine, beklenilenden daha aşkın şekilde cevap veriyordu. Hadisi müteşabih kılan 'yanlışlığı' değil 'aşkınlığı' idi.

Tabii, arkadaşlar, çağrışım çağrışımı doğuruyor. Bunları düşünürken de Facebook'ta aylar önce yaşadığım bir yazışma hatırıma geldi. Fatır sûresinin 14. ayeti üzerinden bir kardeş soruyordu ki: "Abi, burada sanki putların işitmesi-konuşması mümkünmüş gibi birşey söyleniyor, bunu nasıl anlamak lazım?"

Cevaba geçmeden önce hemen soruya konu olan ayetin kısa bir mealini alıntılayayım: "Eğer onları çağırsanız çağrınızı duymazlar. Duysalar bile çağrınıza karşılık veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Bunları sana hiç kimse hakkıyla haberdar olan (Allah) gibi haber veremez."

O zaman aklıma Mucizat-ı Kur'aniye Risalesi'ndeki Tûr sûresi tefsiri geldi. Hani orada Bediüzzaman 29-43 aralığındaki ayetleri izah sadedinde der ki: "Onbeş tabaka istifham-ı inkarî-i taaccübî ile ehl-i dalaletin bütün aksamını susturur ve şübehatın bütün menşelerini kapatır. (...) Herbir fıkrada, bir taifenin hülasa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tabirle iptal eder, ya butlanı zahir olduğundan sükûtla butlanını bedahete havale eder veya başka ayetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret eder."

Devamında da mezkûr ayetlerin herbir parçasının hangi fırka/fırkalara cevap olduğunu açıklar. Bu fırkalardan bazıları o zaman dünyada varolan fırkalardır. Bilinen dalalet türleridir. Diğer bazıları ise gelecekte ortaya çıkacak arızalardır. Yani bu ayette hem geçmişe hem geleceğe dair bilgi bulunmaktadır. Fazlasını okumak isteyenleri yerine havale edelim.

İşte, ben, o kardeşin Fatır sûresi hakkındaki sualine de bu örnek üzerinden şöyle cevap verdim: "O zamanlar Mekke müşriklerinde sadece putperestlik vardı!" diye düşünüp Kur'an'ın cevab-ı nuranîsinin sadece bu hususa ziya saçtığını düşünmeyelim. Kur'an bütün zamanlarla konuşuyor. Bir zaman içinde nüzul ediyor oluşu, devrinin olayları hakkında geliyor oluşu, bir dönemin insanını özellikle terbiye ediyor oluşu, ondan bütün zamanların, olayların, insanların hissesiz kalacağı anlamına gelmez. Kur'an'ı bu şekilde anlamak onu daraltmaktır.

Devamında da dedim ki: Allahu'l-a'lem. Burada da, Bediüzzaman'ın Tûr sûresi merkezinde ifade ettiği şekilde, şirkin birçok çeşidine birden cevap veriliyor olabilir. Misal: "Çağırsanız çağrınızı duymazlar!" ifadesi cansızlardan koşulan şirke, yani Mekke müşriklerinin putperestliği başta olmak üzere, bütün cansız tapınmalarına; "Duysalar bile çağrınıza karşılık veremezler!" ifadesi işitme yeteneği olanlardan koşulan şirke, mesela, Hinduların inek vs. canlılara tapınmalarına; "Kıyamet günü de sizin ortak koştuğunuzu inkâr ederler!" ifadesi ehl-i şuur olanlardan koşulan şirke, mesela, insan-iblis-cin vs. gibi 'inkâr etme yeteneğine sahip şeylere' yapılan tapınmalara; "Bunları sana hiç kimse hakkıyla haberdar olan (Allah) gibi haber veremez!" ifadesi de 'gaybdan haber verici oldukları iddiasındaki' kahin-medyum-brahma-batınî ekollere karşı duyulan tapınmalara bir cevap içeriyor olabilir. Yani mekan bir olduğu halde makam birçok olabilir. Muhatap bir gibi göründüğü halde konuşulan birçok sayılabilir.

Hatta mürşidim aynı eserde yine bu sadedde der: "Kur'an öyle bir maide-i semaviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyatını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hatta pekçok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır."

