Showing posts with label Nietzshe. Show all posts
Showing posts with label Nietzshe. Show all posts

Friday, June 3, 2016

İmamların dokunulmazlığı nereden geliyor?

"Kur'ân'ın desâtirindendir ki: Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbirşeyi ‘ona taabbüd edecek bir derecede’ kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini ‘hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede’ büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler." (17. Lem'a'dan...)

Ebubekir Sifil Hoca ‘Hikemiyat’ eserinde İmam Zehebî rahmetullahi aleyhten naklediyor: Yakın arkadaşı el-Merruzî; bir rahibin, İmam Ahmed b. Hanbel’e "Yıllardır seni görmek istiyordum. Senin varlığın sadece İslam için değil bütün mahlukat için hayır ve salahtır. Bizim cemaatimiz içinde senden razı olmayan yoktur!" demesi üzerine Hazret-i İmam’a dönüp demiş ki: "Öyle umuyorum ki ülkenin bütün şehirlerinde senin için dua ediliyor." İmam Ahmed rahmetullahi aleyhse bu güzel iltifata şöyle karşılık vermiş: "Ey Ebû Bekir, bir kimse kendi nefsini bilirse, insanların sözü ona bir fayda vermez."

Bana tesir eden bu hâdiseyi okur okumaz aklıma mürşidimin kendisini 'üç şahsiyete' ayırırken kullandığı ifadeler geldi arkadaşım. İstersen alıntılayayım: "İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim."

Allah Ehl-i Sünnet büyüklerinin nurlu izlerinden ayaklarımızı ayırmasın. Ben zannederim ki: İmam Ahmed b. Hanbel rahmetullahi aleyhin 'fayda vermez' ifadesiyle anlattığı tıpkı Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi bir halettir. Karanlığına baka baka ışık kesilmektir. Kendi aslına, asl-ı insana, dair bu idrak dışındaki her iltifatı/yergiyi anlamsız kılar. Yani hem övgüler hem hakaretler zararsız hale gelir. Uzaklaşır. Etkisizleşir. Çünkü nihayetinde özde 'âdemiyet' denilen şeyin kararına varılmıştır. Tanımı yapılmıştır. Su çatlağını bulmuştur. Karar bulan elbet rahat da bulur. Rahat bulan elbet karardadır. Tasından razı olan su taşmaz.

Artık kul konumunda 'acaba' taşınmamaktadır ki iltifatlar ile ifrata gitsin veya hakaretler ile tefrite düşsün. Kamil zatların her hal u şartta sergiledikleri istikametli tavır biraz da hakikatlerine dair ulaştıkları emniyetten kaynaklanır. Maide sûresinde yeralan “Hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar!" müjdesi belki bunu da anlatmaktadır bize arkadaşım. Evet, kınayanın kınamasından korkmamak, ancak onunla ‘değişmeyeceğini’ bilmekle mümkündür. Müslümanın imanı sırr-ı tevhid içinde böyle bir manayı da saklar. Tek değiştirebilen Allah’tır.

Bence bu tarz bir idrak acz ve fakr şuurunun da zeminini oluşturuyor. Yahut da şöyle söylemeli: Acz ve fakr şuuru insanı böyle bir zemine doğru sürüklüyor. Kendisinde varlık namına gördüğü herşeyi Allah'ın lütfu olarak değerlendiren insan, ne başkasına kalpten borçlanır, ne de başkasından kalbiyle etkilenir. Alışverişi artık yalnız Onunladır artık. Bu durum karakterini hem daha dengeli ve hem de daha korunaklı kılar. Yani, acz ve fakr bilinci, insana dış etkilerden korunmakta da yardım eder. Hayatının istikamette olmasını dileyen, bu bilinci tam kuşanarak ancak, daha korunaklı bir tefekkür âlemi oluşturabilir. İzzeti, sebatı, sabrı, ahlakı ve sadakati bu etkilenmezlikten kuvvet alır.

