Okuyanlarımız anımsayacaktır. Bediüzzaman, Muhakemat’ın Unsuru’l-Belagat kısmında lafızperestliği bir hastalık olarak tarif ettikten sonra hastalıkların sayısını arttırır: “Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik, şimdi filcümle, ileride ifrat ile, tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır” der.
İlgili bölüm belagat üzerine olmakla birlikte, Muhakemat’ta topyekûn ilimlerin İslamîleştirilmesi adına çok kıymetli mizanlar olduğunu düşündüğümden meseleyi biraz daha kapsamlı ele almayı öneriyorum. Zikredilen hastalıkların da sadece belagata ait hastalıklar değil, bütün ilim dallarına sirayet etmiş hastalıklar olarak ele almak istiyorum.
İşte bu yazıda da (eğer becerebilirsem) bir nebze bunu vurgulamaya çalışacağım. Üslûbperestliğin yalnızca bir ilim dalına (ki o da bu yazı için tefsirdir) sirayetiyle nasıl ifrat söylemler geliştirildiğini ve bu söylemler eşliğinde nasıl dışlama operasyonları yapıldığını anlatmaya çabalayacağım.
Bilirsiniz, kimi makamlarda Risale-i Nur’un bir tefsir eseri olmadığı bazı bazı dillendirilir. Müellifinin eserlerini tefsir (manevî tefsir) olarak nitelediğini söylediğinizde ise şöyle itiraz ederler: “Ama bakınız, hiç tefsir eserlere benzemiyor. Çok başka bir tarzı var. Ne bir sırayla gidiyor, ne de uzun bir sureyi tam anlatıyor. Sürekli ayetler, hadisler arasında geçiş yapıp duruyor. Böyle nasıl tefsir olur?”
Aslında görüldüğü gibi muhatabın itirazı Risale-i Nur’un Kur’an’ı anlatmadığı yönünde değildir. (Belki o yönüyle beğenmektedir bile...) Onun sorunu daha çok Risale-i Nur’un kafasındaki tefsir üslûbuna uymamasından kaynaklanmaktadır. Yani Fatiha’dan başlayıp Nas’ta biten bir klasik üslûb içinde ayetleri açıklamayışını, hem açıklarken içine farklı bilgiler de katarak lafzî tefsirlerden bu noktada ayrılışını iddialarına geçer akçe görürler.
Fakat bu noktada aslında onların hastalığı tam da Bediüzzaman’ın Muhakemat’ta zikrettiği üslûbperestlik hastalığıdır. Yani bir yola, yönteme, anlatım tarzına saplı kalarak; ondan gayrı yollar, tarzlar geliştirenlere uygulanan bir dışlamadır. İlgili ilim dalına yapılmış bir daraltma harekatıdır bu. Tefsir gibi geniş bir kavramı lafzî tefsir makamına münhasır sanmaktır.
Halbuki bakınız, bu güzeller güzeli pınarın daha başlarında yer alan âlimler tefsirleri nasıl sınıflandırıyorlar: Mesela meşhur âlimlerden İbn-i Kayyim, tefsirleri Bediüzzaman’ın tasnifine benzer bir tarzda, fakat üçe ayırır: 1) Kur’ân’ın lafızlarının açıklamasını esas alan tefsir anlayışı (lafzî tefsir). 2) Kur’ân’ın vermek istediği mesajı esas alan tefsir anlayışı (manevî tefsir). 3. İşarî tefsir.[1]
Yine İmam-ı Gazalî’ye göre de tefsirler ikiye ayrılır: 1) Lafzî tefsir. 2) Manevî tefsir. İmam-ı Gazalî aynı sınıflandırmanın hemen yanında örneklendirmelerle lafzî tefsirlerin Kur’an’daki manaları anlamakta yeterli olmayacağını, bu noktada manevî tefsirlere de muhtaç olunduğunu söyler.[2]
İmam-ı Şafiî ise bu konuyu daha farklı bir perspektifle şöyle detaylandırır: “Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı açıklaması iki şekildedir: Birincisi: Kur’ân’ın naslarına yer vererek yapılan açıklama. İkincisi: Kur’ân’da mücmel olarak ifade edilen hususlarda Kur’ân lafızlarına yer vermeksizin Allah’ın muradının ne olduğunu doğrudan aktarmak.”[3]
Yapılan nakillerden de anlaşılacağı üzere tefsir metodolojisi sadece klasik tefsir usulüne, uslûbuna münhasır değildir. Eski imamlar, âlimler tefsir kavramını daha geniş anlamışlar ve öyle de ele almışlardır. Bu noktada Risale-i Nur’un klasik tefsir metoduna uymayışı, onu tefsir ilminden dışlamayı gerektirmez. Aksine bu; ilk çıktığı kaynakta çok geniş akan bir suyun, zorlama metodlarla daraltılması, dar bir kanaldan akıtılmasıdır.