Buradan şu noktaya da değinip yazıyı bitirmek istiyorum: Bugün 'tarihselcilik' veya 'sosyolojik okuma' denen bir kısım yaklaşımlar Kur'an'ı 'zamanının şartları içinde' anlamak yönünde bir mesaiye girişiyorlar. Bu mesainin Kur'an'a katabileceği bir zenginlik varsa biz bunun aleyhinde değiliz.

Fakat, aksine, görüyoruz ki: Bu mesai Kur'an'ın dersini zenginleştirmek yerine fakirleştiriyor. Onu, sanki sahibi ezelî ve ebedî değilmiş gibi, indiği döneme hapsediyor. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat kıstasları içinde, yani meşru dairede, anlaşılabileceklerin sayısını sınırlıyor. Hatta kimi zaman çarpıtıyor. Halbuki Kur'an bütün zamanlara ilaçtır. Bütün zamanlara hitaptır. Bütün dertlerimize devadır. Bu nedenle, elbette, kutusuna 'son kullanma tarihi' koymaya yeltenen de bizden değildir. Onların sözlerine 'bizden olanların sözleriymiş/yorumlarıymış gibi' muhatap olmayız, olamayız, olmamalıyız. Cenab-ı Hak cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin.

Wednesday, December 19, 2018

Bediüzzaman ebced-cifir meselesine neden girdi?

"Ve madem âyetler sâir kelamlar gibi cüz'î bir mânâya münhasır olamaz. Ve madem delâlet-i zımnî ve işârîyle kaideten mefhum-u kelâmda dahil oluyor. Ve madem Necmeddîn-i Kübrâ ve Muhyiddin-i Arabî gibi pek çok ehl-i velâyet mânâ-yı zâhirîden başka bâtınî ve işârî mânâlarla ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde 'Mûsâ (a.s.) ve Firavundan murad kalb ve nefistir' dedikleri halde, ümmet onlara ilişmemiş; büyük ulemadan çokları onları tasdik etmişler. Elbette, âyetin delâlet-i zımniyeyle Risale-i Nur'a kuvvetli karinelerle işareti kat'îdir; şüphe edilmemek gerektir." Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den.

Katıldığım bazı derslerde, okuduğum kimi metinlerde ve şahit olduğum bazı paylaşımlarda 'ebced-cifir meselesi'ne dair şu tarz yorumlara rastladım/rastlıyorum: Bediüzzaman'ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî gibi eserlerinde ebced-cifire temas etmesi bir mecburiyetti. Aslında bu mevzuya hiç girmek istemiyordu. Sevmiyordu. Fakat o dönemdeki talebeleri böyle şeyleri çok 'heyecan verici' buldukları için, onları kaybetmemek ve biraz da şevklendirmek adına, bu tarz konulara girdi. Bazı eserler telif etti. Eğer yaşadığı şartlarda böyle bir mecburiyet olmasaydı yanından bile geçmezdi.

Acaba? Acaba gerçekten öyle mi? Doğrusunu söylemek gerekirse, müellif-i muhteremin, özellikle mezkûr eserler hakkında kendisine itirazları bulunan Abdulhakim Arvasî (k.s.) Hazretlerine yazdığı mektuplarda böyle bir renk-koku hafiften hissediliyor. Fakat sadece bu tarz metinlerden hissedilen renge-kokuya bu hüküm bina ediliyorsa, bence küçük bir yanlış anlama var, Bediüzzaman'ın oralarda isteksizlik duyduğu şey ebced-cifir değil. Kendi eserlerine dair gaybî işaretlerden bahsetmesi. Yoksa öylesi hiçbir metinde mezkûr usûlün yanlışa hizmet ettiğini düşünmüyor.

Yani, evet, endişeleniyor. Çünkü böylesi gaybî işaretlerden bahsetmesinin bir tür 'övünme' gibi anlaşılmasından korkuyor. Rahatsızlığı bundan. Yoksa yol olarak yanlış birşeyi takip ettiğini düşündüğünden değil. Bu meselede tereddüdü olmadığını ebced-cifir meselesine yaptığı savunudan da anlayabiliyorsunuz.

Bir de meselenin şöyle bir tarafı var: Bediüzzaman 'gaybiyyatın' kudsî metinlerde nasıl bir fonksiyon gördüğünün de farkında. Gaybiyyat bilgisi, dahil olduğu metinleri, bütün zamanlarla konuşur, dokunur, ilişki kurar hale getiriyor. Belki biraz da bu yüzden günümüz ehl-i bid'ası (her türüyle modernistler) en çok gaybiyyat konusundan rahatsızlık duyuyorlar. Evet. Çünkü gaybiyyatı olan metinleri bir zaman diliminde dondurup üzerine hevanızın kaçak katını çıkamazsınız. Sizin çıkacağınız bütün kaçak katlar aslında 'o metinlerin bugüne yetersizliği' üzerine kuruludur. Ancak gaybiyyat bilgisi, her türden işaretleriyle, zamanınızın da bu metinlerin kuşatması altında olduğu gösterir. İsbat eder.

