Showing posts with label Risale-i Nur'u sadeleştirme. Show all posts
Showing posts with label Risale-i Nur'u sadeleştirme. Show all posts

Wednesday, February 15, 2012

Sayısal üstünlük yeterli mi?

Sadeleştirme tartışmaları sürerken şaşırdığım şeylerden birisi de “kemiyet” ve “keyfiyet” arasındaki farkı çok iyi bilmesi gereken kardeşlerimin sayısal üstünlüğü bir ihlas delili olarak kullanmaları... Evet, teveccüh-ü nas bir noktada Allah’ın rızasına bir delil oluşturabilir, ancak bu fert tarafından ancak ümit edilebilir ve bunun ihtimali ile insan kalben avunabilir. Ufkuna çöken yeisin eleminden kurtulabilir. Yoksa bunu kesin çizgilerle ve başkasına dayatır bir şekilde iddiayla söyleyemez. “Siz başarısız oldunuz, yapamadınız, bakınız sayınız az. Biz haklıydık, yaptık, bakınız sayımız çok!” tarzı bir taarruz (belki bir savunma) geçmiş peygamberlerden ve ümmetlerinin azlığından verilen küçücük örneklerle pek çabuk çürütülebilir. Fakat ne yazık ki, Yirminci Lem’a’yı yüz kere okumuş Nur talebeleri arasında bile bu sayısal üstünlük meselesi hâlâ tefevvuk vesilesi olarak kullanılabiliyor.

Mesela bir grup, sayısının çok oluşunu ve dünyanın dört bir yanına dağılmasını, diğerlerine göre, hizmeti ve metodolojisini daha iyi anlama ve uygulama neticesi olarak görebiliyor. Olabilir... Bunu, onların kalplerindeki hiss-i şahsî veya akıllarındaki kanaat-i şahsiye olarak düşünüp müdahale etmiyorsunuz, zaten etmemelisiniz. Kalabilir... Ancak bu insanlar kalplerinde durması gerekeni artık kalplerinde tutmayı bırakarak bir gurur gibi, bir enaniyet gibi kardeşlerine karşı onunla böbürleniyorlar, hatta her fırsatta ezme vesilesi olarak kullanıyorlar, üstünlük dava ediyorlar. İhlas Risalesi’ndeki ifadeyle gıpta damarlarını en ayarsız şekilde tahrik ediyorlar... Yani, enteresan ve hazindir, kişisel ihlaslarında hiçbir sorun yokken, hatta maşaallahları varken, cemaat söz konusu olduğunda o ihlası ayaklarının altı yapabiliyorlar...

Bunun çok örneğini gördüm, yaşadım. Pekçok benzeri de sadeleştirme konusunda yaşanıyor... Hatta sadeleştirme işini yapan gruptan konuştuğum birisi, duyulan tepkilerden teessürümü izah ederken bana şuna benzer birşey söyledi: “Tepkiler boş. Şimdi bu kitaplar yok satıyor. Ben de alıp arkadaşlarıma dağıtacağım. Onların yaptıkları bizi etkilemez. Biz yine başarırız!” Doğru söylüyor, diğer cemaatlerin sayısı düşünüldüğünde hakikaten bu tepki onların gücündeki bir cemaati etkilemez. Ama biraz derunî düşününce tepki gösterenler arasında Bediüzzaman’ın bizzat hizmetinde bulunmuş insanların olması, birazcık duygulanmamıza; “Acaba bu meseleyi daha farklı çözebilir miydik?” diye düşünmemize vesile olamaz mı? Yani sadece bu kadarlık bir hislenme, bir duygulanma... Yapamaz mı? Ama yok, o kardeşimin suretine baktım. Sanki o tepkilere rağmen bu kitabın çok satıyor oluşuyla ayrıca övünüyor gibiydi. Daha da keyiflenmişti.

