Showing posts with label Cinayet. Show all posts
Showing posts with label Cinayet. Show all posts

Friday, September 13, 2024

Solcular, Narin'e mi katil arıyorlar, yoksa katile mi Narin arıyorlar?

"Reklamcıların planına göre, dünyanın bütün büyük şehirleri, birkaç saat içinde aynı afişle baştan aşağıya donatılacaktır. Böylece şu zavallı dünyada yaşayan bütün şehirliler, kendi istediklerine rağmen, kendilerine sunulan değil 'dayatılan' şeyi görmek zorunda kalacaklardır." Enformasyon Bombası'ndan.

Geçtiğimiz günlerde Enformasyon Bombası'nı bitirdim. Paul Virilio'dan ilk okumamdı. Tanıştığımıza gayet memnun oldum. İnşaallah ileride daha fazlasını okuyacağım. Narin Güran cinayeti ile denk gelince bazı parçalarını sizinle de paylaşmak istedim. Kitabın temasını özetlersem: Virilio, bir kara-kehanet olarak, gelişen 'iletişim teknolojisi'nin küresel savaşların rengini değiştireceğini öngörüyor. Ona göre gelecekte savaşlar manipülasyon üzerinden yapılacak. Virilo 1932 doğumlu bir felsefeci. Elbette bunları kaleme aldığı dönemde söylediklerinin bir kısmı hayaldi. Fakat biz artık gerçeğiyle yüzleşiyoruz diyebiliriz. Evet. Bugün hakikaten devletler birbirlerine 'medyaları eliyle' operasyonlar çekiyorlar. Hasımlarının hem ekonomilerini hem siyasetlerini etkileyebiliyorlar. Hatta içsavaşlar bile başlatabiliyorlar. (Arap Baharında sosyalmedyanın neler yapabildiğini görmedik mi sahi?) Paul Virilo, işte bu tarz hâdiselere, Einstein'dan mülhem olarak 'enformasyon bombası' ismini veriyor:

"Bir Fransız borsacısı, 1997 sonbaharında, 'Dünyadaki borsa piyasası beşyüzbin ekran üzerinden tamamen bilgisayarlaştığı için Asya krizi heryere doğrudan ulaştı' diyordu. Ama asıl tüm dünyada beşmilyon 'live camera' olduğu, yüzmilyonlarca internet gezgini bu kemaralardan görüntü almak için aynı anda bağlandıkları zaman ilk 'görsel krize' tanıklık edeceğiz. Bu durumda televizyon yerini dünyanın tele-gözetimine bırakacaktır. Böyle bir dünyada finans piyasalarının şu ünlü sanal küresi, kolektif muhayyilenin görsel küresine bırakmış olacaktır yerini. Bu durum da, Albert Einstein'ın daha 1950'lerde haber vermiş olduğu bir bombanın, 'Enformasyon Bombası'nın patlamasını beraberinde getirecektir.

Bugün akıldışılık nasıl finansal küreselleşmenin çeşitli bölgelerinde artış gösteriyorsa, bu akıldışılık yakın gelecekte kolektif muhayyilenin küreselleşmesi alanında daha da fazla serpilip gelişecektir. Çünkü eskinin televizyonunun çoğaltıcı etkisi (Rodney King vakası, Simpson davası ve Prenses Diana'nın cenazesi gibi olaylardan bu etki sorumludur) dünya genelindeki tele-gözetimin aşırı-tepkisel niteliği nedeniyle müthiş şekilde artacaktır. Paris'teki Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi'nden bir araştırmacı Asya krizi hakkında 'Bireysel tavır alışlar genelleşir ve hep bir yönde hareket ederse küresel olarak istikrarsız ortamlar yaratır' diyordu: Bireysel hareketlerin akılcılığı küresel bir akıldışılıkla sonuçlanıyor."