Kur'an-ı Hakîm'de, hadis-i şeriflerde veya evliyaullahın metinlerinde... Bunların içerdiği gaybiyyat 'sırf gelecekteki mü'minler heyecanlansın' diye konulmuş şeyler değildir. Bunların içerdiği gaybiyyat bilgisi aslında onların 'tüm zamanlarla konuşur olduğunun' delilidir. Hatta bir açıdan kaderin de bir delilidir gaybiyyat. Allah'ın Alîm (herşeyi bilen) olduğunu da okuruz biz onlarla. Eğer kudsî metinlerimizde böylesi haberler olmasaydı, aklı gözüne yakın olanlarımız, onların getirdiği bilginin 'zamanlarına özgü' olduğunu düşünebilirlerdi. Lakin hayır. Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ. O metinler herdem dinamiktir. Statik değillerdir.

İmam el-Eş'arî (r.a.) isimli eserinde Suriyeli âlim Abdulkadir Muhammed el-Huseyn diyor ki: "Müslümanların içinden türedi bir güruh Kur'an ve sünnet ile sabit olan gaybiyyatı handiyse inkâr eder hale geldi. Peygamberlerin mucizelerini inkâr akla gelen ilk marifetlerinden birisi mesela. Amelle ilgili noktada ise İslam şeriatının kat'î bazı emirlerinin hafife alındığını görüyoruz." Evet. el-Huseyn'in burada 'gaybiyyatı inkâr' ile 'şeriatın hafife alınması' arasında kurduğu bağ boşuna değil. Hakikaten de, metinlerin tüm zamanlarla konuştuğunu gösterir gaybiyyatı yokolduğunda, onlarla gelen emirlerin de tüm zamanlar için geçerliliği yaralanır. Hatta inkâr edilir. Nitekim Mustafa Öztürk gibi sözde âlimlerin tarihselcilikle bugün en çok yaptığı şey de budur.

Yani demek istiyorum ki: Tarihselcilik anlayışı Kur'an'daki gaybiyyatı inkâr etmeye muhtaçtır. Çünkü metnin bütün zamanlarla konuşur olduğunu ancak bu yolla inkâr edebilir. Ve ancak buna inandırdıktan sonra insanları şuna ikna edebilir. Halbuki, aksine, bütün zamanların aynı metinle eşit derecede muhatap olduğu şuuru açık tutulduğunda, hiçbir mü'min tarihselciliğin kurduğu vartalara düşmez. Buna inanmaz.

Ebubekir Sifil Hoca'nın tekrar be tekrar söylediği üzere, mesele, temelde 'nasıl bir Allah'a inandığınız' ile ilgilidir. Eğer Allah'a Alîm olarak, Kur'an'a bir Alîm-i Hakîm'in kelamı olarak, kadere 'Allah'ın zaman üstü bir bilişi olarak' iman ettiğiniz zaman tarihselcilik gibi birçok bid'a rüzgârının tesiri dağılır. Bu tesir dağıldıktan sonra da mü'minler şeriatın emirlerini hafif görmezler. Her ne emredilmişse, küçük veya büyük, üzerlerine alınırlar.

Bu açıdan ebced-cifir meselesinin mü'minlerde 'üzerine alınma şuurunu' genişletici bir yanı var. Evet, Bediüzzaman'ın da zikrettiği üzere, hiçbir keşfi olmadan bu mesleğe sülûk eden naehillerin şarlatanlık yapmasına müsait bir yapısı da var konunun. Ancak hakikati de var. Bediüzzaman bu hakikate ve faydasına inanıyor. Bu faydanın tezahürü için böylesi metinler telif ediyor. Hatta hapishane şartlarında böyle eserlerin telifine girişmesindeki sır da biraz bu. Müslümanlara 'gözden ırak olmadıklarını' hissettirmek. Allah herşeyi gören ve bilen olarak her işe nazır.