Kitapların satılması, okunması elbette güzel. Fakat hiçbir kitabın satışı bir tefevvuk vesilesi değil. Yani şöyle fitneli bir meselede başarılı olmak, başaramamak bence hiç ehemmiyetli değil. Zira böyle bir kavganın kazananı olmaz. Şu şahit olduğumuz şey, sanıyorum Nur talebeliğinin birkaç ekolü arasında ciddi bir kırılmadır. Zannetmiyorum ki, bu yara kolay sarılsın. Belki Hocaefendi güzel bir açıklama yapsa, belki... Ha, şu da yanıltmasın: Belki Hocaefendi cemaatinin gücünden dolayı bir kısım Nur talebeleri bu işe kısık sesli tepkiler verebilirler. Ekonomik çıkarlar susturucu bir etki yapabilir. Fakat emin olun, bunlar söylenmeye, gıybet edilmeye, insanlar konuşmaya ve kınamaya devam edecekler. Keşke Nur talebeleri olarak dünya ile kurduğumuz diyaloğun onda birini kendi aramızda farklı fraksiyonlar arasında kurabilseydik. Ama ne gezer... Dünyayı ıslaha çıkmışız, daha nefsimizi ıslah edememişiz. Herkesle maşaallah diyaloğumuz var, kendi içimizde sıfır... Ne yapalım, kader böyleymiş(!)

Sunday, February 12, 2012

Risale-i Nur sahiden anlaşılmıyor mu?

Olcay Yazıcı Hoca’nın, bazıları bugün rahmetli olmuş, pekçok isimle yaptığı röportajlardan oluşmuş bir kitabı var, Etkileşim Yayınları’ndan 2007 yılında yayınlanmış. İsmi; Irmaklar Sonsuza Akar... Bu kitaptaki röportajlardan birisinde rahmetli edebiyat profesörü Mehmet Kaplan’ın bir tespiti var. Diyor ki, Mehmet Kaplan Hoca orada özetle; “Bizim bu halimizin bir sebebi de okuduğumuz ortak kitapların olmaması... Bir kültür, bir hars ancak ortak okunan metinler sayesinde oluşur, gelişir. Bir toplum, ancak ortak okuduğu metinler varsa aynı dili konuşabilir. Biz bunu ihmal etmişiz. Ondan nesillerin arası kopuk...”

Bugün Ali Çolak Hoca’mın Zaman gazetesinde çıkan yazısını okurken bu cümleler geldi aklıma, bilmiyorum neden? Gerçi, yazının geneline baktığımda hak verdiğim birçok noktası olduğunu gördüm. Mesela tenkitte seviye ve insaf konusu ki, hakikaten hicran misal bir yaradır. Hatta benim yaşıtım, kuşağım birçok Nur talebesinin ciğerinde bir yaradır ki, canımız yanıyor da hiçbir şey yapamıyoruz. Maalesef, hem binler maalesef ki, ne zaman cemaat içinde böyle bir anlaşmazlık peyda olsa; bazılarımız birbirlerine kafirlerden bile amansız saldırıyorlar. Sanki memur oldukları şey suizanmış gibi davranıyorlar. O yönüyle hem Ufuk Yayınları’nın, hem Hocaefendi’yi sevenlerin yerden göğe hakları var ki, bizden şekva etsinler. Doğru, biz seviyemizi iyi belirleyemedik. Eleştirirken de hem insafsızlık ettik, hem incittik. Haklı olduğumuza inansak bile uygulamada haksızlık ettik...

Lakin bu noktalarda Ali Çolak Hoca’ya hak vermekle birlikte yazısının tamamına katılıyor değilim. Zira orada aslında yanlış bir zemin üzerine yine yanlış bir temellendirme yapılıyor. İletişim Yayınları’ndan çıkan Zaman İçinde Bediüzzaman kitabının ilk kısımlarında önemle dikkat çekildiği gibi; biz Nur talebeleri bir noktada pek fena bir hataya düşüyoruz. Karşımızda bir duruş sergileyenlerin enformasyonlarını ve kabullerini, kendi tahkiklerimizmiş gibi algılayarak üstüne kendi yorumlarımızı bina ediyoruz. Mesela orada (o kitapta) bu durum Kürt Teali Cemiyeti’ne bakışımız açısından masaya yatırılıyor ki, bence o tahlil bizim adımıza pek hazindir. Hem reddedilmezdir...

