Saturday, March 9, 2019

Düşüyorum, o halde, birşeyler yarım

Arkadaşlar, özellikle de düzenli bir şekilde yazılarımı takip eden en sevdiğim takipçilerim, küçüklerimin gözlerinden, büyüklerimin ellerinden öperim. Eğer bu konuyu daha önce yazmışsam lüften "Ahmed artık tekrara düşüyorsun!" deyu yüzüme vurmayınız. Çünkü bazen unutuyorum. Evet. Düpedüz unutuyorum. Daha önce hakkında kalem oynattığım meseleler zihnimden uçuyor. Bunda da gerçi 'bilginin hakiki kaynağının' Allah olduğuna dair bir delil var ama bir açıdan da beni korkutuyor. Yazılarında tekrara düşenler sevilmezler çünkü.

Bediüzzaman'ın kendi seyr u sülûk metodunu tarif için kullandığı 'Dört Hatve' ifadesini bilirsiniz. Hatve 'adım' demektir. Dördün içeriği ise şöyledir: Acz, fakr, şefkat, tefekkür. Kendi cümlelerimize geçmeden müellif-i muhteremin izahlarından bir parça alıntılayalım da yazımıza bereket versin:

"Cenab-ı Hakka vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kasır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikidir. Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder. Şu tarik, hafî tarikler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi nüfus-u seb'a yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir."

İşte, geçenlerde eski bir yazımı okurken, bu dört adıma dair bencileyin ilginç birşeyi sezdiğimi, ancak üzerinde yeterince duramadığımı farkettim. O da şudur: Bu dört adımın her parçasının insanı 'varoluşuyla barıştıran' bir yanı var.

'Varoluşumuzla barışmak'tan kastettiğim aslında bir tür huzur makamı. Yani şeyler içinde bambaşka birşey olarak tuttuğunuz yerden razı olmak. Daha doğrusu: Büyük resmin içinde işgal ettiğiniz 'şey'likten razı gelmek. Onun öyle olmasından mutluluk duymak. En azından barışmak. Evet. Ben, huzurun, 'şeylerle insanın arasındaki musalaha'dan inkişaf edeceğine inananlardanım. Yani şahitliklerimiz ile sinemiz arasındaki ritim bozukluğu düzeltilirse şarkının aslında güzel olduğu anlaşılır.

Tabii böylesi bir barış iki boyutlu okumaları gerekli kılıyor. 1) İçe dönük okumalar. 2) Dışa dönük okumalar. İçe dönük okumalar şeyler arasında 'nece birşey' olduğumuzu anlamak için gerekli bize. Dışa dönük okumalarsa 'ben' denen şeyin etrafında 'nece şeyler' bulunduğunu idrak edebilmek için gerekli. Bu iki okumadan "İşte budur!" denilecek sonuçlara varılırsa insan olmaktan/olduklarından huzur duyar.

Hemen burada, İşaratü'l-İ'caz'da da tefsir edilen, benim 'küfür/gaflet psikolojisi tasviri' olarak gördüğüm o ayetlerin de ellerini öpelim: "Onların durumu karanlık gecede ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda, Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır, (artık hiçbir şeyi) görmezler."

Sonrasındaki ayetlerde bir misallendirme daha var. Onu da okuyalım: "Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve şimşek bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki, Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır."

İşte ben her iki ayet-i celilede de yukarıda anlattığım 'yerini bilememe' huzursuzluğunun tasvirini hissederim. Hem 'karanlık gecede ateşsiz kalan' hem de 'yağmurlu havada yolunu yitiren' aynı boşluk hissini yaşamaktadır. Yani etraflarındaki şeyler nelerdir ve kendileri o şeyler içinde nasıl bir konumdadır? Böylesi hayatî soruların cevabını bulamadığı için; kâfir, münafık veya kimi zaman da (bildiği cevaplardan gaflete düşen) bizler, bir bocalama yaşarız. Bu bocalama huzursuzluk olarak okunur.

'Huzursuzluk' diye merkezî bir başlık açtık ama korku da, vehim de, hırs da, öfke de ve daha türlü çeşit dengesizlikler de böylesine 'sınırları bilinmez bir âlemde' yaşama tasavvurundan beslenen sapmalardır aslında. Doğru cevabı bilmeyen öğrencinin şıklar karşısında düştüğü telaşın yukarıda anlattığımız psikolojiye küçüğünün küçüğü bir benzerliği vardır.

Tam da bu noktada, arkadaşlar, acz-fakr-şefkat-tefekkür dörtlüsü bize kendimizle ve çevremizle barışmanın imkanlarını sunar. İnsan, 'aciz' ve 'fakir' olduğunu kabul ettiğinde kendisiyle, 'şefkat' ve 'tefekkür' ettiğinde de evreniyle barışır. Taşıyabileceğinden fazlasıyla yüklendiğini farketmedikçe hiçbir çilekeşin çilesi 'azalıcı' değildir. Bediüzzaman'ın, gemiye bindiği halde hâlâ yükünü sırtında taşıyan yolcu misalinde olduğu gibi, insan da 'güç yetiremezliğini' ve 'çok ihtiyaçlı olduğunu' kabullenmedikçe insan olmanın rahatlığına eremez.

Hani, yazılarımda sık alıntılarım, Irvin Yalom'un bir sözü vardır: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar!" diye. İşte insan da 'yalnızca bir insan' olduğunu kabul ettikçe şifa bulur. Kur'an'ın kendisini 'şifa' olarak tarif etmesinde bunun da payı vardır. Çünkü bize aslımızı anlatır. Aslımızı anlata anlata sanrı 'ben'liklerimiz alır. Elhamdülillah.

İnsan aczini ve fakrını kabul ettiğinde 'Hayır!' demesini de öğrenmiş olur. Kime karşı? Önce nefsine karşı. Sonra şeytana karşı. Sonra hevasına karşı. Sonra kibrine karşı. Sonra kendisini dev dalgalarıyla alıp sürüklemek isteyen yaşama telaşına karşı. Sonra? Bu sonraları onlara-yüzlere çıkarmak mümkündür. Fakat en nihayet hepsi aynı güzel şiiri söyler: Karınca, yalnızca bir karınca olduğunu kabul ettiğinde, deveyle yük yarışına girmekten kurtulur. Kimseyle yarışmayan yenilmekten kurtulur. Hatta hayallerimizin ortayaşlarımızdan sonra yapmaya başladığı tazyikattan dahi bizi kurtaran "Ben işte bu kadarım!" diyebilme yetimizdir.

Şefkat ve tefekkür ise bize dış âlemimizle barışmanın imkanlarını sunuyor. Mesela: İnsan şefkat ettikçe çevresindeki şeylerle kalbî bir barışma yaşıyor. Bir yavru köpek size yaklaştı. Elinizdeki dürüme doğru anlamlı bakışlar atıyor. Siz de açsınız. Bu köpek şimdi sizin düşmanınız mı? Şefkatliyseniz değil. Şefkatliyseniz ona yedirdiğiniz lokmadan daha leziz şeyler sizin kalbinize akacaktır. Şefkatiniz sayesinde şeyler sizin zararınızdan kurtulacaktır. Şefkatiniz sayesinde 'ben'iniz dünyayla kalbinden barışacaktır.

Peki ya tefekkür? Tefekkür de aklın evrenle barışması için gerekli. Başınıza bir musibet geldi diyelim. Bu musibete güzel bir anlam yükleyemedikten sonra onun etkisinden kurtulabilmek mümkün olabilir mi? Çünkü kaybettirdiği çoğu zaman geri getirilmez. Kaybı tastamam kayıptır. Gideni gidendir. İnsan gidenlerle ancak onlara doğru anlamları yükleyebilirse barışabilir. İşte, tefekkürümüz de, Allah'ın Hakîm ismiyle bezeli, 'Ondan gelen herşeyde bir hayır olduğu' düşüncesiyle sarılı, en çirkin sahnelerde bile ötelere bakan bir güzellik arayan açlığıyla 'ben'imizi aklından dünya ile barıştırır. Çıldırmaktan korur.