Dücane Cündioğlu'nun hakikat-hurafe ekseninde "Ben bir hurafeperestim!" derken durduğu yer de buna yakın gibi geliyor bana. O, hakikatin 'tahtieci bir üslûpla' teke indirilmesi ve gaybiyyata açık hiçbir alan bırakılmamasını eleştiriyor. Şu tavrın "Onlar ki gayba iman ederler!" ayetinin hükmüne bir açıdan muhalefet olduğunu düşünüyor. Lemeat'ta Bediüzzaman'ın 'dimağdaki meratibi' sayarken 'tahayyül'ü 'tasdik'ten birkaç kademe önce zikretmesi, hayalsiz hakikate ulaşılamayacağının da ondaki en bariz ifadesi. Öyle ya. Hayalsiz hakikatin de yolları kapanır. Renkleri azalır. Cansuyu çekilir. Neşesi diner.

Yazıyı çok uzattık ama buna da temas etmeden geçemeyeceğim: Mürşidimin, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye, ebced-cifir ile ilgili metinler haricinde dahil ettiği şeyler de var. Hüve Nüktesi, Na'büdü'nün Nun'u mevzu, namaz tesbihatının ehemmiyetini anlatan metin vs. Bütün bu metinlerde şöyle bir ortaklık dikkatimi çekti benim: Bu metinlerin tamamı 'varlığı zamanı aşkın bir düzlemde zihne taşımayı' öğütlüyor.

Ne demek bu? Yani mesela: Namaz tesbihatı aslında tarikat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselamın zikri. Onu yaptığınız zaman sanki zamanlara/mekanlara yayılmış bir zikir halkasına dahil oluyorsunuz. Na'büdü'nün Nun'u mevzuu zaten bütün mü'minleri, yine zamanı/mekanı aşkın şekilde, kendilerini bir namazın saflarındaymış gibi görmeyi öğütlüyor. Hüve Nüktesi ise tek bir hava zerresinin 'çok şeye dönüşebilir' bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor. Üzerlerine bir de (Kur'an-ı Hakîm'in zamanlar üstü mesajlarını bize ulaştıran) diğer gaybiyyata dair metinleri ekleyin. Hepsinden çıkan resim şu gibi:

Fehminle zamanı aş. Bakışında zamanı aş. Büyük resmi gör. Zamanı aşamazsan varlığı vagonlara ayırırsın. Ve o vagonlara ayırıştan bir dolu ehl-i bid'anın iftirası türer. İşte, bence, tarihselcilik, ümmet-i Muhammed aleyhissalatuvesselamı vagonlara ayırmanın yeni bir yoludur. Bir tür emperyalizmdir. İslam itikadına yönelen bir parçala-yönet taktiğidir. Allah ayaklarımızı ehl-i sünnetin istikametli yolundan ayırmasın.

Saturday, December 9, 2017

Allah'ı zamana sıkıştırmak...

Bu tam bir yazı gibi olmayacak. Evet. Başlarken hemen belirtelim. Yine yazı görünümlü notlarımdan birisiyle karşıkarşıyasınız. 28. Lem'a'nın 9. Nüktesi'ni yeniden okurken aklıma gelen birşeyi paylaşmak istiyorum bu karalamada sizlerle. Malum o metin 'kaylule uykusu'na dair. ('Öğle uykusu' diyelim daha anlaşılır olsun.) Dikkatimi çeken şeyse... Oraya gelmeden şunu söyleyelim:

Bir ehl-i bid'a, modernist ve/veya tarihselci olsanız, daha 'kaylule uykusu' başlığından haberdar olur olmaz, elinizi çenenize koyup şöyle diyebilirsiniz: "Hımm... Arapların yaşadığı bölge zaten çok sıcaktı. Bir de güneş tepeye çıktı mı hepten ayakta durulmaz oluyordu. Ne yapsın adamcağızlar? Çaresiz o vakti uyuyarak geçiriyorlardı. Elbette, onlardan birisi olması hasebiyle, Efendimiz de (a.s.m.) onlar gibi öğle vakti uyuyordu. Fakat bir 'yöre âdeti olarak' uyuyordu." Falan filan feşmekan... Onlardan olsanız kesinlikle dersiniz bunu.

Ve yine dersiniz ki: "Şimdi İslam'ın yaşandığı öyle bölgeler var ki yazın bile sıcak olmuyor. Sıcak olmadığına göre çalışmak da sorun olmuyor. Öğlen vakti bunaltmıyor. Güneşin en tepede olması güçten düşürmüyor. O halde ne imiş efendim bu zamanda öğle uykusu? Böyle sünnet mi olur? Geleneksel şeyler bunlar canım. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) her yaptığı da sünnet değildir ya!"

