Thursday, June 16, 2016

Zaman Aynası Namaz eleştirileri (2): 'Ona' mı başlamalı yoksa 'onla' mı?

Senai Demirci ve Ali Mermer'in beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz isimli eseri incelemeye devam ediyoruz. Bediüzzaman Said Nursî'nin Sözler isimli eserinin 9. Söz'ünü şerh amaçlı yazılan bu eser, tıpkı 9. Söz'ün başladığı gibi, Rûm sûresinden iki ayet-i kerime ile başlıyor. Daha doğrusu, bu ayetlerin mealleriyle başlıyor:

"Tesbih edin Allah'ı akşama eriştiğinizde ve sabaha eriştiğinizde; semâlarda ve arzda her türlü hamdin O'na mahsus olduğunu (görerek) öğle vaktinde de sonrasında da." Sûrenin 17 ve 18. ayetlerine ait olan bu kısa anlamın Diyanet İşleri Meali'ndeki karşılığı ise şöyle:

"Öyle ise akşama girdiğinizde, sabaha kavuştuğunuzda, Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine girdiğinizde Allah’ı tesbih edin." Bu nakilden sonra diyor ki müellifler: "Dokuzuncu Söz, her Söz gibi, ayetle başlıyor. Birinci Söz'den hareketle söylersek-ayetle değil-ayete başlıyor. Dokuzuncu Söz, ayetin anlamıyla buluşma çabasıdır. Bu bahse, 'Rabbimiz bize ne diyor?' diye bakmamız gerekiyor."

Bu 'ayetle' değil 'ayete' hatırlatması Demirci'nin sair yazılarında da sık vurguladığı birşeydir. 1. Söz bağlamında hakikati de vardır bunun. Fakat 1. Söz'ün kapısından çıktıktan sonra Risale-i Nur'daki her metnin böyle olduğunu söylemek mümkün müdür?

Doğrusu, bunu kabul edebilmek için müellif-i muhteremin 'hep böyle yaptığına' dair ikinci bir delile ihtiyaç duyarım ben. Hem kanaatimce Risale-i Nur'un tamamını böyle okumaya çalışmak bir körleşmeyi de beraberinde getirebilme tehlikesine sahiptir. Kur'an'ın sair ayetlerinin ve hadislerin o Söz'deki yerine dair bir körleşmedir bu kastettiğim. Ki, incelediğim kadarıyla bu körleşmeyi Zaman Aynası Namaz da yaşamış. Peki, nedir bu körleşme?

Öncelikle şunu soralım: Bediüzzaman, "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız..." ifadesini kullandığı Birinci Söz dışında başka hangi metinde böyle bir kullanımda bulunmuştur? Eğer yazarların iddia ettiği gibi her eserin başındaki ayet 'onunla başlanılan' değil 'ona başlanılan' ise Bediüzzaman neden aynı metnin içinde birçok ayete atıflar yapmakta ve alıntılarda bulunmaktadır? Bediüzzaman'ın Kur'an'ın ve sünnetin tamamına gidip gelmeler ile kanaviçe gibi ayet ayet-hadis hadis ördüğü bu düzen bir ayete veya ayetlere başlanılarak mı, yoksa bir ayetle veya ayetlerle başlanılarak mı kolay izah edilir? Ben ikinci şıkkı daha muteber görüyorum.

Eğer bu şık kabul edilmezse müellifler de metinde tefsir edilenin sadece Rûm sûresi 17-18 olduğunu savunmak zorunda kalacaklardır ki, bu, 9. Söz için tutarlı bir iddia sayılmaz. 9. Söz'ün içeriği 'başlanılan/izah edilenin sadece bu ayetler olduğu' iddiasını bizzat yalanlar. Nitekim, bu ayetlerin mealinden 9. Söz'ün geneline dair çıkarımlar yapmakta yazarlarımız da zorlanmışlardır ki, metin içinde tekrar bu 'kısa anlamlara' yapılan atıflar azdır. Bu açıdan bakınca kitap bize der ki: "9. Söz, bu ayetlerle Kur'an'ı, sünneti ve kainatı okumaya başlamıştır. Salt bu ayetlere başlamamıştır." Çünkü 'ona başlamak' bir açıdan 'onda kalmak'tır. 9. Söz'ün salt bu iki ayetin tefsirinde kaldığını elimizdeki malzemeyle nasıl söyleyebiliriz?

Hem söylenemeyeceğine öyle bir delilim de var ki, bence 9. Söz üzerine yazılmış bir şerhin bunu ıskalamış olması başlıbaşına bir sorundur. 9. Söz, Rûm sûresi 17-18'i başta alıntılar, ama aslında tefsire bakış açısını veren üçüncü ayet hemen o ikisinin arkasında gizlidir. "Allah, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. Ölümünden sonra yeryüzünü diriltir. Siz de (mezarlarınızdan) işte böyle çıkarılacaksınız." İşte, 19. ayetin bu kısa anlamını 17-18'in mealleri arkasına eklediğinizde ancak 9. Söz'ün hangi taslak üzerine oturduğunu farkedebilirsiniz.

17-18 namazın dönüşüm vakitlerini anlatır. 19 ise kainatın dönüşüm vakitlerini anlatır. Bediüzzaman 17-18'in ardından gelen bu 19'u hikmet penceresinden okuyarak bize 'namazın vakitleri' ile 'kainattaki dönüşümler' arasındaki paralellikleri görmeyi öğretir.

Tehlike vurgumu tekrar hatırlatayım: Salt 17-18'i okursanız ve 9. Söz'ü salt onlarla bağlarsanız bu sırrı anlayamazsınız. 9. Söz içinde haşre ve bahara yapılan atıflar da benim bu düşüncemi isbatlamaya yeter: "Demek, bu beş vaktin herbiri bir mühim inkılâp başında olduğu ve büyük inkılâpları ihtar ettiği gibi, kudret-i Samedâniyenin tasarrufât-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle, hem senevî, hem asrî, hem dehrî, kudretin mucizâtını ve rahmetin hedâyâsını hatırlatır."

Daha fazla uzatmayayım. Derdimi anladınız. Bediüzzaman'ın bir eserinde besmele özelinde söylediği birşeyi, müellifin o yönde bir vurgusu olmamasına rağmen, bütün eserlerine teşmil ederseniz, o zaman 17-18'i başta alıntılayan, ama içerisinde daha birçok ayete/hadise ve özellikle hemen arkalarındaki 19'a atıfta bulunan 9. Söz'ü anlamakta zorlanırsınız. 'Ona başladığınızı' sandığınız ayetlerle bağ kurmak da mümkün olmayınca metin ayetten kopar. Geriye zorlama ilgiler ve hakikati vuramamış aforizmalar kalır. Eğer müellifler metnin başında 'ona başlarız' daralmasına kendilerini mahkûm etmeselerdi, belki 19. ayetin sırrını farkedeceklerdi. Fakat lazım-ı mezhepleri olarak bu hataya düştüler. Yollarını elleriyle daralttılar. Halbuki müellifin onları böyle birşeye zorladığı yoktu.

Zaman Aynası Namaz eleştirileri (1): Hicr sûresi 99'u doğru anlamak...