Demek, bu dört hatvenin, kendilik kulemizden çıkıp, ancak içlerinde durduğumuz yerin doğru tanımını yapmakla huzur bulacağımız yönlere, yani içe-dışa doğru adımlar atmaya benzer bir yanı var. Bediüzzaman'ın, geçmişi ve geleceği de katarak, 'şeş cihet/altı yön' kavramlaştırmasıyla andığı bu 'nerede olduğunu anlama' meselesinin dünyada bulacağımız huzurun kaynağı olduğu herhalde su götürmez.

İki halet-i ruhiye arasındaki nüansı karanlıkta merdiven inmeye de benzetebiliriz aslında. Hani olur ya. Bazen ayağınız iki basamağı birden aşar karanlıkta ve tabanı umduğunuz yerde bulamamaktan bir boşluk yaşarsınız o an. Bir düşme korkusu duyarsınız. Bocalarsınız. Tuttuğunuz yeri karıştırırsınız. İşte acz, fakr, şefkat ve tefekkür yaşarken bunu aşabilmemizi sağlıyor. Haklarını tam anlamıyla verebilirsek elbette.

Friday, March 1, 2019

Kur'an hangi 'yaş'lardan bahsediyor?

Küçükken, pikniğe falan gittiğimizde, huyumuzu bilen büyüklerimiz derlerdi ki: "Yaş dallara dokunmayın." Neden bu uyarıyı yaparlardı? Çünkü piknikte illa bir ateş yakılırdı. (O kadar şey nasıl pişecek yoksa?) Ve bu ateşi yakmak için de hareket kabiliyeti yüksek küçüklerin topladığı odunlar kullanılırdı. Piknik için yerleşim yeri belirlenir belirlenmez, yükler bir ağaç gölgesine bırakılır bırakılmaz, resmi gazetede yayımlanan ilk karar "Hadi, siz çocuklar gidin, odun toplayın!" olurdu. Emir demiri keser efendim. Elbette sahip olduğumuz enerjiyle bu işi severek yapardık.

Yok, abartmayayım, çok da severek yapmazdık. Yani kısmen, başlarda, içimizde bu işe bir sevgi olurdu tabii. Ne de olsa kırsala çıkmanın coşkusu başka. Vücuda adrenalin salgılatıyor. Ama mübarek piknik ateşi cehennem kuyusu gibi "Daha yok mu?" diye sordukça ellerimiz nâçâr iki yana açılırdı nihayet. Çünkü yakındaki kaynaklar çabuk tükenirdi. Uzaklara gidince de oyun için harcanması gereken zaman azalırdı.

Zara'da piknik yapacak balta girmemiş orman da bulunmuyor ki elinizi attığınız yer kuru dal kaynasın. Ağaçların arasında güvenli takip mesafesi var. Birinden diğerine gittiğinizde ufaktan bir doğa gezisi yapmış sayılıyorsunuz. Karasal iklimin huyu malum. Kuru dallar ise ancak onların diplerinde. O da sizden önce başka piknikçiler onlara çökmemişse. O zaman hepten avucunuzu yalarsınız.

Her neyse. Çocuklukta herşeye bir çare bulunur. Kuru dallar ihtiyacı karşılamıyorsa yaş dallara çökülür. O nasıl yapılır? Ağacın boy yeten mesafedeki dallarına şöyle iki kolla asılınır. Vücud ağırlığı verilir. Yaş dal, canını kolay bırakmak istemez, direnir. Ancak ısrarlı çabalarınıza da boyun eğer. Ağaç kardeşler pek yumuşak huyludur. İşi kavgaya dökmezler.

Ama sizin bu yaptığınızın kıymetini büyükler bilirler mi? Bilmezler. Oyun için gereken zamandan hiç anlamazlar. O nedenle yaş dalları kırdığınız, getirdiğiniz, ateşe attığınız görülürse ihtarı alırsınız: "Yaş dallara dokunmayın!" Neden? Çünkü onların da canı vardır. Yaş dalı kırılırsa ağaç incinir.

Bu yaş-kuru meselesi daha sonra hiç işimize yaramadı diyemeyiz. Örneğin: "Ağaç yaşken eğilir!" sözünün ıslaklıkla ilgili olmadığını, oradaki yaşlığın 'canlılık/gençlik' manasına geldiğini ben böylesi tecrübelerim üzerinden öğrendim. Şimdi doğma-büyüme metropol çocuğu olan birkaç tane ilkokul bebesini çevirip sorsanız o cümleye bu manayı veremez. Ağaçlarla doğru-düzgün bir hukuku olmadığı için bu yaşlık-kuruluk meselesinin neye karşılık geldiğini anlayamaz. (Belki kuru odunu ıslatıp eğmeye bile çalışır.) Fakat ben o yaşlarda anlardım. Çünkü ağaçlarla takılırdım.

Arkadaşım, biraz da bu tecrübemden dolayı belki, "Ne yaş ne de kuru hiçbirşey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın!" buyuran En'am sûresinin 59. ayetini canlılık-cansızlık merkezinde de anlarım. Ayetin bir mana katmanının da buraya baktığını düşünürüm. Fakat geçenlerde iş farklılaştı. 20. Söz'ün 2. Makamı'nı okurken, ki o da bu ayet ile başlar, başka bir anlam dünyası daha açıldı kalbime. Mürşidimin orada 'peygamber mucizeleri' ile 'medeniyet harikaları' arasıda kurduğu ilgi beni bambaşka yerlere itti. Acaba bu yaşlık-kuruluk meselesi başka şekillerde de anlaşılabilir miydi?

Yeterince heyecan yaptırdığıma göre şimdi sadede geleyim: Biz birşeyin canlılığından bahsettiğimizde onun hakkında başka nelerden haber vermiş oluruz? Lisedeki biyoloji derslerini hatırlayalım hemence. Canlılığın, biyoloji kitaplarının 'daraltılmış' bakışıyla, şu gibi şartları vardır: 1) Beslenme. 2) Solunum. 3) Boşaltım. 4) Gelişim. 5) Üreme. 6) Uyarılabilme. 7) Hücresel yapı... (Yalnız biz lisedeyken son ikisi söylenmemişti. Onları internette gördüm.)

Ben burada hemen nazarlarınızı 4. maddeye çekmek istiyorum. Yani 'gelişim'e. Gelişim canlılığın en bariz alametlerinden birisidir. Bir canlı varsa onda mutlaka bir faaliyet de vardır. Bu faaliyetin görünürlüğü olarak 'yeni olan şeyler' de vardır. Hatta, her yaşta eşit derecede olmasa da, 'büyüme' de vardır. Bir ağaç yaş dalları üzerinden büyür. Çünkü onlar canlıdır. Peki Kur'an'ın bahsettiği 'yaşlık' ile bu 'gelişim' arasında nasıl bir ilgi kurulabilir?

Baştaki piknik örneğimi hatırlayalım. Bir ağacın kurulu dalları o ağaç adına neyi ifade eder? el-Cevap: Geçmişi. Olmuşu. Sonuçlanmışı vs. Peki bir ağacın yaş dalları onun için neyi ifade eder? Yine el-Cevap: Geleceği. Olacağı. Sonuçlanmamışı. Yani kuruluk bahsi, zamanın bir yerinde duran köke benzerken, yaşlık henüz gelişmekte olan bir yapıyı imâ eder. "Ağaç yaşken eğilir!" sözünde de bu 'gelişmekte olan'a atıf vardır. Gelişmesi bittikten sonra ağacın dalı bükülmez. Gelişmesi bittikten sonra insanın da kafası/gönlü pek değişmez.

