Showing posts with label parça. Show all posts
Showing posts with label parça. Show all posts

Wednesday, March 1, 2017

Bir acemilik tedavisi olarak namaz

"Onun nesim-i zikrine beden ol ki, hayattar olasın."
Mesnevî-i Nuriye'den.

Belki bu yazı, dolu dolu bir yazı gibi gelmeyecek size, ancak sadece sizin için yazmıyorum. Unutmamak için yazdığım da oluyor. "Bir hikayeyi canlandırmak onu gerçek kılabilecek şekilde yaşamaktır!" der Daniel Quinn İsmail'de. Birşeyleri anlatmak/yazmak da onları akılda (ve belki hayatta) tutmanın güzel bir yoludur. Dile gelmeyen, yani sesten veya harften olsun bir vücuda girmeyen şeyler, varlık sahnesinden çekilmeye meyyal oluyorlar. Zaten bir vücut giymemiş olanın varlık sahasını terketmesi de kolay. Tutmak biraz da bu demek. Tutmak biraz da tutunmak demek.

Daha üst bir vücut sahasından size 'ona tutunasınız diye' bahşedileni kendi vücut sahanızda tutmaya çalışıyorsunuz yazarak. 'Batıp gitmekle' ve 'batıp gidenleri sevmemekle' yaralısınız. Tutunmaya ihtiyacınız var. Ben de tam bu nedenle, aklıma gelen, bence değerli şeyleri not alıyorum. Birazı sizin içinse birazı da benim için. İnsan yazdığına önce kendisi muhtaç değil midir? Yaptığınız hâzâ cömertlik bile olsa, vermekten, verdiğinizden önce siz faydalanmaz mısınız? İyilik yapmak, izi ruhunuzu hiç terketmeyen, bir lezzete sahip olmak sayılmaz mı? (Alan el de veren ele 'veren el' olmayı hediye etmez mi yani?)

Demek iyilik (iyilikten muradımız amel-i salihtir) yapmak da kalbe geleni cisme büründürmektir. Allah'ın gönlünüze 'hissediş' veya aklınıza 'biliş' olarak bağışladığı güzellikleri iyiliklerle/fiillerle cisme büründürürsünüz. Kalbinize şefkat bağışlanır. Yavrunuzu kucağınıza alırsınız. Kalbinize aşk bağışlanır. Onunla bir çift göze tutunursunuz. O zaman tutarsınız işte. Hem melekler defterlerinde tutarlar. O iyilik sizi bırakmaz. O tadış sizi bırakmaz. O bir çift göz sizi ölünceye kadar bırakmaz. Tıpkı kurbanın bir omuzundan başka herşeyinin fakirlere dağıtıldığını duyan Efendimiz aleyhissalatuvesselamın Aişe annemize (r.anha) dediği gibi: "Desene omuzundan gayrısı bize kaldı."

Evet, iyilik olan kaldı, olamayan gitti. Peki biz neye 'iyilik' diyoruz? Bence iyilik demekle kastettiğimiz daha çok 'bizden ötesinin varlığına yarayan' şeyler. Yolda gördüğünüz bir dilenciye para vermekle duyduğunuz ferahlık, aslında, parçanın bütüne ettiği hizmetle duyduğu ferahlıktır. Yardıma muhtaç insanlara ulaştıkça, benliğiniz, sadece kendisi için varolmadığını sezdiği için ferahlar. Tatmin olur. Kalpler ancak bütünlüğün anlamını zikrederek tatmin olur.

Tevhidî bütünlük, üzerine yaratılmış olduğumuz ve vicdanımızda bu 'üzerineliğin' sorumluluğunu hissettiğimiz bir bütünlüktür. Biz müstakil yaratılmışlıklar/parçalar değiliz. Bir büyük 'Ol'un içindeki küçük 'ol'larız. Bütün varlığı yokluktan çağıran 'kün' emrinin içindeki 'kün'cükleriz. Vahidiyetin gölgesinde halkedilmiş olmamız, parçamızı, bütünden haberdar kılıyor. Fıtratımız ve fıtrat-ı zişuur olan vicdanımız bizi uyuma çağırıyor.

Yalnız uyuma mı? Bütünün varlığına katkıda bulunmaya da çağırıyor. Anne çocuğunun hayatını korumak için neden çabalıyorsa, bir çevreci de, tabiatın üzerine yaratılmış olduğu düzeni korumaya o yüzden çabalıyor. O bütünün kendisiyle irtibatlı ve kendisinin o bütünlükten sorumlu olduğunu hissediyor. İşte ben de tam bu noktada size 5. Söz'deki şu paragrafı hatırlatmak istiyorum:

"Seferberlikte, bir taburda, biri muallem, vazifeperver, diğeri acemî, nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayınatını hiç düşünmezdi. Çünkü, anlamış ki, onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hatta indelhâce lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi talim ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa, 'Ne yapıyorsun?' 'Devletin angaryasını çekiyorum' der. Demiyor, 'Nafakam için çalışıyorum.' Diğer şikemperver ve acemi nefer ise, talime ve harbe dikkat etmezdi. 'O devlet işidir, bana ne?' derdi. Daim nafakasını düşünüp onun peşinde dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alışveriş ederdi. Birgün, muallem arkadaşı ona dedi: 'Birader, asıl vazifen talim ve muharebedir. Sen onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimad et; o seni aç bırakmaz. O onun vazifesidir. Hem sen âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der, ceza verirler. Evet, iki vazife peşimizde görünüyor. Biri padişahın vazifesidir; bazan biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir. Diğeri bizim vazifemizdir; padişah bize teshilât ile yardım eder ki, talim ve harptir.'"

Seferberlik nedir? Acemilik nedir? Angarya nedir? Talim ve harp nedir? Hepsini tek tek konuşmaya bu yazı yetmez. Fakat şu kadarcık dokunmak istiyorum kendimce: Seferberlik bütünün anlamıdır. Ve bu sözde de onu temsil eder. Kainattaki şu koplike düzen, sürekli faaliyet, hiç durmayan çalışma ve dönüşüm tıpkı bir seferberlik gibidir. Kainat bir amaç uğruna çalışan bir fabrika gibidir. Fakat onun içindeki bazı parçaların, mesela bizim, ayrıca bütün (parçasının bütünlüğü) olduklarına dair bir şuurları vardır.

Bu yetenek onlara bir hikmete binaen verilmiştir. Ve parça acemi olduğunda telaşlanır. Bir yerin acemisini, bütünün içinde, kendi menfaatini sürekli kollamasından, hem kendi adına cidden korkmasından, hem kendisini fazla kaptırmasından anlarsınız. Bir işyerine yeni başlayan elemanlar tecrübelilere göre işe daha farklı bir vurguyla sarılırlar. Tecrübelilerin (muallem ve vazifeperverlerin) aldırmadıkları şeylere dahi büyük dikkat gösterirler. Daha fazla şeyden korkar, daha fazla şey için endişelenir, daha fazla şey için gerilirler. İşyerinin, maaşları veya öğle yemeklerini düzenli verdiğini bilen bir işçi, bir dahaki ay için (veya o günün öğle yemeği için) acemi kadar telaşlanmaz. Ama o telaşlanır. Çünkü bütünle uyumunu tamamlamamıştır. Henüz sisteme adapte olamamıştır. Tecrübesi arttıkça vurgusu değişir.

Hepimiz yaşadığımız iş maceralarından bunu biliriz. Eskiden, beraber çalıştığım birisinin, kolilerin üzerine yazdığımız firma isimlerini adeta elyazısı güzelliğinde yazmaya gayret ettiğini hatırlıyorum. Ona bu işi uzattığı ve paketlemeyi geciktirdiği için kızardık. Elyazısının güzelliği içinse takdir edenimiz yoktu. (Müşterilerin de takdir mesajı yazdığını hatırlamıyorum.) Zira işimiz kolilerin müşterilere sevkedilmesiydi. Vurgumuz bunaydı. Firma isimlerinin güzel yazılmasına ihtiyaç veya rağbet yoktu. Hatta, değil isimlerin tamamı, sadece başharfleri bile olsa yetiyordu.

İşte, 5. Söz'de mürşidimin altını isabetle çizdiği gibi, insan da bu dünyanın acemisi olduğunda kendi parçasına ve parçasına önemli/hikmetli gelen şeylere titizleniyor. Varlık amacının kendisi olduğunu sanıyor. Bütüne/bütünün amacına farkındalığı az oluyor. Namazı anlatan bir sözde şu hikayeciğin bize aktarılması elbette tesadüf değil. Namaz bütünün anlamı içindir. Rızık endişesi ise parçanın varlığını devam ettirmesi için. Parça, bütünün önemini görmez olduğunda, topyekûn bir seferberlikte olduklarını unuttuğunda, kendi önem hiyerarşisine ve vurgusuna göre amel etmeye başlar. Hatta kendisinden başka 'ben'lerle savaşmaya, onları kıskanmaya, rakibi gibi görmeye koyulur.

Ancak tevhide imandır bize bütünlüğü öğreten. Namazdır, unuttuğumuz her günde, beş vakit tekrar ile bütünlüğü ve amaçlarını hatırlatan. Bize tutunmamız için bizden aşkın bir anlamı bağışlayan. Namaz kılmayan insan bu hayatın acemisidir. Çünkü bütünün ne için varolduğunu unutmaya başlar. Öyle ya, mürşidim demez mi yine, "Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder." Evet, bütünün amacını unuttukça, parçanın menfaati için onlara zulmedersin. Bencillik de budur zaten.

Friday, November 25, 2016

Parçamız hepimizi baştan çıkarabilir

Tasavvuf, bıraktığı ilmî mirasa bakıldığında, bir bilgi/marifet üretim şeklidir. İçine girildiğinde bir rıza/marifet arayış şeklidir. Hem üretilenin hem aranılanın talibi üzerinde bıraktığı etkiye bakıldığında görülen sonuçlardan ikisi huzur ve heyecandır. Yani; bu yola giren insanın, üretilmiş bilgiden istifade ederken de bizzat kendisi tecrübe ederken de, duyduğu iki şey budur. Tasavvuf mesleğince marifet yolunda ilerlenirken, kişi, elde ettiği marifetle kalbindeki boşluğu doldurur, mutmain olur ve bu tatmin hissini ziyadeleştirmeye acıkır. Bu sonuçlar, ehlini, mesleğinde daha gayretli kılar. Zevk ve şevk diye de ifade bulan bu iki şeyin tasavvuf mirasına kattıklarına paha biçilmez. Bin yıldır İslam'a ve imana yaptıkları hizmet ise ortadadır.

Peki, tasavvuf bu huzuru ve heyecanı nasıl sağlar? Kanaatimce: Tasavvufun bu alandaki başarısı onun enfüsteki başarısından kaynaklanmaktadır. İnsanın içdünyası olarak da isimlendirebileceğimiz enfüs, afakî sahaların aksine, bilgi için çok uzaklara gitmeyi gerektirmez. Hem ona ihtiyacını farketmek de öteki gibi zor olmaz. Her insan doğuştan varoluşun yaralarıyla yaralıdır ve bu yaraların kapanması için, Kur'an'da da buyrulduğu gibi, Allah'ın zikrine muhtaçtır. Yarasına iyi gelecek ilaç kendisine sunulduğunda, Bediüzzaman'ın 7. Söz'deki temsilde altını çizdiği şekilde, 'bir parça tecrübe etmesi' ikna olması için yeter.

Hadi, bunu, bir temsille azıcık daha anlaşılır kılmaya çalışalım: Hiçbir teknolojiyle teması olmayan bir köylüye suyu sevdirmek elbette ceptelefonunu sevdirmekten kolaydır. Kolaydır, çünkü ona ihtiyacının farkındadır. Doğuştan susuzlukla yaralıdır. Susuzluğun kötü birşey olduğunu ve su içmenin de bu yaraya iyi geldiğini bilmeyen insan yoktur. Ancak ceptelefonunda bu durum geçerli değildir. Misalimizdeki köylü ceptelefonunun yoksunluğuna dair hiçbir yaraya sahip değildir. Öyle bir boşluk tanımamıştır. Öyle bir sancı tecrübe etmemiştir. Elde edince ulaştıracağı faydalara inanması, suyun, hemen tecrübe edebildiği faydalarına inanmasından daha zordur. İşte tasavvuf mesleğinin diğer yollara nazaran sağladığı yüksek başarıyı biraz böyle anlayabiliriz.

