Sunday, February 12, 2012

Risale-i Nur sahiden anlaşılmıyor mu?

Olcay Yazıcı Hoca’nın, bazıları bugün rahmetli olmuş, pekçok isimle yaptığı röportajlardan oluşmuş bir kitabı var, Etkileşim Yayınları’ndan 2007 yılında yayınlanmış. İsmi; Irmaklar Sonsuza Akar... Bu kitaptaki röportajlardan birisinde rahmetli edebiyat profesörü Mehmet Kaplan’ın bir tespiti var. Diyor ki, Mehmet Kaplan Hoca orada özetle; “Bizim bu halimizin bir sebebi de okuduğumuz ortak kitapların olmaması... Bir kültür, bir hars ancak ortak okunan metinler sayesinde oluşur, gelişir. Bir toplum, ancak ortak okuduğu metinler varsa aynı dili konuşabilir. Biz bunu ihmal etmişiz. Ondan nesillerin arası kopuk...”

Bugün Ali Çolak Hoca’mın Zaman gazetesinde çıkan yazısını okurken bu cümleler geldi aklıma, bilmiyorum neden? Gerçi, yazının geneline baktığımda hak verdiğim birçok noktası olduğunu gördüm. Mesela tenkitte seviye ve insaf konusu ki, hakikaten hicran misal bir yaradır. Hatta benim yaşıtım, kuşağım birçok Nur talebesinin ciğerinde bir yaradır ki, canımız yanıyor da hiçbir şey yapamıyoruz. Maalesef, hem binler maalesef ki, ne zaman cemaat içinde böyle bir anlaşmazlık peyda olsa; bazılarımız birbirlerine kafirlerden bile amansız saldırıyorlar. Sanki memur oldukları şey suizanmış gibi davranıyorlar. O yönüyle hem Ufuk Yayınları’nın, hem Hocaefendi’yi sevenlerin yerden göğe hakları var ki, bizden şekva etsinler. Doğru, biz seviyemizi iyi belirleyemedik. Eleştirirken de hem insafsızlık ettik, hem incittik. Haklı olduğumuza inansak bile uygulamada haksızlık ettik...

Lakin bu noktalarda Ali Çolak Hoca’ya hak vermekle birlikte yazısının tamamına katılıyor değilim. Zira orada aslında yanlış bir zemin üzerine yine yanlış bir temellendirme yapılıyor. İletişim Yayınları’ndan çıkan Zaman İçinde Bediüzzaman kitabının ilk kısımlarında önemle dikkat çekildiği gibi; biz Nur talebeleri bir noktada pek fena bir hataya düşüyoruz. Karşımızda bir duruş sergileyenlerin enformasyonlarını ve kabullerini, kendi tahkiklerimizmiş gibi algılayarak üstüne kendi yorumlarımızı bina ediyoruz. Mesela orada (o kitapta) bu durum Kürt Teali Cemiyeti’ne bakışımız açısından masaya yatırılıyor ki, bence o tahlil bizim adımıza pek hazindir. Hem reddedilmezdir...

İşte burada bence Ali Çolak Hoca da bir yanlış kabulün üzerine fikrini bina ediyor. Risale-i Nur’un anlaşılmaz olduğu bizim görüşümüz değildir. Bilakis, biz aksine Risale-i Nur metinlerinin, müellifinin Muhakemat’ta söylediği gibi, dikkat olan mehirleri verilirse pek güzel açılabildiğini düşünmekteyiz. Ki nitekim Risale-i Nur metinlerinden çok güzel açılımlar, yorumlar, hakikatler devşirenlerimiz de var ve çok sayıdalar... Hem müellifinin tek başına sürgün edildiği Barla gibi bir yerden onu bütün dünyaya yayan da yine bu metinlerin fikre açık oluşu... İstifadeye medar oluşu... Eğer biz gerçekten böyle anlaşılmaz olduğunu düşündüğümüz metinler okuyor olsaydık bugün bu sayıda ve gayrette olabilir miydik? Bunu birazcık da kalbimize, vicdanımıza, kabullerimize soruyorum.