Yani bilginin bu kadar hızlı yayılır olması insanların savunma reflekslerini düşürebiliyor. Hatta varolan sigaya çekme oranlarını da azaltıyor. Tekrarın şiddeti iradeyi törpülüyor. Bir köyde gerçekleşen cinayet aynı gün tüm Türkiye'nin, hatta yabancı ülkelerin de, gündemlerinde yer tutabiliyor. Bazen aslı dahi olmayan bir söylenti kitlesel infiallerin ortaya çıkmasına sebep olabiliyor. Evler yakılıyor. Dükkanlar taşlanıyor. Günahsızlar incitiliyor. Çünkü insanlar kendilerine erişen her bilgiye tepki vermek ihtiyacı hissediyorlar. Bilginin sonucu tepkidir. Çünkü bilgi de bir etkidir. Fakat tek tek akılcı görünen bu tepkiler yekünde büyük bir akıldışılığa, belki bir içsavaşa kadar, işleri götürebiliyor. İletişim, tam da bu noktada, bir nimet değil imtihana dönüşüyor. Küresel baronlar menfaatleri her iktiza ettiğinde bu yollu operasyonlar çekiyorlar. Enformasyon bombalarını gelişigüzel patlatıyorlar. Belki bunlar için büyük yatırımlar, insan kaynakları, fonlar, şirketler ayırıyorlar. (Belki sosyalmedyanın kuruluş amacı da bizzat buydu.) Kabul edelim. Neredeyse bütün iletişim kanallarının kontrolü onlarda. Onların tekelinde. Algoritmaları parmaklarının uçlarında. İstedikleri haberlerin şiddetle görünebilmesini istemediklerinin gündemden hemen düşmesini sağlayabiliyorlar. Yakınlarda, İsmail Heniye merhumla ilgili paylaşımlara gösterilen saygısızlıktan ötürü, Instagram'la yaşadığımız gerilimi hatırlayalım lütfen. Benzerleri bütün medya araçlarında fazlasıyla yaşanmakta değil midir?

İşte, o zaman, Bediüzzaman Hazretlerinin bir asırdan dahi önce söylediği hâlâ hayattardır denilebilir:

"İstanbul siyaseti İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz."

Sen "Hak arıyorum!" sanırsın ama aslında 'arattırılmış'tır. Sen "Hürriyeti savunuyorum!" sanırsın fakat aslında 'savundurulmuş'tur. Hatta "Şeriat istiyorum!" sanırsın lakin aslında 'istettirilmiş'tir. Yakın tarihimiz, başta Gezi Olayları olmak üzere, bunun birçok nümunesiyle doludur. Aşırı tepkiyle ayağa her kalkıldığında, millet, başlangıçta hiç hesap etmediği zararlar üzere tekrar oturtulmuştur. İşte bu tekerrürün tecrübesinden dolayı sünni ulema 'Dahilde kılıç çekilmez'i bir düstûr haline getirmiştir. Yoksa bu tutum, hâşâ, 'sünnilerin pasifliğinden' dolayı değildir. Tarihi doğru okumanın getirdiği teyakkuzdandır.

Narin Güran cinayetinde yazılanları da hatırlayalım hemen. Evet. Sol haber kaynakları başından beri hâdiseyi nereye yerleştirdi? 1) Kur'an kursuyla ilişkilendirilmek istendi. 2) Ailenin meçhul dindarlığıyla bağlanmak istendi. 3) Ailenin güya HÜDA-Par'lı oluşuyla alakalandırıldı. 4) İtirafçının namaz kıldığına dikkatler çekildi. 5) İslamcılığın aslında böyle birşey olduğuna atıf yapıldı. 6) Dindarların hükümetinde bu tarz olayların arttığı(!) vurgulandı. 7) (...) Uzatmayayım. Özetle solcular millete demek istediler ki: "İslam çok kötü birşeydir. Çocuk istismarıdır. Cinayetidir. Kötülüktür. Ahlaksızlıktır... vs. Bunları iktidardan devirmezseniz böyle şeyleri daha çoooook yaşarsınız." Vakıada argümanları hep yalan çıksa da ellerinden geldiği kadar mezkûr temayı işlediler. Kuvvetleri dahilindeki her türlü imkanla saldırdılar. Acı üzerinden bir 'toplumsal infial oluşturmaya' çalıştılar.