Bu noktada Risale-i Nur’un da sıradışı metodolojisiyle yeniden bu mecrayı genişletmeye çalıştığını söylesek herhalde yalan olmaz. Hasılı; her ilim, gelişmesi sürecinde, Muhakemat’ta Bediüzzaman’ın ikaz ettiği şekilde pekçok hastalığı içinde barındırmaktadır. İşte yukarıda bir örneğini zikrettiğimiz üslûbperestlik de bunlardan birisidir. Tefsiri yalnızca klasik tefsire münhasır sanmak, sananların üslûpperestliğinden başka birşey değildir. Risale-i Nur’un böyle bir algıda kusuru yoktur. Kusur nesnede değil, nazardadır.
(Not: İnşaallah bu konuyu ikinci ve belki üçüncü bir yazıyla daha ele alacağım. Tevfik Allah’tan ve hamd her vakit Allah’a...)
[1] Niyazi Beki’nin Yeni Ümit dergisindeki “Risale-i Nur’un Tefsirdeki Yeri” makalesinden iktibasla: Bkz. Menna, el-Kattan, Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an (Beyrut,1412/1991), s. 357-58.
[2] A.G. Makale’den iktibasla: Gazalî, İhya-u Ulumi’d-Dîn (Kahire 1358/1939) 1/300.
[3] A.G. Makale’den iktibasla: Bkz. Eş-Şafii, er-Risale (Thk. A. Muhammed Şâkir, Beyrut, ts), s. 91-92.
27 Mayıs 2012 Pazar
17 Mayıs 2012 Perşembe
İhtiyarlar Risalesi, geriatri ve modern zamanlar...
“Modern hayat ile birlikte hayatın değişmeyen yönü önemini kaybetti. Bu kayıp en ağır yenilgiyi yaşlıların dünyasında gerçekleştirdi. Dünün bilgisi önemsenmediğinde, yaşlıların dünya üzerinde tuttukları alan işgal gibi algılanmaya başlandı.”
Böyle söylüyor Fatma Barbarosoğlu İmaj ve Takva isimli kitabında... Modern zamanlarda ihtiyar olmanın, diğer zamanlara nispeten daha zor olduğunu, çünkü ihtiyarlığı kıymetli kılan şeylerin artık “önemsenmeyen” haline geldiğini belirtiyor.
Ahirzamanı soluklayıp da Fatma Barbarosoğlu’nun bu sözlerine hak vermemek elde değil. Hakikaten her bilginin pek çabuk eskidiği ve yerlerine sürekli yenilerinin üretildiği bu devirde eskiye dair malumatı olanların ayakta kalabilmesi ve dahi kıymetli kalabilmesi çok güç. En nihayetinde gençlerden bulabildikleri tek karşılık (en iyi ihtimalle) “küçümseyici bir şefkat” oluyor.
Dikkat ediniz, mazide olduğu gibi saygı içeren bir şefkat değil bu... İçeriğinde küçümseyicilik var. Zira yaşla gelen bilgelik hayatın çarklarında ezilip kaybolan, kıymet bulmayan bir kavram haline gelmiş. Bildikleri herşey çoktan eskimiş. Bu yönüyle ihtiyarlar da ancak “acınmayı” alabiliyorlar gençlerden. Susup hayatın dışarısına çıkmaları bekleniyor onlardan. Konuşan, görüş bildiren ihtiyar makbul olmuyor. Ahirzaman bizi oraya doğru götürüyor. Belki sürüklüyor...
