Showing posts with label Fethullah Gülen Hocaefendi. Show all posts
Showing posts with label Fethullah Gülen Hocaefendi. Show all posts

Wednesday, February 29, 2012

Dersi yapanın hiç mi suçu yok?

Bir önceki yazımızda Risale-i Nur deslerindeki derinlik konusuna bir nebze değindik. Bugün de aynı konu üzerinde birazcık sarf-ı kelam etmek niyetindeyim, fakat öncesinde çok sevdiğim bir kardeşimin eleştirisine cevap vermem gerek. Zira eleştirisindeki özen ve incelik cevap verilmeyi hakediyor. Diyor ki o kardeşim; “Tamam, Risale derslerinin geliştirilmesi lazım. Fakat derslerden istifade edemeyişiniz biraz da ihlassızlığınızdan olamaz mı?” Evet, özetle söylediği bu... Gerçi yazımda ağabeylere yaptığım serzenişi de insafsız bulduğunu belirtiyor, belki onda da bir nebze haklı. Eleştiriyi umumileştirmek hata olur, belki de oldu. Lakin bu kanundan hariç kalan fertler o kadar az ki, isimlerini yazsam bile herhalde birkaç satır yeter. Fazlası gerekmez.

Önce ihlassızlık meselesine gelelim isterseniz. Doğrudur, ben kendimi ihlaslı bilmiyorum zaten. Dahası bunun iddiasına da hiçbir zaman girişemem. Zira biliyorum ki, böyle birşeyin iddiası dahi olmadığına delildir. Bir kul, ömrü boyunca onu içinde arar durur. Kavuşur, kavuşamaz onu ancak Allah bilir. Kul asla bundan yana emin olamaz. Hatta emin olmak bir yana, düzenli bir şüphe duymuyorsa içinde ihlasa dair, o bile tehlikelidir.

Ben de ihlassızlık tehlikesini her zaman ensemde hissediyorum ve kesinlikle iddiasında değilim. Zaten bahis mevzuu sadece kendim olsam hiç bu yazıları da yazmayacağım. Fakat gittiğim derslerde gençlerde hissettiğim bezginlik beni korkutuyor. Bu gençler, yirmi yıl evvelinin çocukları değil. Yeni bir dil, yeni bir derunî okuma beklentisi içindeler. Eğitim seviyeleri bir önceki nesil Nur talebelerine göre çok yüksek. Pekçoğu üniversite öğrencisi veya mezunu. Ve takdir edersiniz ki, bilgiye ulaşım eskisine göre çok daha kolay. Bu gençler kendi zamanlarının çocukları ve ulaşabildikleri tüm kaynakları birbirleriyle kıyaslayabiliyorlar. Birisinin usulü kendilerine yavan gelirse çok çabuk başka ekollere kayabiliyorlar. Ve en önemlisi; mehazdaki kudsiyetten uzaklaşmışlar.

Hal böyle olunca yalnız kendim bahis mevzuu olmadığım için ihlassızlığı geçer akçe kabul edemiyorum. Öyle ki, bir umumi sohbette uyuyan sayısının çokluğu beni ayrıca korkutuyor. Dahası, ders usullerinin yavanlığına yalnız ben değil, benden çok daha ileride bulduğum, hatta bazıları Risale-i Nur konulu büyük araştırma çalışmalarına emek vermiş ağabeylerim dahi eleştiri sunuyorlar. Hatta bazısı; “Derslerde geçen zaman bana kayıp geliyor. Ben evde kendim Risale okusam daha çok şey öğreniyorum” diyor. Şimdi bu kardeşler, bu gençler böyle şeyler söylerken yine de ihlassızlığımıza yorup suçu cemaatte mi bileceğiz? Yoksa nefsimize bakıp “Biz bu gençleri neden tatmin edemiyoruz? Neden istifade edemiyorlar?” deyip yöntemlerimizi geliştireceğiz? Ben ikincisini daha doğru buluyorum.