Bu noktada artık diyebiliriz ki arkadaşım: Kul olmak 'Ondan gayrısından daha az etkilenir olmak' anlamında da kıymetlidir ve bize lazımdır. Zira biz 'acı' dediğimiz şeyin büyük bir kısmını bu etkiler nedeniyle yaşıyoruz. Ya bizzat elem oluyor yaşadıklarımız veyahut da zeval-i lezzetin elem olmasıyla acılaşıp dönüyorlar bize. Öyle ya. Güzel şeylerin hatırası da 'tekrarının imkansızlığı' ve 'ulaşılmazlığının ihtarıyla' bir sancı yapar. Her iki halin verdiği sarsıntılardan korunabilmenin yolu; kendi yerimizi, dış etkilerle nerede olduğumuzu şaşırmayacak bir kesinliğe kavuşturmaktır. Göze girmeye çalışmayarak gözde kalmaktır. Yarışmayarak yenilmemektir. Kendini bilen Rabbini bilir. Çünkü marifetullahın ışığına bakabilmek için kendi karanlığımıza ihtiyacımız var.

Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde diyor ki: "İşte bana zulmedenlerin zulmetle araçlarını ölçüsüzce tüketerek bana ettikleri iyilik. Üzerimde hiçbir nüfuzları kalmadı. Artık onlarla alay edebilirim..." Rousseau'nun kitap boyunca ‘insanlardan duyduğu ümit’ ile ‘çektiği acılar’ arasında kurduğu ilgi ve ‘küskünlüğü’yle ‘huzur’u arasında kurduğu bağ, anlatmak istediklerimle kardeş gibi görünüyor. Neden? Çünkü arkadaşım: İnsanların çektirdiği acılar aslında onlardan ümit ettiklerimizdir. O ümidin inkisarıdır. Bozulmasıdır. Tepkisidir.

Bir insanın ilgisizliğine üzüldüğümüzde aslında üzüldüğümüz 'istediğimiz ilgiyi bulamayışımız'dır. Âşık, kalbindeki aşktan dolayı değil, muhatabın umduğu karşılığı vermemesinden acı çeker. Bu durum acılarımız ile ümitlerimiz arasında bir ilgi olduğunu gösteriyor. Bu karşılıksız ümit veya boş tahayyülün kaynağı ise, bana öyle geliyor ki, kendi hakkımızda bir türlü sahip olamadığımız netliktir. Biz aslında neyiz? Ne derece sevilmeye layığız? Neyi/kimden ümit etmeliyiz? Sınırlarımız nereye kadar? Hakiki sevilecek sonsuz kimdir? Bence bu tip sorulara verilecek cevapların ucu açık olduğu sürece insanlar bizi daha şiddetli etkiliyor. Zira nefsimizi hayalleriyle manipüle edebiliyorlar. Ünlü olmak isteyen birisi mesela kendisine bu damardan yaklaşan dolandırıcıya daha kolay kapılıyor. Parantezi kapatamadığımız her yerde ihtimallerin işkencesi var.

Evet. Biz de kamil zatlar gibi 'dokunulmazlık' elde edebiliriz. Kapıyı açık bırakmışlar. Nasihatle yol göstermişler. Hatta şunu da iddia edebilirim ki arkadaşım: Bazılarımız bu olgunluğun sahtesine yaşadıkları acılarla erişiyorlar. Schopenhauer gibi, Nietzsche gibi, Ömer Hayyam gibi karamsarlıktan gelen bir kemal(!) buluyorlar. Fakat eline geçiremeyenin küskünlüğü bu. Kendiliğinde karara varanın değil. Bazılarımız da tam tersi, bu ilginin bir parçasını bir şekilde elde etmekle, ilginin düşkünü haline geliyorlar. İkisinin de bekası yok ne yazık ki.