Madem kitabı okuyorum. Hem de ağır ağır okuyorum. Böyle bir yazı serisi başlatmanın uygun olacağını düşündüm. Zaman Aynası Namaz, Nesil Yayınları'ndan çıkan, Senai Demirci ve Ali Mermer ağabeylerin imzasını taşıyan bir eser. Kitap, Bediüzzaman Said Nursî'nin 9. Söz isimli eserine (veya Sözler isimli eserinin 9. bölümüne) şerh çalışması olarak kaleme alınmış. Allah, iki ağabeyimin niyetlerini de kabul etsin. Benim burada yapacağım: Mürşidim bildiğim zatın bir eserine yönelik yazılan bu şerhin kendimce sorunlu gördüğüm yerlerine dikkat çekmektir. Tevfik Allah'tandır ve hamd yalnızca Onadır.

İlk dikkat çekmek istediğim bölüm: Kitabın 15. sayfasında yeralan bir dipnot. 6 numaralı bu dipnotta şöyle deniyor: "Hicr sûresi, 99. ayetinin işaret ettiği 'yakîn'i, ibadet ederek elde edilecek, ibadette sabrederek erişilecek bir 'iman' hali olarak anlamak gerek. 'Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine iman et' ifadesini, 'Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et' diye de okuyabiliriz."

Öncelikle şunu ifade etmem gerekiyor: Kur'an'dan işarî anlamlar çıkarılmasına karşı değilim ve olamam da. Herkes nasibince Kur'an'dan istifade edebilir ve Ehadiyet düzleminde kendisine lütfedilmiş hususi bir Kur'an'ı onda bulabilir. Fakat bu noktada Kur'an'dan çıkarılacak işarî anlamların 'mana-i sarihiyi incitmemesi' gerekir. Hele hele işarî anlamı çıkarmış kişinin bunu mana-i sarihinin önüne koymasından, "Öyle değil böyle anlaşılmalıdır" demesinden, mürşidimin ifadesiyle, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere sahabe-i güzin ve selef-i salihinin fehimlerini tezyif etmek çıkar. Çünkü Kur'an'a ilk muhatap olan, onu ilk anlayan ve anlatan onlardır. Mana-i sarihî bize Asr-ı Saadet'in yadigârıdır.

Tam da bu nokta itibariyle, Kur'an'ın anlaşılmasında sebeb-i nüzuller 'olmazsa olmaz' bir konumda olduğu gibi dönemin Arapçasına vukufiyet de yine 'olmazsa olmaz'dır. Hz. Ömer'in (r.a.) tavsiye ettiği 'cahiliye dönemi şiirlerinin öğrenilmesi' yine Kur'an'ın indiği bu dili anlamak açısından önemlidir. Çünkü dil de sosyoloji gibi zamanla değişir ve dönüşür. Kur'an'ı en berrak şekilde anlamak, onun geldiği dil ve sosyoloji üzerine yaşamakla ve Muallim-i Mübarek aleyhissalatuvesselamdan ders almakla mümkündür. Sahabe bu dili konuşmuş, bu sosyolojiyi yaşamış ve bu Muallim'den ders almıştır.

Bizim Kur'an'a bakıp, Arapçamız olsa bile, mana-i sarihiyi incitecek şekilde "O aslında şöyle anlaşılmalıdır!" dememiz, modern zamanın çocuğu olan bir zihinle Asr-ı Saadet'in çocuğu olan zihinlere meydan okumamızdır. Bu noktada onlarla yarışılmaz. "Geçerim..." diyen vallahi yalancıdır. Fakat işte, tam da bu noktada, işarî manalar imdadımıza yetişir. Rabb-i Rahim bizi lütfundan istifadesiz bırakmaz. Rahmet, Ehadiyet penceresinden gülümser. Biz de Kur'an'ı dikkat-i nazarla ve istikametli bir hikmetle okuduğumuzda 'rumuzlar tavazzuh eder...' Bediüzzaman'ın "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor..." demesinin hemen ardından zikrettiğidir bu. Bizim hakkımız ancak 'rumuzların tavazzuhudur.' Haddimizi bilmeliyiz.

Peki, aksini iddia edenin ödeyeceği bedel ne olur? Eğer Kur'an'ı mana-i sarihi noktasında 'daha iyi anladığımız' iddiasına girersek, bu bir anlamda daha önce 'eksik anlaşıldığının' iddiasıdır. İslam'ı bize ulaştıran pâk eller, eğer mana-i sarihîyi eksik anlamış iseler, bugün dinimizi üzerimize yaşadığımız herşey; akaid, fıkıh, hadis, kelam vs... bu eksiklikten hissedar olur. "Kur'an'ı daha iyi anlıyorum!" diye iddia eden kişi, lazım-ı mezhep olarak yeni bir fıkıh işine de girişmelidir. Çünkü bu sözüyle geçmiş fıkıhların üzerine inşa edildiği zemini 'eksiklikle' suçlamıştır. Eksik üzerine kurulan da eksiktir. Bugün mana-i sarihiyi sahabeden daha iyi anladığını iddia eden, sahabenin bu manayı ders aldığı Aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere bütün bir İslam geleneğini/silsilesini kaçınılmaz bir şekilde tezyif eder. Farkında olsun veya olmasın.

Fakat burada ben Zaman Aynası Namaz'ı yukarıda belirttiğim şeyle suçlamıyorum. Çünkü orada 'diye de okuyabiliriz' deniliyor. Bir nevi mana-i sarihinin bu olmadığı, fakat böyle de okunabileceği söyleniyor. Ancak hatırlarsanız, başta birşeyin altını çizmiştim: Mana-i işarînin kabule yakın olması için mana-i sarihîyi incitmemesi gerekir. Kitapta beni endişelendiren asıl husus budur. Eğer "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" ayetini "Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et!" diye anlarsanız bu ister istemez bazı açılardan mana-i sarihîyi incitir. Peki, nasıl incitir?

Öncelikle; 'kadar' anlamı içerdiği (internette görebildiğim) bütün meallerde kabul edilen Arapça bir cümlede 'kadar'ı 'üzere'ye çevirmek sıkıntılıdır. Çünkü 'kadar' aslında bir eşiği ifade eder. Biz birşey hakkında 'Şu güne kadar yapacağım' veya 'Şuraya kadar yapacağım' dediğimizde bir sınır tayin etmiş oluruz. Bu, "Ondan sonra bunu yapmayacağım" manasını da barındırır. Bu sınırlamanın olmadığı tek kullanım vardır. O da "Sonsuza kadar..." Bu, yapılan şeyin hiç sonunun gelmeyeceğini ironi ile ima eder. 'Üzere' kelimesinde bu sınırlandırma yoktur. Peki, Zaman Aynası Namaz'ın verdiği anlam ile baktığımızda bu sınırlılık ne olacaktır?

'Rabbinin abdi olduğu bilincine erene kadar' ibadet eden kişi, bu bilinci elde ettiğinde ibadeti bırakacak mıdır? Eğer bunu bu kesinlikte savunabiliyorsak, mü'minin ibadet yolculuğunu 'Rabbin abdi olduğu bilincine erilmeden' başlanmış, ancak nihayetinde bunu hedeflemiş birşey olarak mı görmeliyiz?