Kaldı ki, Lemaat isimli eserinde; “Aşiret-i galipte hasıl olan şerefse, ‘Hasan Ağa, aferin!’ Hasıl olan şer ise, efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazin!” diyerek bu tarz yargılamaların önünü önce Bediüzzaman (Allah ondan razı olsun) kesmiştir. Dersler noktasında geliştirilen ve dillendirilen bir eleştiriye bu tarz bir cevapla mukabele etmek, aynen yukarıda bahsedildiği gibi şerri cemaate dağıtmaktır. Dersi yapanın veya yapanların Hasan Ağa konumunda olduğu ve kendilerini sorgulamaları gerektiği bir düzlemde aşirete günahı pay etmek hiç mantıklı değildir. Bence bu algı da ciddi sorunlar içermektedir.

Ki bu arkadaşım kıyas ölçüsü değil, kendim de birkaç kez böyle bir eleştiriyi yumuşak bir dille ağabeylerime karşı dillendirdiğimde aldığım cevap hep “kalbimin bozulmuş olabileceği” şeklinde olmuştu. Elbette ben nefsimi temize çıkarmam, kalbim bozulmuş olabilir. Lakin bu kadar insanın birden bozulmuş olması da mantıksız değil mi?

Derse gelenlerden yarısından fazlası ders çıkışında ne anlatıldığını hatırlamıyorsa veya gelenlerin büyük kısmı uyuyorsa bunda bizim de özümüze alabileceğimiz dersler olmalı...  Neyse, yazı yine uzadı. Hasılı; demek istiyorum ki, dilimizi geliştirirsek ayakta kalacağız, yoksa bu emaneti hak eden bir başkaları gelip omuzlayacak. Şaşırmayalım, Mektubat’ta da geçen Maide suresinin ellidördüncü ayeti öyle demiyor mu? Hakkı verilmeyen emanetlerin elimizden çekilip alınacağını söylemiyor mu? Benim eleştirim sadece bu kadardır, yoksa kimsenin hizmetini kıymetsiz buluyor değilim. Ama eleştirimin gelişime bir damla katkısı olursa, bahtiyar olurum, olacağım. Niyetim Risale-i Nur’u değiştirmek değil, kendimizi geliştirmek...

Wednesday, February 22, 2012

Cemaat neden yetmiyor ki?

Evet, bir önceki yazımda Ekrem Dumanlı’nın camia ve cemaat karşılaştırmasını haddim olmayarak bir nebze eleştirdim. Eleştirdim, çünkü o yazı sadece beni değil, birçok kişiyi incitti. İncinenlerin yüreğine bir ses olmak lazımdı, haddim değildi ama, kalemim döndüğünce olmaya çalıştım. Olmaya çalıştım, zira yürekte kalan isyan, hakkı olan sesi bulamadığında, münafık bir düşmanlığa döner. Ben kalbimde kalmasın, hem münafık da olmasın, ortaya çıksın istedim. Sürç-ü lisan ettiysek affola... Fakat ne yalan söyleyeyim, eleştirilerle yerimden pek kımıldayasım yok, yazmaya devam edeceğim. Yazmaya devam edeceğim, zira başımıza ne geliyorsa zaten bu insaflı eleştiri eksikliğinden geliyor. İnsaflı eleştiriyi yapmayınca, insafsız düşmanlıklar onun yerini alıyor.

Şimdi, Ekrem Dumanlı’nın yaptığı hatayı öncelikle sadece Ekrem Dumanlı’nın yaptığı bir hata olarak görmediğimi ifade etmek istiyorum. Eğer bu hatayı sadece Ekrem Dumanlı’nın hatası olarak görmeye çalışırsak, ona da bir insafsızlık etmiş oluruz. Bu, Nur cemaatinin Hocaefendi ekolünde bazı bazı nükseden bir arızanın yeni bir tecellisiydi, o kadar... Bu arıza kelimesini de sanmayın mahza olumsuz bir karşılıkla kullanıyorum. Benim arızadan kastettiğim aslında bir kararsızlık noktası. Yani bir belirsizlik... Nerede ve hangi noktada durduğunu belirleyememe, bir esneklik, bir oynaklık. Kelimeleri kötü anlamayın lütfen, ben sadece düşüncemi sizin zihinlerinizde daha net ifade etmeye çalışıyorum.