Fakat bakınız mezkûr metinde mürşidim ne diyor: "Kayluledir ki bu uyku sünnet-i seniyyedir. Duhâ vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü'l-Arabda, vaktü'z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o sünnet-i seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir."

Bir soruyla hemen dikkatinizi çekerim: Mürşidim kaylule uykusunun ana hikmeti olarak neye işaret ediyor? Sıcaklık mı? Hayır! Sıcaklık değil kaylulenin ana sebebi. O sadece daha ziyade kuvvetlendirmiş. Ya? "Gece kıyamına sebebiyet verdiği için..." Ne demek gece kıyamı? Yani gecenin bir miktarında uyanık kalabilme. İbadete vakit ayırabilme. Hani Kur'an'da ve sünnette çok övülmüş olan ibadet vakitlerine. İşte, ahiret adına, o vakitleri değerlendirebilmek için de öğle uykusuna ihtiyaç var. Belki bilemediğimiz bir dolu hikmeti daha var.

Hülasa, arkadaşlar, şöyle argümanları duyarsanız artık alnının ortasına aptallık kaşesini basın: 'Vay efendim Araplar sarık sarıyordu da o yüzden Efendimiz (a.s.m.) sarardı. Vay efendim Araplar öğle uykusuna yatardı da ondan Efendimiz (a.s.m.) öğle uykusuna yatardı. Vay efendim Araplar pis bir milletti de Efendimiz (a.s.m.) onları temizliğe alıştırmak için abdesti emretti vs..."

Bu gibi 'akılcı görünen herzeleri' söyleyerek Efendimizin (a.s.m.) hayatını 'döneminin duvarları içinde' okumaya tâbi tutanların yaptıkları hata her defasında aynı aslında: Buldukları 'tarihsel' veya 'sosyolojik' hikmeti o şeyin tek illeti, nedeni veya hikmeti olarak sanrılıyorlar. Hatta dayatıyorlar!

Günümüzde bu tür körleştirici okumalar da en çok 'sosyoloji' alanında karşımıza çıkıyor. Materyalizm nasıl dalaletine dayanak olarak sözde fen bilimlerinin verilerini (esasında dogmalarını) kullanıyorduysa modernizm de sosyal bilimleri (esasında dogmalarını) dayanak olarak kullanıyor. Orada 'biyolojik evrim' burada 'sosyolojik evrim.' İkisinde de bulduğunu mutlaklaştırma ve başka hikmete müsaade etmeyecek şekilde dayatma var. Bir ilmî isbidat/zorbalık sözkonusu. Ve her ikisi de konu ettikleri alana dışarıdan 'akrebî/vahyî' bir müdahalenin olabileceğini kabullenemiyorlar.

Yaşananları 'dış müdahalelerden tamamen arındırıldığını sanrıladıkları' laboratuar alanın içindeki nedenlerle açıklamaya çalışıyorlar. Halbuki dinin kendisi dış müdahaleye inanmakla (gayba imanla) başlar. Dış müdahaleye inanmayan bilimdallarının/bilimadamlarının dinin üzerinde yükseldiği hakikati anlaması mümkün müdür? Zira yapısal olarak onlar esbabperesttirler. Bu noktada mürşidimin şu tesbitinin de ne kadar haklı olduğu ortaya çıkar:

"Binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî meselelerde bir tek muhbir-i sâdıka karşı hiçbir şüphe, hattâ vesvese vermemek lâzımken, yüz yirmi bin ispat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede, aklı gözüne inmiş, kalbsiz, mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz."

Özetlersem: Bu gibi okumaların en temel hatasının 'vahyi hesaba katmamak' olduğunu söyleyebilirim. Zamanlar üstü bir ilahın nebisinin davranışlarının 'tamamen konjontürel nedenlerle' izah edilip bağlanması, işte bu hata, onları tesbitlerinde zamanlarının kölesi kılıyor. Biz ezelî ve ebedî bir Allah'a inanmış olan mü'minler, inandığımız zamanlar üstü İslam'ı, neden onların 'günübirlik taktik ve stratejileriyle' değiştirelim? Böyle bir Allah'ın böyle bir nebisine şöyle daraltılmış bir nazarla bakmak önyargılı bir eksiklik değil midir?