Eğer hakikaten bu ikincisini de savunabileceksek, o zaman ibadet eden herkesin 'Rabbinin abdi olduğu bilincine henüz ermemiş kimseler' dolayısıyla imanlarında sorun olan kimseler olarak mı görülmesi lazımdır? Bunun böyle görüleceği de kabul edilirse, ömrünün son demlerine kadar ibadeti bırakmamış olan Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere 'hiç ibadeti terketmemiş' insanların imanlarını 'Rabbinin abdi olduğu bilincine erilmeden yapılmış imanlar' olarak mı görmek gerekir? Sahib-i Miraç hakkında 'Rabbinin abdi olduğu bilincine ermediği' iddiasında bulunulabilir mi? İbadete 'bu erişe ulaşmadığı için devam ettiği' söylenebilir mi?

Sorular çoğaltılabilir, ama sıkıntı değişmez. Ayetin, Zaman Aynası Namaz'a kadar verilen manası, yani "Sana yakîn/ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" anlamı kabul edilirse ancak mesele çözüme kavuşur. Evet, ölüm geldiği zaman imtihan biter. İmtihan bittiğinde ibadet yükümlülüğü kalkar. Bunun dışında verilen anlamlar, ancak bu mana-i sarihîyi incitmezlerse kabul edilebilir olabilirler. Yaralarlarsa yara alırlar.

Tam bu noktada Zaman Aynası Namaz'da bu hatanın neden yapıldığına dair bir tahminimi de belirtmek istiyorum. Senai Demirci veya Ali Mermer veya her ikisi birden, yakînin itikadî metinlerde sonradan kavramlaştırılmış anlamını Kur'an'a dayattıkları için bu hatayı yapıyorlar. İmanın mertebelerini anlatmakta kullanılan ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin gibi tabirler 'yakîn'e 'kesin bir şekilde imanma' anlamı yüklerler. Fakat bu yükleme daha sonra yapılmış bir yüklemedir. Yazının başlarında dediğim gibi: Kur'an'ı anlamak aslında onun indiği zamanı anlamaktır. Dilin o zamanki halini ve sosyolojiyi anlamaktır. Sadece kelimeyi değil onunla ne kastedildiğini anlamaktır.

Örneğin: Bugün 'söylenti' veya 'inanılmayacak bir söz' olarak kullandığımız 'tevatür'ün anlamını hadis ilminde 'tevatür' kelimesinin geçtiği yerlere koyarsanız, bu ilme takla attırırsınız. Zira hadis ilminde 'tevatür'ün anlamı neredeyse bugün anlaşılanın tam zıttıdır. Dildeki ve sosyolojideki bu dönüşümdür ki, Bediüzzaman der: "Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılâp var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme adalet, cihada bağy, esarete hürriyet nâmı veriliyor."

Hülasa: Senai Demirci veya Ali Mermer veya ikisi birlikte sonradan inşa edilmiş bu 'yakîn'i Hicr sûresinin 99. ayetindeki 'yakîn'e dayattıkları için bu hataya düşüyorlar. Fehmetmek için o döneme gitmiyorlar. Kendi dönemlerini dayatıyorlar. İşte biraz da bu nedenle bu zamanın çocuklarının mana-i sarihîde hakkı yoktur. Çünkü, İçtihad Risalesi'ndeki tabirle, 'arzî'dirler. Semaya çıkamazlar ki, sema hakkında söz söylesinler... Yazının son kısmı sadece benim tahminimden ibarettir. En doğrusunu Allah bilir.

Tuesday, June 14, 2016

Dik durmayan kaç kişiyle durursa dursun yeniktir

"Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver'e, Venizelos ile beraber Said Halim'e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir." İlk Dönem Eserleri'nden.

'Vehn' hadisinin verdiği derslerden birisi de şu: Muktedir olmak salt çoklukla ilgili bir mesele değildir. Hatta iktidarda olmakla da ilgili bir mesele değildir. Eğer 'dünya sevgisi' ve 'ölüm korkusu' kalbinizde yer tutmaya başlamışsa, bu, her niceliksel üstünlük içinde sizi zayıf kılar. Neden böyle olur? Kemiyetin kıymeti bireylerin salabetleri nisbetindedir çünkü. Eğer bireylerin fert fert sahip oldukları bir sağlamlıktan bahsedilemiyorsa, ittihadlarının da sağlamlığından bahsedilemez.

'Dünya sevgisi' ve 'ölüm korkusu' önce bireylerin kalbinde yer tutar. Sonra ittihadı kemirir. Dallar birleştiklerinde kırılmazlar. Doğrudur. İpler birleştiklerinde kopmazlar. Doğrudur. Ancak bu salabet onların küçük küçük de olsa sahip oldukları sağlamlıkların toplamından meydana gelir. "Yalanlarla ittihad yalandır..." derken mürşidimin dikkat çekmek istediği de biraz budur. Hakikat karşısında hiçbir hakiki varlığı (ve dolayısıyla karşıkoyabilirliği) olmayanların ittihadı nasıl 'var' veya 'karşıkoyabilir' olabilir? Demek bir ittihad-ı İslam düşlüyorsak başlangıç noktası yine fertlerin doğruluğuna ve izzetine bakıyor. Onlar direniyorlarsa ittihadları da direnecek. Yoksa yalan olacaklar.

Daha evvel bir yazıda değindiğimi hatırlıyorum. Bediüzzaman'ın talebelerine yazdığı mektuplara çoklukla 'aziz, sıddık kardeşlerim' diyerek başlaması tesadüf değil. Bir bağlantıyı hatırlatmaya çalışıyor. Nasıl bir bağlantı bu? Bence biraz şöyle: Sadakat ancak izzetli olanların kaldırabileceği bir yüktür.

Eğer siz kendi değerinizi/doğrunuzu başkalarının sizi değerlendirişi üzerinden değil de kendi değişmezleriniz üzerinden değerlendiriyorsanız bu ahlakınızda da devamlılık sağlar. Eğer 'mış desinler' diye değil de 'öyle olmak doğru olduğu için' öyle oluyorsanız, bu sizi ona sâdık ve onda sebatkâr kılar. Huzur içten gelen böylesi bir kabullenişin sonucudur. İzzet bu kabullenişin tezahürlerinden birisidir. İlkeli, prensipli veya ahlaklı insan 'kendisiyle çelişkiye düşmeyen' insandır. Bir öyle bir böyle olmayan insandır. Karara varmış insandır. Nihayetinde bu durum bizi 'izzet' ve 'sadakat' arasındaki bağı kabule zorluyor. Demek izzet 'dik durmak'tan önce 'kendi tanımlarının/yargılarının üzerinde durmak'tır. Değerlenmek için başka göze muhtaç olmamaktır.