Bu iki vartaya düşmeden olgunluğa erişenler, işte onlardır, kendilerine hiçbir faydamız dokunmayan ve fakat varlıklarından hep fayda gördüklerimiz. Çünkü onlar kendi içlerinde karar bulmakla varlığımıza da bir karar katarlar. Direği, gemi için nasıl denge unsuruysa, istikametlilerimiz de toplum için birer denge unsurudurlar. Bu dengeleri biraz da tanımlarında ulaştıkları netliktendir. Onlar ümmetin manevî deprem sütunlarıdır. Yıkılmaktan koruyan kolonlarıdır. Ve en nihayet demem o ki arkadaşım: İstikamet istiyorsak ‘ne’liğimizde karara varmalıyız. Kimliğimizde, değerlerimizde, hedeflerimizde manipülasyona açık olmamalıyız. Ancak ‘ne olduğunu’ bilene Allah’tan başkası 'ne olacağını' dikte edemez. Böyle düşünüyorum: İçimde varabileceğim en geniş hürriyet budur.

Sunday, September 14, 2014

Bank Asya'ya bakarken Hz. İbrahim'i hatırlamak: "Batıp gidenleri sevmem..."

"Bir nesnenin değeri, onunla ulaşılanda değil, onun için ödenen bedeldedir. Onun bize kaça mal olduğundadır. Bir örnek veriyorum: Liberal kurumlar, ulaşılır ulaşılmaz, liberal olmaya son veriyorlar. Sonra da liberal kurumlardan daha kötü ve daha temelden özgürlüğe zarar veren bir kurum kalmıyor." Nietzshe, Alacakaranlık'tan...



Geçtiğimiz dönemin Karakalem seminerlerinden birisinde (yanlış anımsamıyorsam final semineriydi) Metin Karabaşoğlu abi Mülk sûresini analiz etti. Daha giriş kısmında "Kur'an'da 'mülk' isminde bir sûre neden bulunsun ki?" sorgulamasıyla başlayan seminer, Kur'an'dan Ene Risalesi'ne uzanan kollarıyla bize şunu söyledi: "Doğru bir mülk algısına sahip olursanız ancak, vahye ve varlığa doğru bir şekilde bakarsınız. Eğer mülk algınızda (veya bir derece açmak için 'sahiplenmenizde' diyeyim) bir sorun varsa, o nazarla elde edeceğiniz sonuçlar, yapacağınız çıkarımlar da arızalı olur..."

Bunu; kâh hayatın içinden, günübirlik örneklerle; kâh "Benim bedenim, benim kararım!" cümlesiyle özdeşleşen kürtaj tartışmaları eşiğinde tefekkür ettik. Seminer, benim hem Mülk sûresine, hem Ene Risalesi'ne, hem de 'mülk' kelimesinin geçtiği her yere bakışımı ciddi etkiledi diyebilirim. Eh, Kur'an'ı bir kitap gibi okumak başka, bir mürşid gibi okumak başka. Farkı nasıl mı anlarız? Okuduğun, nazarını etkiliyorsa, mürşidindir. Ezber kalıyorsa, hatta kalmıyorsa, kitaptır. Yahut şöyle ifade edeyim: Bakış açısı öğretiyorsa, mürşidindir. Salt done veriyorsa, kitaptır. Veyahut da şöyle diyeyim: Bitirip kapattığında seni bırakmıyorsa, mürşidindir. Yitip gidiyorsa, kitaptır.

Peki, mülk algımızın Ene Risalesi'yle ne ilgisi var? Bağlantıyı kuramayanlar için şu kısmı paylaşayım:

"İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazîve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. 'Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur' diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar."

Yani bizdeki sahiplenme gücü/güdüsü veya metinde geçen ifadeyi tırnaklarsak; 'ene' aslında sahip olmadığımız şeylere 'mış gibi' sahip olarak Allah'ın malikiyetini, esmasını, şuunatını anlamamızı sağlayan birşey. Bir yetenek, bir öğretmen, bir okul, yahut da bir okuma formülü. Fakat bazı zaman oluyor ki, tıpkı kürtaj tartışmalarında olduğu gibi, anahtar bizzat kapının en büyük problemi haline geliyor. Yani bir nevi, anahtar kapının içinde kırılıyor, artık çilingir çağırsanız bile işi öncekinden daha zor. Araç, engele dönüşüyor.