Risale-i Nur’un yeni kuşaklar tarafından anlaşılmaması meselesine gelirsek, bence bu metinlerin problemi değil, cemaatlerin problemidir. Metinlere insanları yaklaştırma açısından yeterince emek ve çaba sarf edilmediğinin göstergesidir. Bunu, en azından yaşadığım kadarıyla, Nur talebeliğinin Hocaefendi ekolünün içerisinde yaşadığım şeylerle analiz edeceğim. Allah, haksızlık etmekten korusun.

Ben ortaokul üçüncü sınıftan lise ikiye kadar Hocaefendi cemaatine bağlı ağabeylerle yakın temas içerisinde oldum. Allah razı olsun, emekleri çoktur üzerimde. Onlar sayesinde Fen Lisesini de kazandım. Fakat kader, belki nasibimin oradan olamayışı beni farklı yönlere itti. Bir dönem ciddi çalkantılar geçirdim manevi hayatımda... Cevaplayamadığım çok sorum vardı, çözülmüyorlardı. Samimi söylüyorum; ne Hocaefendi’nin kitapları, ne ağabeyler çözüm olamıyorlardı. Fakat (yıllar sonra) ne zaman ki, Kenan Demirtaş Hoca’nın bir Risale dersinde ondan kırk beş dakika Nurları dinledim; o sohbetten sonra hayatım değişti. Bütün külliyatı baştan sona okumam yaklaşık dört ayımı aldı. Okudum, okudum, okudum...

Hiç unutmuyorum, dersten çıkınca beni derse götüren ağabeyime söylediğim cümle şu olmuştu: “Risale-i Nur böyle bir kitap mıymış ya?” Hakikaten afallamıştım. Zira Hocaefendi cemaatindeki ağabeylerimle, kardeşlerimle beraberken Risale-i Nur görmek, elime almak, okumak yine nasip olmuştu; fakat hakikaten bir tek Risale-i Nur dersi görmemiştim. Bir tek kere bile Risale-i Nur metinlerinin böyle yorumlandığını dinlememiştim. Hatta Risale-i Nur metinlerinin yorumlanabildiğini, açılabildiğini bile tahmin etmemiştim. Benim için onlar sadece kitaplardı. İyi ve faydalı kitaplar. Her kitap gibi kitaplar... O kadar... Kur’an tefsiri olduklarını bile bilmiyordum. Muhtemelen bize gözetmenlik yapan ağabeyler de pek külliyat bilmiyorlardı. Sivas’ta Hocaefendi cemaatine bağlı ne kadar ev gezdim, organizasyonda bulundum; inanın anımsamıyorum, hiçbir Risale dersi görmedim, işitmedim.

Ama Allah razı olsun, Hocaefendi’nin ve başka hocalarımızın kitaplarını da okudum. Ve hakikaten, Allah hepsinden razı olsun, istifade ettiklerim de oldu. Ama kesinlikle Risale-i Nur’un öyle bir eser olabileceğinin kokusunu koklatmadılar bize. Belki istediler, kendileri de donanımlı değillerdi. Bu yüzden metinlerle aramız hep soğuk kaldı. Fakat o zamana kadar bir tek Risale-i Nur eserini alıp hitamına erdirmemiş olan ben, sadece kırk beş dakikalık bir ders sonucu, dört ay içinde külliyatı bitirdim. Şimdi bazılarını sekizinci, dokuzuncu kez okuyorum, doyamıyorum... Allah doymak bildirmesin.

Ben şimdi yaşadıklarımdan, gördüklerimden hareketle Ali Çolak Hoca’ma sormak istiyorum. Ama kardeşi gibi, kendilerini seven, ciğerine bassa oh demeyecek bir kardeşleri gibi sormak istiyorum: Hocam, siz elinde bu kadar güçlü kaynaklar olan, eğitimcilik yönü bu kadar kuvvetli bir cemaat olarak, acaba Risale-i Nur metinleri üzerinde (ama gençleri ona çıkarmaya yönelik) hiçbir çalışma yürüttünüz mü? Yani halka yönelik, gençlerin o metinlere ulaşmasına ve bir kültür birliği oluşmasına yönelik bir çalışma...