İşte, Bediüzzaman'ın, medeniyet harikaları (isterseniz buna 'teknoloji' de diyebiliriz) ile peygamber mucizeleri arasında kurduğu bağ da bir açıdan aynı ağacın hem kuru hem yaş dallarını tefekkür etmeye benziyor. Yani, mesela, Bediüzzaman orada önce Süleyman aleyhisselamın mucizelerinden bahsediyor. Sonra da o mucizeleri getirip hayatımızın gelişmekte olan bir yanına bağlıyor. Fakat bir saniye. Metinden bir misal taşıyalım buraya hemence. Daha iyi anlamamızı sağlar. Mesela, Musa aleyhisselamın asâsını yere vurarak su çıkarması mucizesini anarak diyor ki:

"Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: 'Ey insan! Madem, Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!' İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir."

Yani burada görüyoruz ki: Kur'an olmuş olanlardan bahsetse de sadece olmuş olanlardan bahsetmiyor. Herşeyin hem kurusundan hem yaşından bahsediyor. Onları 'geçmişte gerçekleşmiş' ve 'gelecekte gerçekleşecek' boyutlarıyla birlikte kuşatıyor. Bir nevi diyebiliriz ki: Mürekkebin kuruduğu yerlerden de bahis var Kur'an'da, bizim için hâlâ yaş olan yerlerden de.

Zamanın kitabında 'yaş'ayan mahlûklar olarak 'yazılmış olanı' da görüyoruz Kur'an'da, 'yazılacak olanı' da ve hem henüz yeni yazılmış, 'mürekkebi yaş' olanı da. Hatta belki 20. Söz'ün 1. Makam'ı daha başlarken bizi uyarıyor bu noktada: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Ve 2. Makam'ı onun söylediklerini tamamlıyor:

"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar."

Yani Kur'an'da 'olmuş olan'dan bahsedilen her yerin 'olacak olana' bakan yüzleri de var. Kollarsak var. Ararsak var. Görürsek var. Hem kurusu var hem yaşı var. Hem olmuşu var hem olacağı var. Hem mazisi var hem müstakbeli var. Elhamdülillah. Buradan, hızımı alamayıp, tarihselcilere de bir sağlam gönderme yapacaktım ama yazı çok uzayacak. Zaten epey vaktinizi de aldım. Onu, eğer nasip olursa, başka bir yazıya bırakalım. Burada bahsettiklerimizi de "En doğrusunu Allah bilir!" hakikatiyle bağlayalım. Evet, evvel ve ahir, en doğrusunu Allah bilir. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.

Wednesday, February 27, 2019

Bazen de kötülük gizlenerek öldürülür

Bir Zamanlar Anadolu'da'yı henüz izlemişlerden olarak doktorun aldığı/verdiği dersi düşünüyorum çokça. Neden kanı yüzüne bulaştırdı? Neden otopsiyi çarpıttı? Neden 'gerçeği' değil 'örtmeyi' seçti? Katili tanımazken. Maktule dair hiçbir hatırası yokken. Cinayetin, kendisini yanlışa bükecek, tabir-i diğerle 'haksızlığa zorlayacak' hiçbir detayı bilinmezken. Neden? Neden? Neden? Neden doktor bu seçimi yaptı? Neden hikâyeye fazla yaklaştı? Neden bu işin tarafı oldu? Bunu düşünüyorum. Ve, kanaatimce, filmin sûreti de bu soruya verilecek cevaba göre şekilleniyor.

Sondan alıp başa yürüyelim o zaman. Doktor, savcının anlattığı hikâyede, örtüyü kaldırmasının sonuçları hakkında ne düşündü acaba? Bunu sorgulayalım. Bence, doktor, acı bir hikâyenin boşlukta kalan taraflarını ortaya dökmenin yeni yaralar açtığını farketti savcı üzerinden. Gerçeğin, salt gerçeğin, her zaman iyi gelmediğini hissetti. Bahsettiği kadın ister eşi olsun, ister bir başkası, doktorun kaldırdığı örtüyle olayın hakiki yüzünü görmek, savcıyı bir hayli sarstı. "Kadınlar bazen çok acımasız olabiliyor!" derken de bize bu sancısını gösteriyordu.

Biraz daha geriye gidelim. Film boyunca, arka koltukta 'izleyen' olarak bize sunulan doktor, Komiser Naci'nin tavırlarında neyi okudu? Neyi hissetti? Neyi tarttı? Evet, Naci, gerçeğin ortaya çıkmasını istiyordu, ama bir yere kadar. Katilin cinayetin sebebini itiraf ettiği yerde Naci, ilerlemeyi değil, durmayı seçti. Suçun bu tarafıyla meşgul olmadı. Kendisine bu hususta edilen suallere de geçiştirici cevaplar verdi. Kurcalamadı. Dedikodusuyla uğraşmadı. Merhamet etti. Hatta dedi: "Orasını bilemem. Bilmek de istemem. Bu işten bizden çıktı." Ve doktor, onun durduğu yerle, kendisinin durduğu yeri karşılaştırdı içinde. (O karşılaştırmadıysa biz yaptık bunu.) Onu daha dengeli buldu.

Bu arada, Komiser Naci'nin, 'ebeveynlerin günahını çocukların çektiğini' söylediği yeri de aklımızda tutalım. Çünkü, bu kısmı aklımızda tutmak, doktorun finalde yaşattığı şaşkınlığı atlatmamızda yardımcı olacak. Ve bir de Arab'ın daha filmin başlarında "Yalnız, icap ederse, vazgeçmeyi de bileceksin!" dediği yer. Burası da hafızamızın bir köşesinde bizi beklesin. Ha, bir de, muhtarının kızının getirdiği ışıkla aydınlattığı yüzleri şöyle bir düşünelim. Evet. Işık saklı güzelliği aşikâr ediyordu. Ama her aydınlattığı da güzel değildi.

Şimdi filmden ayrılıyoruz. Settar ism-i şerifi üzerine konuşacağız. Hani geçmiş yazılarımı okuyanlar hatırlayacaklar. "Bediüzzaman'ın Esma-i Sitte Risalesi'nde öğrettiği bakışaçısıyla sair isimleri de çalışmak bir açlığımdır!" demiştim. İşte onlardan birini dilimiz döndüğünce bir parça yapmaya çalışalım. Ve Settar ism-i şerifinin, 'isim' olmaktan öte, kainattaki tecellileriyle nasıl bir 'kanuniyet' içerdiğini anlamaya gayret edelim.

Şuradan başlayalım: Settar isminin diğer isimler arasında berzahî bir yanı da var. Yani bir isimden başka bir isme geçiş, bir tecelliden başka bir tecelliye sığınış, bir gölgeden başka bir gölgeye atlayış öncelikle 'örtünmeyi' istiyor. Nasıl ki, insan, Kahhar ism-i şerifinin tecellileri sayılabilecek yaralarını, Şafî isminin tecellisine taşıyabilmek için onları sarıyor, kapatıyor, örtüyor; aynen öyle de; Celal ism-i şerifinin tecellisi sayılabilecek gökgürültüsü gibi şeylerden Cemal ism-i şerifinin huzuruna sığınabilmek için de kulaklarını öylece sarıyor, kapatıyor, örtüyor.