Tasavvufun Kur'an ve sünnetle gelen marifetin izlerini kendinde bulmaktan hareketle ulaştırdığı marifet herkesin açlığını farkettiği yaralara merhem sürer. Merhemin iki etkisi vardır. 1) Yaralar iyileştiği için huzur duyarsınız. 2) Sair yaralarınıza deva olacak diğer merhemlerin peşine düşersiniz. Tasavvufun bu yolu Kur'an'da 'kendi nefislerinden gösterilecek deliller' ifadesiyle delillidir. Madem bu bahse dokunduk. Ayetteki ifadenin kısa bir mealini tam olarak alıntılayalım: "Biz ayetlerimizi hem âfâkta, hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyleki, onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Herşeyin üzerinde Rabbinin şahid olması yetmez mi?"

Mürşidim bu önemli bahse dair Emirdağ Lahikası'nda şunları söyler: "Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve âfâkî ile mârifet-i İlâhiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüsîde, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar..." Evet, mürşidimin de dediği gibi, en kısa, en kolay, en kuvvetli, en itminanlı yol enfüstedir. Tasavvufun ekolleşmiş/sistemleşmiş halleri olarak tarikatler de daha çok bu yolu tercih etmişlerdir.

Fakat şu suali hemen soralım: Tasavvuf tarikatlerden mi ibarettir? Bu soruya vereceğimiz cevabı kıymetli buluyorum. Çünkü böylesi içsel bir bilgiyi artık pekçokları üretiyorlar. İnsanların modern medeniyetin etkisiyle daha sık/derin yaralandığı ve psikoloji veya NLP gibi yollarla kendi yaralarına dokunmaya çalıştıkları bir zamanın çocuklarıyız. Yaralar ve merhemler artık bir piyasa. (Özellikle yayıncılıkta.) Kapitalizm onları da alıp satıyor. Satılabildiğine göre artık herkes onu üretmeye çalışıyor. Bir tarikate mensup olanlar bu bilgiyi bir usûle/sisteme (tarikatlerinin sistemine) bağlı kalarak çoğaltıyorlar. Olmayanlarımız ise... Olmayanlarımızın selameti tefekkürlerinin ehl-i sünnet istikameti içinde kalabilmesi. Fakat yanlış anlaşılmasın: Bu kıstaslar aslında tüm tarikatleri bağlıyor. Ve birçoğu zaten tarikat terbiyesi alırken bu mizanları da öğrenmiş oluyorlar. Ebubekir Sifil Hoca, Sana Dinden Sorarlar I'de diyor ki:

"Dinin temel hedefi olan 'insan-ı kâmil'i inşa etmek için üç fıkıh vazgeçilmezdir: Fıkh-ı Ekber, Fıkh-ı Zahir ve Fıkh-ı Bâtın. Bunlardan ilki akaidi, ikincisi fıkıh ilmini, üçüncüsü de tasavvufu ifade eder ve kemalin hiçbirinin ihmaline tahammülü yoktur."

Asıl korkulması gereken sanırım şu: Enfüse, yani fıkh-ı bâtına yapılan vurgu, fıkh-ı zahiriyi (amel fıkhı) veya fıkh-ı ekberi (akaidi) küçük görmeyi netice vermemeli. İnsanın kendi içdünyasında yaşadığı tatmin, bu tatminin bir duygu boyutu da olduğu için, duygulanım yapmayan bilgiye göre önemsiz görülmemeli. Onu 'işe yaramaz' saydırmamalı. Enfüsî yolun kısalığı, kolaylığı, kuvveti, itminanlı yapısı hakkı verilmesi gereken şeyler. Buraya kadar tamam. Fakat istikamet salt bu yola yapılacak bir tahşidatta mı saklı? Telvihat-ı Tis'a'da Bediüzzaman bize bunun pek de böyle olmadığını düşündürecek şeyler söylüyor:

"İşte, birinci meşrepte (yazarın notu: seyr-i enfüsîde) sülûk eden insanlar nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizap ve incizaptan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, 'şatahat' namıyla haddinden çok fazla dâvâlar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur."

Bana çokça sorulduğu için şu konuya da bu yazıda değinmek istiyorum: Bediüzzaman'ın 11. Lem'a gibi metinlerde İmam-ı Rabbanî Hazretleri gibi tasavvuf büyüklerinden alıntı yaparak seyr-i enfüsîde sünnet-i seniyyenin paha biçilmez önemini hatırlatması, bütün tarikatlere ve tasavvufa adres adres yapılan bir "Ayağınızı denk alın!" uyarısı değildir. Yani bu hataya hepsi düşüyor değildir. Hatta, özelde Türkiye'de, genelde âlem-i İslam'da, sünnet-i seniyyenin mizanlarına uygun hareket etmeyi Risale-i Nur talebelerinden daha çok önemseyen ehl-i tarikat olabilir ve vardır da... O metinlerde geçen nasihatler üzerinden "İşte ehl-i tasavvuf sünnet-i seniyyeye yeterince ittiba etmediği için Bediüzzaman Hazretleri kendi yolunu ayırmış!" diyenler hata ediyorlar. Eğer ehl-i tarikatın tamamını bu yollu suçluyorlarsa da vebal alıyorlar.

Bediüzzaman'ın o uyarısı sünnet-i seniyyeyle irtibatı zayıf veya hiç olmadan kendince bir seyr-i enfüsîde kemal arayanlara dairdir. Arızalı parçaları bütünle uyumlarını sorgulamaya davettir. İslam tarihini şöyle bir karıştırdığınızda batınî veya şii birçok sapkın ekol bulursunuz ki, bunlar da kendilerini ehl-i tasavvuf olarak tarif etmektedirler. (Hatta Hindistan gibi coğrafyalarda kendilerini bütün bütün din kaydından azâde gören tasavvuf ekolleri de oluşmuştur.) Bunların ayarları sünnetin bağlayıcılığını kabul etmediklerinden ötürü bozulmuştur. Bireysel çıkarımlar, eğer kendilerini başkalarıyla sınamazlarsa, yanılmaya yatkındırlar.

Netice şudur: Enfüsî yolun Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın tecrübelerinden istifade etmeye ihtiyacı vardır. Hiçbir seyr u süluk (küçük miraç) Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselamın öğretmenliğine yaslanmadan isabet edemez. Kaldı ki; sadece Bediüzzaman değil, dönemin aydın ve âlimlerinden pekçoğu, belki o dönemdeki bazı kem teşebbüslerden de ötürü, benzer endişeler duymuşlardır. Misalen: Hüseyin Kazım Kadri Bey de (1870-1934) Ziya Gökalp'in Tenkidi kitabında şöyle der: "Bazı kimselerin tasavvufa 'liberalizm' namını vermeleri yanlıştır. Tasavvuf, doğrudan doğruya bir mezheb-i İslamiyedir. Ve bütün akaidi bu mezhebin esaslarına uygundur." Yine bu topraklarda yaşayanlar da, 1980 sonrasında, Mevlana Celaleddin Hazretleri ve Yunus Emre şiirleri üzerinden tasavvuf-hümanizm eşitlemesi yapılmaya çalışıldığını hatırlarlar.

Özetle demek istediğim şu: Bediüzzaman'ın o eleştirilerini 'hiçbir mutasavvıfı kenarda bırakmayacak' şekilde anlayanlar çok yanlış anlıyorlar. Çünkü Bediüzzaman tasavvuf büyüklerinin birçoğuna 'mürşidim' diyen bir insandır. Ancak tasavvufu ve onun bilgi üretiş şeklini tehlikeden hali görenler de hata ediyorlar. Zira bugün de Cemalnur Sargut gibi kimi isimler vardır ki, yollarını tasavvuf içinde tarif ettikleri halde, kendilerini şeriatın mizanlarıyla yeterince bağlı görmüyoruz. Hatta biraz daha ileri gidelim: Ayetlere yeni yeni anlamlar vererek veya kendi içdünyasından yeni yeni çıkarımlarda bulunarak 1400 yıllık ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasını yanlış yolda olmakla itham edenlerin hepsi bir derece bu yarayla yaralıdır. Mutasavvıf olsun veya olmasın. Kendisine böyle desin veya demesin. Yaptığı aslında kendi keşfiyatını sünnet-i seniyyenin mizanlarının üzerine koymaktır. Parçasına kapılıp bütünle uyumunu kollamamaktır. Bunu bir nur talebesi bile yapsa iş böyledir. Arıza namda değil işlevdedir. Cenab-ı Hak bizi istikametten ayırmasın. Âmin.

Monday, October 31, 2016

Zayıflığımız kurtuluşumuzdur

"Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca." Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'dan...

Geçenlerde kederli bir dostumu güldürdüm. Bu ona da bana da çok iyi geldi. Birisine iyilik yapmak bizi de iyileştiriyor. Nasıl açıklanır? Galiba ötekimiz de aslında berikimiz. Yani öteki saydıklarımız da aslında bizim parçamız. Birisi bizi değerli bulduğunda biz de kendimizi değerli buluyoruz. Rum sûresi 21'de hatırlatılan 'kendisinde sükûn bulduğumuz eşler' hakikati bu. Birisi bizi sevmeye başladığında biz de kendimizi seviyoruz. Yani ötekini hakikatimizin delili sayıyoruz. Sakinleşiyoruz. 'Acaba'larımız azalıyor. Varoluşun hakkını verip vermediğimizle ilgili tereddütler eksiliyor. Bu halimiz bile yalnız (ve yalnızlık için) yaratılmadığımızı gösteriyor. Eğer ötekiler tarafından güzel bulunduğunda gönlüne bir güzellik geliyorsa "Onlar senin o kadar da ötekin değil!" demektir.

Tevhidin bir delili say bu söylediklerimi. Tek tek ve tesadüfen varolmuş olsaydık birbirimize bu kadar aldırmazdık. Hem aldırışımız hem alınganlığımız bir bütün oluşumuzdan. Ancak bir bütünün parçası olanlar birbirlerinden etkilenirler. Çünkü 'etkilenmek' de bir çeşit bağlanıştır. Bağlanış bütünün parçaya "Bana aitsin!" çağrısıdır. Sevdiklerin yüzünü astığında senin de dünyada bir kar yağar. Tıpkı parmağına değen iğnenin yüzünü ekşitmesi gibi.

Allah bizi bütüne en sıkı kalbimizden bağlamış. Kalbimiz bir düğüm. Tevhidî bir düğüm. O kadar çok his/bağ var ki orada! Sanki bütün âlemle ilgisi var eylemlerimizin. Ve âlemde eylenen herşeyin bize bir dahli var. Duyularımız bir bağ ise duygularımız bin bağ. Güzel olan herşeyi seviyoruz. Çirkin olan herşeyden tiksiniyoruz. Zararlı herşeyden korkuyoruz. Faydalı herşeyi arzuluyoruz. Tevhidî bütünlük bizi kalp düğümümüzden sıkıca yakalamış. Çağırıyor. "Bana aitsin!" diyor. Ait olmak güzel. Ancak etkileniyor olmak?

Bütün çok ağır. Etkilenmek eziyor bizi. Korunmanın tek yolu bencilleşmek gibi. Biz'in ben'i ezmesine karşı bulabildiğimiz tek deva. Tam o sırada acizliğimiz yetişiyor imdadımıza. Zayıflığımızı ve güç yetiremezliğimizi kabul ettikçe yükümüzü omzumuzdan atıyoruz. Bağlısı olmanın sahip olmak olmadığını farkediyoruz. Bu bağ dizginin ipi değil. Galiba ruhsal sıkıntılarımızın büyük bir kısmı da buradan geliyor. Bu arabanın direksiyonunda mıyız, yoksa arkasında mı? O mu bizi sürüklüyor, yoksa biz mi onu? Yani bu bağlanış kontrol ediş mi, yoksa kontrolüne geçiş mi? Aczini kabul etmeyen direksiyona heves ediyor. Aczini kabul ettikçe insan arabanın arka tarafına doğru ilerliyor. Bediüzzaman'ın 'acz' ve 'fakr'a dair söylediklerini bir de bu açıdan düşünmeni isterim.

Tuesday, September 27, 2016

Kendinden fazlası için ne yaptınsa kendinle hep o kalacak...