Bakınız, bugün dünyaya Türkçe konuşturarak büyük hayallerin peşinde koşmakta, hatta gerçekleştirmektesiniz. Okullarınızla neler neler başarılabileceğini hepimize göstermektesiniz. Yani anlamıyorum, dünyaya Türkçe öğretmek, Risale-i Nur’daki birkaç kelimeyi öğrenmekten/öğretmekten daha mı kolay? Yahut Türkçe bilenlerin Risale-i Nur okuması, dünyanın Türkçe konuşmasından daha mı zor?

Halbuki sizler, köklerimizle olan bağlılığımıza bizden daha düşkün, daha iştiyaklı idiniz. Hem okuduğunuz, hem yaydığınız kitaplar bunun iddiasında idiler. İnanıyorum, bunu istiyordunuz. Şimdi neden, hem de böylesi bir kitapta bu iddiadan vazgeçtiniz? Yapılmaz demiyoruz; yapamazsınız, hakkınız yok da demiyoruz; Risale-i Nur Kur’an’ın malıdır, o yüzden bütün ümmetin hakkı var. Fakat Risale-i Nur metinlerine gençleri çıkarmak adına daha muhteşem şeyler, seminerler, TV programları, olimpiyatlar yapabilecekken; neden burada böylesine kolaycılığa saptınız? Sahi beş yüz kelimenin anlamını öğretmek bu kadar zor muydu?

Burada benim üzüldüğüm birşey varsa, o da ortak konuştuğumuz bir dili, bir kitabı yavaş yavaş yitiriyor oluşumuzdan dolayıdır. Evet, haklısınız, gençler Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Ama Risale-i Nur ağır olduğu için değil, onları omuzlarına alıp Nurdan metinlere çıkarabilecek ağabeyleri olmadığı için anlamıyorlar. Kimi sadeleştirmeye kaçıyor, kimi sadece yüzünden okuyor, pek azı hakikaten bir öğretmen gibi metni izah ediyor. Size azıcık sitem etme hakkımız varsa, bunun üzerinedir. Haddim olmadan ettim, ağabeyimsiniz, hakkınızı helal edin. Fakat şu yaşananlardan cidden ciğerimiz yanıyor. Yanıyor da hiçbir ağabeyimize derdimizi anlatamıyoruz.

Monday, February 6, 2012

Dünyaya Türkçe konuşturdunuz da bir Risale-i Nur'un diline mi bizi çıkaramadınız?

Benim bu noktadaki duruşumu önceki yazılarımdan bir nebze anladınız: Kendi adıma sadeleştirmeyi doğru bulmuyorum, ama bir başkasının sadeleştirmesine de “Vay densiz, bunu neden yaptın şimdi?” tarzında bakmıyorum. Zira bu ihtiyacın dışarıdan değil, içeriden gelen bir sesin yankısı olduğunu düşünüyorum. Hal böyle olunca da hazır durum sadeleştirme yapanları düşman ilan etmek gibi bir fikri kalbime, zihnime vermiyor. Onları düşman değil, kardeş gibi görüyorum. İkisi beraber olmuyor. Zaten ben ikisini birden kalbimde istemiyorum. Kardeş bana yetiyor...

Fakat bu noktada kardeşlerimi kardeş bilmem, onlara birazcık serzenişte bulunmama mani değil. Mesela şu noktada kardeşlerime biraz kırgınım: Siz ki, tüm dünyaya Türkçe konuşturan, bunun bilmem kaç ülkede, kaç senedir tekrarını yapan, büyük büyük organizasyonlara imza atan bir cemaatsiniz. Büyüksünüz, kemiyeten de büyüksünüz, keyfiyeten de büyüksünüz. İnkâr etmiyoruz. “Kim bunlar? Daha dünkü çocuklar! Ne anlarlar?” falan demiyoruz. Sizi kesinlikle kendimizden öte görmüyoruz. Lakin böyle büyük bir güce sahip olan sizler, evet sizler, acaba bu milletin gençlerinin fikrini Risale-i Nur’un diline daha yakın bir hale getiremez miydiniz? Böyle organizasyonlar tertip edemez miydiniz? Risale-i Nur olimpiyatları düzenleyemez miydiniz? Bunun seferberliğine giremez miydiniz?