Başka örneklerde de durum değişmiyor. Misal: İnsan çok acı bir olay yaşadığında bayılıyor. Çok ağır yara aldığında komaya giriyor. Çok soğuğa maruz kaldığında kalınca giyiniyor. Çok ışığa maruz kaldığında gözlerini kapıyor. Çok zor bir durumda kaldığında şuursuzlaşıyor. Çok sıradışı birşey yaşadığında şoka giriyor. Yani her defasında Celalî tecellilerin ağırlığından korunabilmek için Settar isminden medet arıyor. Bu berzahı geçtikten, bu duayı ettikten, bu sığınmayı yaşadıktan sonra ancak Cemalî tecellileri dünyasına davet edebiliyor.

Burada hemen, Zindan Adası filminin finalinde, ameliyata gitmek üzere olan Leonardo DiCaprio'nun Mark Ruffalo’ya söylediklerini hatırlayalım: “Merak ediyorum da sence hangisi daha kötü olurdu? Canavar olarak yaşamak mı? İyi bir insan olarak ölmek mi?” Filmi izleyenler bu finalle Bir Zamanlar Anadolu'da'nın finali arasında 'yüzleşmek yerine örtmek' bağlamında bir ilgi kurabilirler. Biz geçerken uğradık. Hemen asıl konumuza dönüyoruz.

İslamî kaynaklara aşinalığı olanlar 'insanların ayıplarını örtmenin güzelliği, fazileti veya ecri üzerine' birçok metin bulunduğunu bilirler. Bence bu metinlerin, yukarıda anlattıklarımla birlikte düşünülünce, bize öğrettiği önemli birşey de vardır. Bir kötülüğe son vermek her zaman onun salt gerçekliğiyle yüzleşmekle, ifşa etmekle, tüm detaylarını ortaya koymakla olmaz.

Ya? Bazen de kötülükle mücadele onun tezahürlerini saklamakla, kapatmakla veya örtmekle olur. "Casusluk etmeyin!" buyuran Hucurat sûresinin devamında bizi suizandan, gıybetten ve husumetten sakındırması boşuna değildir. Bunlar bir noktada birbiriyle ilgili/devamı şeylerdir. Yani, kötülüğün önünün alınması, herşeyin netlikle ortaya konulmasıyla olmaz her zaman. Bazen de büyümelerini önleyici bir örtücülükle öldürülür kötülükler. Ecelleri zamanın kılıçlarına bırakılır.

Bir çocuğun her hatasını büyük bir dikkatle kollayıp hemen yüzüne yapıştıran ebeveynler o çocukları en nihayetinde arsız ederler. Bir insanın gizlice işlediği her günahı araştırıp, keşfedip, ortaya dökenler o kişiyi günahında 'aşikâr ısrarcı' yaparlar. Çünkü Celalî tecelliden Cemalî tecelliye geçilebilmesi için gereken berzahı gözetmezler. Merhamet etmezler. Bu gözetmeyişin de sonucu, tedavi değil, şiddeti artan bir yıkım olur.

Aleyhissalatuvesselam Efendimizin kendisine günahlarını itiraf etmek isteyen kişilerden hemen yüzünü çevirip onlara tevbeyi tavsiye ettiğine dair birçok asr-ı saadet anlatısı vardır. Ben bu anlatılar ile Bir Zamanlar Anadolu'da filminin mesajı arasında bir parça uyum görüyorum. Evet. "Neden kanı yüzüne bulaştırdı? Neden otopsiyi çarpıttı? Neden 'gerçeği' değil 'örtmeyi' seçti?" diye sorduğumda da bu uyumdan doğan cevapla yetinmeyi seçiyorum: "Ebeveynlerinin günahlarını çocukları çekmesin diye." Veya "Gerçeğin aşikâr edilmesinden vazgeçilmesi gereken yerin orası olduğunu düşündüğü için." Evet. Bazen kötülük, aşikâr edilerek değil, gizlenerek öldürülür. Ve bazen de Celalî tecelliler örtünerek Cemale dönüştürülürler.



Haşiye: Yazıma burasına kadar sabreden arkadaşım, eğer gücün yeterse, ilk vahyi almasının ağırlığıyla Aleyhissalatuvesselamın, evine dönerek "Beni örtün!" demesini de düşün. Ve vahyin devam edişinde "Ey örtüsüne bürünen!" diye hitaba başlamasını da tefekkür et. Ben bir parça ettim. Çok güzel şeyler gördüm.

Sunday, February 24, 2019

Allah kötülüğün varolmasına neden izin veriyor?

Bir Serikatilin Doğuşu öyküsünde Ali Rıza Arıcan diyor ki: "Hayat belli bir yaştan sonra salt intikama dönüşür. Ne kadar masum görünse de, azıcık dibini kazısak, ortayaş üstü herkesin hayatının 'yaşanmamış bir hayattan alınan intikamlardan' ibaret olduğunu görürüz." Yaşanmamış bir hayattan intikam almak... Galiba bununla ilgili birşeyi Orhan Pamuk'tan da işitmiştim. O da diyordu ki: "Yazmak yaşanmamış hayattan intikam almaktır."

Bu cümleler, her nedense, Kış Uykusu filmini izlerken hatırıma geldi. Zihnimde döndü durdu. Biraz kendi hayatımı düşündüm. Biraz filmde kurgulanmış hayatlara baktım. Biraz da tanıdıklarıma uzandım. Hepsine aynı hakikaten az-çok izleri var gibi geldi. Nedir o hakikat peki? İntikam hakikati.

Evet. Hepimiz maruz bırakıldığımız şeylere karşı içimizde bir gayz duyuyoruz. Kimimizde şiddetli kimimizde zayıf. Kimimizde kırıcı kimimizde kırılgan. Kimimizde alabildiğince dışa taşan kimimizde içe kapanan. Kimimizde dışımızı boğduğumuz kimimizde içimize düştüğümüz. Bir intikam var. Bu intikam açlığı bazen bizi inadına hayatta tutuyor bazen de öldürüyor.

Yaşlandıkça bir koltuk değneği gibi daha çok yanımıza-yamacımıza sırnaşıyor. Misafirlikten evsahipliğine geçiyor. Ağırca bir köşemizi tutuyor. Kalpte yolüstü bir yeri kendine yurt yapıyor. Çıkmıyor. Her rahatsızlıkta "Ben de aynı şeyi söylüyorum zaten!" diyerek çığlığını sesimize katıyor. Bir akım yükseltici gibi şeylere duyduğumuz öfkeyi çoğaltıyor.

Artık hiçbirşeye duyulan öfke 'yalnızca o şeye' duyuluyor olmuyor. Bir kem maziyle birlikte beyne/kalbe hücum ediyor. Öfke kine dönüşüyor. Kin nedir ki zaten? Kin, kanaatimce, eski öfkeleri saklamaktır. Toplamaktır. Kinlenilen insana karşı duyulan öfkeler unutulmaz. Birikir. Birikir. Birikir. Hatta çoğalır. Başka başka nedenlerle de cephelerimize hücum eder.

Mürşidimin tasvir edişinde olduğu gibi: Geçmişin ve geleceğin ordularıyla da savaşan sabır birliği dağılmaya mahkûmdur. Çünkü gücü ancak bugüne yeter. Kendimden misal vereyim: İstanbul'da yaşadığım her sıkıntı beni alıp 1999 yılına götürür. İstemediğim halde yaşamak zorunda bırakıldığım bu yerle aramızda geçen geçimsizlikler, âdeta neşterle açılan yaralar gibi, tenimde birikir. Çünkü aşılamayan bir mazisi vardır. İstenmeyen bir geleceği vardır. İzleri vardır. İzleyecekler vardır. Bir yerde iradem ketmedilmiştir. İradenin yaraları, eğer sonuçları geri alınamıyorsa, unutulmaz. Tekrar tekrar kanamaya devam eder. Yaralar açılmaya müheyya kalır.