Âişe annemizden (r.anhâ) rivayet edildiğine göre: Resûl-i Ekrem’in ailesi koyun kesmişlerdi. Efendimiz aleyhissalatuvesselam bir ara “Ondan geriye ne kaldı?” diye sordu. Hz. Âişe; “Sadece bir kürek kemiği kaldı” cevabını verdi. Bunun üzerine Efendimiz; “(Desene) bir kürek kemiği hariç, hepsi duruyor!” buyurdu. (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme 35)

Kendimce, nefis düzleminde yaşanan bir hayat ve tadılan lezzetler ile mürşidimin 'kalp ve ruhun derece-i hayatı' veya 'lezzet-i ruhaniye' dediği şeyi şöyle ayırabiliyorum: Diyelim birisine dar gününde iyilik ettiniz. Çok zaruri bir ihtiyacını giderdiniz. Ondan da candan-ciğerden bir "Allah razı olsun!" aldınız. Bunun lezzeti hiç gitmiyor. Huzurlu bir lezzet bu. Bir kilo baklavayı hapır hupur yemek gibi değil. Telaşlı değil. Baklavanın lezzeti, sizin iştahınız geçince veya o bitince, terkedip gidiyor. İyiliğin lezzeti sizi terketmiyor. Çünkü orada eylenen şey kendisiyle başlayıp bitecek bir amaç uğruna eylenmedi. İyilik yaptığınızda kendinizden öte bir bütünlüğe hizmet etmiş olursunuz. Bir başkasının varlığına katkı sağlarsınız. Başkasının varlığına yapılacak katkı aynı zamanda sizden öte birşey adınadır. O parçayla varlığını devam ettiren bütün adınadır. Bencilce değildir. Bencilce olan sizle biter. Bütün adına olan hep devam eder. İyiliği abesten en çok ayıran budur bence: İyilik, bütün adına yapılandır. Abes, parça adına yapılan. Kötülük, parçalamak adına yapılan...

"İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar..." diyen mürşidimin dikkatimizi çektiği biraz da budur belki. Sen birşeyin parçasısın. Ve 'benlik' denilen parça bilincine sahipsin. Bu bilinç aynı zamanda sana kendi içinde bir bütünlük olduğunu düşündürüyor. Şuur, parçanın sahip olduğu bütünlük bilincidir. Şuursuzluk, parçanın parça olduğunun farkında olmamasıdır. İnsansın. Parçası olduğun şeyin bütünlüğünü unutmaya yatkınsın. Kendi parçanın varlığını bütünün varlığından daha önemli görmeyi seviyorsun. Seviyorsun, çünkü aynanda yansıyanı gerçekle arandaki tek bağ olarak biliyorsun. Sanıyorsun ki; aynan kırılırsa, o bağ sonsuza kadar kesilecek.

Ölüm bu yüzden korkutuyor seni. Ubudiyet, bu bağın öyle kolay kesilecek birşey olmadığını hatırlatıyor. Varlığını devam ettirebilmen için parçanda bencilleşmene gerek yok. Hodbinlik zorunlu değil. Hüdabinlik mümkün. Bütünün varlığına kendince hizmet etmen, sonsuzluğun içinde pay sahibi olman açısından, kendin kalmaktan daha gerekli ve önemli. Aynan kırılsa da aynanda yansıyanlar hep varolacak. Eğer onların varlığına bir katkı yapabildinse, aynan yüz yerinden kırılmış olsa da, sen de o varlıkla birlikte hep varolacaksın. Eğer onların anlamına iyilikle dahil olabildinse sen de o anlamla beraber yaşayacaksın. Çocuğunun hayatı annenin de hayatı olacak.

"Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir." Şuurun sayesinde bütünlüğün farkındasın. Anlamın farkında olmak, anlamın bir parçası olmaktır aynı zamanda. Ubudiyet adına yaptığın herşey sana o bütünlüğü hatırlatıyor ve seni de bir parçası kılıyor. Namaz, oruç, hac, zekat, hamd, salavat, sadaka... Hatta hep söyleyegeldiğin kelimat-ı mübareke... Hepsi, parçan için varolmadığını, 'kendinden ötede bir bütünlüğün parçası olmak için yaratıldığını' hatırlatıyor. Hepsinin manasında bu var. İbadet etmek, varoluşunu, ötende birşeyle anlamlandırmaktır. Hatta bütününü beraber anlamlandırmaktır. Enaniyet ise seni parçanda kör eder. Varlığını, varlığına hapsolmuş bir şekilde tanımlar. Peki, bundan bir kurtuluş yolu yok mudur?

"Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tetkik, 'bir âşiredir, belki bir ân-ı seyyâledir' demişler. İşte, şu sırdandır ki, bazı ehl-i velâyet, dünyanın, dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Madem böyledir. Hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak; kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! Senin için meyyit olan mazi, müstakbel, onlar için hayydır, hayattar ve mevcuttur."

O halde bütünde değerli olan şeyler biriktir. Ve seninle hep kalan lezzetlerin peşinde koş. Anlamlı şeyler yap. Anlamın lezzetini ruh saklar. Anların lezzetini nefis ancak tadar. Anları/tadışları biriktiremezsin, ama anlamı biriktirebilirsin. Ömrünü güzel anlamlara adarsan (ki bu güzel anlamların en birincisi imandır) o zaman yaşadığın hiçbirşeyi geride bırakmazsın. İbadetlerinin insanı ahirette nasıl bulacağını anlatan ayet ve hadisler aslında bunu da fısıldıyorlar: Dar gününde arkadaşın için yaptığın iyilik seni terkediyor mu ki; Allah rızası için, onun yarattığı tevhidî bütünlüğün anlamından nasiplenmek için yaptıkların seni terketsin. Ve terketmeyeceğine geçmişteki iyiliklerini her hatırladığında bizzat sen şahit oluyorsun. Bizzat içinde bir doğrulayıcı buluyorsun. Kendinden fazlası için ne yaptınsa kendinle hep o kalacak...

Tuesday, September 20, 2016

Parçalarda boğulmak (9): Laakal onbeş günde bir parça olduğunu hatırla!

Yıllar önce bir yazı serisine başlamıştım: 'Parçalarda boğulmak'tı serinin ismi. Daldıkça daldım. Bitiremedim. Zaman geçtikçe de bu parça-bütün tefekkürünün yeni yeni renklerine uyanıyorum. Son aylarda da şu renge kafa patlatıyorum: FETÖ fitnesi üzerinden geliştireceğimiz bir tefekkürle cemaatlerin/tarikatlerin bağlı olması gereken bir yasa oluşturabilir miyiz? Bunu 'devlet yasası' şeklinde düşünmüyorum. Manevî anlamda, bir tür 'kardeşlik ahdi' gibi, üzerine ittifak edebileceğimiz bir metin olarak hayal ediyorum. Bir uyarı metni. Bir bağlılık bildirisi. Bir 'dikkat edilecekler' listesi.

Altında biraraya gelebileceğimiz düsturlar. Bazı maddeler geliyor aklıma. Üzerine bir işaret koyup geçiyorum. Çoğu zaten ehl-i sünnetin mizanlarından ibaret. Temel şeyler... Bunların bir kısmına da Risale-i Nur metinlerinde (özellikle İhlas Risalesi'nde) denk geliyorum. Mesela Mucizat-ı Kur'aniye Risalesi'nin ahirinde yeralan şu kısım:

"Meselâ, bir denizde, hesapsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler."

Bediüzzaman, Mevlana Celaleddin Hazretlerinin 'körlerin fili tarifi' hikayesine benzeyen bu temsili neden anlatıyor? Metnin öncesi maksadın ne olduğunu da söylüyor bize: "Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki ihata etsin. Kur'ân'dan başka, çendan Kur'ân'dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz'î zihniyle yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefritle hakaikın muvazenesini ihlâl edip tenasübünü izale eder."

Maddelerden birisi bu olmalı gibi geliyor bana: Herkes elindekinin 'hazinenin ta kendisi olmadığını' bilmeli. Yolunun yollar içinden bir yol, mesleğinin meslekler içinde bir meslek olduğunu bilmeli. Aksi halde ne olur peki? Metnimiz cevaplıyor: "(...) herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider." Tenasüp nedir? Tenasüb bağlı oluşun (intisabın) farkedilmesiyle gelen kardeşliktir. Tenasüp uyumdur. "Güya bir taksimü'l-a'mâl hükmünde, herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmâsından yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor..."

Yaşayacağımız 'parça boğulmasından' bizi kurtaracak olan da budur: Daha yolun başında parça olduğumuzu itiraf etmek... Neden lazım bu? Belki şundan lazım: Ötekini inkar etmek 'ötekiliğin' farkında olmamaktır. Farkında olmadığınla bağlı da olamazsın. Bağlı olmadığınla uyumlu da olamazsın. Zira uyum farkındalığın ve bağlılık hissinin getirisidir. (Halay çekerken bile uyumlu kalabilmek için diğerlerinin ayaklarına bakmak ihtiyacı duyarsın.) Uyum ahengi doğurur. Ahenkse bütünü ve güzelliği.

Bizim önce şunu bir ant gibi, vird gibi, zikr gibi tekrar etmemiz gerekiyor: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra hiçbirimiz tastamamın mirasçısı olamayacağız. Onun 'bütüne ayna olabilir' varlığının aramızdan çekilmesiyle bütünün haberi de kesildi. Biz aklımızla/kalbimizle acze düştük. Bundan sonrası parçalar zamanıdır. Parçalar da parçalıklarını doğru bir şekilde icra edebilmek için bütün olmadıklarını kabul etmeye muhtaçtırlar. Cemaatlerin/tarikatlerin öncelikle bununla yüzleşmesi gerekiyor. Ve belki, müellifinin 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi de, bizi, bu hakikatle yüzleşmeye çağırıyor.

Bu cemaat asabiyetlerinin/enaniyetlerinin oluşmasını engelleyecek yegane şeydir. Kendisini parça olarak görmeyen bütünlükler asabiyetlere, kendisini parça olarak görmeyen bireysellikler ise enaniyetlere sebep olurlar. Asabiyeti kardeşlikten ayıran en önemli nüans budur. Kardeşlik daha büyük bir parçayı gördüğünde ona dahil olmaya hazır bir bütünlüktür. Asabiyet kendisinden başka/büyük bir bütün kabul etmeyen parçacılıktır. Parçasının büyümesi adına bütünün sağlığına kasteden bir kanserdir. Biraz da bu yüzden, mürşidim, 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi'nde bizi 'metbuiyete (kendisine tâbi olunmaya)' değil, 'tâbiiyete (başkasına tâbi olmaya)' çağırır:

"Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, 'El-hubbu fillâh' sırrıyla, tarik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes'uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir."

İhlas, bütüne sahip olmayı değil, bütünde parça olmayı/detay kalmayı seçenlere gözkırpıyor. Ümmet bütünü içinde erimeye hazır parçalarsak ne mutlu bize! Değilsek, bugün FETÖ'yü vuran fırtına, yarın bizi de başka şekillerde sarsabilir: "İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sünnet-i seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalâlete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur'âniyenin i'câzını gösterir."

Tuesday, May 24, 2016

Çatlaklar nasıl tedavi edilir?

İnsan olup da ayn(r)ılıkların etrafında dönmemek mümkün mü arkadaşım? Hafızanın getirisidir bu tekrar. Ruhun belirtisidir şu tavaf. Bizi ‘biz’ yapan da beni ‘ben’ yapan da o ‘biz'in ve ‘ben'in şifreleriyle kurabildiğimiz bağlardır. Elhamdülillah. Ve de bin şükür. O zaman mecburum ayn(r)ılıklarımı gezinmeye ben. Tavafım sayesinde ‘biz-ben’ bilincine sahip oluyorum çünkü. Neden küseyim? Hikmetleri hatırına barışmam gerek. Bazı yüzler ilk gördüğüm günkü gibi aklımda. Evet. Bazı kırgınlıklar aynı sızıyı saklıyor. Tamam. Ama, kabul edelim, şimdi aynı Ahmed olarak bakmıyorum onlara. Bütünle kurduğum ilgiler beni de değiştirdi. Manzarayı keşfettikçe detayları başkalaştı.