Bu yönüyle “geriatri” isminde bir bilim dalının 20. yüzyılda ortaya çıkması da tesadüf değil. Geriatri, Prof. Dr. Servet Arıoğul’un ifadesiyle; “65 yaş ve üstü hastaların sağlık sorunları, hastalıkları, sosyal ve fonksiyonel yaşamları, yaşam kaliteleri, koruyucu hekimlik uygulamaları ve toplum yaşlanması ile ilgilenen bilim dalı olup iç hastalıklarının bir yan dalıdır.” Ortaya çıktığı ilk zamanlarda yaşlıların sadece bedensel rahatsızlıklarını incelerken, şimdilerde psikolojik ve sosyal sorunlarını da masaya yatırmakta, onlara da uzun mesailer ayırmaktadır.
Dünya üzerinde ortaya çıkışı 1930-1940’ları bulsa da[1] yaygınlaşması ve sistemleşmesi 1980’leri bulur.[2] Türkiye’de de ilk geriatri bilim dalı ve ünitesi Cerrahpaşa’da 1980’lerde kurulur ancak.[3] Geriatrinin ülkemizde iyice yerleşmesi ise daha da sonradır: “Türk Geriatri Vakfı, 16 Nisan 2001 tarih ve 24360 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan ilan ile kurulmuş ve aynı tarihte faaliyete geçmiştir.”[4] Yani ülkemizin geriatriye katılımı belki Avrupa ülkelerine kıyasla daha sonradan yaşanmıştır. Geriatrinin kurulmasındaki etkenlerden birisinin ülkelerdeki yaş ortalamasının yükselmesi olduğu düşünülürse, Türkiye’nin bu noktada neden Avrupa’dan daha yavaş davrandığı belki anlaşılabilir.
Ancak bütün bunların ötesinde bir yere götürmek istiyorum ben şimdi sizi: 1934 yılına... 1934 yılı Türkiye’de bir âlimin, tarassutlar içinde dünyayla haberleşmesi kesik bir âlimin ihtiyarlık üzerine ilk eserini telif ettiği tarihtir. Bediüzzaman Said Nursî, 1934 yılında İhtiyarlar Risalesi’ni yazdırmaya başlar. Daha sonra da bunu 1944 yılından sonra telif ettiği ilave metinlerle genişletir. Fakat acaba dünyanın başka başka meselelerle meşgul olduğu, II. Dünya Savaşı’nın “Geliyorum!” seslerinin işitildiği bir devirde Bediüzzaman böyle bir eseri neden telif eder? Neden siyasete dair değil de böyle bir konuya yoğunlaşır?
Ben bu noktada Bediüzzaman’ın yine harika bir öngörüyle geleceğin sorunlarına (yahut gelecekte iyice ortaya çıkacak olan sorunlara) Kur’an’ın reçetelerini sunduğunu kanaatindeyim. Daha o zamanlar Avrupa’da yeni yeni teşekkül etmeye başlamış bir bilim dalının psikolojik anlamda büyük yararlar sağlayacak ilk çalışmasını, belki ilk metnini, Anadolu toprakları üzerinde telif etmiştir. Belki ahirzamanın böylesi sıkıntılara gebe olduğunu, (Fatma Barbarosoğlu’nun dillendirdiği şekilde;) yaşlılığın dışlanacak bir hale geleceğini hissetmiştir.
Bir yandan ihtiyarlara nasihatler ederken, diğer taraftan gençlere de onların birer bereket vesilesi olduğunu, hayattan dışlanmalarının yanlış olduğunu aktaran böylesi bir eserin kıymeti, sanıyorum Fatma Barbarosoğlu’nun tespitleri ışığında okunursa daha iyi anlaşılır.
Geriatri üzerine çalışmalar yürütenlerin de, onlardan yıllar önce bu konunun psikolojik ve sosyolojik taraflarına dair bir eser telif etmiş Bediüzzaman’ın metinlerini incelemeleri, ondan destek almaları gerekmez midir? Fakat ne ilginçtir ki, belki bu insanların İhtiyarlar Risalesi’nden bile haberleri yoktur. Evet, Risaleler bu topraklarda yazılmış eserler olmalarına rağmen, hâlâ bu toprakların evlatları tarafından açtıkları çığırların fark edilmesini beklemektedirler...