Yukarıda 'ferdin dayanıklılığı' derken kastettiğim de buydu. Kalbinde 'dünya sevgisinin' ve 'ölüm korkusunun' artmadığı birey, dışından daha az etkilenir ve daha az dışarıya göre yaşamaya başlar. Enbiyanın, sahabenin, asfiyanın veya evliyanın hayatlarını incelediğimizde rastladığımız 'dik duruş' örnekleri ve genel olarak gördüğümüz güzel ahlakları ancak böylesi bir içsel kabullenişle açıklanabilir. Kendi içinde karara varan başkasının gözüne girmeye daha az çalışır veya hiç çalışmaz. Onun rızasını kazanmaya çalıştığı yalnız Allah'tır. İzzet, rızası arananın yalnız Allah olmasıyla kalpte yer tutmaya başlayan bir duruştur. Allah'ın değişmezliği ona göre yaşayanı da bir derece sabit kılar.

Bu noktada mü'minlerin "Sekülerler ne der?" korkusuyla amel etmesi tehlikeli bir alanın varlığına da işaret ediyor. Fakat burada bir nefes alalım. Dikkatinizi başka bir konuya çekeceğim: Malum, şu an Avrupa'da veya Amerika'da antisemitizm ile damgalanana gün yüzü gösterilmiyor. 'Yahudi düşmanı' olarak işaretlenmeniz, itibarsızlaştırılmanız için yetiyor da artıyor. Bir tanıdığım, biraz da bu endişeyle, Avrupa'da yaptıkları Risale derslerinde 'yahudilerle' ilgili ifadeleri fazla dillendirmediklerini belirtmişti. Neden? Çünkü o ifadeler duyulursa nurcular da bu damga ile damgalanacak. Hatta Avrupa'ya gönderilecek külliyatlarda bu kısımların ayıklanmasının doğru olacağını ifade etmişti. Kendisine İsrailoğulları ile ilgili Kur'an'daki ifadeleri hatırlattım. Onları ne yapacaktık? "Sıkıştıkça 'çıkarmak' belki de doğru bir yöntem değildir ha?"

Kendinizi dışarıya göre anlamlandırdığınız sürece değişmesi gerekenin sonu yok. Güzelliğimizi başka gözlerin takdirinde değil, kendi delil sistemlerimizin meşruluğunda aramalıyız. Ben bu noktada Prof. Dr. Mustafa Aşkar'ın "Namaz kılmayan hayvandır!" sözüne de buradan yaklaşılmasını talep ediyorum. En çok ıskalananın da bu olduğunu düşünüyorum. Programın tamamında Aşkar neler söylemiş? Bu sözünü nereden getirip nereye bağlamış? Bütün bunları sorgulamamız Aşkar'ın bizdeki hakkı değil midir?

Bu ilk kez yaşanan birşey de değil. Nurettin Yıldız Hoca'ya saldırır sekülerler, bazı dindarlar onlardan da hızlı davranır. "Ramazan'da oruç tutmuyoruz diye dövdüler!" diye yalan söyler sekülerler, bazı dindarlar öfkede onları da geçerler. Bir yere saldırı olur, teröristler müslüman kökenli çıkar, bazı kardeşlerimiz kardeşlerini tokatlamakta sekülerlerden daha gayretli davranır. O kadar tekerrür ediyor ki bu facia. İnsanın ciğeri yanıyor. Kendi kabuğuna karşı bu güvensizlik, bu çabuk dolduruşa gelme ve öfke neyden besleniyor?

Biz, bize, mü'min bir kardeşimizin sözü iletildiğinde, Hz. Ömer'in (r.a.) nasihat verdiği gibi, mümkün mertebe iyiye yormaya çalışırız. Bediüzzaman'ın 'hüsnüzanna memuruz' derken altını çizdiği de budur. Bizden olmayanlar içimizden birisine saldırıyorsa, önce 'bizden olanın' sözünün hak verilmeye müsait olup olmadığına bakarız. Sonra tevil edilmeye müsait olup olmadığına. "Ene'l-Hak!" dediği için Hallac-ı Mansur Hazretlerini, "Ondan başka hiçbir şey yoktur!" dediği için Muhyiddin-i Arabî Hazretlerini silmeyen bir çizginin devamıyız. Neden şimdilerde safımızı kolay terkediyoruz?

Bu, üzerine gelindiğinde gerileme tavrı izzetli mü'minin tavrı değildir. Aşkar Hoca'nın ifratı kendisine... Özür de dilemiş zaten. Fakat her üzerine gelindiğinde telaşla gerilemek, bunu karşı tarafın yelkenine rüzgâr olacak bir aşkla yapmak, hatta iştiyakta onu bile geçmek... Ben buna karşıyım. Ve evet, sosyalmedyada beyan ettiğim gibi: Namaz kılmayanın insanlığının eksik kalacağını 'insaniyet-i kübra olan İslamiyetçe' ben de savunuyorum. Hatta başta iman olmak üzere farzlardan ve hatta amel-i salihin her parçasından mahrumiyetin bir açıdan insanlığın bir parçasından mahrumiyet olduğuna kaniiyim. Buna inanmıyorsak neden bu yolculuğu 'insan-ı kamil olma yolculuğu' olarak tanımlıyoruz? Doğru şık burası değilse burada ne işimiz var? Demek biz de insaniyetimizin yaralarının ibadetlerle tedavi olduğuna iman ediyoruz. Her ibadet bizi biraz daha hayvanlıktan kurtarıyor. Asl-ı insana yaklaştırıyor.

Nur talebelerine çok fazla örnek vermeme gerek yok. Bediüzzaman kimi zaman imansızlığı, kimi zaman ibadetsizliği, hatta bazen bu ibadetlerden birisinden iradeyle geri kalışı 'insanlık dışı' olarak görür ve gösterir. (Ramazan Risalesi'nde oruçsuzluğu böyle konumlandırır mesela.) Eğer böylesi noktalardan her üzerimize gelindiğinde geri basarsak, yarın iş Kur'an'a uzandığında ne yapacağız? Kafirler hakkındaki ifadelerin ağır olduğunu, liberal dünya düzenine yakışmadığını, Kur'an'ın 'Hepimiz kardeşiz' boyutuna çekilmesi gerektiğini söyleyenlere ne diyeceğiz? İyisi mi, kendi ayaklarımız üzerinde duran mü'min fertler olalım. Kur'anî tabirle "Kınayanın kınamasına aldırmayalım." Başkalarının rüzgârıyla yönümüz değişmesin. Kendi ayaklarımız üzerinde durduğumuz zaman ancak ittihadımızda bir anlam var. 'Vehn' hadisi bize diyor ki: Sayı çokluğu önemli değil. Sağlam durmak önemli.

İnsan herşeye dayanır da herhangi birşey olmaya dayanamaz

"Her renge boyan da renk verme."
Şeyh Galib

Bu yazı biraz karışık olacak, ama sabrederseniz güzel birşey söyleyecek: İstibdat sadece hürriyeti değil, varlığı da öldürüyor. (Hürriyet zaten potansiyelin varlığa çıkma arzusudur.) Varlık sahasına çıkacak pekçok yeni renk istibdadın tek renkliliği içinde ortaya çıkamıyor veya intihar ediyor. Bu intihar iki anlamda. Birincisi: Daha yatay düzlemde ki, istibdat tek renklilik övgüsüyle diğer renkleri gözden düşürür. Gözden düşen renk varolmak istemez. İltifat görmeyen varlık yokluğu seçmeye meyyaldır. İntihar böyle bir temayülden beslenir. Varolan varolmasının güzel ve meşru olduğunu iltifatlardan tanır. Bu iltifatlardan yoksun bırakış istibdadın birinci katliamıdır. Önemsizleştirerek katleder.