Zira o düzlemde artık seçilen hiçbirşey yalnız değildir. Her yeni seçimin kuyruğu bir önceki seçiminizle bağlıdır. Geri dönüp ilk düğümü çözemediğiniz takdirde kuyruklar birbirlerine ilenir gider. Uzaklaştıkça geridönüşler de güçleşir. Evet. Aynen böyledir. Uzaklaşılan güzelleşir. Kusurları görülmez olur. Unutulan yerleri düşlerle onarılır. Ve siz tahayyülünüzdeki o güzele bakarak bugün karşılaştığınız her yüze düşmanlaşırsınız. Yalan değil. Bahtında böyle bir yara olan herkes Leyla'sı elinden çalınmış bir Mecnun'dur. Mecnunca hareketler etmesi de gayet normaldir.

İrade sahibi olmanın bedellerinden birisidir bu galiba. İrade sahipleri, birbirlerini ne kadar severlerse sevsinler, çatışırlar. Birbirlerine karışırlar. Birbirlerini örselerler. Birbirlerinin renklerini kaparlar. Birbirlerinin varoluşuna çeşitli tonlarda engel olurlar. Anneler ki, evladını sevmekte rakipleri yoktur, bir noktadan sonra evlatlarının hayatlarının gırtlağına çöken de olabilirler. Çünkü irade sahiplerinin yakın olunmak kadar uzak olunmaya da ihtiyaçları vardır. Yardım edilmek kadar yardımsız bırakılmaya da muhtaçlıkları vardır. Yanlarında olunması kadar yalnız bırakılmaya da gerek duyarlar. İrade bu yalnızlık duygusundan beslenir çünkü.

Başka bir iradenin onlara bırakacağı boşlukta diğer iradeler nefes almaya başlarlar. Sorumluluk yüklemek/yüklenmek bu yüzden iradeyi geliştirir. Kendisi adına başkasının seçim yapmadığı irade kendi seçimlerini yapabilme yeteneğini arttırır.

Aslında dünyadaki imtihan sürecimizde de bu hakikatin hakkı vardır. Cenab-ı Hak, akıbetimizin ne olduğunu/olacağını bildiği halde, bizi neden dünyaya göndermiştir? Bence dünyaya gönderiliş sebeplerimizden birisi de, onun, yarattığı iradelerin mahiyetini en iyi bilen oluşudur. İrade-i külliyenin bizlerdeki irade-i cüzîyelere imtihan vesilesiyle bıraktığı alan, yani doğruyu veya yanlışı seçebilirlik alanı, bizi cennete layık gelişmişlikte iradelere sahip kılacaktır. Bediüzzaman'ın tabiriyle 'Akla kapı açılır ama ihtiyar elden alınmaz' bu dünyada. Teklif vardır ama aksini seçilemez kılan bir ısrar yoktur. 'Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!' bir yasa yoktur.

Bu meselenin birinci tarafı. İkinci tarafında ise, Enfâl sûresinin buyurduğu 'beyyine' hakikati vardır ki, kısacık bir meali şöyledir: "Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helâk olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." Evet. Hakikaten de 'gözüyle görmenin' insanın içinde doldurduğu bir boşluk vardır. Kendisine 'ateşle oynarsa yanacağı' söylenen hiçbir çocuk 'ateşle oynarken elini yakan' çocuk kadar ikna olmuş değildir. İçkinin kötülüklerini işiten hiçbir kulak alkolizm batağına düşüp hayatı kayan müptela kadar uyanmış değildir. Sorumluluk yüklenmesine izin verilmemiş hiçbir genç, sorumluluk alıp hatasını da yapan, ancak bundan dersini de çıkaran kadar dikkate kavuşmuş değildir. Bu açıdan mahşer meydanında insanların Cenab-ı Hakka karşı utançlarında hiçbir boşluğun kalmaması, onlara yaşayarak eylemlerini bizzat gösterilmesi, kaydedilmesi ve hatırlatılmasıyla mümkündür.

Yani imtihan insanın fıtratının gerektirdiği birşeydir. Fakat, burada bir nefes alıp, yüzümüz tekrar Kış Uykusu'na dönelim. Nihal karakterini canlandıran Melisa Sönmez'in Aydın karakterini canlandıran Haluk Bilginer'de en çok yakındığı şey neydi? Kibir, çok bilmişlik, alaycılık, otoriterlik... Bunların hepsini kuşatacak bir cevap bulabileceğimizi düşünüyorum. Bakalım katılacak mısınız? Benimki şu: Aydın, Nihal'e hayatını yaşayabileceği bir boşluk bırakmıyordu, iradesinin nefes almasına izin vermiyordu. Üzerindeki kontrolcülüğü, bilgice/tecrübece üstünlüğü, bir de hepsinin üzerine tuz basan kibirli tavrı Nihal'in kendisini yetersiz hissetmesine neden oluyordu.

Ve, dikkat edilirse, film boyunca Nihal hep aydınla arasında bir mesafe bırakma peşindeydi. Bu mesafe kendi renklerini, bir anlamda kendisine üflenen varlık sırrını, Nihalce bulduğu kıvamla, yani orijinalliğiyle ortaya koymanın gayretiydi. Yahut da fıtrî arzusuydu. Aydın'ın olduğu her yer lebaleb Aydın'dı. Nihalse bu kadar aydınlık istemiyordu.

Necla (Demet Akbağ) da 'kötülüğe karşı koymamak' dediği yerde bence bu sırrın kenarında geziniyordu. Tıpkı bir sineğin tabağın kenarında gezinmesi gibi... Onun karşı koymamak istediği kötülük aslında bir başkasında beğenmediği varoluş rengiydi. Diyalogları alıntılayarak yazıyı uzatmak istemiyorum. Ancak, gerek abisiyle arasında geçen konuşmalar gerekse Nihal'le girdiği tartışma nazara alınırsa, aynı hakikate dokunulur gibime geliyor.

Necla, abisi Aydın'ın bir tık ilerisindeydi. Çünkü topluma baktığı yerin rahatsızlığını duymaya başlamıştı. Şeyleri zorladıkları değişimin, geliştirdikleri alaycılığın veya tenkidin mutluluk getirmediğini görüyordu. Herşey istedikleri gibi olmak zorunda değildi. Belki kendilerinin kötülük sandıkları iyilikler de vardı. Varlıklarına müsaade edilmesini isteyen başka şeyler, seçimler, iradeler de bulunuyordu. Bunlar böyle onlar da öyle olmalıydı. Aydın'a her eleştirdiğinde kendisine de kızıyordu.

Nihal'in de İsmail'den (Nejat İşler) böylesi bir ders aldığını düşünebiliriz. Filmde sıklıkla anılan 'kötülüğün yollarının iyi niyet taşlarıyla örülmüş olması' durumu İsmail'in tavrıyla Nihal için görünür oluyordu. Nihal, kendince, çok büyük bir iyilik düşünse de, yaptığı şey muhatabı tarafından hakaret olarak algılanmıştı. Yani iradelerin çatışmasını iyi niyetler de gidermiyordu. Herkesin kendi varoluşuna düşkünlüğü vardı.

Ve filmin sonunda herkes bir parça dersini almış olarak Kış Uykusu'na yattılar. Kendi bölgelerine çekildiler. Necla, Aydın'la yaşadığı tartışma üzerinden; Aydın, Nihal'le yaşadığı çekişme canibinden; Nihal, İsmail'le yaşadığı anlaşmazlık zemininden kendi bölgesine yükseldi. Ötekine varolması için alan açtığı bir noktaya çıktı. Yılkı atı serbest bırakıldı. Aydın, bütün o 'kimseye ihtiyaç duymayan aydın' karizmasına rağmen uzaklaşamadığını gördü. Belki biz de biraz serbestlik kazansak takıldığımız taşlarda aynı şeyi göreceğiz. Ve belki imtihan da bunun için var. Allah, bize alan açıyor, kötülüğün varolmasına izin veriyor, ondan irademizle kaçalım diye. Kötünün kötü olduğunu kendimiz farkedelim diye. Tıpkı Necla'nın arzuladığı gibi.