İşte burada bence Ali Çolak Hoca da bir yanlış kabulün üzerine fikrini bina ediyor. Risale-i Nur’un anlaşılmaz olduğu bizim görüşümüz değildir. Bilakis, biz aksine Risale-i Nur metinlerinin, müellifinin Muhakemat’ta söylediği gibi, dikkat olan mehirleri verilirse pek güzel açılabildiğini düşünmekteyiz. Ki nitekim Risale-i Nur metinlerinden çok güzel açılımlar, yorumlar, hakikatler devşirenlerimiz de var ve çok sayıdalar... Hem müellifinin tek başına sürgün edildiği Barla gibi bir yerden onu bütün dünyaya yayan da yine bu metinlerin fikre açık oluşu... İstifadeye medar oluşu... Eğer biz gerçekten böyle anlaşılmaz olduğunu düşündüğümüz metinler okuyor olsaydık bugün bu sayıda ve gayrette olabilir miydik? Bunu birazcık da kalbimize, vicdanımıza, kabullerimize soruyorum.

Risale-i Nur’un yeni kuşaklar tarafından anlaşılmaması meselesine gelirsek, bence bu metinlerin problemi değil, cemaatlerin problemidir. Metinlere insanları yaklaştırma açısından yeterince emek ve çaba sarf edilmediğinin göstergesidir. Bunu, en azından yaşadığım kadarıyla, Nur talebeliğinin Hocaefendi ekolünün içerisinde yaşadığım şeylerle analiz edeceğim. Allah, haksızlık etmekten korusun.

Ben ortaokul üçüncü sınıftan lise ikiye kadar Hocaefendi cemaatine bağlı ağabeylerle yakın temas içerisinde oldum. Allah razı olsun, emekleri çoktur üzerimde. Onlar sayesinde Fen Lisesini de kazandım. Fakat kader, belki nasibimin oradan olamayışı beni farklı yönlere itti. Bir dönem ciddi çalkantılar geçirdim manevi hayatımda... Cevaplayamadığım çok sorum vardı, çözülmüyorlardı. Samimi söylüyorum; ne Hocaefendi’nin kitapları, ne ağabeyler çözüm olamıyorlardı. Fakat (yıllar sonra) ne zaman ki, Kenan Demirtaş Hoca’nın bir Risale dersinde ondan kırk beş dakika Nurları dinledim; o sohbetten sonra hayatım değişti. Bütün külliyatı baştan sona okumam yaklaşık dört ayımı aldı. Okudum, okudum, okudum...

Hiç unutmuyorum, dersten çıkınca beni derse götüren ağabeyime söylediğim cümle şu olmuştu: “Risale-i Nur böyle bir kitap mıymış ya?” Hakikaten afallamıştım. Zira Hocaefendi cemaatindeki ağabeylerimle, kardeşlerimle beraberken Risale-i Nur görmek, elime almak, okumak yine nasip olmuştu; fakat hakikaten bir tek Risale-i Nur dersi görmemiştim. Bir tek kere bile Risale-i Nur metinlerinin böyle yorumlandığını dinlememiştim. Hatta Risale-i Nur metinlerinin yorumlanabildiğini, açılabildiğini bile tahmin etmemiştim. Benim için onlar sadece kitaplardı. İyi ve faydalı kitaplar. Her kitap gibi kitaplar... O kadar... Kur’an tefsiri olduklarını bile bilmiyordum. Muhtemelen bize gözetmenlik yapan ağabeyler de pek külliyat bilmiyorlardı. Sivas’ta Hocaefendi cemaatine bağlı ne kadar ev gezdim, organizasyonda bulundum; inanın anımsamıyorum, hiçbir Risale dersi görmedim, işitmedim.