Ama hayır, bunu yapmadınız. Metni sadeleştirdiniz, yalınlaştırdınız. Bizi o semaya çıkarabilecekken, semayı aşağıya indirdiniz. Bunu yapmaya imkan sahibiydiniz halbuki... Sayınız çoktu, kaynağınız çoktu, imkanlarınız bizden kat kat çoktu. Bakınız, bunlardan dolayı sizi eleştirmiyoruz, siz bizim kardeşimizsiniz. Okullarınız var, öğrencileriniz var, dersaneleriz var. Kanallarınız, şirketleriniz, holdingleriniz var. Belki bu ülkenin en büyük eğitim organizasyonu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sonra sizin kontrolünüzde... Sizler, evet sizler, böyle bir eğitim organizasyonuna sahipken bizi neden Risale-i Nur’un semasına çıkmaya yönlendirmediniz? Neden semayı aşağıya indirdiniz? Neden buna heves ettiniz? Bu kolaycılık olmadı mı?

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir kitabını bazen beş editörle yayına hazırlıyorsunuz. O beş editör, beş kişi bir oluyorlar da metni sadeleştiremiyorlar mı? Ben kendi adıma söyleyeyim, bana Hocaefendi’nin kitapları Risale-i Nur metinlerinden daha ağır geliyor. Bazı kitaplar daha anlaşılmaz duruyor. Fakat bugüne kadar Hocaefendi’nin hiçbir kitabını sadeleştirmeye teşebbüs etmediniz. Metinler, olduğu gibi duruyor. Peki, onun kitaplarında denemediğinizi, neden bizim kıymetlimizde denediniz, canımızı yaktınız, içimize bu fitneyi saçtınız, bazılarımızı ağlattınız?

Şimdi bu çıkan yangından sizin payınıza hiçbir şey düşmez mi sanıyorsunuz? Herkes birbirine beddua ederken, gıybetini ederken, kardeş kardeşin etini dişlerken; sizin hanenize de puanlar yazılmaz mı sanıyorsunuz? Yoksa “Niyetimiz hayır” deyip teselli mi buluyorsunuz? Hayır, hayır, teselli bulmamalısınız. Şu insanların onca feryadına biriniz çıkıp; “Tamam, hata olmuş, kapağına bir dahaki sefere sadeleştirilmiş yazacağız!” bile demediniz. Belli ki, demeyeceksiniz. Ben olsam, ben kimim ki ya, ama yine de sizin yerinizde ben olsam; şu canı yananların hatrına bir iki sakinleştirici söz söyler, bir iki şeyi değiştirebileceğimi beyan ederdim. Ama yok, siz bunu da söylemediniz. Şimdi bu ateş iki tarafı da yakıyor...

Büyüğüz, güçlüyüz, kalabalığız, zenginiz diyorsunuz belki... Belki diğer kardeşlerinizi de kendinize muhtaç biliyorsunuz. Belki sizden hariç başka emanetçiler olduğunu da görmezden geliyorsunuz. Keşke böyle olmasaydınız. Böyle yapmasaydınız, bu mesele daha sakin halledilebilirdi. Daha az can yakıcı olabilirdi. Daha kavgasız, gürültüsüz olabilirdi. Herkes razı edilebilirdi. Şimdi; “Biz yaptık oldu” diyorsunuz. Oldu, evet oldu kardeşim, oldu; ama bir bak amel defterlerimize, nasıl oldu? Birbirimizin etini dişlemekte yamyamları geçtik, işte böyle oldu.

Saturday, February 4, 2012

Yakın tarihle neden hesaplaşmalıyız?