Saturday, February 23, 2019

Kur'an neden bilimkurgu romanları kadar heyecanlı değil?

"Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, ta Zat ve sıfat ve esma-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. (…) Güneşten, güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor." Sözler'den.

Bilimsel açıklamaların ömrü, genelde, kendilerinden daha kuşatıcı diğer bir bakışın okumasına kadardır. Daha büyük olan resmi kim görürse haklılığı o eline geçirir. Örneğin: Aristo'nun, o muhteşem zekasına rağmen, kendi zamanında söyledikleri bugünün çocukları için bile bilinecek ve hatta kimi zaman gülünecek şeylerdir. Mürşidimin İşaratü'l-İ'caz'da da dediği gibi: "Def'aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen ancak çocuk gibi tedricen kemâle erer."

Bir zamanlar Newtonculuğu fizikte tartışmasız bir hakikat gibi görenler bugün Kuantumcu yaklaşımla damağını şaklatmaktadır. Annelerinin ıhlamuruna "Iıığğğ, anne, kocakarı ilacı bu!" diye burun kıvıran nezlezenler, bugün 'doğal sağlık ürünleri' tezgâhında damacana yuvarlamaktadır. En nihayet diyebiliriz ki, zaman, yanlışlanmamak konusunda kendinden feci şekilde emin birçok ukalayı safsata kuyusuna atmıştır. Ve gelecekte de âdetini sürdüreceğe benzemektedir.

Ben bu durumu kendi dünyamda şöyle bir misalle daha anlaşılır kılıyorum: Karanlık bir oda düşünün. Perdeleri sıkıca kapalı. Sonra birisi geliyor. Kapalı olan perdeleri açıyor. Ve olaya şahit olan bizlerde, hani çok akıllıyız ya, teoriler kaynamaya/üremeye başlıyor. Diyoruz ki mesela: "Bu adamın perdelerini açtığı her odaya ışık doluyor. O zaman ışığın kaynağı bu adamdır. Veya bu adamın perde açmasıdır."

Sonra bir başkası bu resmin üstüne çıkıyor. Ve diyor ki: "Yalnız bu adam değil şu adam da olsa perde açılınca odaya ışık doluyor. Demek, odaya ışık getiren, adamın perdeyi açması değil, perdenin açılmasıdır." Sonra daha bir başkası bu resmin de üstüne çıkmayı başarıyor. O da diyor ki: "Arkadaşlar, ben hiç perdesi olmayan odalar da gördüm, onlar da bu şekilde aydınlıktı. Bu işin perdeyle ilgisi yok. Işığı veren camdır." Sonra daha da diğer bir başkası (ah bu iş nereye gidecek) en üst resmi(!) kibirle seyrederek diyor ki: "Yahu ne kadar gerizekalı adamlarsınız. Ben camın olmadığı yerlerde de aydınlığı gördüm. Aydınlığı yapan cam değil güneştir."

Bilimin ilerleyişi işte buna benziyor. Her defasında bir adım ileriye, resmin daha büyüğüne, kavuşarak 'genel-geçer' olduğunu zannettiği teoriler üretiyor. Bunlar yanlışlanana dek doğru kabul ediliyor. Onlarla amel ediliyor. Ve hakikaten, daha büyük bir resme çıkma ihtiyacı hissedilmeyen alanlarda, o teorinin söylediği şey doğrulanıyor da. Ama daha büyük bir resme çıkıldığında? İşte o zaman 'genel-geçer' olanın omuzlarından inmek zorunda kalıyorsunuz. Yeni birşeyle yol almak ihtiyacı hissediyorsunuz. Bilim böyle gelişiyor.

Peki İslam? İslam yapısı gereği böyle değil. Çünkü bilginin geldiği yer 'ezel' denilen manzara-i âlâ. Yani görüşünün, bilişinin, takdirinin, ilminin üstünde bir görüş, biliş, takdir, ilim olmayan Allah'ın tayin ettiği hükümlerden kurulu bir düzen o. İslam'a iman edenler, yani elhamdülillah ki bizler, Allah'a da böyle iman ediyorlar. Allah'a böyle iman ettikleri için İslam'ı da öyle görüyorlar. Yoksa, hâşâ, bizim Allahımız, İsviçreli bilimadamları gibi bazı şeylerin sonradan farkına varmıyor. Yine Bediüzzaman Hazretleri bu sadedde diyor:

"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Cenab-ı Hakkın ezelî bilişi, görüşü ve takdiri daha üst bir resme ulaşılamayacak bir kuşatıcılıkta. Evet. "Allah herşeyi kuşatıcıdır!" buyuran Furkan da aslında bize bunu hatırlatıyor. Yarattığını kuşatamayan şey ilah olamaz. Birşeye 'Allah' diyorsanız, o, yarattığı herşeyi kuşatıyor olmalıdır. Ve başka birşey de onu kuşatamıyor olmalıdır. Çünkü eğer başka birşey onu kuşatıyorsa bu, onu, kendisini kuşatan şeyin kulu haline getirir. Hem kuşatamadığı birşeyler de olduğu anlamına gelir. İhlas sûresindeki 'O doğurulmamıştır!" ihtarı da buna bakar. Öyle ya. Hiçbir evlat annesini kuşatamaz.

Konuyu fazla dağıttık. Toparlamaya çalışalım. Bazı hadsizler bugünlerde Kur'an'da geçen tasvirlerin 'yeterince bilimsel olmadığı' gibi şeyler yumurtluyorlar. Doğrudur. Çünkü Kur'an parçaların dilini konuşmuyor. O bütünün lisanıyla insanlara hitap ediyor. "Güneş dürülüp toplandığında…" buyurduğunda mesela, işte, efendime söyleyeyim, "Kıyamette güneşin içindeki helyumlara şöyle olacak, hidrojenlere böyle olacak, patlamalar-çatlamalar yüzünden yüzeyi kararacak falan…" demiyor. Doğrudan en büyük resimden görüneni ifade ediyor: "Allah var. Onun mahluku bir güneş var. Kıyamete kadar dünyayı aydınlatmak görevinde idi. Görevi bitti. Allah da sergilediği mücevherin zamanı dolunca örtüsüne sarıp kaldıracak!" gibi bir tasvirle, bir kolaylıkla, bir kuşatıcılıkla söz söylüyor.

Baştaki örneğimize dokunarak konuşursak: Odanın içindeki aydınlığın güneşten olduğuna kadar çıktık diyelim. Ve güneşteki ışığın varlığını da helyumun patlaması-çatlaması ile açıkladık. Birgün birisi bizi güneşsiz de aydınlanan bir odayla tanıştırırsa ne olacak? O zaman aydınlığı açıklamaya nasıl devam edeceğiz? Hatta, diyelim ki, güneşteki bu patlamalar da esasında bir yansıma, başka bir boyuta açılan kapı, âlem-i nurdan bu âleme geçiş sağlıyor. Bunu ne yalanlar?

Sen kaynağı olduğunu söylüyorsun. Ben taşıdığını söylüyorum. Ayna olduğunu iddia ediyorum. Ne biliyorsun? Belki fizik de aynı noktaya gelecek ileride? "Işık bu âlemden değil!" diyecek. Neden gördüğün daha küçük resmin muteber tek resim olduğunu düşünüyorsun? Belki sen de Bediüzzaman'ın şu sözüne geleceksin birkaç asır sonra: "Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir. Gözbebeği bir nurdur ki, şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur." Kur'an, âlemi böyle görmeye bilimden önce başladı diye, suçlu Kur'an mı oldu?