Öncelikle; sanıyorum Hocaefendi ekolünden hiçkimse hizmetlerinin başlangıç noktasından buraya varmasında Risale-i Nur öğretisinin katkılarını inkâr edemez. Ki inkâr etseler bile bizzat Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hayatı yüzlerine birer tokat olur. Her bir hutbesi, vaazı, konuşması enselerine şamar olur. Hocaefendi zaten kendisi de hatıralarında Risale-i Nur’un ona neler kazandırdığını tekrar tekrar anlatır, övgüyle beyan eder. Hatta değişik yörelerde başlattığı hizmetin temel taşlarında bile yine o yörelerde daha önce hizmetleri başlatmış ağabeylerinin ayağının tozu, gözlerinin nuru, ellerinin emeği vardır. Üzerine bastığı, onlardan kalan ayak izleri vardır.

Haydi bunları geçelim, Hocaefendi’nin yazdığı eserler aslında nedir? Risale-i Nur’un bazı kısımlarının şerhinden ve yorumlanmasından ibaret değil midir? Mesela Sonsuz Nur serisi, içinde tevafuk eden onlarca örnekle Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’ne işaret etmez midir? Asrın Getirdiği Tereddütler serisi mesela... Onların her bir sorusu, her bir soruya verilmiş her bir cevabı yine büyük büyük ölçüde Risale-i Nur’dan alınmış şeyler değil midir? Kaldı ki, Hocaefendi’nin Bamteli sohbetlerini dinlerken dahi bir insan onun cümlelerinin içinden “İşte bak, bu Risale-i Nur’un şurasında geçiyor. İşte bak, bak; şu cümle de şurada! İşte bak, bu tespiti de şuradan almış” diyebilir. (Nur’dan metinlere aşina olan herkes söyler bunu...) Hal böyleyken Nur talebeliğinin Hocaefendi ekolünü Nur talebeliğinin dışında görmek, ona karşı da bir haksızlık, bir incitme değil midir? Hem değil yalnızca bizler, dış dünyadan Türkiye’ye bakanlar dahi onu böyle tarif eder. Mesela tarihçi Eric Jan Zürcher bile Modernleşen Türkiye’nin Tarihi kitabında onu “Nurculuğun ilerici bir ekolü” olarak vasıflandırır.

Bu hal böyleyken ve böyle olduğunu da herkes bilirken her nedense zaman zaman o ekolün içinden bazı fertlerde Hocaefendi ekolünün tarifini Nur talebeliğinin dışına taşırma, etrafına aşırma gibi bir meyil oluşur. Hatta bazısı özellikle ve özellikle, üstüne basa basa Fethullah Gülen Cemaati veya Fethullah Gülen Hareketi gibi ifadeler kullanır. Yine zaman olur, o ekolden bir kardeşimiz tutar müceddid kavramı üzerinden bir kitap yazarak Hocaefendi’yi de bu asrın müceddidi olarak ilan eder. Sonra biraz eleştiri alınca “yanlış anlaşıldığını” söyleyerek geri çekilir. Bizzat Hocaefendi bile bunu, yani bu eseri eleştirir. Ama o bunu eleştiredursun, alttan alta konuşulmaya devam eder. Kitap satılır, okunur, sohbetlerde bu esas anlatılır.

Ve nihayetinde Ekrem Dumanlı bir yazı kaleme alır; cemaatlerin marjinal gruplar olabileceğini ama camiaların böyle olamayacağını, kendilerinin ise bir camia olduğunu ifade eder. Yine yanlış anlamamaya çalışırsınız, ancak birazcık eleştiri üretirsiniz. Belki bu eleştiri de şunun içindir: “Ağabey, meramınız tam anlaşılmadı. Hem kendilerini Nur cemaati olarak tarif edenler de incindiler marjinal ilan edilmekten. Üzerlerine alındılar. Biraz detaylandırır mısınız? Bakınız, böyle böyle bir durum da var.” Ne yazık ki cevabınız da başkaları tarafından hazırlanmıştır: “Ya kardeşim ne üzerine geliyorsunuz hizmet edenlerin? Ne istiyorsunuz onlardan? Siz yolunuza, biz yolumuza...” Birşey istemiyoruz ki, izah istiyoruz. Hem aynı yolda yürüdüğümüzü sanıyoruz.