[1] http://www.akadgeriatri.org/managete/fu_folder/2009-03/html/2009-1-3-125-131.htm
[2] http://www1.gantep.edu.tr/~hastane/?page_id=210
[3] http://www.anadolusaglik.org/haber-detay/1465/1/geriatri-ile-saglikli-bir-yaslilik-gecirmek-mumkun.aspx
[4] http://www.turkgeriatrivakfi.org.tr/
Böyle söylüyor Fatma Barbarosoğlu İmaj ve Takva isimli kitabında... Modern zamanlarda ihtiyar olmanın, diğer zamanlara nispeten daha zor olduğunu, çünkü ihtiyarlığı kıymetli kılan şeylerin artık “önemsenmeyen” haline geldiğini belirtiyor.
Ahirzamanı soluklayıp da Fatma Barbarosoğlu’nun bu sözlerine hak vermemek elde değil. Hakikaten her bilginin pek çabuk eskidiği ve yerlerine sürekli yenilerinin üretildiği bu devirde eskiye dair malumatı olanların ayakta kalabilmesi ve dahi kıymetli kalabilmesi çok güç. En nihayetinde gençlerden bulabildikleri tek karşılık (en iyi ihtimalle) “küçümseyici bir şefkat” oluyor.
Dikkat ediniz, mazide olduğu gibi saygı içeren bir şefkat değil bu... İçeriğinde küçümseyicilik var. Zira yaşla gelen bilgelik hayatın çarklarında ezilip kaybolan, kıymet bulmayan bir kavram haline gelmiş. Bildikleri herşey çoktan eskimiş. Bu yönüyle ihtiyarlar da ancak “acınmayı” alabiliyorlar gençlerden. Susup hayatın dışarısına çıkmaları bekleniyor onlardan. Konuşan, görüş bildiren ihtiyar makbul olmuyor. Ahirzaman bizi oraya doğru götürüyor. Belki sürüklüyor...
Bu yönüyle “geriatri” isminde bir bilim dalının 20. yüzyılda ortaya çıkması da tesadüf değil. Geriatri, Prof. Dr. Servet Arıoğul’un ifadesiyle; “65 yaş ve üstü hastaların sağlık sorunları, hastalıkları, sosyal ve fonksiyonel yaşamları, yaşam kaliteleri, koruyucu hekimlik uygulamaları ve toplum yaşlanması ile ilgilenen bilim dalı olup iç hastalıklarının bir yan dalıdır.” Ortaya çıktığı ilk zamanlarda yaşlıların sadece bedensel rahatsızlıklarını incelerken, şimdilerde psikolojik ve sosyal sorunlarını da masaya yatırmakta, onlara da uzun mesailer ayırmaktadır.
Dünya üzerinde ortaya çıkışı 1930-1940’ları bulsa da[1] yaygınlaşması ve sistemleşmesi 1980’leri bulur.[2] Türkiye’de de ilk geriatri bilim dalı ve ünitesi Cerrahpaşa’da 1980’lerde kurulur ancak.[3] Geriatrinin ülkemizde iyice yerleşmesi ise daha da sonradır: “Türk Geriatri Vakfı, 16 Nisan 2001 tarih ve 24360 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan ilan ile kurulmuş ve aynı tarihte faaliyete geçmiştir.”[4] Yani ülkemizin geriatriye katılımı belki Avrupa ülkelerine kıyasla daha sonradan yaşanmıştır. Geriatrinin kurulmasındaki etkenlerden birisinin ülkelerdeki yaş ortalamasının yükselmesi olduğu düşünülürse, Türkiye’nin bu noktada neden Avrupa’dan daha yavaş davrandığı belki anlaşılabilir.