Peki bunu kendi başlarına mı düşündüler? Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Bence bize böyle hâdiseler üzerinden de 'enformasyon bombaları' atılıyor. Hatta Türkiye, 23 yıllık AK Parti iktidarı boyunca, Dresden'in-Gazze'nin maruz kaldığı hakiki bombardımandan daha yoğun bir bombardımanı sürekli yaşıyor. Sosyalmedyada yaşıyor, medyada yaşıyor, sokak röportajlarında yaşıyor, köşeyazılarında yaşıyor, youtubeda yaşıyor... Doğru haber daha köşeyi dönmeden yanlış dağları aşıyor. Ve bu operasyonların arkasında Batı'nın ya doğrudan yahut da dolaylı desteklediği mecralar var. Fonlar var. Burslar var. Bayrağını değiştirmiş gayrımeşru evlatlar var. Küreselcilerin veled-i zinası haline getirdiği gafil zihinler var. Bu insanlar sabahtan akşama müslüman ahaliye nasıl operasyon çekeceklerini tartıyorlar. Oluşan her fırsatta tempoyu yükseltiyorlar.

İşte Narin Güran cinayetinde de kırk türlüsünü gördük. Daha kayıp haberlerinin ilk gününden mevzu Kur'an kurslarına bağlanmaya çalışıldı. Sonra AK Parti'ye, HÜDA-Par'a, dindarlığa, namaza kadar geldi. Yani, solcular Narin'in katilini aramadılar baştan beri, kafalarında zaten belirgin olan katile Narin buldular. Ona yamamaya çalıştılar. O katil de Erdoğan'dı, AK Parti'ydi, muhafazakârlardı, HÜDA-Par'dı, Diyanet'ti, Kur'an kurslarıydı, namaz kılanlardı vs. Karalamalar hep bu kıvamda sürdü gitti.

Ben, Bediüzzaman'ın, Eski Said ile Yeni Said arasındaki tavır farkı olarak 'siyasetle meşguliyet'le birlikte 'özgürlükle meşguliyet'e de ayraç koyarım. Bence, mürşidim, ahir ömründe 'hürriyet' üzerinden müslüman ahalinin bir tür manipülasyona maruz kaldığını farketmiştir. Her ayağa kalkıldığında zararla oturulduğunu tecrübelerle yaşamıştır. Abdülhamid Han'ın zayıf istibdadına karşı tepki İttihat ve Terakki'nin parti istibdadını netice vermiştir. İttihat ve Terakki'nin parti istibdadı da arkasından Tek Parti döneminin şedit istibdadını getirmiştir. Yeni Said döneminde Bediüzzaman'ın metinlerindeki vurgusu 'hürriyet'ten 'müsbet hareket'e kaymıştır artık. Çünkü 'algı yönetimi çağında' hiçbir şekilde kullanılmamanın tek yolu müsbet harekettir. Yıkıcı bir etkinin maşası olmaktan kurtulmanın tek yolu yapıcı tavırdan sapmamaktır. Her adımında dengeleri kollamaktır.

"Bir dert görünürse devâsı âsândır..." diyor yine mürşidim bir yerde. Biz de derdimizi görmeliyiz. Derdimiz: Medya eliyle kolay manipüle ediliyor oluşumuz. Devamız: Hangi haber, ne sıklıkta/şiddette tekrarlanıyor olursa olsun, onu sınamamız. Bir tepki geliştirirken müsbet hareketten ayrılmamamız. Dahilde kılıç çekmememiz. Dinimize güvenmemiz. Bizden olanlara olmayanlardan daha fazla itimat etmemiz. Kur'anî ifadesiyle 'fâsıktan gelen haberi sorgula'mamız. Salihler/salihalar hakkında duyduğumuz kemliklere "Bu bir iftiradır!" diyebilmemiz. Ancak böyle yaparsak operasyonlardan kurtulabiliriz. Evet. Ne diyelim. Hüda hilecilere karşı muinimiz olsun. Hakkı 'hak' bâtılı 'bâtıl' gösterecek yalnız Odur. İnayetini herdaim dilemeliyiz.

Wednesday, February 27, 2019

Bazen de kötülük gizlenerek öldürülür

Bir Zamanlar Anadolu'da'yı henüz izlemişlerden olarak doktorun aldığı/verdiği dersi düşünüyorum çokça. Neden kanı yüzüne bulaştırdı? Neden otopsiyi çarpıttı? Neden 'gerçeği' değil 'örtmeyi' seçti? Katili tanımazken. Maktule dair hiçbir hatırası yokken. Cinayetin, kendisini yanlışa bükecek, tabir-i diğerle 'haksızlığa zorlayacak' hiçbir detayı bilinmezken. Neden? Neden? Neden? Neden doktor bu seçimi yaptı? Neden hikâyeye fazla yaklaştı? Neden bu işin tarafı oldu? Bunu düşünüyorum. Ve, kanaatimce, filmin sûreti de bu soruya verilecek cevaba göre şekilleniyor.