Ama Allah razı olsun, Hocaefendi’nin ve başka hocalarımızın kitaplarını da okudum. Ve hakikaten, Allah hepsinden razı olsun, istifade ettiklerim de oldu. Ama kesinlikle Risale-i Nur’un öyle bir eser olabileceğinin kokusunu koklatmadılar bize. Belki istediler, kendileri de donanımlı değillerdi. Bu yüzden metinlerle aramız hep soğuk kaldı. Fakat o zamana kadar bir tek Risale-i Nur eserini alıp hitamına erdirmemiş olan ben, sadece kırk beş dakikalık bir ders sonucu, dört ay içinde külliyatı bitirdim. Şimdi bazılarını sekizinci, dokuzuncu kez okuyorum, doyamıyorum... Allah doymak bildirmesin.

Ben şimdi yaşadıklarımdan, gördüklerimden hareketle Ali Çolak Hoca’ma sormak istiyorum. Ama kardeşi gibi, kendilerini seven, ciğerine bassa oh demeyecek bir kardeşleri gibi sormak istiyorum: Hocam, siz elinde bu kadar güçlü kaynaklar olan, eğitimcilik yönü bu kadar kuvvetli bir cemaat olarak, acaba Risale-i Nur metinleri üzerinde (ama gençleri ona çıkarmaya yönelik) hiçbir çalışma yürüttünüz mü? Yani halka yönelik, gençlerin o metinlere ulaşmasına ve bir kültür birliği oluşmasına yönelik bir çalışma...

Bakınız, bugün dünyaya Türkçe konuşturarak büyük hayallerin peşinde koşmakta, hatta gerçekleştirmektesiniz. Okullarınızla neler neler başarılabileceğini hepimize göstermektesiniz. Yani anlamıyorum, dünyaya Türkçe öğretmek, Risale-i Nur’daki birkaç kelimeyi öğrenmekten/öğretmekten daha mı kolay? Yahut Türkçe bilenlerin Risale-i Nur okuması, dünyanın Türkçe konuşmasından daha mı zor?

Halbuki sizler, köklerimizle olan bağlılığımıza bizden daha düşkün, daha iştiyaklı idiniz. Hem okuduğunuz, hem yaydığınız kitaplar bunun iddiasında idiler. İnanıyorum, bunu istiyordunuz. Şimdi neden, hem de böylesi bir kitapta bu iddiadan vazgeçtiniz? Yapılmaz demiyoruz; yapamazsınız, hakkınız yok da demiyoruz; Risale-i Nur Kur’an’ın malıdır, o yüzden bütün ümmetin hakkı var. Fakat Risale-i Nur metinlerine gençleri çıkarmak adına daha muhteşem şeyler, seminerler, TV programları, olimpiyatlar yapabilecekken; neden burada böylesine kolaycılığa saptınız? Sahi beş yüz kelimenin anlamını öğretmek bu kadar zor muydu?

Burada benim üzüldüğüm birşey varsa, o da ortak konuştuğumuz bir dili, bir kitabı yavaş yavaş yitiriyor oluşumuzdan dolayıdır. Evet, haklısınız, gençler Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Ama Risale-i Nur ağır olduğu için değil, onları omuzlarına alıp Nurdan metinlere çıkarabilecek ağabeyleri olmadığı için anlamıyorlar. Kimi sadeleştirmeye kaçıyor, kimi sadece yüzünden okuyor, pek azı hakikaten bir öğretmen gibi metni izah ediyor. Size azıcık sitem etme hakkımız varsa, bunun üzerinedir. Haddim olmadan ettim, ağabeyimsiniz, hakkınızı helal edin. Fakat şu yaşananlardan cidden ciğerimiz yanıyor. Yanıyor da hiçbir ağabeyimize derdimizi anlatamıyoruz.

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...