Thursday, February 21, 2019

Seçimler de "Allah bir!" diyor

Arkadaşım, İbrahim aleyhisselam, neden diğer bütün putları kırdı da en büyüğüne dokunmadı? Neden baltasını onun boynuna asarak kavmine "Belki büyükleri yapmıştır!" diye cevap verdi? Öyle ya. Başka tebliğ metodları da kullanabilirdi. Örneğin: Hepsini kırdıktan sonra "Kimin yaptığını kendileri söylesin!" diyebilirdi. Veya, hepsini kırdıktan sonra, "Nasıl şeylere tapıyorsunuz ki bir insanın gücü hepsine yetiyor!" diyebilirdi. Veyahut, en büyüklerini kırdıktan sonra, "Diğerleri neden bir olup abilerini koruyamamışlar?" diye sorabilirdi.

Bunlar gibi nice yolları deneyebilirdi. Fakat öyle yapmadı. Diğerlerini kırdı. Ve işin sonunda baltasını da en büyüklerinin boynuna astı. Suçu üzerine attı. Kavmini bu suçlama eşliğinde bir sorgulamaya davet etti. Dedi: "Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?"

Seçimler yaklaştı ya insanın aklı başka çalışıyor. İşte Ahmed kardeşiniz de sürecin etkisiyle Enbiya sûresinde geçen bu kıssayı farklı bir perspektiften görmeye başladı. Fakat, sakın sakın, daha en baştan bir 'aman' dileyelim! Bu yazıda hiçbir güzide partimizi töhmet altında bırakmaya niyetimiz yok. Bizim derdimiz günceli bir basamak kılıp ayetlerin semasına çıkmak. Sandıktan çıkacakla bir ilgisi yok bu yazının. Oy, parti, siyaset, politik mesaj derdi yok. Başarabilirse, İbrahim aleyhisselamın kıssasından bir parmak daha bal alıp, mübarek ağızlarınıza çalacak. Tevfik ise her zaman Allah'tandır.

Evet. 'Seçimler' diyorduk. Çağrışımlarına geri dönelim. Görüyorsunuz kardeşlerim. Demokratik sistemde devletin gücünü yönetmeye aday birçok siyasi oluşum var. Bu oluşumlar öyle de oluşumlar ki, irili-ufaklı, iyili-kötülü, uzunlu-kısalı, ittifaklı-ittifaksız, çeşit çeşit türleri var. Ancak genel resme baktığımızda şu dikkatimizi çekiyor: İttifak halinde olanların içinde dahi aslan payının kime düşeceği bir gerilim meselesi. Yani güç sahibi olmak öyle birşey ki, ortak kabul etmiyor, kardeşi bile kardeşine küstürüyor. Hatta Bediüzzaman'ın deyişini hatırlarsak: "En ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor."

Şirkin doğasında var bu: Boğuşmak. Yine Enbiya sûresinin, İbrahim aleyhisselamın kıssasıyla bizi buluşturmadan önce, buyurduğu "Eğer, yerle gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de muhakkak fesada uğrar yokolurdu!" hakikati hemencecik kendisini gösteriyor. Hatta şunu söyleyebiliriz biraz cür'etle: Demokrasi tam da bunun üstünde duruyor. Birkaç yılda bir gücün sınırlarının belirsizleşmesi, sahipliğe aday kişi ve partilerin yarışına, yarış sırasındaki performansları da gücün ve liderliğin kimde emanet kalacağına karar veriyor. Tabii bir de halkın oyları var. Nihayetinde performans değerlendirmesinin jürisi demokrasilerde halk oluyor. Kimse de kendisine gelebilecek bir oyu başkasına bırakmak istemiyor.

Hemen burada İbrahim aleyhisselamın kıssasına geri dönelim. Ve kıssanın öncesinde zikredilen ayetle birlikte okumasını yapmaya çalışalım. Baltayı büyük putun boynuna asmak kavmin dikkatini neye çekmek olabilir? İlahlığın şanının ortak kabul etmemek olduğuna, böylesi bir koalisyon tahayyülünde en güçlünün "Yeter ulan sizden çektiğim!" diyerek ötekileri berhava edeceğine ve gücü tekeline almaya çalışacağına işaret olabilir mi? Hatta Bediüzzaman'ın yukarıda yarımca alıntıladığımız tesbiti de İbrahim aleyhisselamın hareket şeklinin içeriğini bize izah ediyor sayılabilir mi? Bakalım:

"Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin iktiza ettiği men-i iştirak kanunu, tarih-i beşerde çok acip hercümerc ile kuvvetini göstermiş. Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men etmeyi ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında istiklâliyetini nihayet taassupla muhafazaya çalışmayı gör; sonra, hâkimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde; ve âmiriyet-i mutlaka ulûhiyet derecesinde; ve istiklâliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde; ve istiğnâ-yı mutlak kadîriyet-i mutlaka derecesinde bir Zât-ı Zülcelâlde, bu redd-i müdahale ve men-i iştirak ve tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzımı ve vâcip bir muktezası olduğunu, kıyas edebilirsen et."

İşte yaklaşan seçimler üzerinden biz de bu hakikate çıkmaya çalışalım. Gücün sahipliği konusunda partilerin birbirlerine karşı takındıkları tavrı görelim ve aciz, zayıf, yardıma muhtaç insanda cereyan eden bu halin; kudreti, ilmi, iradesi sonsuz 'sözde ilahlar düzleminde' nasıl tezahür edeceğini düşünelim. O zaman ayet-i kerimenin bize söylediği sırra dokunacağız bence: "Eğer, yer ile gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de muhakkak fesada uğrar yok olurdu!"

Evet. Yer ve gök yokolurlardı. Çünkü sonsuzlar. Sonsuzluğun sınır tanımamasının gereği olarak birbirlerine işgal etmeye çalışırlar. Tasarruflarında birbirlerine karışırlar. Hem halktan istedikleri ibadet, şükür, dua gibi şeyleri de, tıpkı partilerin oyları paylaşamaması gibi, paylaşamazlar.

Öyle ya. Hangisini hangisi yaratmıştı? Hangisi için hangisine teşekkür edilecekti? Elma için edilecek şükür yağmur tanrısının(!) mıydı yoksa toprak tanrısının(!) mı? Yoksa güneş tanrısının(!) da bu işte bir payı var mıydı? Nihayetinde sözümüz dönüp dolaşıp yine mürşidimin dediğine geliyordu:

"Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi?"

Vermez elbette. Büyüklüğünün şanı böyle iktiza ettiği için vermez. Hikmeti bunu gerektirdiği için vermez. Kudreti buna muhtaç olmadığı için vermez. Ve İbrahim aleyhisselam, belki de, bu sırrı kavmine hatırlatmak için baltayı götürüp en büyüklerinin boynuna asmıştı. Rakiplerinin ayağını kaydırmak en çok ona yakışırdı çünkü. En çok o 'ilahlığının şanı olarak edilen' ibadetleri bölüşmek istemezdi. En çok o 'makamında ortak' istemezdi. En çok o 'hükümranlığını paylaşmaya kapalı' olurdu. Durduğu yerin bir hakikati olsaydı tabii.

Arkadaşım, bu gözle bakınca, şu seçim sürecinin hırgürü dahi bize Allah'ın tekliğini, vahdetini, ehadiyetini anlatmıyor mu? Bak ortalıktaki gerilime, kavgaya, strese. Azıcık ilmi, aklı, iradesi, gücü, istenci olan canlılar bile gücün sınırları belirsizleştiğinde sahibi olmak için birbirlerini yiyorlar. İbrahim aleyhisselamın baltayı boynuna astığı put diğerlerini çiğ çiğ yemez miydi? Yiyebilseydi tabii. Ne diyordu Allah'ın halili en nihayet kavmine: "Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz?"