Ancak bütün bunların ötesinde bir yere götürmek istiyorum ben şimdi sizi: 1934 yılına... 1934 yılı Türkiye’de bir âlimin, tarassutlar içinde dünyayla haberleşmesi kesik bir âlimin ihtiyarlık üzerine ilk eserini telif ettiği tarihtir. Bediüzzaman Said Nursî, 1934 yılında İhtiyarlar Risalesi’ni yazdırmaya başlar. Daha sonra da bunu 1944 yılından sonra telif ettiği ilave metinlerle genişletir. Fakat acaba dünyanın başka başka meselelerle meşgul olduğu, II. Dünya Savaşı’nın “Geliyorum!” seslerinin işitildiği bir devirde Bediüzzaman böyle bir eseri neden telif eder? Neden siyasete dair değil de böyle bir konuya yoğunlaşır?
Ben bu noktada Bediüzzaman’ın yine harika bir öngörüyle geleceğin sorunlarına (yahut gelecekte iyice ortaya çıkacak olan sorunlara) Kur’an’ın reçetelerini sunduğunu kanaatindeyim. Daha o zamanlar Avrupa’da yeni yeni teşekkül etmeye başlamış bir bilim dalının psikolojik anlamda büyük yararlar sağlayacak ilk çalışmasını, belki ilk metnini, Anadolu toprakları üzerinde telif etmiştir. Belki ahirzamanın böylesi sıkıntılara gebe olduğunu, (Fatma Barbarosoğlu’nun dillendirdiği şekilde;) yaşlılığın dışlanacak bir hale geleceğini hissetmiştir.
Bir yandan ihtiyarlara nasihatler ederken, diğer taraftan gençlere de onların birer bereket vesilesi olduğunu, hayattan dışlanmalarının yanlış olduğunu aktaran böylesi bir eserin kıymeti, sanıyorum Fatma Barbarosoğlu’nun tespitleri ışığında okunursa daha iyi anlaşılır.
Geriatri üzerine çalışmalar yürütenlerin de, onlardan yıllar önce bu konunun psikolojik ve sosyolojik taraflarına dair bir eser telif etmiş Bediüzzaman’ın metinlerini incelemeleri, ondan destek almaları gerekmez midir? Fakat ne ilginçtir ki, belki bu insanların İhtiyarlar Risalesi’nden bile haberleri yoktur. Evet, Risaleler bu topraklarda yazılmış eserler olmalarına rağmen, hâlâ bu toprakların evlatları tarafından açtıkları çığırların fark edilmesini beklemektedirler...
[1] http://www.akadgeriatri.org/managete/fu_folder/2009-03/html/2009-1-3-125-131.htm
[2] http://www1.gantep.edu.tr/~hastane/?page_id=210
[3] http://www.anadolusaglik.org/haber-detay/1465/1/geriatri-ile-saglikli-bir-yaslilik-gecirmek-mumkun.aspx
[4] http://www.turkgeriatrivakfi.org.tr/
10 Mayıs 2012 Perşembe
Tekrar tekrar okunası kitaplar...
“Lezzetin bekası, lezzetten daha lezizdir.” Evet, Bediüzzaman’ın bu cümlesi 9. kez okumakla nimetlendirildiğim (öyle düşünüyorum) Şualar’a karşı hissimi tarif etmede en nihayi nokta. Onu okumak, daha doğrusu onları okumak; hiç bitmeyecek bir yolculuğun içinde olmak demek. Çünkü okumakla bitmeyen, yıllandıkça tazelenen güzeller onlar. Şualar’ da öyle, Sözler de öyle, Lem’alar da öyle. Bunu sırf bir cemaatin üyesi olmak, o cemaatin aferinini kazanmak için yazmıyorum. Altı doldurulmamış, kendisine inanılmamış bütün medihlerin canı cehenneme! Ben bu eserleri beni bir başka halete soktukları için seviyorum. İnsan haletine...
Tuhaf mı söylediklerim? Hiç tuhaf gelmesin. Güzel kitaplar genelde bu etkiyi yaparlar. Onlar, hakkında konuşup durduğumuz dünyadan bir çıkış kapısı, bir nefes alma yöntemidir (sıkılanlar için). İlk askerde fark etmiştim bunu. Bir çocuk vardı, uzun dönem askerlik yapan, çok kitap okurdu. Cep telefonu yakalatmaktan ceza almıştı, şafağını uzatmıştı. Eline ne geçse, ne kitap bulsa o kışla ortamında, seste, gürültüde okurdu. Nasıl bu kadar çok okumayı başardığını sorduğumda şöyle demişti: “Abey, bu kitaplar da olmasa ben burada gafayı yerim. Bunları okuyorum da gafam dağılıyor!”