İkincisi: Biraz daha dikey bir düzlemde. Gereksizleştirerek katleder. Nasıl anlatmalı? Belki şöyle: İstibdadın iltifatıyla o tek renk içinde varolmayı seçenlerin varlıkları da aslında varlık değildir. Sureten vücudî görünen ademlerdir. Varlık görünümlü yokluklardır onlar. Angaje oldukça da daha fazla yokolurlar. Nasıl başlar bu kıyamet? Aynı olanlar birbirlerini gereksiz kılarak birbirlerinin katili olabilirler. Aralarında nüans bulunmayanlar 'varolma' ve 'görünme' vazifelerini birbirlerine bırakabilirler. Bediüzzaman'ın istibdad ile 'neme lazımcılık' arasında kurduğu ilgi biraz da buna işaret eder.

Eğer varolanları tek renge mahkûm ederseniz, görünenler hep aynı renk olduğundan görünmeyi birbirlerine bırakabilirler. Müstebit idare tam da bu nedenle varolanı tembelleştirir. Çünkü farklı olarak varolmayan ayrıca varolmak da istemez. Nihayetinde kendisi de varolsa, başkası da varolsa, okunacak aynı renktir. O halde üç aynı rengin birden yorulmasına gerek yoktur. Renklerden birisi çalışsın yeter. Diğer ikisi tembelliğe batar. Hatta bazen üçü birden (ne de olsa içlerinden birisinin görünmekte olduğunu düşünerek) bu tuzağa düşerler.

İstibdat bir cemaate girerse yine aynısını yapar. Tektip veya tek renk olarak kendisini dayatan bir 'şeyh' veya 'ağabeyin' rengi muteber tek renk olduğundan herkes ona özenir. Özenir, ama o olamaz. Müstebit ile mürşidi buradan ayırabilirsin. Mürşid irşad ettiğini rengine zorlamaz. Rengince irşad eder. Rengi rengine uyanlar ona tutulur. Rengine bular, ama renklerini yoketmez.

Müstebit her farklı rengi gözden düşürür. Hem kendisini odak noktaya koyduğu halde hiçkimsenin tastamam kendisi gibi olmasına da izin vermez. Müstebit için idaresindekiler onun iletkenleri/memurlarıdır. Emirlerinin/görüşlerinin yayılmasına yardım ederler sadece. Mürşidin idaresindekiler o varlık sahasından çekildiğinde de ışık saçmaya devam ederler. Çünkü mürşidin talebeleri kabloları değil, elektrik üretmesini öğrettiği santralleridir. Mürşid, oduna kendi gibi yanmasını öğretir. Müstebit, oduna kendisini taşıttırır.

Evvelen demiştik: İstibdat ona özendirir, ama o olmasına izin vermez. Ne demek bu? Şu demek: O olmasına izin vermeyecek şekilde özenmelere izin verir. İzin vermediği için yalnızca o çözebilir bütün sorunları. Yalnızca o çözebildiğine göre diğerlerinin üzerine düşen ancak bu o'ya kol/bacak olmaktır. Ama bu noktada yaptıkları katkıyı bile 'ulu öndere' bırakmak zorundadırlar. Çünkü kol/bacak şeklindeki varoluşlar bile 'farklı' varoluşlardır ve istibdat kendisinden farklı varoluşlara katlanamaz. Lider kültünün istibdatla beslenmesi aslında bu tek renkli varoluşun kendisinden farklı varoluşlarla beslenmesidir.

"Dünyaca havas tanılan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu ve mahviyet iken, tahakküm ve tekebbüre sebep olmuştur. Fukara aczi, avamın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan iken, esarete, mahkûmiyetlerine müncer olmuştur. Bir işte mehâsin ve şeref hasıl oldukça, havassa peşkeş edilir, seyyiat olsa, avama taksim edilir. Mesela, bir tabur galebe çalsa, şan ve şeref kumandana verilir, taksim edilmez. Mağlûp olduğu vakit, seyyie tabura taksim edilir. Meselâ bir aşiret namuskârane bir iş etse, 'Aferin Hasan Ağa" derler. Fenalık ettikleri vakit, 'Tuh! Ne pis aşiretmiş!' diyecekler."

Farklılıkların hayatta kalmasına izin verdiğinizde farklı olan kendi rengiyle varolacağından varolmayı canı ister. Bir kanundur bu: Birşey kendisinin yerine varolacak ikinci birşey yoksa bizzat varolarak o boşluğu doldurmak ister. Aklınıza gelen güzel bir cümleyi düşünün. Daha önce hiçkimse söylememiş. Bu cümle ilk sizin aklınıza geldi. Belki bir daha kimsenin aklına gelmeyecek. Söylenmesi lazım. Hiçliğe gitmemesi lazım. Siz o cümleyi ne yapar eder söylersiniz. Çünkü böylesi bir varoluş eşi bulunmaz bir nimettir.

Sizden önce söylenmemiş cümleler de böyle olduğu gibi, sizden önce ortaya konulmamış eserlerde de bu böyledir. Bediüzzaman'ın 'meyl-i teceddüd' dediği bu şey, bu karşıkonulmaz temayül, bizi onca benzerimiz içinde hayatta tutuyor. Ne zaman ki kalabalık içinde rengimizi yitirdiğimizi düşünüyoruz, yani ayrı birşey olarak varolmadığımızı (veya varlığımızın anlam taşımadığını) tasavvur ediyoruz, işte o zaman ya depresyon sarıyor ruhumuzu yahut da tembellik. Ehadiyet kesret içindeki nefesimizdir bizim. Onu içimize çekemezsek herhangi biri oluruz. İnsan herşeye dayanır da herhangi biri olmaya dayanamaz.

Wednesday, June 8, 2016

Mürşid, yanında 'susmaktan' mutlu olduğundur

Sana, beni ve ben gibi çok konuşanları rahatsız edecek birşey söyleyeyim mi? Mürşid, yanında susmaktan mutlu olduğundur. Yamacındayken az olmayı ötesinde çok olmaya tercih ettiğindir. Varlığına kendi varlığından fazla sevindiğindir. "Varlığım, varlığına armağan olsun!" dediğindir hakiki manada. Dualarına girsin yeter. "Anam babam sana feda olsun ya Resulallah! Canım sana feda olsun ya Resulallah!" desen yeter. Sahabe efendilerimiz bize böyle ders vermişler.