Friday, March 10, 2017

Mustafa Öztürk'ün Bediüzzaman'a İşaratü'l-İ'caz hakkında ettiği iftira üzerine...

Ebubekir Sifil Hoca'nın tercüme ve derlemesini yaptığı, Semerkant Yayınları'ndan çıkan, "Böyle Seslendiler" isminde şeker-bal bir kitap var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ve Hulefa-i Raşidîn'in hutbelerinden oluşuyor. Okuduğum günden beri başucu kitabım gibi birşey oldu. Ara ara tekrar bakıp o hikmetli cümleleri kendime hatırlatıyorum. İşte, orada, Hz. Ömer'in (r.a.) hutbelerine ayrılan kısımda, pek hoşuma giden bir cümle var. Diyor ki Hz. Ömer efendim: "Müslüman kardeşinden sâdır olan bir sözü, en güzel şekilde tevil edebildiğin sürece, şerre ve kötülüğe yorma."

Okuyanlar hatırlayacaktır. Bediüzzaman'ın metinlerinde de sık rastlanır aynı nasihate. Bunlardan birisi Mesnevî-i Nuriye'sindedir. Kulluğa zarar veren dört hastalığı teşhis-tedavi sadedinde der ki mürşidim: "Dördüncü hastalık: 'Sû-i zan'dır. Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler."

Peki, bunu böyle anlatır da, uygulamaz mı Bediüzzaman? Elbette uygular. Eserlerinde bu uygulamanın yeraldığı birçok bahis görürüz. En sevdiklerimden birisi, talebelerinden Re'fet ağabeyin, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'ne (k.s.) dair sorduğu suale cevabıdır: "İkinci sualin: İbrahim Hakkı, 'Cû' İsm-i Âzamdır' demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren mânâsızdır. Belki de yanlıştır. Fakat ism-i Rahmân madem çoklara nisbeten İsm-i Âzam vazifesini görüyor. Mânevî ve maddî cû' ve açlık, o İsm-i Âzamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, 'Cû' İsm-i Âzamdır, yani bir İsm-i Âzama bir vesiledir' denilebilir."

Sair ehl-i sünnet ve'l-cemaat ulemasının eserlerine baktığımızda da bir ahlak olarak bu tutumun onlara yerleştiğini görürüz. Seleflerinden kendilerine nakledilen bir sözü, eğer ilk akla gelen manası o kişinin şanına muhalifse, tevil veya tefsir ile anlamaya çalışırlar. Hemen suizan ve suitevil yoluna gitmezler. Kem bir hükme varmazlar. Amelini ahlakıyla tartarlar. Fiilini hayatıyla ölçerler. Eğer ahlakı, kendisinden o sözün veya tavrın (zâhirinin) beklenmeyeceği bir ahlaksa, aslında ne demek veya yapmak istediğini anlama mesaisine koyulurlar. Dinî metinlere aşina olanlar bu anlama çabalarının birçok misaline şahit olmuşlardır. Örnekler vererek yazıyı uzatmak istemiyorum.

Bırakınız ulemamızı, salih avamımız bile, bu ahlaka sıpsıkı bağlıdır. Kendilerine 'iyi bildikleri' kişilere dair iletilen kötü söz ve halleri hemen alıp bağrına basmaz salihlerimiz. Ya ne yapar? Öncelikle "Aslı var mı?" diye tahkik eder. Tahkik ettikten sonra, eğer iyiye tefsiri veya tevili mümkünse, tefsir ve tevil ederler. Bediüzzaman'ın "Güzel gören güzel düşünür..." sözüyle haber verdiği sırrın bir vechi de budur belki: Güzel bakmaya kastetmiş kişiler ancak güzel manalar çıkarırlar. Kastı suizan olanlar ise ancak aradıkları kemliği bulurlar.

İşte, Mustafa Öztürk'ün gündeme getirdiğini işittiğim, Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da geçen bir ifadesine dair tartışmaların da en nihayet buna dayandığı kanaatindeyim. Öncelikle üzerinde konuşulan o ifadeyi nakledelim. Bakara sûresindeki 25. ayetin tefsiri sadedinde der ki mürşidim: "'Minhâ min semaratin' denilmektense 'min semeratiha' denilmiş olsaydı daha muhtasar ve daha güzel olurdu. Fakat mezkûr suallerden iki suale cevap olduğundan 'minha' ayrı, 'min semaratin' ayrı söylemek icap etmiştir."