Yanlış biliyoruz. Yaşlanmak yıpranmak değildir belki de arkadaşım. Uzlaşmaktır. Uzaklaşmaktır. Resmin bütününe bakmaktır biraz daha. Evvelce canını yakan şeylere, bütünlükteki hikmetlerini farkederek, barış elini uzatmaktır. Kur’an’da buyrulduğu gibi: “Sulhte hayır vardır.” Hayır sulhle görünür çünkü. Parçalar barışmadan bütün olamazlar. Öyle ya: Düşmanlarımızla da barıştığımız birgün gelir. Her fırsatta kavga ettiğiniz o çocukla gün gelir geçmişi gülerek yâdedersiniz. Yaşlılık, vaktiyle ciddiye aldıklarınızla alay ettiğiniz, alay ettiklerinizi de ciddiye aldığınız bir süreçtir sanki. Gözler geriledikçe parçaların arasındaki uyum daha sıkı kollanır. Uyuma uyanıldıkça da detaylarla uzlaşılır.

Çocukken çocukluğumun her parçasıyla barışık değildim arkadaşım. Hatta pek tatsız bölümleri olduğunu hatırlıyorum. Fakat uzaklaştıkça güzel bulmaya başladım. Uzaklaştıkça dert hüsünleşti. Çirkinlik giderek ‘dolayısıyla güzel’ oldu. Bu, bir kısmını unutmamla ilgili olduğu kadar, bütünde ifade ettiği anlamı kavrayışımla da ilgiliydi. Yazmak uzlaştırıyormuş. Gördüm bunu. Tecrübe ederek hem de. Şunu da söyleyebilirim: Çocuklar çocukluğun hiç geçmeyecek bir devir sanıyorlar. Ama büyükler bir parçadan ibaret olduğuna uyanıyorlar. Sabır da biraz bu uyanıştan doğuyor sanki. Yaşadıklarının parça olduğunu düşünen sabredebiliyor. Bütün olduğunu sanrılayansa onda boğuluyor.

‘Güzel için’ olması, mürşidimin ifadesiyle, 'neticesi itibariyle güzel’ olması çirkini de ister istemez güzellik kılar. Dahil olduğumuzun sıfatlarından biz de istifade ederiz. Manzaraya iltifat edildiğinde en yoz kayaların dahi ondan bir hissesi vardır. Kur’an’da Musa aleyhisselama "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" diyen Hızır aleyhisselamın nazarımızı çevirdiği biraz da bu değil miydi? Bütünü sezemiyorsan parçaya nasıl sabredeceksin? Öyle ya: Birşeyin içyüzü anlamıdır aslında. Bütündeki yeridir. Özüdür. Arkadaşım buna da iyi kulak ver: İmanın en büyük 'bütünlük uyanışı’ olduğunu düşünüyorum ben bu eşikten bakınca. Yani en büyük resim imanla görülendir.

Tevhid herşeyi tek-bir manzaranın parçası kılar. O zaman hiçbirşey diğerinden kopuk olmuyor işte. Neye baksanız, Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘mana-i harfî’ye mecbur oluyorsunuz. Hepsini yaratan aynı Allah olduğuna hiçbir varlık 'isim' olamaz. Yalnız kalamaz. Sırf kendisi için bakılamaz. Kısa bir mealiyle Kur’an’da buyrulduğu gibi yahut: "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?" Sahi. Parça bütünden kopabileceğini mi sanır? 

Arkada bırakmak yok. Zamansal bütünlüğün parçasıyız hepimiz. Şecere-i kainatın dallarıyız ya da kökleriyiz. Üzerimizde kardeşliğin izleri var. Aynılığın tavafı var. Evet. Kalbinizin sızısı yüzyıl geçse de sizinle. Tamam. Ama ne mutlu ki sizinle! Onun sayesinde bütüne dahil oldunuz. Aklınızdan çıkmayanlar ruhunuza işleyenlerdir. En unutulmaz bağlarınızdır. Nakış kıpırdandığında ilmeklerini hatırlar. Kilimiyle bağ kurar. Dertlerini böyle de tasavvur edebilirsin belki: Allah, bir bütünün parçası olduğunu sana onlarla öğretti. "Nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar..." cümlesini bir de böyle düşün derim arkadaşım. Nihayetinde gökyüzü de içimize çatlaklarımızdan sızıyor. Doğurduğu ışıksa, çatlaklarda tekrara düşmenin ne tehlikesi olabilir, vesselam.

Monday, June 22, 2015

Kur'an bizi nasıl tedavi eder?

Hep iddia ederiz, ama hiç sorgulamayız: Kur'an bizi nasıl tedavi eder? Kur'an bizi 'bütüne çağırmakla ve hatırlatmakla' tedavi eder. Çünkü insan, yaratılışı hasebiyle parçada boğulucu, bütünü unutucudur. Muhakemat'ta geçen; "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir..." cümlelerinin verdiği dersin izlerini takiben farkettiğimiz, hayrın 'ancak küllî olana bakılmakla görülecek olan asıl' ve şerrin ise 'kuşatamamaktan ve parçada boğulmaktan dolayı görülen tebeî bir ilizyon' olduğu gerçeği; delil olarak sunabileceğimiz yüzlerce ayetle ve hadisle birlikte bunu söyler bize.

"Akıbet takva sahiplerinindir..." veya "Yine Ona döndürüleceksiniz..." hatırlatmalarından tutunuz, daha belki yüzlercesi/binlercesi hep 'hesaba katılmayanı anımsatma' merkezlidir. Kur'an'da geçen cennet/cehennem, haşir, mizan, hesab günü, geçmiş kavimlerin başına gelenler, adalet, gayb hatırlatmalarının tamamı aslında küllî/kapsamlı bakışa bir çağrıdır. Çünkü insan/iman, eğer bir yerde takılmışsa, ayağı sürçmüşse, yaşadığını veya eşyayı şer sanmışsa bu onun cüz'i'de boğulması ve 'takıntısını' bütünün kendisi sanmasıdır. Hatta ebeveyn hukukunu anlatan ayet bile bütünü hatırlatır bizlere: "Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer." Emrin hikmeti, ancak bütüne bakılabildikçe görülür.

Bu noktada Kur'an'ın en büyük mucizesi/tedavisi, insanın (yine Muhakemat'taki ifadesiyle) hurdebini olan aklıyla göremeyeceği bütünü net bir şekilde görmesidir. Ve insana/hayata dair her sorunsalda bizi 'farkında olmadığımız bütüne' bihakkın çağırabilmesidir. Ki mürşidim de 13. Söz isimli eserinde Kur'an'ın bu ballar balı yanını bir temsille şöyle ifade eder:

"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın en yüksek bir derece-i i'câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki: Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz'ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir.
İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde' ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.
Aynen onun gibi, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur'ân'ın tasvirine 'Maşaallah, bârekâllah' deyip, 'Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur'ân-ı Hakîm!' demişler."

Kainatın tılsımı, derine değil, bütüne bakmakla görülendir. Uyum ve ahenk ancak bütüne bakılınca görülen şeylerdir. Denge bütündedir. Smetri bütündedir. Güzellik bütündedir. Bütüne hâkim olamayanın fikri, kuşatabildiği kadarın vurgusuyla/dengesizliğiyle ifrat ve tefrite düşmekten kurtulamaz. Bence bu bizim de yabancımız bir durum değil. Herhangi bir arkadaşımıza bir taziye, bir teselli veya iyimser bir akıl vermek istesek ne yaparız? Yine bütünü hatırlatmaz mıyız? "Geçecek bunlar, merak etme!" veya "Gün doğmadan neler doğar!" veya "Sabret, bence çok güzel günler göreceksin!" gibi tesellilerimizin ve tedavilerimizin tamamı aslında birer 'bütüne çağrı' değil midir? Hatta psikoloji dediğimiz bilimdalı dahi bence tamamen buna dayanıyor. Tedaviye gelen hastaya, sorununa daha geniş bir perspektiften bakmayı öğretme meselesi bütün tedavinin içeriği... Din de bunu yapıyor.

İşte Kur'an-ı Hakîm bu noktada 'bütüne çağıranların' en hakikatlisidir. Zaten hakikat de ancak bütüne bakınca görünendir. Önceki üç yazımızda olduğu gibi bu yazıda da Ene Risalesi'nin ahirine bir atıf yapalım: Bediüzzaman neden orada Kur'an'ın ayetlerinin cilvelerini 'asansör' olarak tarif eder? İnsanın nazarını daha yukarıya kaldırıp bütünü temaşa etmesi ve dengesini kazanmasını sağladığı için olabilir mi? Zaten hak ve hakikat dediğimiz şeyler de bütünün kabulüne vabeste olan şeylerdir. Yani hakikat bilgisi dediğimiz bilgi, keşf gibi görecesi olmayan, izah ettiğinizde herkesin "Evet, bu böyledir..." dediği bilgidir. Allah'ın bir isminin Hak oluşu da varlığın işaret ettiği hakikatin O oluşundandır. Varlık, Cenab-ı Hakka dairdir. Onun hakkındadır. İşin gerçeği, doğrusu, hakkı, özü... Odur. Ondan gayrısı veya Ona dair olmayan herşey varlığın hakikatinden de sapmıştır. "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir."

Bu noktada esmaü'l-hüsnaya dair de birşeyler söyleyelim: Bence esma, onlardan bakılınca bütünlük görünen manalardır/pencerelerdir. Rahmet, hikmet, adalet, nizam vs... Bunlar bütün kainatın her köşesinde câri ve izleri okunabilen, bir yönüyle kainatı birbirine bağlamış ve bütününde rengi okunan şeylerdir. Esma tefekkürü ve bilgisi bize bu yönüyle 'bütünlüklü bakış' sağlar. Fakat esmalar arasında geçiş yapabilmek, bir esmadan diğerini görebilmek de bu bütünlüğün bir parçasıdır. Varlığı isimlerin yansımalarından müteşekkil bir bütün, isimleri ise aynı Zat'ın isimleri olmakla bir bütün olarak gördükçe insan; hem fikren, hem ruhen, hem yaşayış olarak rahatlar...

Rahatlar, çünkü uyum bütündedir. Daralmalarımız önce nazar daralmasıdır. Ene Risalesi'nin ahirine dönersek yine: Üç yol içinde ilk ikisinde ilerlemenin 'zorluk' ifade ediyor oluşu yine bunun yansıması değil midir? İnsan, Kur'an'ın ve Kur'an'ın bir nevi özeti olan esmaü'l-hüsnanın bakış açısına sahip olmazsa, hayat ona nasıl da zor gelir! Musibetler, üzerine üzerine yürümekle veya ayağına ayağına dolanmakla ilerlemesini nasıl da engeller! İntiharı isyan gibi düşünüyoruz çoğu zaman, ama bence öyle değil. Hayat sizin için tünelde taşları parçalayarak ilerlemek veya türlü engellerle mücadele edilerek alınan bir zorlu mesafe gibiyse elbette yaşamak çileli gelir. Kur'an asansörü, bizi parçanın sarsıntılarından kurtulmaya ve bütünün tedavi ediciliğine çağırıyor.

Wednesday, April 1, 2015

Hepimiz bölücüyüz!

“Kalemlerin mürekkebi kurudu. Ve sayfalar dürüldü. Sen, yakîni bir imanla, tam bir rıza ile Allah için çalışmaya muktedir olabilirsen çalış. Şayet buna muktedir olamazsan ‘hoşuna gitmeyen şeyde sabır’da çok hayır var.” Kütüb-i Sitte, Hadis No: 5836

Sirenleri Taşa Tutun’da okumuştum. Kafka yazdıklarını gösteren bir gence demiş ki: “İçlerinde çok fazla gürültü var. Çünkü daha çok gençsin.” Yaşım ilerledikçe söyleneni daha iyi anlıyorum. Çünkü cümlelerim kısalıyor. Böyle olmasını beklemezdim halbuki. Zannım aksineydi. Yani şöyle olur diyordum: İnsan olgunlaştıkça cümleleri ağırlaşır. Yükleme varmak için daha uzun yollar kullanılır. Daha bir tumtraklı olur ifadeler. Ve/veya sayısı artar. Yahut/veyahut birkaç katıyla çarpılır. O kadar güçlüdür yani. Herşeyi bir cümlede söyleyebilecek kadar güçlüdür. Daha çok manayı tutabilecek kadar güçlüdür. Bölmeyecek kadar güçlüdür. Fakat öyle değilmiş. Yorgunluk başka birşey. Yavaşlama içinde kısayolları aratan birşey. Ellerin büyürken avuçların küçülmesi.