Biz elbette onları aynı dairede beraber hizmet ettiğimiz insanlar olarak görüyoruz, görmeyenleri de beğenmiyoruz. Bunu evvelki yazılarımda diler getirdim, okuduysanız. Fakat keşke onlar da ara sıra böyle dışarıya çıkmaya meyletmeseler. Atmaya çalışanların ekmeklerine yağ sürmeseler, malzeme vermeseler... Cemaat ifadesi içinde hepimize yer var. Hem bizde çamur da yok ki, kaçılsın. Bakınız Bediüzzaman’ın şu ifadelerine... Kendisinden başka mülahazalarla uzakta durmaya çalışanları nasıl şefkatle uyarıyor:

“Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zâhiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinaplarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.

Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?”

İşte biz alınıyorsak, biraz bu endişeyle alınıyoruz. Neden kendinizi cemaat içinde, Nur dairesi içinde tarif etmekten kaçıyorsunuz ki? Neden alınıyor, neyi eksik görüyorsunuz ki? O daire zaten geniştir. Ayrıca camia olmaya gerek yok gibi... Hatta Ekrem Dumanlı’nın saydığı maddelere baksanız, yani bahsettiğin şeyin camia değil cemaat olduğunu sanırsınız. Cemaatin genişliğini anlarsınız. Hatta bakınız yine Mektubat’ta Bediüzzaman dost, kardeş, talebe üçlemesinde Nur dairesini ne kadar da geniş tutuyor:

“İkinci cihet, sırf Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.

Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözlere ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın.

Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir.

Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”

Bakınız burada daire ne kadar da geniş... Hatta dost dairesi öyle geniş ki, kardeş olmada istediği beş farz namazı edâ şartını onlara şart dahi koşmuyor. İmana, Kur’an’a ve ona dair Sözler’e taraftar olmayı yeterli sayıyor. Yalnız “İstifadeye çalışsın” diyor. O daire bu kadar genişken ve sizin de ekolünüz bu denli Risale-i Nur’dan beslenirken, dairedeki sair kardeşlerinizi incitecek, canlarını acıtacak, belki onları beğenmemezlik ima edecek arayışlara girmeseniz, ne güzel olacak... Hem sadeleştirme meselesi de ortada bu kadar çatlak yaratmışken, çatlağa bir balyoz daha indirmeseniz ne iyi olacak... Düşünsenize, sizin içinizden Risale-i Nur çekilip alınsa, geriye ne kalır? Siz içimizden çekilip alınsanız biz ne kadar kalırız? Ekrem Dumanlı’nın yazısından inciniyorsak biz, belki biraz da bu nedenle inciniyoruz. Yoksa Ekrem Dumanlı bizim her vakit ağabeyimiz, kardeşimizdir.

Wednesday, February 15, 2012

Sayısal üstünlük yeterli mi?

Sadeleştirme tartışmaları sürerken şaşırdığım şeylerden birisi de “kemiyet” ve “keyfiyet” arasındaki farkı çok iyi bilmesi gereken kardeşlerimin sayısal üstünlüğü bir ihlas delili olarak kullanmaları... Evet, teveccüh-ü nas bir noktada Allah’ın rızasına bir delil oluşturabilir, ancak bu fert tarafından ancak ümit edilebilir ve bunun ihtimali ile insan kalben avunabilir. Ufkuna çöken yeisin eleminden kurtulabilir. Yoksa bunu kesin çizgilerle ve başkasına dayatır bir şekilde iddiayla söyleyemez. “Siz başarısız oldunuz, yapamadınız, bakınız sayınız az. Biz haklıydık, yaptık, bakınız sayımız çok!” tarzı bir taarruz (belki bir savunma) geçmiş peygamberlerden ve ümmetlerinin azlığından verilen küçücük örneklerle pek çabuk çürütülebilir. Fakat ne yazık ki, Yirminci Lem’a’yı yüz kere okumuş Nur talebeleri arasında bile bu sayısal üstünlük meselesi hâlâ tefevvuk vesilesi olarak kullanılabiliyor.