Sondan alıp başa yürüyelim o zaman. Doktor, savcının anlattığı hikâyede, örtüyü kaldırmasının sonuçları hakkında ne düşündü acaba? Bunu sorgulayalım. Bence, doktor, acı bir hikâyenin boşlukta kalan taraflarını ortaya dökmenin yeni yaralar açtığını farketti savcı üzerinden. Gerçeğin, salt gerçeğin, her zaman iyi gelmediğini hissetti. Bahsettiği kadın ister eşi olsun, ister bir başkası, doktorun kaldırdığı örtüyle olayın hakiki yüzünü görmek, savcıyı bir hayli sarstı. "Kadınlar bazen çok acımasız olabiliyor!" derken de bize bu sancısını gösteriyordu.

Biraz daha geriye gidelim. Film boyunca, arka koltukta 'izleyen' olarak bize sunulan doktor, Komiser Naci'nin tavırlarında neyi okudu? Neyi hissetti? Neyi tarttı? Evet, Naci, gerçeğin ortaya çıkmasını istiyordu, ama bir yere kadar. Katilin cinayetin sebebini itiraf ettiği yerde Naci, ilerlemeyi değil, durmayı seçti. Suçun bu tarafıyla meşgul olmadı. Kendisine bu hususta edilen suallere de geçiştirici cevaplar verdi. Kurcalamadı. Dedikodusuyla uğraşmadı. Merhamet etti. Hatta dedi: "Orasını bilemem. Bilmek de istemem. Bu işten bizden çıktı." Ve doktor, onun durduğu yerle, kendisinin durduğu yeri karşılaştırdı içinde. (O karşılaştırmadıysa biz yaptık bunu.) Onu daha dengeli buldu.

Bu arada, Komiser Naci'nin, 'ebeveynlerin günahını çocukların çektiğini' söylediği yeri de aklımızda tutalım. Çünkü, bu kısmı aklımızda tutmak, doktorun finalde yaşattığı şaşkınlığı atlatmamızda yardımcı olacak. Ve bir de Arab'ın daha filmin başlarında "Yalnız, icap ederse, vazgeçmeyi de bileceksin!" dediği yer. Burası da hafızamızın bir köşesinde bizi beklesin. Ha, bir de, muhtarının kızının getirdiği ışıkla aydınlattığı yüzleri şöyle bir düşünelim. Evet. Işık saklı güzelliği aşikâr ediyordu. Ama her aydınlattığı da güzel değildi.

Şimdi filmden ayrılıyoruz. Settar ism-i şerifi üzerine konuşacağız. Hani geçmiş yazılarımı okuyanlar hatırlayacaklar. "Bediüzzaman'ın Esma-i Sitte Risalesi'nde öğrettiği bakışaçısıyla sair isimleri de çalışmak bir açlığımdır!" demiştim. İşte onlardan birini dilimiz döndüğünce bir parça yapmaya çalışalım. Ve Settar ism-i şerifinin, 'isim' olmaktan öte, kainattaki tecellileriyle nasıl bir 'kanuniyet' içerdiğini anlamaya gayret edelim.

Şuradan başlayalım: Settar isminin diğer isimler arasında berzahî bir yanı da var. Yani bir isimden başka bir isme geçiş, bir tecelliden başka bir tecelliye sığınış, bir gölgeden başka bir gölgeye atlayış öncelikle 'örtünmeyi' istiyor. Nasıl ki, insan, Kahhar ism-i şerifinin tecellileri sayılabilecek yaralarını, Şafî isminin tecellisine taşıyabilmek için onları sarıyor, kapatıyor, örtüyor; aynen öyle de; Celal ism-i şerifinin tecellisi sayılabilecek gökgürültüsü gibi şeylerden Cemal ism-i şerifinin huzuruna sığınabilmek için de kulaklarını öylece sarıyor, kapatıyor, örtüyor.

Başka örneklerde de durum değişmiyor. Misal: İnsan çok acı bir olay yaşadığında bayılıyor. Çok ağır yara aldığında komaya giriyor. Çok soğuğa maruz kaldığında kalınca giyiniyor. Çok ışığa maruz kaldığında gözlerini kapıyor. Çok zor bir durumda kaldığında şuursuzlaşıyor. Çok sıradışı birşey yaşadığında şoka giriyor. Yani her defasında Celalî tecellilerin ağırlığından korunabilmek için Settar isminden medet arıyor. Bu berzahı geçtikten, bu duayı ettikten, bu sığınmayı yaşadıktan sonra ancak Cemalî tecellileri dünyasına davet edebiliyor.