Şahitliklerin biriken ağırlığı, tecrübenin safrası, bir bıkkınlık dünyayı değiştirememekten gelen; bunlar yazı diline ifadelerin uzunluğuyla yansımıyormuş. Evet. Yaşadıkça görüyorum. Yaşlandıkça yapıyorum. Lokmaları yutmadan önce küçültüyorum. Daha sık nefes alıyorum koştuğumda. Daha çok mola istiyor bedenim. Daha çok mola istiyor fikrim. Kelimeler zihnime yük. Ellerim küçük. Ben acizim. Nihayet farkettim.

Yalnız kalmayı özlüyorum. Sessizliği özlüyorum. Eskiden böyle değildim. Alıştım. Kabirdeki halime yaklaştım. Suskunluk sevdiriliyor bana. Yalnızlık sevdiriliyor bana. Noktalarla barışığım artık. Daha sık uğruyorlar metinlerime. Böldükçe rahatlıyorum. Aczimin bir delilidir bence bölmelerim. Bunu da, çok şükür, idrak ettim. Ve aynı zamanda, asl-ı halimi dürüstçe ifade ettiğim için böylece, rahat ettim. Kolay olan uyumlu olandır. Kolay olan fıtratına uyandır. Doğru kolaydır. Her ne ki bölmeye-bölünmeye ihtiyaçlıdır, belli ki özünde zayıf, sınırlı ve muhtaçtır. Fıtratı budur. Doğrusu budur. Uyumu mudur. Sonsuzsa bölünememesinden tanınır.

“(...) tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemtâ olan Zât-ı Zülcelâl...” Mürşidim, hem Cenab-ı Hakkın sıfatlarını tarif ederken, hem de yaratışını nazara verirken ‘bölünmezlik’ vurgusunu sık yapar: “Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât hiçbir cüz’üne hakikî mâlik olamaz.”

Arkadaşım, işte, bu bölünmezliği bugünlerde biraz daha farklı/zengin anlıyorum. Kendi bölücülüğümdeki aczin soluğu bölünmezliği bir ‘sonsuz kudret’ delili gibi okutuyor. Ve şirkin en büyük düşmanı da yine bu ‘bölünmezlik ilkesi’ oluveriyor. Neresini kesip başka bir ilaha vereceksin? Hiçbir parçası diğerinden bağımsız değil ki. Her an bir işte olan Allah, ara vermeye ihtiyacı olmayan Allah, zaten bu yüzden Allah. Yine mürşidiminden yardım alayım: “Herşey herşeyle bağlıdır. Birşey herşeysiz yapılmaz. Birşeyi halk eden herşeyi halk etmiştir. Öyleyse, birşeyi yapan Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olmak zarurîdir.” Allah dediğin ancak böyle olur. Böyle olmayan şeyler ‘ilah’ denmeye layık değildirler.

Varlığın cümlesi ezelden yazılmıştır. Hadis-i şerifte ifade buyurulduğu gibi ‘mürekkebi kurumuştur.’ Bütünlüğü Allah’ın ilmindeki kuşatılmışlığının delilidir. Kıyameti bile virgülüdür Onun, noktası değil. Ebeden devam edecek, yani hiç bölünmeyecek, cümlesinin bir virgülüdür. “Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir.” Sen bölmekle kuşatıyorsun diye, Allah, öyle yapmaya mecbur kalabilir mi? Sendeki kusur, hâşâ, Ona ulaşabilir mi?

Kendine bakarken, dilediğince aczine delil bul, ama Allah’ı kayıt altına almaya çalışma. Çünkü empati yapmak, kendini Onun yerine koymaktır, Onu anlamak değil. Onun nasıllığını anlamaksa ya Ona sormak (vahyini dinleyerek) yahut eserine bakmakla (kainatı tefekkür ederek) mümkündür. Ve arkadaşım; insan bölücüdür, akıl bölücüdür, ben/bencillik bölücüdür. Beşer kendi bölücülüğünün zararlarından Allah’a kaçar. Sağlam kalabilmek için. Sınırlarından kaçar. İmzası olan kusurdan kaçar. Şeytandan kaçar. Nefsi en temiz olanımız Aleyhissalatuvesselamın, nefsiyle başbaşa kalmama duası, hem de göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, böylesi bir korkudan besleniyor. Biz kendi bölücülüğümüzden tevhidin bütünlüğüne sığınırız. Mahluk olmamızın hudutları kaçınılmaz hale getirdiğini biliriz.

İman yalnız ‘olanlara’ değil ‘olabileceklere’ de şifadır. ‘Zalim’ ve ‘cahil’ bölücülüğümüzden evreni kurtarmanın başka çaresi yok. Yaratılmışın öz zehrinden korunmak için bütünlüğün bilgisine ihtiyacı var. Bunu farkettiğinde anlayacaksın ki, o bilgiden uzaklaştıkça, dünyanın sonunu yaklaştırıyoruz. Ve parçaladıklarımız artıyor. Ve kıyamet yaklaşıyor. Evet, insan kıyametini bir yaraymışçasına yanında taşıyor, tıpkı dendiği gibi: “Beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden bir zehirdir.”

Friday, February 6, 2015

Parçalarda boğulmak 8: Şirk parçalamaktır

"Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri (O'nun birliğini tanıyan müminler olun). Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir." Hac sûresi, 31.

20. Söz'ü düşünürken farkettiğim birşey. Belki çok matah bir yazı olmayacak, ama bir yerlere not almalıyım. Sonra uçuyor... Hz. Âdem ve İblis kıssasında görülmesi gereken yanlardan birisi bence. (Her farkındalık bir Ramazan başı sayılır, hilali gören görmeyenlere söylesin derim.) Kıssayı hatırlarsak: Hz. Âdem'deki sırra/hikmete bütün melekler secde ettiği halde şeytan etmiyor. Bunun anlamı nedir? Bediüzzaman, 20. Söz'de bu kıssanın ardında da büyük bir düstur-u küllînin, bir kanun-u umumînin ucunun saklı olduğunu söylüyor:

"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşer hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."

Bir süredir 'parçalarda boğulmak' başlıklı yazılar yazdığım ve parça ile şerrin, bütün ile hayrın arasındaki bağlantıları kolladığım için; bu kıssa da bana başka bir gülümsedi sanki. Her dikkat yeni bir penceredir. Zamanı an'lara böldüğümüz gibi farkındalığımızı da 'dikkat'lere bölebiliriz. Seriyi okuyanlar anımsayacaklar, yolculuğumuz Muhakemat'ta geçen "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. hayır küllî, şer cüz'îdir..." cümlesinden başlamıştı. Bediüzzaman, Yeni Said döneminde yazdığı eserlerde de bu cümleye yakın şeyler söylüyor:

"Hâşâ, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad BÜTÜN netâice bakar. Kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, HUSUSÎ netâice bakar. Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var; BÜTÜNÜ de güzeldir. Sû-i ihtiyarıyla BAZILARI yağmurdan zarar görse, 'Yağmurun icadı rahmet değildir' diyemez, 'Yağmurun halkı şerdir' diye hükmedemez. Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle ONUN HAKKINDA şer oldu."

Yalnız burası değil, daha evvel de alıntıladığım pekçok yerde Bediüzzaman, zihne gelen şüpheleri dağıtmak için bütüne yönlendiriyor bizi. Bütüne baktırmakla rahat ettiriyor fikrimize. Mesela son farkettiklerimden birisi, Vahdetü'l-Vücud meselesi:

"Cenâb-ı Hakkın Vâcibü'l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar."

Bazı isimlerde garkolup diğerlerine bakmazsan yine bundan ortaya çıkan bir dengesizlik oluyor demek ki. Şimdi başa dönelim, ben Hz. Âdem efendim ile İblis kıssasında yeni ne gördüm, onu diyeyim: Dikkat ediyor musun? Hz. Âdem'e bütün melekler secde etti. Yani 'meleklerin bütünlüğü' ondan yanaydı. '(...) nev-i beşere kâinatın EKSER maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşer hassalarının BÜTÜN istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham' etti, öğretti bu kıssa. Fakat bir parça, bir cüzî, bir iblis, bu kaideye uymadı. Onunla da 'o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar' edilmiş oldu. Yani 'ekser/çoğunluk' insanın yanındaydı, 'ekall/azınlık' olan insana zarar vermeye yatkındı.

Aklıma geleni diyeyim, aklına yatarsa kabul et: İnsanın bütünlüğüne hizmet eden, insanı bütüne baktıran, insanlığın bütünlüğünü koruyan bence 'melekî'dir. İnsanın parçalanmasına hizmet eden, insanı parçaya boğan, insanlığın bütünlüğünü parçalayan da 'şeytanî'dir, mevadd-ı şeriredir. Mesela zehir, mesela içki, mesela faiz, mesela zina, mesela fitne, mesela gıybet, mesela uyuşturucu, mesela iftira, mesela israf, dahası haram kılınan herşey mevadd-ı şerireye girer; çünkü bütüne değil parçaya, parçalamaya hizmet eder onlar. Ama bütünlüğü korumaya hizmet eden herşey, ki zaten varlığın ekserisi bu bütünlüğün taraftarıdır, onlar da melekîdir ve seni hayra doğru götürür. (Mesela zekat, mesela evlilik, mesela adalet, mesela amel-i salih, mesela namaz, mesela sabır...) Yine yüzümüzü yukarıda yaptığımız alıntılardan birisine dönelim:

"Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu." Yani sen bütünlüklerin şahı, padişahı olan tevhid'in bütünlüğüne aykırı olarak neyi kullanırsan, o şerre hizmet eder. Tevhid bütünlüğünü koruyan herşey ise hayırdır. Bu yönüyle zaten şirk de parçalamaktır. En büyük parçalama hareketidir. Her bir günahın özüne insen onların da 'parçalayıcılar' olduğunu görürsün. Bak alkole, bak kumara, bak faize, bak zinaya... Hepsi toplumu da, insanı da, hayatı da, o hayatın saadetini de parça parça eden şeyler değil mi? İşte Hz. Âdem efendim ile İblis'in kıssası bana bunu da anlattı: Yüzü bütüne dönük olan insana hizmet eder, yüzü parçaya bakan İblis'in tuzağıdır.



Monday, January 12, 2015

Kusurlarınla barışmak

"Hepimiz, tabağın kenarından yürümeye çalışan sinekler gibiyiz." Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı'dan...

Allah bize 'subhaniyetini/kusursuzluğunu' hatırlattıkça aslında bizi teselli ediyor. "Subhanallah!" dedikçe demek bundan rahatlıyoruz. Hûda'ya bir hediye vermiyoruz bunu söylemekle, aslında Allah'tan (hem de ne tatlı) hediyeler alıyoruz. Ne kadar ahmağız biz! "Kusursuz olan yalnız benim. Sizler yaratılmış ve dolayısıyla kusura açıksınız..." demek de var bunun içinde. Bir normalleşme bu insan için, farkedebilirse. Kibrini yenebilirse. 'Ben buyum' diyebilirse. "Senin bunları yapabileceğini biliyorum. Affıma sığın." Kur'an'da ne güzel ifadeleri var bunun. Bir tanesi şu bence: "Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez." Kusursuzluk iddiasına girme, itiraf ile Rabbine kaç.

Yazılarımın tartışılmasını severim. İğrenç bulunmasını da severim. İnsanların yazdıklarımdan ve dolayısıyla benden hoşlanmamasını da severim. ("O zat müşteridir ki, ilişmiş..." diye düşünürüm bazen. Bazen "Aman bunun 'esir alıcı' muhabbetinden zaten Allah'a sığınmalı..." derim.) Çürütülmeyi de severim. Eğer bu çürütme işlemi sağlam delillerle ve sağlam bir üslûpla yapılmışsa daha çok sevinirim. Çünkü çoğu zaman yazarken aslında kuyuya taş atan oluyorum. Ve yüz akıllının, bir zahmet, eğer akıllı oldukları iddiası yalan değilse, omuzlarının üzerindeki o şeyi kullanıp çıkarmalarını bekliyorum.

Hakikati istiyorum. Öğrenmek istiyorum. Daha keşfedilmemiş köşelerini görmek istiyorum. Delileri, Allah, 'akıllılar dalga geçsinler' diye yaratmamış; topluma kattıkları dengesizlikle diğerlerini tekrar denge arayışına soksunlar diye yaratmış. Delilik bir zıtlıktır ki, zıttına varlığını hatırlatır. Her zıtlık bir hatırlatmadır. Hatırlatma, gafletin ilacı. Kıymetini bilsen, iblisi yaratana bile teşekkür edersin bu nimeti için, iblisle sana öğrettiği sorular için.