Bence ene'nin sahiplenmeyle bağı, dolayısıyla onu sekülerleşme/dünyevîleşme ile de ilintiliyor. Hatta diyebiliriz ki: Enenin suistimalidir ki, bizzat sekülerleşmenin kendisidir. Yani mülkle kurulan sorunlu sahiplik ilişkisi, Karunca ifade edersek; "Bu bana ilmimle verildi!" algısı, bizim bugünlerde hakkında çoklukla şekva ettiğimiz sekülerleşmenin asıl adıdır. Ve eğer daha 'bizden' bir şekilde söylenmesi gerekiyorsa, yazılacak şudur: Dünyanın kollarını bize açması, bizim Kur'an'dan ders aldığımız eşya algımızın dengesiyle oynamıştır. Bunun altbaşlıkları ise: İsraf, sefahet ve fısktır.

Ancak daha evvel kaleme aldığım bir yazıda da altını birazcık çizdiğim gibi; bence, aslında bütün günahlarımızın izini sürüp gitsek, içimizdeki yanlış bir mülk algısına, yanlış bir sahiplenmeye dayandığını görürüz. Hatta bize emredilen ibadetlerin bile bu mülk algısındaki sakatlıkları tedavi etmeye yönelik etkileri var. Mesela; namazın zamanla, zekatın malla, orucun rızkla, haccın mekanla vesaire. Allah'ın (c.c.) bizdeki mülk algısını düzeltme yöntemi; mülkünden bir kısmını bizden istemesi ve bizim istediği gibi Ona geri vermemiz şeklindedir. "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, onlara karşılığında cennet vermek suretiyle satın almıştır!" ayet-i celilesinden tutun daha nice nice ayetler bu manayı deruhte ediyor. Yine bu gözle bakarsanız, Bediüzzaman'ın, Risale metinleri içinde çoklukla kullandığı misaller de benzeri bir algı düzeltme yeteneği içerir. Mesela; terzi ve model örneği:

"Mâdem hayat Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir; hayatın başına gelen Herşey hasendir. Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede sanatkâr ve çok sanatlarda mâhir bir zât, âsâr-ı sanatını, hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, musannâ, yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder; hem, her nevi sanatını göstermek için keser, değiştirir, uzatır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese: 'Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun' demeye hak kazanabilir mi? 'Merhametsizlik, insafsızlık ettin' diyebilir mi?"

Yazıyı uzatmamak için alıntılayamasam da buna ilaveten 4. Söz'deki 24 altın hikayesini, hatta Küçük Sözler'deki hikayelerin tamamını bu gözle okumanızı isterim. Hakikaten o misallerin neredeyse tamamı mülke dair bakışımızı, sahiplik algımızı ıslah etmek için yazılmış gibi. Bediüzzaman'ın hepsinin içinde söylediği şu: "Senin olanı bağışlamıyorsun. Sana emanet edilmiş olanı, emanet edenin rızası doğrultusunda kullanmakla sınanıyorsun."

Nereden nereye geldik. Ben aslında size bu yazıda başka birşey anlatacaktım. Bu sıralar biliyorsunuz Gülen Örgütünün en büyük derdi Bank Asya'nın batmaması. Tabii bu batışı engelleyebilmek için cemaat tabanındaki fedakâr insanları da bir seferberliğe zorluyorlar. Onlar 'teşvik etmek' deseler de bu bir teşvik değil bence. Manevî bir istibdat.