Evet, hakikaten biz bu kitapları okuyoruz da dünyanın keşmekeşinde kafamız dağılıyor, ruhumuz nefes alıyor ve hayalimiz gerçekliğin soğukluğundan, baskısından, cenderesinden bir nebze kurtuluyor. Hele bu kitaplar Risaleler olunca ben bu kurtuluşu daha âli görüyorum. Nasıl ki, ehl-i zikir, zikrullah ile hayattan kendilerini bir nebze koparıyor, transa benzer bir halde başka âlemlere (içlerinde veya dışlarında) yolculuk ediyorlar; sanıyorum biz Nur talebeleri de bu kitapları okumakla ve bunlarla meşgul olmakla hayatın cenderesinden sıyrılıyor, rahatlıyor, nefes alıyoruz. (Müellif yine Şualar’da Risale-i Nur’la meşgul olmanın faydalarını sayarken buna benzer şeyler söylemiyor mu?)
Bizim hakkımızda “Bunlar da hep çiçekten, böcekten bahsediyor!” diyorlar belki. Aldırmıyoruz... Yalnız bu dünya için yaratılmadığımızın farkındayız çünkü. Ondayken bile ötesine yollar kolluyoruz.
Külliyat benim için bu demek, Şualar bunun bir parçası. Ancak Şualar, İkinci Şua gibi ağır bir bahisle başlayıp sonra Yedinci Şua’ya giderken bu yolculuğu taçlandırıp en nihayet Meyve Risalesi’yle bizi tekrar hayatın içine çekiyor oluşuyla manidar. Eserin bütününe baktığınızda sanki bir bütün değilmiş gibi. Biraz oradan, biraz buradan, biraz mektuplardan, biraz savunmalardan... Öyle derlenmiş, toplanmış, herşeyden bir miktar katılmış birşey. Karışık bir yemek.
Fakat onları aşıp bütün bu yazılanların aynı insanın kaleminden çıktığını düşündüğünüzde o insanın nasıl bir dünyaya sahip olduğunu tefekkür etmekle sizi heyecanlandırıyor. Bir yandan mahkemelerle, zindanlarla cebelleşmekte; diğer yandan ancak büyük bir iç huzuru yakalamış birisinin yazabileceğini düşündüğüm çok ağır ve derin metinleri hazırlayabilmekte... Nerede o huzur, nerede Eski Said’in ve Yeni Said’in hayatı? Bunlarla meşgulken onları nasıl yazıyor? Onları öyle yazarken bunlarla nasıl meşgul oluyor? Şualar bu yönüyle Yeni Said’in iki kanadının şahidi. Bir yanda İkinci Şua var, diğer yanda Meyve Risalesi...
Belki biz de böyle yaşamalıyız, ama beceremiyoruz. Hayat bizi öyle sarıyor ki; hayatımız gündemden ibaret oluyor. Halbuki böyle şeylerin yazıldığı, düşünüldüğü “kurtarılmış zamanlarımız” da olmalı. Hayat sadece bize sunulanla meşgul olduğumuz bir dilimden ibaret olmamalı. Bir pasta gibi farklı meşgalelerle kuşattığımız dilim dilim birşey olmalı. Bence Bediüzzaman’ın Şualar’ında böyle bir ders var. Bir yanda başka bir Said, bir yanda bambaşka bir Said var. Ne yazayım ki, ben şimdi bu kitap hakkında? 9 kez okudum, ama sanki hiç okumadım. Öyle birşey... Nasıl yazayım? Her okuyuşumda ilkmiş gibi geliyor.