Elbette herşeyin bir yolu/yordamı var. İnsanlar çıkarsınlar diye kuyuya elbombası atacak değiliz. Yıkmaya değil bulmaya çalışıyoruz. En azından bunu başarmaya çalışıyoruz. Nasıl söylemeli? 'Kuru üzüm çubuğu' demek tevazu değil. Daha önce de dedim: Bu bir tevhid ve gayba iman cümlesidir. Kendini kuru bulmak, tüm ıslaklığının içinde, ileride daha ıslak şeylerin vücuda geleceğini umut ettiğini gösterir. Son olmadığını, Ahir olanın Allah olduğunu bildiğini gösterir. Kadîr-i Mutlak olduğuna, senden daha sulu şeyleri de yaratabileceğine iman ettiğini gösterir. Neden herkes tevazuyu tasannu sanıyor? "Öyle değil ama öyleymiş gibi yapmış." Pardon fakat abiler/ablalar, herkes bizim kadar numaracı olmayabilir. Gerçekten öyle olduğunu düşünüyor olabilir.

Eğer kendini bütünün sahibi ve nihayeti gibi değil, bütünün parçası ve belki de bidayeti gibi görürsen, en azından 'bir parçasıyım' dersen, rahat edersin. Fıtrî olan rahat ettirir. Yaratılışın bunun üzerine. Allah kainatı ve zamana yayılmış bütün kainatları ortaksız yaratmış. Bütün onun. Ancak onun. Yalnız onun. Hep onun. Tevhid ne demek? Tevhid, "Şunu Allah yarattı, şunu da Allah yarattı, sonra şunu da Allah yarattı..." diye bir zinciri fethetmek değil. Tevhid, kendini aradan çekip (kendi 'mış gibi' mülk algını aradan çekip), geri kalanı, yani bütünü, kendin de içinde, Allah'a bırakmaktır. (Kuşattığın kadarıyla değil, kuşatamadıklarını da içine alan bir teslimiyetle.) O zaman sen bir bütünün ancak parçası olursun, müstakil olamazsın. "(...) nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâvâ eder."

Hep sorarım kendime; acaba Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, müminleri 'bir binanın tuğlaları gibi' tarif ettiğinde kastettiği yalnızca kardeşlik mi? Yoksa eşyaya bakışlarını da mı kastediyor? Bir binanın tuğlaları gibi veya bir asmanın parçaları. Nereye denk geldiği önemli değil, isterse kuru çubuğu olsun. Bütüne dahil ve dair olsun yeter. "İman bir intisabdır." Hiçbiri bütünün sahibi değil, ama bütün onlarla birlikte güzel.

Yazma meselesine geri dönelim: Yazılarıma veya yazılanlara, hiçbir zaman, 'herşeyin sonunu getirmişler' gözüyle bakmam. Hiçbir beşerî söze öyle bakamam. Son bizim olamaz, Ahir olan Allah'tır. Ama 'birşeyin parçası olabilmişler mi' şansı tanırım. Kuyuya taş atan delinin yerinde olmakla olsun, bir işe yarayabilmişler mi? Bazılarımızı Allah 'sorsunlar' diye, diğer bir kısmımızı da 'cevap bulsunlar' diye yaratmış olabilir. Ve bana da 'sormak' düşmüş olabilir. Bir cevap arıyorum. Kulluk yolda yürümektir, vuslata ermek değil. Kendi muhakememe de çok güvenmem, hafızama da. Google bakmadan yazabildiğim kaç yazı vardır acaba? İki cümlem düzgünse, bir tanesinin beli kırıktır, olabilir. "Böylesin!" derlerse, buna da itiraz etmem. Parçalarda olur böyle şeyler. Parçalık bu kusurları kaldırır. Tevbe de zaten parçanın yüzünü tekrar bütüne ve gayesine dönmesidir, tekrar uyumla dahil olmasıdır yaratılış sürecine.

Beni hiçkimse okumayabilir veya sevmeyebilir. Öldüğüm gün, belki ondan da önce, ismim insanlarca unutulabilir. Yazdığım cümlelerden hiçbirisi bir sonraki güne de çıkmayabilir. Fakat en nihayet Allah'ın huzuruna gittiğimde acaba Rabbim bana 'Ol!' emrinin içinde işgal ettiğim yer için "Bir işe yaradın!" buyuracak mı? Ah, onu bir duysam, bir bilsem bir işe yaradım, teveccühlerinizin topuna "Yürü git!" diyebilirim. Bu meselede, kendi kelimelerimle, Mevlana Celaleddin efendim gibi düşünüyorum: Ben parça oldum, ben parça oldum, ben parça oldum! Eller bütüne sahip olmakla şâd olur, ben bütününe parça olmakla şâd oldum. Subhanallah! Bütün sensin, bütünün kusursuzluğu senindir; ben ancak parçayım.

Wednesday, November 26, 2014

Parçalarda boğulmak 6: Parçanın bütüne aşkı, aşk-ı beka

Aşk-ı bekanın insana verilmesi, bir yönüyle; "Evet, Ebedînin sâdık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkînin âyine-i zîşuuru, bâkî olmak lâzım gelir..." ifadesine baksa da, diğer bir yönü de hayr ve şer algımızın kökenine bakıyor. 'Ademin şerr-i mahz, vücudun hayr-ı mahz' olduğu bir âlemde hayrı ve şerri ayıran şey; birine gidenin varlıksallığı, ötekine koşanın yokluksallığıdır. Buna yine Bediüzzaman'ın külliyatta verdiği örneklere benzer örnekler verirsem: Kangren olmuş bir uzvun kesilmesi, uzvun kesilmesi itibariyle şer gibi dursa da; diğer taraftan o vücud sahibinin varlıksallığının devamına yararı olduğu için ona hayr denilir. Yani fiil sûreten yokluksal dursa da, ondan murad olunan ve elde edilen varlığın devamıdır. Ama diğer yandan, sûreten varlıksal görünen başka bir fiilin de muradı veya varacağı yer yokluksallık/adem olursa, onun da artık sûretine bakılmaz ve neticesine göre durumu beyan edilir. Ona şer denilir. Mesela 'çok yemek' gibi.

Demek ki; bizim açımızdan hayrın ve şerrin tayini aslında fayda ve zararın tayini. Onun ardında da varlığın ve yokluğun tayini. Zarar dediğimiz şey zaten yoksunluğun ta kendisi. Neyden yoksun kalıyorsan, zarardasın. Neyin varlığına eriyorsan, kârdasın. Yani biz birşeyin varlığa veya yokluğa hizmetine göre ona hayr veya şer diyoruz. Kur'an'da beyan edilen; 'her hayrın Allah'ın elinde oluşu' hakikatini, Bediüzzaman da yine bu varlıksallık merkezinde anlar. "Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in'idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur."

Yani bütün şartların biraraya gelişiyle, tabir-i caizse 'uygun adım yürüyüşüyle' meydana gelen şeydir vücud ve hayır. O yüzden Allah'ın elindedir onun varlığı. O kadar şartı, değil uygun adım yürütmek, kuşatabilmek bile insan ilminin/iradesinin dışında kalır. Bir elma için bir kâinatın gerektiği âlemde, sivrisineğin gözü ile güneşin, pirenin midesi ile güneş sisteminin ilgisini görenler, elbette bu varlığın giderek bütünselliğe de yaklaştığını görürler. Yani hayır hem vücudî hem küllîdir. Zaten özünde vücudî olan da bütünselliğe yaklaşandır. "Hayır küllî, şer cüz'idir..." diyen Bediüzzaman bize anlatmak istediği de budur. Varlığı parçalayarak koruyamazsınız. Varlığı bütünlüğü ve bütünün uyumunu koruyarak ayakta tutabilirsiniz. Varlıktan çekilecek herhangi bir taşın, yani şerrin nasıl bir kelebek etkisine sebep olacağını kestiremezsiniz. Şirk, parçalamaktır.

Buraya aşk-ı bekadan geldik, yine ona dönelim. İnsanın varlığını korumaya kuvveleriyle olsun, aşk-ı bekası ile olsun, bu denli savaşması; onu varlık karşısında bir seçim yapmaya zorlar. Bütünsel olanı mı seçecektir, parçalayıcı olanı mı? Vücudî olanı mı seçecektir, ademi olanı mı? Her seçiminde bu soruyu sorar aslında kendine. Ki zaten İslam'ın haram ve helal dediği veyahut maruf ve münker diye bildiğimiz şeyler bunlara verilen diğer adlardır. Tevhid bütünlüğü içinde yaratılan kainatta insan o bütünü parçalamayı mı seçecektir, ki bu onun zararınadır; yoksa bütünü tevhidin hakkını vererek korumayı mı seçecektir, ki bu da onun yararınadır.

Fakat bazen olur ki, şer birşey sûreten vücudî görünür. Mesela faiz gibi. Eğer o günaha girersen malın artacak gibi gelir. Mal artımı da sonuçta bir artımdır ve onda da bir vücud görünmektedir. İşte bu noktada hikmet sana vücuda da küllî bakmayı teklif eder. "Faiz yiyenler, (kabirlerinden) ancak kendisini şeytan çarptığından deliye dönmüş bir adamın kalkışı gibi kalkarlar. Bu durum onların 'Alışveriş de faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alışverişi helal faizi ise haram kıldı!" buyuran Allah, aslında kısa bakışlarının cezasını vermiştir onlara. O an vücudî görünenle, hep vücudî olanı karıştırmışlardır çünkü. Hep vücudî olan helal olandır. Örneğin: Bediüzzaman, Lemaat isimli eserinde ribanın/faizin nasıl toplumların hercümercine sebep olduğunu, say ve sermaye mücadelesi denilen şeyin aslında bu faizciliğin bir neticesi olarak ortaya çıktığını izah eder. Demek anlık olarak alana kazandırıyor göründüren riba, biraz uzun vadeli ve kapsamlı bakıldığında, aksine, toplumsal huzur açısından kaybettirmektedir.

"Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Zekata gelelim. Zekat da faizle tam zıt bir örneği sunuyor bize. Zahiren malınızı kırka böldüğünüz, birini başkasına verdiğiniz yokluksal/parçalayıcı bir eylemdir zekat. Verdiğiniz zaman malınız eksilir. Fakat Kur'an'da ve sünnette, aksine, zekat da dahil olmak üzere, malını böylesi hayr yolunda kullananların mallarının artacağı söylenir. Bu artımı nasıl anlamalıdır? Hemen o an olacak bir artım mı? Belki 'bereket' türünden o da var. Ama onun ötesinde, yapılan şey varlıksal olduğu için, yani vücuda hizmet ettiği için, o insan kafa gözüyle görmese de toplumda o eylemin varlıksallığı yaşanır. Zekat verilen toplumlarda sınıflar arası çatışma ve gerilimin azalacağı, muhtaçların himayesinin sağlanacağı ve bu sayede yine bütüne bakan huzurda büyük bir kazanımın olacağı ortadadır.

"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir."

Hepsinin ötesinde, şimdi, nefis ve vicdan hakkında nicedir düşündüğüm birşeyi paylaşacağım sizinle. Belki daha önce de yazdım hakkında, ama bugün yine yazacağım. Bence nefsi ve vicdanı birbirinden ayıran ikisinin düşünüşlerindeki vadelerdir. Örneğin: Nefs, kısavadeli düşünür ve genelde o an kazandıran onun için varlıksaldır. O yüzden içindeki lezzetin varlıksallığına, kendisine katacağı artıya kanarak günahlara meyletmekten çekinmez. Fakat vicdan, uzunvadeli düşünür ve genelde bütünde kazandıracak olana kârlı gözüyle bakar. O yüzden bugün kazandırmış olan kötü eylemlerin bile sancısı vicdanda durur. Tabir-i caizse, vicdan bilir ki; bu iş bir gün tersine dönecek. Şimdilik varlıksal görünen asıl yüzünü gün gelip gösterecek. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir..." bu cümleyi söyleyen akıl ve vicdandır. Dünyevî hayatın devamını nefsin aceleciliği, ahiretin selametini vicdanın uzungörüşlülüğü sağlar.