Sırf Bank Asya batmasın diye evlerini, arabalarını bile satmalarını istiyorlar insanların. Neleri varsa yatırmalarını söylüyorlar. Hatta ehl-i takva sandığımız kerli ferli abilerimiz bile "Başka bankadan faizle kredi çekin, götürüp Bank Asya'ya yatırın!" paylaşımlarında bulunuyorlar. Doğrusu; akl-ı selim değil bu. Bir cinnet. Bediüzzaman'ın Bakara sûresinin üçüncü ayetinden çıkardığı sadaka şartlarından; 'Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek...' hükmüne de aykırı. Fakat bu arkadaşlar, onlara bu tarz vahyin dengesini içeren uyarılar yaptığınızda sizi dünyevîleşmekle, kendilerini ise feragat mesleğinin dibini bulmakla damgalıyorlar. Halbuki; ben asıl onları dünyevîleşmiş buluyorum. Hem de çok sinsi bir dünyevîleşme bu. Bireysel değil kitlesel. Yine ene'nin arızasından alıyor gücünü:

"Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşv ü nemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır, koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdetâ ene olur. Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder."

Demek insan sadece kendi adına sahiplenmiyor eşyayı. Bazen de 'nevin enaniyeti' veya 'asabiyet-i neviye ve milliye' şeklinde görünebiliyor bu sekülerleşme. Normalde baksan birey birey hepsi zühd sahibi gibi. Fedakâr. Fakat birazcık cemaatlerinin/nevlerinin enaniyetine, yani cemaat adına sahip oldukları(!) şeylere dokunsan, canlarına ateş değdirmişsin gibi şiddetle tepki veriyorlar. Dersanelerini camilerle eş, Bank Asya'larını Uhud'daki okçu tepesiyle bir tutuyorlar. Cemaat adına sahip oldukları her kuruma, her binaya, her markaya Karun'un malına bağlandığı gibi bağlılar. Onlar için faizle kredi çekmeye, yani harama sapmaya hazırlar ve saptılar. Faniliğini veya fenasını akıllarına bile getirmek istemiyorlar. Karun'un malını hesap etmesi gibi okullarını sayıyorlar sürekli. (Gülen'in son beş nağmesini dinleyin, sürekli cemaat adına sahip olunan mülklerin vurgusu var: "Şu kadar okulumuz var, şu kadar ülkeye gittik, şu kadar insanız..." vesaire.)

Bence bu sekülerleşme birincisinden daha sinsi bir sekülerleşmedir. Çünkü birincisinin teşhisi kolay, fakat bununkisi zordur. Üstelik birincisinin yanlışta olduğunu gördüğünüzde kolay ilzam/ikna edersiniz, fakat bunlar bu bozuk mülk algılarına toz da kondurmuyorlar. Ne söyleseniz, onları ve hizmeti anlamadığınızın delili sayıyorlar. Peki, o halde Bediüzzaman'ın şu sözünü nereye koyacağız:

"Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyî etmeyen, hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü ânında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak kâr-ı akıl değildir."

Peki ya Ebu Hanife'yi (k.s.)? Hani gemisinin battığı söylendiğinde elini kalbine koyup 'Elhamdülillah!' diyen Ebu Hanife'yi? Sonra "Batan gemi seninki değilmiş!" diye tekrar geldiklerinde yine elini kalbine koyup 'Elhamdülillah' diyen Ebu Hanife'yi? Her ikisinde de 'mufarakat eden birşeye kalbini bağlama'dığından mutlu olan Ebu Hanife'yi?

Sahi onu nereye koyacağız? Farz edelim bankanız battığında, siz, elinizi kalbinize koyup 'Elhamdülillah!' diyebilecek misiniz? Başta tırnakladığım Nietzshe'nin tabiriyle; ödüyor olduğunuz bedelin, onlarla ulaşacaklarınıza değeceğini düşünüyor musunuz? Halbuki; "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dönüş de ancak O'nadır." Keşke bunu idrak edip, İbrahim (a.s.) gibi; "Batıp gidenleri sevmem" diyebilseydiniz.

Allah'ın da bir 'kızılelma'sı var

İslam'ın Geliştirdiği Tasavvuf nâm eserinde, Ömer Rıza Doğrul, 'nur-u Muhammedî' ve 'hakikat-i Muhammediyye' gibi kavram...