Emekli Askerî Hakim Yusuf Çağlayan, Nesil Yayınları’ndan çıkmış olan kitabı Darbeci Kuşatma’da birşeye önemle vurgu yapar: Darbeci zihniyetin kodlarına... Hatta kitabının bölümlerinden birisini (son bölümünü) bu başlık oluşturur. O bölümde Yusuf Çağlayan Hoca, olabilecek darbeleri engellemenin tek yolunun; darbeci zihniyetin arkasındaki zihnî kodlanmaların temizlenmesi sayesinde mümkün olabileceğini söyler. Hatta bunu (yani bizdeki darbecilik hastalığını) alıp Ernest Renan gibi Avrupalı düşünürlerin oluşturdukları “izm”lerle alakalandırır. Onların oluşturduğu felsefî akımların nasıl zihinleri böyle suistimallere açık hale getirdiğini anlatır...

Ben de bu noktada Yusuf Çağlayan Hoca’nın bu tespitlerine büyük haklılık veriyorum. Hatta sırf bu nedenle bile olsun yakın tarihin kirli, karanlık noktalarıyla ve onların arkasındaki zihniyetle hesaplaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu noktada Mektubat’ta da geçen; “Allah bir topluluk için hayır murad ettiğinde, onlara nefislerinin ayıplarını gösterir” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:81) hadisini çok manidar buluyorum. Evet, bizler belki de Allah’ın haklarında hayır murad ettiği o topluluğuz. Ve Allah, bugün bize, yakın tarihin karanlık noktalarıyla yani nefsimizdeki ayıplarla hesaplaşma imkanı veriyor. Kafatasları, suikastler, darbe planları, soruşturmalar hep bunu ifade ediyor...

Böyle bir hesaplaşma zihniyetin kodlarının temizlenmesi açısından mühim. Zira onlar, o karanlık olaylar, Diyarbakır’daki kafatasları, Hrant Dink suikasti; Dersim, Menemen hadiseleri ve saire aydınlatılmadıkça kodların gizli kalması, kendilerini açık etmemeleri mümkün. Bazıları, suçluların büyük bir kısmının ölmüş olduğu böylesi bir durumda eski defterleri neden tekrar be tekrar açıp, dillendirip durduğumuzu soruyor olabilirler. Onlara da bu cevabı veriyorum: “Biz bu olayları, arkasındaki zihniyetin ölmesi için kovalıyoruz. Amacımız bu... Yapmaya çalıştığımız şey; sadece Ebu Leheplerin ellerinin kırılması değil, ayette dendiği gibi ellerinin kuruması. Onları yetiştiren yatakların, membalarının kuruması, dezenfekte edilmesi...”

Hatta bu noktada yine Mektubat’ta (On Beşinci Mektup) geçen; “Sahabeler nazar-ı velayetle müfsitleri neden keşfedemediler? Ta, Hulefa-yı Raşidinin üçünün şehadetini netice verdi?” sualine Bediüzzaman’ın verdiği cevabın ikinci makamı da, bana, çok muhteşem mesajlar da içeren bir metin gibi görünüyor. Orada Üstad’ın bu olayların birkaç münafık yahudinin işi olmadığını vurgulaması, arkasında kırılan millli gurura ve fikr-i milliyeye dayanan bir zihinsel kodlamanın olduğunu söylemesi ve hatta o münafıklar bilinseydi bile bu yaranın ıslahının mümkün olmadığını belirtmesi çok manidar geliyor... Ki aynı paragrafta Üstad Hazretleri şöyle bir cümle de kullanıyor:

“Demek, o hadisatın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa, bir iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.”

İşte arkadaşlar, biz de bunu yapmaya çalışıyoruz. Yani bugün bu yakın tarih hesaplaşmalarıyla bir zihniyet, bir zehirli ortam kurutulmaya çalışılıyor. Kem neticeler ve kötü sonuçlar ortaya konularak o fikrî arkaplan öldürülmeye gayret ediliyor. Bu nedenle bizim de yakın tarihin hataları üzerinde bu kadar tahdişat yapmamız garip görülmesin. Bu olaylar sadece bir Ogün Samast, bir İsmet İnönü, bir Mustafa Muğlalı, bir Mustafa Kemal hadiseleri değil. Arkasında ve arkalarında ıslah edilmesi gereken muhtelif efkâr var. Dehşetli ekoller var, herdem böyle neticeler vermeye münbit zeminler var. Zihinlerle savaşalım, kişilerle değil.

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...