Daha başka bir açıya taşıyalım meseleyi. Hisler dünyasında da bu parçalı/bütünlü, ademli/vücudlu, şerli/hayırlı ilişkinin aynen sürdüğünü düşünüyorum. Örneğin; parçaya, yani o ana bakan eylem ve hislerimiz genelde bize kaybettirir. Acele şeytandandır. Teenni ise güzel ahlaktandır. Açgözlülük kötü bir histir. Ama kanaat güzel ahlaktandır. İsraf haramdır. Ama iktisad güzel ahlaktandır. Buna sabır, öfke, hırs, hayâ gibi daha birçok şeyi ekleyebilirsiniz. Genelde beklemeyi, daha doğrusu bütünü görmeyi hedefleyen hisler, bizi doğruya götüren hislerdir. Hemen o an harekete zorlayan ve anda boğulmaya meylettiren hisler ise, kötü hislerdir.

Bu ayrımı kalbine müracaat eden herkes yapabilir gibi geliyor bana. Neyse, yazıyı uzattım. Son birkaç cümle: Aşk-ı beka ile başladık, ona dair son noktamızı koyalım. Eğer varlıksal olan hayırlı olansa, elbette âlem-i ahirette varlığımızı arttıran bu dünyada varlığımızı arttırandan daha hayırlıdır. İşte biz hayrı ve şerri böylece içimizdeki aşk-ı beka sayesinde biliyoruz. Bekaya hizmet edeni 'hayrından' tanıyoruz. Vacibü'l-Vücud, Kayyum, Samed ve Bakî olan Allah, elbette hayrın da kaynağıdır. Çünkü varoluşun da kaynağıdır. Ki takva da, amel-i salih de, iman da aslında varlıksallığımız ve bütünle uyumumuzu korumamız içindir. "İman bir intisabdır" diyen Üstadım, bahtiyar olasın, parçanın bütünle bağlanmasını (uygun adım yürümesini) daha güzel ne anlatabilirdi?



Wednesday, November 5, 2014

Mutlak vekilliğe serzenişler 4: Parça ilizyonu

Son yazıma pekçok cevap geldi. Hatta müstakil cevap yazıları gönderen kardeşler bile oldu. Güzel. Müzakere hakikatin müjdecisidir. Serinin bir önceki yazısından devamla konuşalım: Haydi, itiraz edenlerin dediği olsun, bir an için muhalif fikre hakk-ı hayat verelim: 27. Söz'ün Zeyli'ndeki; "Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki; bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envarına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ ve inikâs vardır. Mâlûmdur ki, in'ikâs ve tebâiyetle, o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir..." ifadelerini biraz makaslayarak, üstündeki ve altındaki (ve hatta metnin tamamındaki) bağlamlardan kopararak "Sohbette insibağ ve inikâs vardır" ifadesini müstakil alalım. Ve diyelim ki: "Bediüzzaman'ın da (peygamber olmamasına rağmen) sohbetine bizzat nail olmuş talebeleri, daha sonra gelecek (veya aynı zaman içinde) kendisini görememiş talebelerinden daha üst bir konumdadır." Bunu genelgeçer bir kaide olarak zikredelim ve arkasından 'mutlak vekillik' meselesini de bunun üstüne oturtalım. Hayal bu ya, devam edelim böylece düşünmeye...

Tabii bu sefer ikinci bir meraklı sual çalıveriyor kapımızı: "Peki, sohbette insibağ ve inikas varsa ve Bediüzzaman'ı bizzat görmek, göremeyenlere göre, her noktada bir üstünlük sağlıyorsa, o halde kendisi neden insanlarla görüşmek konusunda bu denli çekimser?"

Öyle ya, azıcık Tarihçe-i Hayat'ını, birazcık da lahikalarda geçen mektuplarını okuyanlar biliyorlar ki; Bediüzzaman, kendisiyle doğrudan kurulan bir bağlantı yerine, Risale metinleri üzerinden Kur'an'la kurulan bir bağlantıyı tercih ediyor. Hatta çoğu zaman ziyaretine gelenler kapısından kendisiyle görüşemeden dönüyor. Buna dair o kadar çok ifade var ki. Alıntıla alıntıla bitmez. Mesela Kastamonu Lahikası'nda diyor: "Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam hangi risaleyi açsa, benimle değil, hâdim-i Kur'an olan Üstadıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir." Ve yine Emirdağ Lahikası'nda diyor: "Onun için hatırınız kırılmasın, gücenmeyiniz. Risale-i Nur'u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek âhiret, iman, Kur'ân hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için, dünya hesabına görüşmek mânâsızdır. Âhiret, iman, Kur'ân için ise, Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış." Hatta ilginçtir, bu tarz ifadeler, Bediüzzaman'la görüşmek görece kolaylaştığı bir dönemde, yani Emirdağ hayatında (DP yönetimi baştayken) giderek artıyor.

Üstelik Bediüzzaman'ın kendi kardeşine tercih edecek kadar çok sevdiği, birinci talebem dediği Hulusi abi gibi kişiler, onunla sık görüşen kişiler de değiller. Hatta yanlış hatırlamıyorsam Hulusi abinin Üstad'la görüşmesi bir-iki veya en fazla üç kez. Bunlar da uzun kalışlar değil, aralarında uzun seneler olan bir ziyaret edip dönmeler. Fakat Bediüzzaman, onu, şahsını sık gördüğü için değil; metinlere nüfuzu ve ihlası daha fazla olduğu için beğeniyor. Beraber yıllarını geçirdiği, bizzat da ders almış (kendi kardeşi de dahil) kişilerden fazla değer veriyor.

Yine talebelerini ve onlara verdiği kıymeti inceleseniz; Bediüzzaman, dizinin dibinde, sohbetinde, insibağ ve inikasa daha yakın olanları değil; uzakta ama ihlası ve idraki daha ziyade olanları tercih ediyor muhabbette. Zaten bence Bediüzzaman'ın bir devrimidir ki, alışılagelen şeyh-mürid tarzı irşadı aşmış; metinler üzerinden, irşad olunanın doğrudan Kur'an'la muhatap olduğu bir düzeye ulaştırmıştır öğrencilerini. En azından bunu salık vermiştir, öğütlemiştir. Sahadaki sorunlar ise sahadakilerin suçudur. Metinlerin bu noktada öğütleri yeterince sık ve kat'idir.

Sadede gelirsem: Arkadaşlar, kardeşler, abiler; bu 'mutlak vekillik' meselesinde Risale metinlerini ne kadar esnetmeye çalışırsanız çalışın, ne kadar bükerseniz bükün, metinler size yardımcı olmuyor. Zor tevillere girişiyorsunuz, zorlanıyorsunuz. İki dediğinizden birisi diğerini yalanlıyor. İstediğiniz yeri kesin, istediğiniz yeri (üstünü altını görmezden gelip) alıntılayın, Bediüzzaman'ın hayatının bütününe baktığımızda, parçalarda boğulmadığınızda, hepsi boşa çıkacaktır. Bediüzzaman, kendisini bizzat görenlerin, daha sonra geleceklere nazaran daha üst bir konumda olduğunu; onların yaptıklarının veya yapacaklarının daha doğru olduğunu; bu noktada da durumlarının sahabeye benzediğini, sorgulanamayacaklarını falan hiçbir zaman söylememiştir. Bir adım ötesinde, hiçbir müceddid böyle birşey söylememiştir. Müceddidî mirasta böyle birşey yoktur. Mutlak vekillik meselesi de sizin anladığınız gibi değil, o şartlarda hizmetin akamete uğramaması için işlerin/sorumlulukların devridir. Bir makam veya konum devri değildir. Yeter artık şu abileri şeyh gibi kafamızın üstüne kaldırıp bizi korkuttuğunuz. Kendilerini seviyoruz, değerlerini takdir ediyoruz, evyallah; ama Allah aşkına, artık ağaların cebine koyacak aklımız yok bizim. Nurculara da bunu salık vermeyin. Gülencileri bu hale getiren de aynı 'sorgulayamaz' damar değil miydi?



Monday, October 27, 2014

Parçalarda boğulmak 5: Risale-i Nur'dan başka kitap okunmamalı mı?

Geçtiğimiz günlerde, Umberto Eco'nun, bir üniversitede yaptığı sunum ve ardından bu sunum üzerine yapılan tartışmalardan oluşan Yorum ve Aşırı Yorum (Can Yayınları) kitabını okudum. Hayatta tesadüf diye birşey yok. Bu kitabı okumamın 'parçalarda boğulmak' üzerine çokça kafa yorduğum bir döneme denk gelmesi tesadüfle açıklanamaz. Zira Eco da kitapta 'aşırı yorum' ismini verdiği kavram çerçevesinde metinlerdeki parçaların, metnin bütünlüğünün hilafına olarak yorumlanmasını eleştiriyordu. Yani bir okurun, okuduğu bir metni nereye kadar yorumlamaya hakkı vardı? Koşabileceği alan neydi ve nereye geldiğinde durmalıydı? Buna bir cevap arıyordu Umberto Eco sunumu boyunca.

Ona göre, 'metni kullanmak' ve 'metni yorumlamak' isimlerini verdiği iki yolda yorumcuyu, kullanıcıdan ayıran şey; yaptığı yorumun metnin bütününe aykırı olmamasıydı: "Bulunan şey, metnin metinsel tutarlılığına ve bunun ardındaki özgün bir anlam sistemine bağlı olarak söylediği şey midir, yoksa alıcıların kendi beklenti sistemlerine bağlı olarak buldukları şey midir?" Bu soruya verilecek cevap, aynı zamanda kullanıcı ile yorumcu arasındaki nüansı da verecekti bizlere. Demek ki; bütüne bakmak, parçada yapılmaya çalışılan şeyin sağlığını sınamak açısından kıymetliydi. Kitapta buna dair pekçok örnek bulunmakla birlikte, benim pek beğendiğim bir kısmı buraya alıntılamak isterim:

"İpuçlarına gereğinden çok önem verme, çoğunlukla çok belirgin öğeleri önemli olarak değerlendirme eğiliminden kaynaklanır; oysa, bu ipuçlarının belirgin olması gerçeği, bize onların çok daha iktisadi olarak açıklanabileceğini göstermelidir. Yanlış öğeyi konuyla ilgili görme konusunda bilimsel tümevarım kuramcılarının verdiği bir örnek şudur: Bir doktor, siroz rahatsızlığı olan hastalarının hepsinin düzenli olarak viski-soda, konyak-soda ya da cin-soda içtiğini fark eder ve bundan sodanın siroza yol açtığı sonucuna varırsa, yanılmış olur. Yanılmış olur, çünkü üç durumda da ortak bir başka öğenin, alkolün var olduğunu fark etmemiştir; yanılgısının ikinci bir nedeni de, yalnızca soda içen, hiç alkollü içki kullanmayan ve siroz rahatsızlığı olmayan bütün hastalarının durumlarını göz ardı etmiş olmasıdır. Bu örnek gülünç görünüyor, çünkü doktor başka yollardan açıklanabilecek birşey üzerinde durup, asıl merak etmesi gereken konu üzerinde durmuyor; bunu yapmasının nedeni ise, belirgin olan sodanın varlığını fark etmenin, alkolün varlığını fark etmekten daha kolay olmasıdır."

İşte! Arananın, bulunanı nasıl etkilediğini anlatan harika bir örnek. Hem de parça yanıltıcılığını güzel izah ediyor. Eco'nun bu örnekle dikkatimizi çektiği şeyse şu: Parçadan çıkardığınız hükmün doğruluğunu, ancak onu bütünde sınayarak anlayabilirsiniz. Hakikat, bütünün yalnızca bir köşesinde doğru olan değildir, her zaman ve her yerde doğru olandır. Genele en yakın olan doğruya 'hakikat' deriz biz. Bediüzzaman'ın 'hakikat mesleği' diyerek altını çizdiği şey de buna tekabül eder. Bireysel (veya zümresel) keşiflerden, kerametlerden, zevklerden öte; herkesin, her zaman istifade edebileceği şekilde sunulan marifet bilgisidir hakikat bilgisi. Mümkün olduğunca umumun görebileceği şekilde söylemektir burada hüner, sözü. Doktorumuz yanıldı. Çünkü içilen bir karışımken onu yalnızca soda görme kolaycılığına düşmekle parçada boğuldu. Nazarını biraz daha yukarıya kaldırsa, önce içileni karışım olarak görse, 'Daha neler varmış?' diye baksa, hatasını teşhis edebilirdi.