Anadan, babadan ve hatta candan geçmek ancak mürşid bildiğinin huzurundayken mümkün olur. Sesini sesinden, fikrini fikrinden daha çok sevdiğin ve beğendiğindir mürşid. Kendini onunla sınadığındır. O, dünyadaki mizanındır senin. Pencerendir bakmaya kendine. Onu seversin çünkü ondan seni izlemek sana birşey katar. Belki de bu yüzden Kur'an'da, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın huzurunda, seslerini, mübarek sesinden fazla yükseltenler uyarılır. Çünkü bu, sesle bile olsa, 'fazla var olma' arzusudur. Mürşidden fazla var olmayı istediğinde kendini edilgen konumdan çıkarırsın. Mürşidine mürşidlik taslamaya başlarsın. Bu bir nevi mürşidin huzurunu işgaldir. Kendini değişmesi gereken değil değiştirmesi gereken olarak görmeye başladığını gösterir. Öyle olduğun meclislerden uzaklaş. Çünkü etrafındakileri de yıpratırsın.

"Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır."

Talipsen mağrifete elbette dinleyen olacaksın. Toksan, kendi taliplerini/açlarını bul. Dinlemek açlığın delilidir. Öğrenmeye geldin oraya, öğretmeye değil. Önce bunu öğren. Soruların/katkıların elbette olacak, ama irşadın bir letafeti var. Işığını yaymasına müsaade etmezsen hangi lamba aydınlatabilir? O yüzden ilk adımın; aç olanın, aydınlatılmaya muhtaç olanın sen olduğunu farketmek. "Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin." Talebe, hocasının sözünü kendi sözü bildiği için talebedir. Onun istikametine kanaati yoksa ve kemaline iman etmiyorsa neden önünde diz kırsın?

Bir mecliste mürşidin rağmına konuşan varsa üzerine çentik at; çünkü belli ki, irşad olmaya gelmemiş. Kendi ışığını(!) yaymaya gelmiş. İki güneşin birden varlığı günebakanları şaşkın eder. Kendini günebakan olarak görmeyi bırakmışsan diğer günebakanlara bari merhamet et. Orayı terket.

Yanında susmayı sevdiğin şeydir senin mürşidin. Sûretini sükûtunda ara. Sesinin yükseldiği yerlerde değil. Yalnızca insanlardan mı çıkar mürşid? Hayır. Kitaplardan da çıkar. Kitap okurken konuşana rastlamadım ben. Sesini kitaptan fazla çıkarmaya çalışanı duymadım. Demek yanında susmak 'onu kitap gibi görmeye' de işaret ediyor. Susarak okur insanlar ve susmak aynı zamanda irşada atılan ilk adımdır. Bu nedenle kitaplarına da saygı göster, mürşidlerine gösterdiğin gibi.

Peki, bu, her yazarı mürşid sınıfına sokar mı? Evet, irşaddan aradığın insan-ı kamile doğru atılmış adımsa, bu doğru. Bu yüzden mürşidlerin tuzaklarıyla yazarların tuzakları birbirine benzer. Yazar da, mürşid de o kadar çok 'iyi olandan' bahseder ki; bir noktadan sonra asl-ı ben'inin hakikatin neresine düştüğünü unutur. Anlattığının şehveti sarar dörtbir yanını. Anlatılan iyidir ya. Yeter! İyi olanı nasihat vermek, fakat kendini anmamak mürşid için şehvetli ve dehşetli bir vartadır. Nasihatini, tevbesiyle ve itirafıyla kaynaştırıp vermezse, ötekileştirmesi kaçınılmazdır günahı.

Ve bundan sonra tüm irşadlar komşunun günahları üzerine yapılır. İyi olandan bahsetmek, iyi olmaya yeter görünür, fakat değildir. Yazarlar da düşer bu tuzaklara. 'Yaşanmamış hayattan intikamlarını alırken' yazdıkları şeyler, o kadar yüksek şeylerdir ki ve bunlarla okurların omuzlarına öyle şeyler yüklerler ki, dönüp kendilerini sigaya çekmezler. Belki biraz da bu yüzden mürşidim Sözler'ine başlarken şöyle söyler:

"Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin." Demek seninle beraber dinleyendir mürşid. Yalnızca sana konuşan değil. Seninle konuşurken kendisini unutan değil.

Bir romanda kahraman aslan parçası olabilir. Hazırcevap olabilir. Esprili olabilir. Delicesine âşık olabilir. Sevdiği kızın tebessümü için sayfalarca tasvir yapabilir. Fakat hangi yazar hayatı bir romandaki kadar derin yaşar? Kim, 'sonsuza dek mutlu' olur? Bu, bir yönüyle imkansızın edebiyatıdır. Ve imkansız olan, eğer buna farkındalığı yoksa, okurun omuzlarına ağır bir yük yükler. Ve Kur'an her birimizi uyarır: "Siz; insanlara iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitabı da okuyorsunuz, hiç aklınızı başınıza almayacak mısınız?" Aklı başa almak; dizginleri hayalin şehvetinden, iyiyi tasvirin lezzetinden kurtarmak, uygulamaya dönmek. Aslolana dönmek... Nihayetinde herkesin tuzağı kendi boyundadır. Vebali kendi boynunadır. Kendi yaralarıyla konuşmayı unutan bizim yaralarımızı anlayamaz.

Monday, June 6, 2016

Güzeller güzelliğin mülküdür

Ne yazık arkadaşım. Bize esmaü'l-hüsnadan bir tecelli bahşedildiği zaman hemen ‘mülkümüz olduğunu’ sanrılıyoruz. Yani, hâşâ, sanki koparılmış da bir parçası bize verilmiş gibi tahayyül ediyoruz. Tuttuk mu kalır. Avuçlarımızı sıkarsak çıkmaz. Geri alınmaz. Böyle zannetmekte elbette hata var. Çünkü bize bağışı Rahman'ın hazinesinden eksilmez. O öyle bir Malik-i Hakikî'dir ki verdiği mülkünden çıkmaz-çıkamaz. ‘Ondan’ fakat ‘Onda kalarak’tır tüm hediyeleri. (6. Söz'deki kıssayı hatırla tam şimdi. Allah emanet verdiğini senden satın alıyordu.)

Hiçbir fakirin istifadesi o Sultan’ın hazinesini eksiltemez. Neden? Çünkü ancak çıkan eksilir. Çıkaramaz ki mülkiyet alanından eksiltebilsin. Kendisi çıkamayan neyi çıkarabilir? (Rahman sûresinin 33. ayetiyle de mühürlenmiştir bu hakikat.) Yani ki: O Sultan’ın bağışı mülkünden bir kısmını mülkü-dışı bir alana verişi değildir. Mülkünü, yine mülküne, yine mülkünde kalarak emanetidir.

Arkadaşım bize bunu sandıran biraz da eyleyebildiklerimiz dikkat edersen. Bizdeki tecellinin irade-i cüziye kadarcık olsun bizden etkilenmesi onun ‘mülkümüz’ olduğunu düşündürüyor. 'Koparılmış' aldanmasına yol açıyor. Seçim yapabildiğimiz her alanda mülkiyeti parçalayabildiğimizi sanıyoruz. Aldanıyoruz.

Halbuki biz güzel olsak da güzelliği mülk edinemiyoruz. Ne tutabiliyoruz ne kuşatabiliyoruz. Ancak misafir ediyoruz. Birşeyi mülk edinmek tekeline almak gibidir. Bir evin hakiki sahibi olduğun zaman o ev başkasının olamaz. Başkasının da oluyorsa sen hakiki sahip değilsindir. Her istediğini yapamıyorsundur. Belki misafirsindir. Sahibin izniyle kalıyorsundur. O istediğinde misafirliğin de biter.