Burada hemen, Zindan Adası filminin finalinde, ameliyata gitmek üzere olan Leonardo DiCaprio'nun Mark Ruffalo’ya söylediklerini hatırlayalım: “Merak ediyorum da sence hangisi daha kötü olurdu? Canavar olarak yaşamak mı? İyi bir insan olarak ölmek mi?” Filmi izleyenler bu finalle Bir Zamanlar Anadolu'da'nın finali arasında 'yüzleşmek yerine örtmek' bağlamında bir ilgi kurabilirler. Biz geçerken uğradık. Hemen asıl konumuza dönüyoruz.

İslamî kaynaklara aşinalığı olanlar 'insanların ayıplarını örtmenin güzelliği, fazileti veya ecri üzerine' birçok metin bulunduğunu bilirler. Bence bu metinlerin, yukarıda anlattıklarımla birlikte düşünülünce, bize öğrettiği önemli birşey de vardır. Bir kötülüğe son vermek her zaman onun salt gerçekliğiyle yüzleşmekle, ifşa etmekle, tüm detaylarını ortaya koymakla olmaz.

Ya? Bazen de kötülükle mücadele onun tezahürlerini saklamakla, kapatmakla veya örtmekle olur. "Casusluk etmeyin!" buyuran Hucurat sûresinin devamında bizi suizandan, gıybetten ve husumetten sakındırması boşuna değildir. Bunlar bir noktada birbiriyle ilgili/devamı şeylerdir. Yani, kötülüğün önünün alınması, herşeyin netlikle ortaya konulmasıyla olmaz her zaman. Bazen de büyümelerini önleyici bir örtücülükle öldürülür kötülükler. Ecelleri zamanın kılıçlarına bırakılır.

Bir çocuğun her hatasını büyük bir dikkatle kollayıp hemen yüzüne yapıştıran ebeveynler o çocukları en nihayetinde arsız ederler. Bir insanın gizlice işlediği her günahı araştırıp, keşfedip, ortaya dökenler o kişiyi günahında 'aşikâr ısrarcı' yaparlar. Çünkü Celalî tecelliden Cemalî tecelliye geçilebilmesi için gereken berzahı gözetmezler. Merhamet etmezler. Bu gözetmeyişin de sonucu, tedavi değil, şiddeti artan bir yıkım olur.

Aleyhissalatuvesselam Efendimizin kendisine günahlarını itiraf etmek isteyen kişilerden hemen yüzünü çevirip onlara tevbeyi tavsiye ettiğine dair birçok asr-ı saadet anlatısı vardır. Ben bu anlatılar ile Bir Zamanlar Anadolu'da filminin mesajı arasında bir parça uyum görüyorum. Evet. "Neden kanı yüzüne bulaştırdı? Neden otopsiyi çarpıttı? Neden 'gerçeği' değil 'örtmeyi' seçti?" diye sorduğumda da bu uyumdan doğan cevapla yetinmeyi seçiyorum: "Ebeveynlerinin günahlarını çocukları çekmesin diye." Veya "Gerçeğin aşikâr edilmesinden vazgeçilmesi gereken yerin orası olduğunu düşündüğü için." Evet. Bazen kötülük, aşikâr edilerek değil, gizlenerek öldürülür. Ve bazen de Celalî tecelliler örtünerek Cemale dönüştürülürler.



Haşiye: Yazıma burasına kadar sabreden arkadaşım, eğer gücün yeterse, ilk vahyi almasının ağırlığıyla Aleyhissalatuvesselamın, evine dönerek "Beni örtün!" demesini de düşün. Ve vahyin devam edişinde "Ey örtüsüne bürünen!" diye hitaba başlamasını da tefekkür et. Ben bir parça ettim. Çok güzel şeyler gördüm.

Allah'ın da bir 'kızılelma'sı var

İslam'ın Geliştirdiği Tasavvuf nâm eserinde, Ömer Rıza Doğrul, 'nur-u Muhammedî' ve 'hakikat-i Muhammediyye' gibi kavram...