Aslında bu sınama metodunu Bediüzzaman da kullanıyor. Geçmiş yazılarda birkaç örneğini verdim. Burada bir tanesini daha vereyim. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) çok eşliliği meselesinde eşlerinin çokluğunu 'art niyetli' okumalarına tâbi tutanlara veya kalbine şüphe gelenlere neyi delil olarak gösteriyor Bediüzzaman? Yine Efendimizin (a.s.m.) gençliğini. Hayatının bütününü. Nasıl mı? Alıntılayalım:

"Yüzbin defa hâşâ ve kellâ! O dâmen-i muallâya şöyle pest şübehâtın eli yetişmez. Evet, onbeş yaşından kırk yaşına kadar, hararet-i gariziyenin galeyanı hengâmında ve hevesât-ı nefsaniyenin iltihabı zamanında, dost ve düşmanın ittifakıyla kemâl-i iffet ve tamam-ı ismetle Haticetü'l-Kübrâ (r.a.) gibi ihtiyarca birtek kadınla iktifa ve kanaat eden bir zâtın, kırktan sonra, yani hararet-i gariziye tevakkufu hengâmında ve hevesât-ı nefsâniyenin sükûneti zamanında kesret-i izdivaç ve tezevvücâtı, bizzarure ve bilbedâhe, nefsanî olmadığını ve başka ehemmiyetli hikmetlere müstenit olduğunu, zerre kadar insafı olana ispat eder bir hüccettir."

Bize burada gösterilen ne? Efendimizin hayatının tamamı. Neden gösteriliyor? Çünkü bu şüpheyi kalbinde duyanlar ve bu noktadan çirkin söylemler geliştirenler, parçada boğuluyoruz. Ahlaka dair geliştirdiğimiz (veya şeytanlarımızın geliştirdiği) bu çirkin argümanlar, Efendimizin (a.s.m.) yalnız ahir ömrüne dair. Halbuki onda (haşa) böyle bir ahlak bulunsaydı, sadece bu bölümüne (özellikle de bu bölümüne) tesir etmezdi. Hatta aksine, gençlikte şehvet daha kuvvetli olduğundan, o ahlakın kem izleri daha çok gençlikte görünmek lazımdı. Eğer gençlikte görünmüyor da (ki görünmemiş) ihtiyarlıkta evlilikleri artıyorsa, demektir ki bu; bu evlilikler şehveti tatmin için değildir. Başka hikmetleri vardır. Burada Bediüzzaman Hazretlerinin yaptığı da aslında parçada boğulmaktan kurtarmak bizi. Efendimizin hayatının tamamını aynı nazarla seyrettirerek parçadan çıkardığımız şeytanî argümanların sınamasını yapmak ve onları cerh etmek. Çok da başarılı bir yöntem bence.

Bu sağlamayı seviyorum. Daraldığım pekçok meselede sırat-ı müstakimi bulmama yardımcı oluyor.

Mesela bu yöntemle Risalelerde bir bölüme daha bakalım. Üzerinde en çok tartışma olan metinlerden: "Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahip ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku bulan bir hadise münasebetiyle beyan ediyorum ki, Risaletü'n-Nur hakaik-i İslamiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat'î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risaletü'n-Nur'dadır. Evet, onbeş sene yerine onbeş haftada Risaletü'n-Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye isal eder..." gibi kısımlarda, 'başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor'un bağlamından ve kayıtlarından koparılarak "Başka kitap okumaya gerek yok, Risaleler yeter!" diye Nur talebelerine dayatılır hale gelmesi, bazılarının başka eser okuyanlara 'yolundan sapmış' muamelesi yapması veya küçümsemesi nedendir?

Bunun sebebi yine bütüne bakmama bence. Bediüzzaman'ın kendi eserlerinde andığı, bazı yerlerde havale ettiği, onlarca kitaba bakmadan, yalnızca bu metnin üzerinden bir hüküm üretme, parçada boğulma. Belki de sırf bu yüzden Risale-i Nur'a kaynakça hizmeti vermiş, Bediüzzaman'ı yetiştirmiş eserlerin çok azını bugün biliyoruz ve çok azını da okumuşluğumuz var. Yukarıda alıntıladığım mektubun hangi hadise üzerine, hangi çerçevede yazıldığını anlamadan, ondan çıkarılan hüküm bütüne uyumu açısından sınanmadan bir yere varabilmemiz çok güç. Nazarımızı kaldırıp bütün külliyata o gözle bir baksak; Bediüzzaman kaç kitap okumuş, kaç kitaptan alıntı yapmış, kaç kitaba değinmiş, kaç kitaptan ismen bahsediyor, kaçına havale ediyor; bunları araştırsak... O zaman sodanın bir günahı olmadığını anlayacağız. Günah, bize parçadan çıkardığı hükmü dayatan doktorlarda. Bizim de günahımız, bütün elimizin altındayken, onunla parçayı sınamamakta.

Thursday, October 23, 2014

Ateistler nasıl argüman üretir?

'Parça' ve 'bütün' üzerine konuşmaya bir süre daha devam edelim istiyorum. Bunu istememin sebebi, serinin başından beri dikkat çekmeye çalıştığım gibi, 'hakikat' denilen o karşıkonulmaz ve tadına doyulmaz şeyin parçalardan ziyade bütüne yakın olması.

Evet. Kanaatimce: Muhakemat'taki "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir" ifadesinin verdiği derslerden birincisi 'varlıkta hayrın asıl olduğu'ysa, ikincisi de bu 'aslın küllîde görünmeye daha yatkın olduğu'dur. Farklı bir şekilde söylersek: Tebeî olan şer cüz'î'de görünmeye daha yatkındır. Yani cüz'î insanı yanıltmaya daha yatkındır. Fakat resmin bütünü bu yanılgı ihtimalini azaltır. Parçanın mutlaklaştırılması/genelleştirilmesi bu noktadan bakınca tehlikeli ilüzyonlara/aldanışlara sebebiyet verebilir.

Hakikat, bir renge garkolmak değil, bütün renkleri kuşatmaktır. Veya hepsine yukarıdan bakmaktır. Veya hepsinden hissedar olmaktır. Denge de zaten, parça üzerinde değil, bütünün kuşatıcılığıyla ve merkezini tesbit edebilmekle yakalanabilir. (Denge konulu fizik derslerini hatırlayalım liseden.) Risale-i Nur'da muvazene, muvazene-i şeriat, Kur'an'ın muvazenesi gibi ifadeleri arattığınızda ortaya çıkacak metinleri bu pencereden okumanızı da isterim. Çok ilginç şeyler söyleyecektir size.

Bu yazıyı okurken Ehl-i Sünnet mabeyninde 'imam' unvanını almaya layık görülmüş kişilerin 'daha kuşatıcı' kişiler olduğunu anımsamanızı isterim. Örneğin: Tüm mezhep imamları aynı zamanda çok sağlam bir hafızaya, bu hafızayla birlikte çok sayıda hadis ezberine ve pekçok İslamî ilimde yetkinliğe sahip kişilerdir. Salt bu ezber gücü dahi aynı mesele hakkında söylenmiş neredeyse tüm hükümleri kafalarında tutabilmelerine ve onun kuşatıcılığıyla, ifrat ve tefrite kapılmadan, dengeli/bütüncül içtihadda bulunabilmelerine imkan sağlamıştır. Allah hepsinden razı olsun. Zaten o bütüncül insanların gidişiyle âlemde 'mutlak müçtehid' de kalmamıştır.

Hatta, bunun bir adım ötesinde, belki aynı hadiseyi iki veya daha çok raviden dinlemekle onların perspektif zenginliklerine de sahip oldukları söylenebilir. Nihayetinde demek istediğim: 'İçtihadın sağlamlığı' ile de 'kuşatıcılık' arasında bir bağ var. Ümmetin kabulünü bir sağlamlık emaresi sayarsak (ki saymalıyız, ama anlık değil, zamana yayılmış olarak) bugün en çok müntesibi olan imamlar, aynı zamanda, hakikati en iyi kuşatan imamlardır. Hakikati kuşatamadığını düşündüğü bâtıl ekolleri ise, ümmet, zaman içinde bünyesinden atmıştır. Mutezilenin Abbasi desteğine, Cebriyenin Emeviye himayesine rağmen ümmet içinde beklediği rağbeti bulamaması bu türdendir. Bütüne uygun düşmeyenler, anlık parlamalar yaşatıp göz alsalar da, süreç içinde bütün tarafından dışlanır.

Peki bu denge nereden geliyor? Bu soruya cevap arayalım şimdi. Evvelemirde şunu biliyoruz: Bütünün bilgisi 'parçanın mutlaklaştırılmasına' engel olur. Yani ona bir sınır koyar ve gerçeğin tamamıymış gibi davranmamaya zorlar. Bu noktada hemen Münazarat'ta geçen bir soruyu ve mürşidimin ona verdiği cevabı da hatırlayalım:

"Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'ân'da nehiy vardır. 'Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.' (Mâide Sûresi, 51) Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?

Cevap: Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!

Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat'iyen nehy-i Kur'ânîde dahil değildir."

Görüldüğü gibi, Bediüzzaman, Kur'an'ın bir ayetinden (ve yine o ayete yönelmiş parçalı bir bakıştan) neşet eden bir soruyu, muhataplarını 'bütüne bakmaya davet ederek' cevaplamaktadır. Burada mürşidimin bütünlüğe üç seviyede baktırdığını düşünüyorum ben:

1) Dinin tamamına baktırarak gayrimüslim insanları sevmeye müsaade eden parçalarına dikkatimizi çeker: "Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!" 2) İnsanın bütünlüğüne bakmamızı ister ve küfrün onda bir parça olduğuna ve belki sirayet etmediği yerler de olabileceğine işaret eder: "Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez." 3) Zamanın bütünlüğüne dikkatimizi çeker ve ondaki değişimin 'dostluk' algımızda yaptığı oynamaya bakmamızı salık verir:

"Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır."

Bir nefes alıp şöyle bir parantez daha açalım: Parçanın mutlaklaştırılması aynı zamanda bir tuzak olarak da kullanılabilir. İnternetteki ateist paylaşımlarda göz gezdirirken farkettiğim birşey var: Kur'an, din veya Allah üzerine yapılan itirazların tamamı aslında birer parçada boğulma. Dinin bütünlüğünden habersiz bireylerin, bir ayeti mutlaklaştırarak Kur'an'ın veya şeriatın tamamını ondan ibaret gösterme çabası yapılanlar. Mesela: Tevbe sûresinin 5. ayetini, yani, "Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namaz kılar ve zekât verirlerse onları salıveriniz..." manasını "İşte İslam böyle emrettiği için bugün IŞİD var. Ve onlar tuttuklarının kafasını kesiyorlar!" şeklinde anlayıp oradan vurmaya çalışıyorlar.

Halbuki biz açıkça biliyoruz: Aynı İslam'ın, gayrimüslim hukukunu da tanımlayan, yani onların varlığını tanıyan bir içeriği olduğu için egemen olduğu topraklarda başka din mensupları da huzurla yaşayabilmişler. Yani İslam tarihi, gayrimüslimlerin katli tarihi değil, aksine farklı din mensuplarının beraber yaşayabilme tarihi. Sair dinlerin mensuplarına bunun imkanını öğretmenin tarihi. Aleyhissalatuvesselamın döneminden tutun ta Osmanlı'ya kadar her karede bu barışın izleri var.

Siz bu bütünlüğü görmeden tek ayetle bütünü açıklamaya çalışırsanız, işte bu, 'parçanın mutlaklaştırılması' tehlikesini ortaya çıkarıyor. Bugün IŞİD, bünyesindeki insanları etkilemek için bunu yaptığı gibi, din karşıtı olanlar da İslam'ı etkisizleştirmek için aynısını yapıyorlar. Âdeta düşman ikizler gibi hareket ediyorlar. Bediüzzaman'ın ahirzamanda Kur'an'ın ve sünnetin bütünlüğüne, muvazenesine, dengesine bu denli çok vurgu yapması, tüm yaşananlar eşliğinde, bugün bize daha bir anlamlı görünmüyor mu? Ezcümle: "Onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah' derler." Mesele zaten o bütünlükte bakabilmelerinde. Parçalarda boğulmamalarında. Biz buna karşı savaşıyoruz.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...