Tuesday, February 19, 2019

Taciz skandallarının 'gör' dediği...

Evet. Çalçene Ahmed kardeşiniz yine birşeyler konuşmak istiyor sizlerle. Kendince güzel tabii. Değilse söyleyin. Zaten sesiniz bana gelmez. O yüzden rahatım. Efendim, konuşmak istediğim konu, mürşidimin 4. Söz'de 'takva'ya biçtiği rol. Okuyanlar anımsayacaklardır. 4. Söz'ün temsilî hikayeciğinde Bediüzzaman 'sermayeye göre binilen' araçlarla alıncak bir yoldan bahsediyor. Lafı nâçâr dilimizde tutup uzatmayalım. Balı peteğinden alıntılayalım:

"Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, herbirisine yirmi dörtaltın verip, iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübâyaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir."

Sonra, sözün ahirinde, 'sermayeye göre binilecek' aracı da 'takva' üzerinden tarif ediyor. Orayı da yerinden okuyalım:

"O hâkim ise, Rabbimiz, Hâlıkımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise: Biri mütedeyyin, namazını şevkle kılar; diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmi dörtaltın ise, yirmidört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise Cennettir. O istasyon ise kabirdir. O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o uzun yolu mütefâvit derecede kat' ederler. Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, ellibin senelik bir mesafeyi bir günde kat' eder. Kur'ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret eder."

Yazının ilerisinde gelebilecek itirazları şimdiden göğüslemek adına hemencecik beyan ediyorum: Elbette burada "Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, ellibin senelik bir mesafeyi bir günde kat' eder…" ifadeleriyle işaret edilenin öncelikle mahşer günü (Allah hepimizi o günün dehşetinden muhafaza eylesin) mü'minlerin sırat üzerinde alacakları mesafe olduğunu biliyorum. Zaten ayet-i celilelerde de bugünden ziyade o güne göndermeler var. Fakat mürşidim beni alıştırmış. Söylediği herşeyin bugünde de yansımalarını arıyorum. İşte, bu yazı da, eğer becerebilirse muhterem okuyucularım, bu yansımalardan birisini anlatmaya çalışacak.

Öncelikle aylar önce yaşanan bir tartışmaya götürmek istiyorum sizleri. Hatırlarsınız, Nureddin Yıldız Hoca'nın 'bir kadın ile erkeğin İslam'a göre yalnız kalabilirlik sınırları' üzerine söyledikleri epeyce tartışılmıştı. Tartışmanın detaylarına girmeden aynı dönemde çokça medyayı meşgul eden ikinci bir meseleyi de hatırlatmak istiyorum. Hollywood'da bir yapımcının 'seri taciz' skandalı. İçlerinden birisinin bu adamın eylediklerini ortaya dökmesiyle bütün bir Hollywood ahalisi "Ya, aynen, bana da öyle yapmıştı!" diye dökülmeye başladı. Bense bu mevzu içinde birşeye dikkat ettim. Tacize uğradıklarını anlatan kadınların anlatımlarına. Okuduklarımın çoğunda şöyle bir durum vardı. Malum kişi onları önce bir iş toplantısına çağırıyor. Sonra da yalnız kaldıklarında bu çirkin şeyi eyliyor. Aşağı-yukarı hepsinde birbirine yakın versiyonlarıyla aynı ifade geçiyordu: "Sonra yalnız kaldığımızda…"

O dönemlerde Nureddin Yıldız Hoca'nın sevenlerine teklif ettim ya kimse yanaşmadı. Bence bu iki olay, zamansal denklikleri de göze alınarak, beraber irdelenmeliydi. Çünkü İslam'ın aralarında yabancılık bulunan kadın ve erkeğin kapalı bir mekanda yalnız kalmamaları konusunda hassasiyetini konuşurken en çok bu ıskalanıyordu. Böylesi emirlerin nasıl bir 'koruyucu hekimlik' içerdiği yeterince konuşulmuyordu. Aynı dönemde Hollywood'da patlak veren skandallar zinciri Nureddin Yıldız Hoca'yı bu anlamda meramını anlatma sıkıntısından kurtarabilirdi.

Ne erkek ne de kadın için tacizin küçümsenecek bir tarafı yok. Özellikle küçük yaşlarda buna maruz kalan bireylerin ilerleyen yaşamlarında da izlerini hayatlarından büsbütün silemedikleri artık herkesin kabullendiği birşey. Bu anlamda bakıldığında, İslam'ın kadın-erkek konusunda gözettiği 'yalnız kalmama' hassasiyeti, daha testi kırılmadan alınmış bir önlem olarak da görülebilir. Hatta görülmelidir. Çünkü artık bunu düşündürecek mebzul miktarda örnek vardır. Yani, başka konularda da olduğu gibi, insanlar en sonunda yine İslam'ın emir ve yasaklarının doğruluğuna gelmektedir. Her ne kadar başlarını başka tarafa çevirmeye çalışsalar da. Dünyada yaşanılan her süreç, tıpkı plastik poşet tecrübesinde olduğu gibi, fıtrî olanın doğruluğuna bizi götürmektedir.

İşte burada yazım tekrar Bediüzzaman'ın başta alıntıladığımız metnine bağlanıyor. Ben takvanın bu açıdan da 'bin senelik mesafeyi bir günde kestiren' birşey olduğunu düşünüyorum. Şeriatın böyle bir yanı da var. Yani insanlık bir bu kadar daha yaşasa ve bir bu kadar daha olay tecrübe etse, savaşsa, modernleşse, sekülerleşse, bilmem daha neler neler yapsa, aklıyla da en nihayet geleceği nokta şudur: İslam sen haklıymışsın. Bizi götürmek istediğin yer de haklıymış. Biz boşu boşuna bu kadar yıl dolaştık. Sana uysaydık bir günde doğruyu bulmuş olacaktık.

Evet. Alkolikler bunu söylüyor. Madde bağımlılıları bunu söylüyor. Namaza başlayanlar bunu söylüyor. İman edip hayatının anlamını bulanlar bunu söylüyor. İsraf içinde yaşayıp sonra İslamî bir iktisada koşanlar bunu söylüyor. Böyle genel başlıklar hakkında bunu söyleyenler olduğu gibi, hukukçular içinde de, İslam hukuku uygulamalarının modern medeniyetin bugünki düzeninin çok üstünde okumalar içerdiğini belirtenler oluyor. Yani nihayetinde insanoğlu madde madde İslam'ı doğruluyor. Ancak bu doğrulama süreci, eğer öncesinde bir iman ile olmazsa, çok uzun zamanları da alıyor.

Bireysel hayatımda da ben bunun çok örneğini gördüğümü söyleyebilirim. İslam'ın emirlerinden birisini tutmayıp bir başka eyleyişten muvaffakiyet umduğunda, önceleri ağzıma biraz şeker çalınsa da, sonları hep acı bitiyor. Aksine, İslam'ın emrini takip ettiğimde, önceleri bazen ağzıma biber değse de, ahiri şeker-şerbet oluyor. Yani hayatım da bunu doğruluyor. "Akıbet takva sahiplerinindir!" buyuran Kur'an'ı kalp kulağım mürşidimin şu sözüyle birlikte işitiyor: "Bir kısım ehl-i takvâ, berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser." Evet. Öyle ya. Mevzu akıbette kazanana ulaşmaksa takvalı olan her zaman öndedir.

İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?

Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı'nın Manevî Sultanları'nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı'nın Melâmilik ve Melâmiler eserind...