Öztürk'ün kitabını (Din Sermayesinden İktidar Devşirmek: FETÖ) bizzat görmedim. Bana nakledilen bilgiyse şöyle: Öztürk, burada, Bediüzzaman'ın 'ilahî kelama ayar vermeye çalıştığını' yani "Öyle değil de böyle olsa daha güzel olurdu!" dediğini ifade ediyor. Ben böyle bir iftiradan mürşidim ve eserleri adına Allah'a sığınırım. O da, eserleri de, eserlerini tercüme eden âlim kardeşi Abdülmecid ağabey de, böyle bir iftiranın eteklerine dokunmayacağı pâk ve salih kimselerdir. Hem nur talebeleri adına da teberri ederim ki, şu ifadeyi bu şekilde anlayan, Mustafa Öztürk'ten önce, bir tane insan yoktur. Bu tamamen Öztürk'ün ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimlerine dair sahip olduğu suizannın bir neticesidir.

Zira okuyanlar bilirler ki: Bediüzzaman, o eserde, itiraz edilebilecek noktaları dillendirerek Kur'an'ın belagatındaki mucizeliği ortaya koyar. Yani muhtemel sualleri veya itirazları da anar ve onlara da cevap verir. (Kelam ulemasının eserlerinde bu ispat metoduna sık rastlanır.) Burada da yaptığı, belagat ehlince veya ilmince dile getirilmesi muhtemel bir itirazı anıp cevabını vermektir. Meseleyi bundan farklı bir şekilde anlayan bir tane insan çıkmamıştır Mustafa Öztürk'e kadar. Ki, kendisi de, suizan ve önyargılarını bir kenara bırakarak İşaratü'l-İ'caz'ın tamamını okusa, benzeri 'anış ve cevaplayışlara' sıklıkla rastlayacaktır. Hadi, üşenmeyelim, bir tanesini biz alıntılayalım:

"Evet, durub-u emsâl, malûm kaidelerdendir. Daha kısa ve muhtasar olan masdar-ı 'darbe' üzerine 'en yadribe'nin fiil sigasıyla tercihan zikredilmesi, itirazlarının menşei bizzat temsil olmayıp, 'bağuzate'nin hakareti olduğuna işarettir. Çünkü temsiller haddizatında kıymetli olup, itirazlara mahal değildirler."

Burada da görüldüğü gibi; Bediüzzaman, muhtemel kullanımlar içinde Kur'an'ın seçtiği yolun neden 'seçimlerin en hikmetlisi olduğunu' ifade ve isbat sadedinde söylemektedir böyle şeyleri. Başka bir amacı, hele hele (hâşâ) Cenab-ı Hakka belagat öğretme amacı, yoktur. Aksine; ehl-i belagata, Kur'an'ın belagatindeki mucizeliği gösterme gayretidir ona bu metinleri yazdıran. Allah insaf ve iz'an versin. Bediüzzaman'ın Kur'an'a ayar vermek gibi birşey yaptığına/yapabileceğine hayatını veya eserlerini bilen kim ihtimal verebilir?

Kaldı ki; şu eser, şimdiye kadar milyonlarca kişinin eline ulaşmıştır. Ulemasıyla veya avamıyla milyonlarca kişi şu eseri okumuş veya dersini dinlemiştir. Öztürk gelinceye kadar bir tane de mi iman ve idrak sahibi kimse çıkmamıştır da itiraz etmemiştir? Ümmete malolmuş böyle bir metne şu iftirayı yapmak, dolayısıyla, onu okumuş ve takdir etmiş bütün müslümanlara da bir iftira ve saldırı değil midir? Ben böyle şeyleri gördükçe kötü ahlakın salt ilimle giderilebilir birşey olmadığına kanaat getiriyorum. Demek 'adam' olunmadan 'bilimadamı' da olunmuyor. Allah bizi istikametten ayırmasın.

Saturday, April 30, 2016

20. Söz tarihselciliğe de şifa olabilir mi?

“Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, herbir hareket, herbir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî’nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır.” Şuaat Risalesi’nden.