"İman aksinin imkansızlığıyla birlikte varolur!" demiştim bir diğer yazıda. Bu şu demektir: 'La ilahe' ile olur ancak 'illallah.' Şirkin yokluğuyla birlikte varolur tevhid. İkisi birden olamaz. Allah ancak İslam'ın anlattığı gibi bir Vahid-i Ehad olabilir. İlahlık seviyesinde bir kemal şirk kiriyle birlikte varolamaz. Kusursuzluk kusurlanamaz. Sınırsızlık sınırlanamaz. Sonsuzluk sonlanamaz. Halbuki şirk kokulu her ifade sonsuza bir sınır çizer. Diğerine alanı öyle açar.

Onun uluhiyeti ikinci bir ilahı sadece ‘gereksiz’ değil ‘imkansız’ da kılar. Çoklu yaratıcı tasavvuru ilahlığa yakışmayacak bir sınır tasavvurudur. "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir..." hakikatinden aldığımız derstir bu. "Temizlik imanın yarısıdır!" buyuran Aleyhissalatuvesselam da imandan önce giriştiğimiz putkırıcı hamleye işaret eder. (Bir işareti de bunadır.) Evet. Önce aksini ‘la’ ile süpürür sonra istikameti gönlümüze doldururuz. Yarısı gayrısının temizliğiyle şekillenir imanın. Gayrısını temizleyemeyenin imanı da yarım kalır.

Nerelere gittik? Yine uçtu gitti kalemim. Geri dönmeyi deneyelim: Bu kainatta güzel olan her ne varsa hepsi güzellik sıfatından pay sahibidir. Bir sıfatı ortaklaşa kullanırlar adeta. Birisinin güzelliği diğerininkini gözden düşürmez. Birisinin mezkûr sıfattan istifadesi diğerininkine engel olmaz. O halde sahipleri değiliz hiçbirimiz bu sıfatların. Işıkla aynaların hali gibidir böylesi sıfatlarla durumumuz. Demek biz bu sıfatları hakikaten elegeçiremiyoruz. Hiçbirisi gerçekten ‘bizim’ olmuyor. Ya? Bizle oluyor. Bizde oluyor. Bize oluyor.

Işık, yansımakla aynanın, aydınlatmakla nesnenin mülkü olmadığı gibi bu sıfatlar da bizde mülk olamıyor. Belki tam tersi bir şekilde biz o sıfatın mülkü oluyoruz. Biz güzelliği elegeçirmiyoruz. Güzellik bizi elegeçiriyor. ‘Işığın aynayı elegeçirişi’ aynı zamanda ‘aynanın ışığı elegeçirişi’ değildir. Burada ayna ancak istifade edendir. Işıktır aslında onu elegeçiren. Belki mazhar olduğumuz her esmaü'l-hüsna tecellisi üzerimizde işleyen yeni bir fetih hareketi. Böylesi her tasarruf binler esmanın bayrağıyla bizim yalnız Allah'ın mülkü olduğumuzun ilan edilişidir. Hiçbirisine karşı mukavemetimiz yoktur. Elhamdülillah. Evet. Elegeçiriliyoruz. Her an üzerimizde yeni fetihler oluyor Allah'ın iradesiyle.

Bu açıdan bakınca Bediüzzaman'ın ‘terzi-model’ örneği daha bir zenginleşiyor gözümde. Nasıl? Açayım: Bu oturmalar-kalkmalar oturmayı-kalkmayı mülk edinmemiz değil aslında. Elbise bizim değil. Biz modellik ücretiyle elegeçirildik. Varolmak öyle karşıkonulmazdı ki varolduk. O kadar güzeldi ki mestolduk. Gayrı o elbise üzerimizdeyken yapılan herşey terzinin bizim üzerimizdeki hakkıdır. Karşı koyamayız. (Şehir Fettah'ın mülküdür.) Ki zaten meftunuyuz o değişmelerin. Allah'ın mülkü olduğumuzun bir delili de şudur bence arkadaşım: Esması elegeçirdikçe canlanıyoruz. Daha daha farklı şekillerde de Onun mülkü olduğumuzu anladıkça hayat kuvvet buluyor bizde.

Belki de o yüzden mürşidim Mesnevi-i Nuriye'sinde diyor:

"Mümkün ünvanı altındaki eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani keyfiyetleri-halleri değişir. Binaenaleyh, mümkün olan birşeyin dâima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atâlette kalması, o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü, o şeyin istikbal halleri ademde kalır. Yol bulup vücuda gelemez. Adem ise, büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır. Binaenaleyh, faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval ve şuûnatta da bir tebeddül olup, bu tahavvül ve tebeddülden neş'et eden teessürat, teellümat, bir cihetten çirkin ise de birkaç cihetten de güzeldir. Evet birşeyin şekillerinde vukua gelen devir ve teslim sırasına gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücut da teceddüd eder..."

Sahi: Hayatın hakikati neden üzerimizdeki esma tecellilerinin değişmesi olmasın? Akıntının şiddeti neden vücudun bu çeşidini göstermesin? Hareket-mekan-zaman arasında bir ilgi var. Belki hayatın da bu döngüde yeri var? Belki de varoluşun en hareketli-renkli halidir hayat. Neden olmasın? İşte böyle şeyler kalbime doldu bu gece de arkadaşım. Beğenirsen senin kalbinde de yatıya kalsın. Yerini yadırgamaz hiç. Korkma. Çünkü nihayetinde kalplerimiz de Allah’ın evidir.

Friday, June 3, 2016

İmamların dokunulmazlığı nereden geliyor?

"Kur'ân'ın desâtirindendir ki: Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbirşeyi ‘ona taabbüd edecek bir derecede’ kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini ‘hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede’ büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler." (17. Lem'a'dan...)

Ebubekir Sifil Hoca ‘Hikemiyat’ eserinde İmam Zehebî rahmetullahi aleyhten naklediyor: Yakın arkadaşı el-Merruzî; bir rahibin, İmam Ahmed b. Hanbel’e "Yıllardır seni görmek istiyordum. Senin varlığın sadece İslam için değil bütün mahlukat için hayır ve salahtır. Bizim cemaatimiz içinde senden razı olmayan yoktur!" demesi üzerine Hazret-i İmam’a dönüp demiş ki: "Öyle umuyorum ki ülkenin bütün şehirlerinde senin için dua ediliyor." İmam Ahmed rahmetullahi aleyhse bu güzel iltifata şöyle karşılık vermiş: "Ey Ebû Bekir, bir kimse kendi nefsini bilirse, insanların sözü ona bir fayda vermez."

Bana tesir eden bu hâdiseyi okur okumaz aklıma mürşidimin kendisini 'üç şahsiyete' ayırırken kullandığı ifadeler geldi arkadaşım. İstersen alıntılayayım: "İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim."