Tuhaf mı söylediklerim? Hiç tuhaf gelmesin. Güzel kitaplar genelde bu etkiyi yaparlar. Onlar, hakkında konuşup durduğumuz dünyadan bir çıkış kapısı, bir nefes alma yöntemidir (sıkılanlar için). İlk askerde fark etmiştim bunu. Bir çocuk vardı, uzun dönem askerlik yapan, çok kitap okurdu. Cep telefonu yakalatmaktan ceza almıştı, şafağını uzatmıştı. Eline ne geçse, ne kitap bulsa o kışla ortamında, seste, gürültüde okurdu. Nasıl bu kadar çok okumayı başardığını sorduğumda şöyle demişti: “Abey, bu kitaplar da olmasa ben burada gafayı yerim. Bunları okuyorum da gafam dağılıyor!”
Evet, hakikaten biz bu kitapları okuyoruz da dünyanın keşmekeşinde kafamız dağılıyor, ruhumuz nefes alıyor ve hayalimiz gerçekliğin soğukluğundan, baskısından, cenderesinden bir nebze kurtuluyor. Hele bu kitaplar Risaleler olunca ben bu kurtuluşu daha âli görüyorum. Nasıl ki, ehl-i zikir, zikrullah ile hayattan kendilerini bir nebze koparıyor, transa benzer bir halde başka âlemlere (içlerinde veya dışlarında) yolculuk ediyorlar; sanıyorum biz Nur talebeleri de bu kitapları okumakla ve bunlarla meşgul olmakla hayatın cenderesinden sıyrılıyor, rahatlıyor, nefes alıyoruz. (Müellif yine Şualar’da Risale-i Nur’la meşgul olmanın faydalarını sayarken buna benzer şeyler söylemiyor mu?)
Bizim hakkımızda “Bunlar da hep çiçekten, böcekten bahsediyor!” diyorlar belki. Aldırmıyoruz... Yalnız bu dünya için yaratılmadığımızın farkındayız çünkü. Ondayken bile ötesine yollar kolluyoruz.
Külliyat benim için bu demek, Şualar bunun bir parçası. Ancak Şualar, İkinci Şua gibi ağır bir bahisle başlayıp sonra Yedinci Şua’ya giderken bu yolculuğu taçlandırıp en nihayet Meyve Risalesi’yle bizi tekrar hayatın içine çekiyor oluşuyla manidar. Eserin bütününe baktığınızda sanki bir bütün değilmiş gibi. Biraz oradan, biraz buradan, biraz mektuplardan, biraz savunmalardan... Öyle derlenmiş, toplanmış, herşeyden bir miktar katılmış birşey. Karışık bir yemek.
Fakat onları aşıp bütün bu yazılanların aynı insanın kaleminden çıktığını düşündüğünüzde o insanın nasıl bir dünyaya sahip olduğunu tefekkür etmekle sizi heyecanlandırıyor. Bir yandan mahkemelerle, zindanlarla cebelleşmekte; diğer yandan ancak büyük bir iç huzuru yakalamış birisinin yazabileceğini düşündüğüm çok ağır ve derin metinleri hazırlayabilmekte... Nerede o huzur, nerede Eski Said’in ve Yeni Said’in hayatı? Bunlarla meşgulken onları nasıl yazıyor? Onları öyle yazarken bunlarla nasıl meşgul oluyor? Şualar bu yönüyle Yeni Said’in iki kanadının şahidi. Bir yanda İkinci Şua var, diğer yanda Meyve Risalesi...
Belki biz de böyle yaşamalıyız, ama beceremiyoruz. Hayat bizi öyle sarıyor ki; hayatımız gündemden ibaret oluyor. Halbuki böyle şeylerin yazıldığı, düşünüldüğü “kurtarılmış zamanlarımız” da olmalı. Hayat sadece bize sunulanla meşgul olduğumuz bir dilimden ibaret olmamalı. Bir pasta gibi farklı meşgalelerle kuşattığımız dilim dilim birşey olmalı. Bence Bediüzzaman’ın Şualar’ında böyle bir ders var. Bir yanda başka bir Said, bir yanda bambaşka bir Said var. Ne yazayım ki, ben şimdi bu kitap hakkında? 9 kez okudum, ama sanki hiç okumadım. Öyle birşey... Nasıl yazayım? Her okuyuşumda ilkmiş gibi geliyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...