Mürşidimin 20. Söz’de Kur’an kıssalarının zaman üstü boyutlarını anlattığı bölüm, sırf bir Kur’an savunusu değil, aynı zamanda bir sünnet müdafaasıdır bence. Muhtemel “Neden?” sualiniyse şöyle göğüsleyebilirim: Orada “Kur’ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor...” şeklinde aşılanan okuma biçimi sadece kıssaları ‘bütün zamanlarla konuşur’ kılmıyor. Ya? Bir bütün olarak peygamberlerin hayatlarını da ‘bütün zamanlarla konuşabilir’ hale getiriyor. (Onlar zaten konuşuyor da arkadaşım biz görmesini yeni öğreniyoruz.) Çünkü en nihayetinde o kıssaların teması peygamberlerin hayatlarıdır. Furkan’ın onları zamanlarında bırakmayıp ahirzamana taşımasıysa ‘sadece kendi çağlarıyla konuşmadıklarına’ delildir.

Evet. Elhamdülillah. Buradan kıssaların Kur’an’daki varlığına dair bir hikmet okuması daha yapılabilir: Yani belki de onlar ‘peygamber hayatlarına dönük daha zengin okuma biçimleri öğretmek için’dirler. Anmakla kıymetlerini sezdirmektedirler. Eğer o kıssaları tarihselci Mustafa Öztürk ve avanesi gibi mitoloji çamuruna bulamazsanız, bakmayacağınız bir yere kaldırmazsanız, cümle zamanlarla ilgilerini farkedebilirsiniz. Ve oradan da vahyin içinde sünnete bir delil oluşturduklarına uyanabilirsiniz. Uyanışlar peşpeşe arkadaşım. Öyle ya: Kur’an, peygamber kıssalarını böylesi ‘eskimez bir ders kaynağı’ olarak zikrediyorsa, o halde Hatemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayatı da böylesi bir muallimlikten dışlanamaz. Onun tecrübesi de nübüvvetten gelen eskimez renkten hissesiz değildir. Minhacü’s-Sünne’sinde Bediüzzaman Hazretleri şunun bir misalini ‘ehl-i beytine duyduğu muhabbet’ üzerinden ortaya koyar:

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz’î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz’î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz’î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş. Meselâ: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.”

Yani, arkadaşım, anladığımca mürşidim diyor ki burada: Efendimiz aleyhissalatuvesselam elbette Hasan ve Hüseyin’in (radyallahu anhum ecmain) dedesidir. Dedeninse torunlarını sevmesi doğaldır. Fakat sakın ıskalama! Onlara duyduğu muhabbet dahi nübüvvetinin hikmetinden hariçte değildir. Büsbütün beşerî değildir. Eğer bu sevgiyi sırf bir dede-torun muhabbeti olarak görüp tarihselci bir hapsedişe maruz bırakırsanız, o zaman Kur’an’da geçen “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez; yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor...” sırrını anlayamazsınız. Bunu sadece ‘bir aile reisinin yavruları için beslediği sevgi’ sanırsınız. Halbuki bu öyle birşey değildir. Aşkın tarafları da vardır:

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile, Âl-i Beytten çıkacak. (...) Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: ‘Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.’ Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.”

Tekrar başa dönerek toparlarsak. Kur’an ve peygamberler tarihi ilişkisi bize gösteriyor ki: Nebilerin hayatlarıyla Kur’an’ın hakikatleri arasında kopmaz bir bağ var. Tarihselcilikle vahyin aşkınlığına körleşmeden kıssaları mitoloji haline getiremeyeceğiniz gibi, aynı mitçi körleşmeyi yaşamadan sünneti de gözden düşüremezsiniz. Çağlarına hapsedemezsiniz. Hepsi birbiriyle bağlıdır. Birbirinin parçasıdır. Delilidir. Burhanıdır. Bu yüzden tarihselciler hem ‘Furkan’a hem ‘kıssalarına’ hem de ‘sünnete’ bakışlarında kendilerini tekrarlıyorlar. Aynı sığlaştırıcı tutumun etrafında dönüyorlar. Dokunduklarını güdükleştiriyorlar. Halbuki 20. Söz öğretiyor ki: Peygamber hayatları umumî kanunların uçlarıdırlar. O halde nübüvvet tesbihinin imamesi Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın tecrübesi nasıl bu kanuniyetten hariçte kalabilir? Hiç mümkün müdür yani? Neyse arkadaşım, 20. Söz ve 4. Lem’a, tarihselciliğe bir reddiye olarak da okunmayı bekliyor. Tabii becerebilirsek. Cenab-ı Hak lütfuyla yollarını kolaylaştırsın. Âmin.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...