Allah Ehl-i Sünnet büyüklerinin nurlu izlerinden ayaklarımızı ayırmasın. Ben zannederim ki: İmam Ahmed b. Hanbel rahmetullahi aleyhin 'fayda vermez' ifadesiyle anlattığı tıpkı Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi bir halettir. Karanlığına baka baka ışık kesilmektir. Kendi aslına, asl-ı insana, dair bu idrak dışındaki her iltifatı/yergiyi anlamsız kılar. Yani hem övgüler hem hakaretler zararsız hale gelir. Uzaklaşır. Etkisizleşir. Çünkü nihayetinde özde 'âdemiyet' denilen şeyin kararına varılmıştır. Tanımı yapılmıştır. Su çatlağını bulmuştur. Karar bulan elbet rahat da bulur. Rahat bulan elbet karardadır. Tasından razı olan su taşmaz.

Artık kul konumunda 'acaba' taşınmamaktadır ki iltifatlar ile ifrata gitsin veya hakaretler ile tefrite düşsün. Kamil zatların her hal u şartta sergiledikleri istikametli tavır biraz da hakikatlerine dair ulaştıkları emniyetten kaynaklanır. Maide sûresinde yeralan “Hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar!" müjdesi belki bunu da anlatmaktadır bize arkadaşım. Evet, kınayanın kınamasından korkmamak, ancak onunla ‘değişmeyeceğini’ bilmekle mümkündür. Müslümanın imanı sırr-ı tevhid içinde böyle bir manayı da saklar. Tek değiştirebilen Allah’tır.

Bence bu tarz bir idrak acz ve fakr şuurunun da zeminini oluşturuyor. Yahut da şöyle söylemeli: Acz ve fakr şuuru insanı böyle bir zemine doğru sürüklüyor. Kendisinde varlık namına gördüğü herşeyi Allah'ın lütfu olarak değerlendiren insan, ne başkasına kalpten borçlanır, ne de başkasından kalbiyle etkilenir. Alışverişi artık yalnız Onunladır artık. Bu durum karakterini hem daha dengeli ve hem de daha korunaklı kılar. Yani, acz ve fakr bilinci, insana dış etkilerden korunmakta da yardım eder. Hayatının istikamette olmasını dileyen, bu bilinci tam kuşanarak ancak, daha korunaklı bir tefekkür âlemi oluşturabilir. İzzeti, sebatı, sabrı, ahlakı ve sadakati bu etkilenmezlikten kuvvet alır.

Bu noktada artık diyebiliriz ki arkadaşım: Kul olmak 'Ondan gayrısından daha az etkilenir olmak' anlamında da kıymetlidir ve bize lazımdır. Zira biz 'acı' dediğimiz şeyin büyük bir kısmını bu etkiler nedeniyle yaşıyoruz. Ya bizzat elem oluyor yaşadıklarımız veyahut da zeval-i lezzetin elem olmasıyla acılaşıp dönüyorlar bize. Öyle ya. Güzel şeylerin hatırası da 'tekrarının imkansızlığı' ve 'ulaşılmazlığının ihtarıyla' bir sancı yapar. Her iki halin verdiği sarsıntılardan korunabilmenin yolu; kendi yerimizi, dış etkilerle nerede olduğumuzu şaşırmayacak bir kesinliğe kavuşturmaktır. Göze girmeye çalışmayarak gözde kalmaktır. Yarışmayarak yenilmemektir. Kendini bilen Rabbini bilir. Çünkü marifetullahın ışığına bakabilmek için kendi karanlığımıza ihtiyacımız var.

Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde diyor ki: "İşte bana zulmedenlerin zulmetle araçlarını ölçüsüzce tüketerek bana ettikleri iyilik. Üzerimde hiçbir nüfuzları kalmadı. Artık onlarla alay edebilirim..." Rousseau'nun kitap boyunca ‘insanlardan duyduğu ümit’ ile ‘çektiği acılar’ arasında kurduğu ilgi ve ‘küskünlüğü’yle ‘huzur’u arasında kurduğu bağ, anlatmak istediklerimle kardeş gibi görünüyor. Neden? Çünkü arkadaşım: İnsanların çektirdiği acılar aslında onlardan ümit ettiklerimizdir. O ümidin inkisarıdır. Bozulmasıdır. Tepkisidir.

Bir insanın ilgisizliğine üzüldüğümüzde aslında üzüldüğümüz 'istediğimiz ilgiyi bulamayışımız'dır. Âşık, kalbindeki aşktan dolayı değil, muhatabın umduğu karşılığı vermemesinden acı çeker. Bu durum acılarımız ile ümitlerimiz arasında bir ilgi olduğunu gösteriyor. Bu karşılıksız ümit veya boş tahayyülün kaynağı ise, bana öyle geliyor ki, kendi hakkımızda bir türlü sahip olamadığımız netliktir. Biz aslında neyiz? Ne derece sevilmeye layığız? Neyi/kimden ümit etmeliyiz? Sınırlarımız nereye kadar? Hakiki sevilecek sonsuz kimdir? Bence bu tip sorulara verilecek cevapların ucu açık olduğu sürece insanlar bizi daha şiddetli etkiliyor. Zira nefsimizi hayalleriyle manipüle edebiliyorlar. Ünlü olmak isteyen birisi mesela kendisine bu damardan yaklaşan dolandırıcıya daha kolay kapılıyor. Parantezi kapatamadığımız her yerde ihtimallerin işkencesi var.

Evet. Biz de kamil zatlar gibi 'dokunulmazlık' elde edebiliriz. Kapıyı açık bırakmışlar. Nasihatle yol göstermişler. Hatta şunu da iddia edebilirim ki arkadaşım: Bazılarımız bu olgunluğun sahtesine yaşadıkları acılarla erişiyorlar. Schopenhauer gibi, Nietzsche gibi, Ömer Hayyam gibi karamsarlıktan gelen bir kemal(!) buluyorlar. Fakat eline geçiremeyenin küskünlüğü bu. Kendiliğinde karara varanın değil. Bazılarımız da tam tersi, bu ilginin bir parçasını bir şekilde elde etmekle, ilginin düşkünü haline geliyorlar. İkisinin de bekası yok ne yazık ki.

Bu iki vartaya düşmeden olgunluğa erişenler, işte onlardır, kendilerine hiçbir faydamız dokunmayan ve fakat varlıklarından hep fayda gördüklerimiz. Çünkü onlar kendi içlerinde karar bulmakla varlığımıza da bir karar katarlar. Direği, gemi için nasıl denge unsuruysa, istikametlilerimiz de toplum için birer denge unsurudurlar. Bu dengeleri biraz da tanımlarında ulaştıkları netliktendir. Onlar ümmetin manevî deprem sütunlarıdır. Yıkılmaktan koruyan kolonlarıdır. Ve en nihayet demem o ki arkadaşım: İstikamet istiyorsak ‘ne’liğimizde karara varmalıyız. Kimliğimizde, değerlerimizde, hedeflerimizde manipülasyona açık olmamalıyız. Ancak ‘ne olduğunu’ bilene Allah’tan başkası 'ne olacağını' dikte edemez. Böyle düşünüyorum: İçimde varabileceğim en geniş hürriyet budur.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...