Mesela bir grup, sayısının çok oluşunu ve dünyanın dört bir yanına dağılmasını, diğerlerine göre, hizmeti ve metodolojisini daha iyi anlama ve uygulama neticesi olarak görebiliyor. Olabilir... Bunu, onların kalplerindeki hiss-i şahsî veya akıllarındaki kanaat-i şahsiye olarak düşünüp müdahale etmiyorsunuz, zaten etmemelisiniz. Kalabilir... Ancak bu insanlar kalplerinde durması gerekeni artık kalplerinde tutmayı bırakarak bir gurur gibi, bir enaniyet gibi kardeşlerine karşı onunla böbürleniyorlar, hatta her fırsatta ezme vesilesi olarak kullanıyorlar, üstünlük dava ediyorlar. İhlas Risalesi’ndeki ifadeyle gıpta damarlarını en ayarsız şekilde tahrik ediyorlar... Yani, enteresan ve hazindir, kişisel ihlaslarında hiçbir sorun yokken, hatta maşaallahları varken, cemaat söz konusu olduğunda o ihlası ayaklarının altı yapabiliyorlar...

Bunun çok örneğini gördüm, yaşadım. Pekçok benzeri de sadeleştirme konusunda yaşanıyor... Hatta sadeleştirme işini yapan gruptan konuştuğum birisi, duyulan tepkilerden teessürümü izah ederken bana şuna benzer birşey söyledi: “Tepkiler boş. Şimdi bu kitaplar yok satıyor. Ben de alıp arkadaşlarıma dağıtacağım. Onların yaptıkları bizi etkilemez. Biz yine başarırız!” Doğru söylüyor, diğer cemaatlerin sayısı düşünüldüğünde hakikaten bu tepki onların gücündeki bir cemaati etkilemez. Ama biraz derunî düşününce tepki gösterenler arasında Bediüzzaman’ın bizzat hizmetinde bulunmuş insanların olması, birazcık duygulanmamıza; “Acaba bu meseleyi daha farklı çözebilir miydik?” diye düşünmemize vesile olamaz mı? Yani sadece bu kadarlık bir hislenme, bir duygulanma... Yapamaz mı? Ama yok, o kardeşimin suretine baktım. Sanki o tepkilere rağmen bu kitabın çok satıyor oluşuyla ayrıca övünüyor gibiydi. Daha da keyiflenmişti.

Kitapların satılması, okunması elbette güzel. Fakat hiçbir kitabın satışı bir tefevvuk vesilesi değil. Yani şöyle fitneli bir meselede başarılı olmak, başaramamak bence hiç ehemmiyetli değil. Zira böyle bir kavganın kazananı olmaz. Şu şahit olduğumuz şey, sanıyorum Nur talebeliğinin birkaç ekolü arasında ciddi bir kırılmadır. Zannetmiyorum ki, bu yara kolay sarılsın. Belki Hocaefendi güzel bir açıklama yapsa, belki... Ha, şu da yanıltmasın: Belki Hocaefendi cemaatinin gücünden dolayı bir kısım Nur talebeleri bu işe kısık sesli tepkiler verebilirler. Ekonomik çıkarlar susturucu bir etki yapabilir. Fakat emin olun, bunlar söylenmeye, gıybet edilmeye, insanlar konuşmaya ve kınamaya devam edecekler. Keşke Nur talebeleri olarak dünya ile kurduğumuz diyaloğun onda birini kendi aramızda farklı fraksiyonlar arasında kurabilseydik. Ama ne gezer... Dünyayı ıslaha çıkmışız, daha nefsimizi ıslah edememişiz. Herkesle maşaallah diyaloğumuz var, kendi içimizde sıfır... Ne yapalım, kader böyleymiş(!)

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...