13 Mart 2016 Pazar

Müslüman 'tarafgir' olur mu?

"Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle çarpışırlarsa, hemen aralarını bulun barıştırın! Şayet biri ötekine saldırıyorsa, Allah'ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse, yine adaletle aralarını düzeltin ve hep insaflı olun. Çünkü Allah adaletli davrananları sever." (Hucurat sûresi, 9)

Neseî'de geçen bir hadis-i şerifte buyuyor ki Allah Resulü aleyhissalatuvesselam: "Şu üç haslet kimde bulunursa, o kişi, imanın tadını ve lezzetini almıştır. Allah ve Resulünün o kimseye, o ikisinin dışındaki herşeyden daha sevimli olması. Allah için sevmesi ve Allah için buğzetmesi. Büyük bir ateşe düşmek Allah'a herhangi birşeyi ortak koşmaktan daha sevimli gelmesi." Bu hadis-i şerifi her hatırlayışımda mürşidimin Mektubat'ta geçen bir ifadesi de hatırıma geliyor. Orada, Şah-ı Nakşibendi Hazretlerinin virdinden "Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!" cümlesini naklettikten sonra diyor ki Bediüzzaman: "(...) dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa, birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.

Burası, mezkûr hadis-i şerif ile oluşturduğu paralellik dışında, şundan dolayı da kıymetli görünür bana: Bediüzzaman'ın 'tarafgirlik' kelimesine pozitif bir karşılık yüklediği nadir yerlerden birisidir mezkûr metin. Ancak ben, tam da burada ve yukarıda kastedilen anlamla, 'tarafgirliğin' külliyatın geneline yayılmış bir tutum olduğunu belirtmek isterim. Bu, hâkim kültürün 'objektiflik övgüsü' ile baştan çıkmış bireylere kabulü zor birşey gibi gelebilir. Fakat evet, Bediüzzaman kaleme aldığı neredeyse her metinde 'objektif' değil 'tarafgirdir.'

Peki, neye tarafgirdir? Hakka tarafgirdir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin cadde-i kübrasına tarafgirdir. Sünnete, sahabe-i kirama, selef-i salihine, müçtehid imamlara, muhaddisuna, mutasavvıflara, ehl-i sünnetin ana omurgasını oluşturan her renge tarafgirlik gösterir Bediüzzaman. Dışarıdan yapılan her eleştiriye karşı da bu renkleri savunur. Kendisini tarikat mesleği içinde tanımlamamasına rağmen ehl-i bid'a hücumlara karşı onları savunması ancak böyle bir 'tarafgirlik' hissiyle anlaşılabilir. Mürşidim hak dairesinde kesinlikle taraftır. Hak-bâtıl düzleminde onun objektif olduğunu düşünen varsa, ya yukarıdaki mezkûr cümlelerini anlamamıştır yahut Hikmetü'l-İstiaze Risalesi'ni okumamıştır veyahut da Bediüzzaman'ın 15. Söz'ün Zeyli'ndeki 'bitarafane muhakeme' eleştirisini anlamamıştır:

"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Hak-bâtıl düzlemindeki bir objektiflik iddiasının aslında taraf-ı muhalifi iltizam etmek, yani karşı taraftan bakmak/düşünmek, onu 'norm' olarak almak olduğunu açıkça belirten Bediüzzaman; hem bu eserine hem de Hikmetü'l-İstiaze Risalesi'ne 'istiaze/sığınma' vurgusu içeren ayetlerle başlar. Buradan hareketle denilebilir ki: Bediüzzaman, Kur'an'daki 'şeytandan Allah'a sığınma' ifadelerini bir 'hakka tarafgirlik' olarak anlamıştır. Cenab-ı Hakkın kelamında ona bu kadar çok yer vermesini; İslam geleneğinde 'istiaze'nin besmeleye arkadaş olacak kadar sık kullanılmasını böyle yorumlamıştır: Kalbine şeytan ve türevleri tarafıdan bir şüphe atılacak olursa 'objektiflik namına' ona da hak rengi verip hak namına ortada bir yerde durmaya çalışma. Allah'a ve ehl-i sünnetin bilgi sistemiyle sana gelen bilgiye/düşünme biçimine sığın. Bu sığınma bir anlamda 'orada cevap aramak' olarak anlaşılabileceği gibi, 'oradan cevap üretmek' olarak da anlaşılabilir. Bediüzzaman eserlerinde her ikisini de yapmıştır.

Peki, Bediüzzaman 'tarafgirliği' hangi hallerde kötüler? Bunu da kendisinin Lemeat'ta geçen bir cümlesinden anlayabiliriz: "Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen." Hemen altındaki bölümde ise duruşunu biraz daha açar: "Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen, düsturun bu olmalı: Hüve'l-hakku yerine hüve hakkun olmalı; hüve'l-hasen yerine hüve'l-ahsen olmalı. Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: 'İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.' Dememeli: 'Budur hak; başkaları battaldır. Ya yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.'"

İşte, kanaatimce, bir kısım modernistlerin yanlış uyguladığı, bir kısım nurcuların ise Bediüzzaman'da yanlış anladığı şey budur: Bediüzzaman, ehl-i sünnet ve'l-cemaatin çok renkli/sesli sistemi içindeki renkler/seslerin bütünü ve bütünlüğü için tarafgirdir. Her rengi anlamaya çalışır. Fakat o renklerden birisinin hakkı malı gibi görmesine karşıdır. Yani, hakta taraftır, ehakta tarafgir değildir. Renklerden birisinin kendisini ehak gibi görmesiyle de bir meselesi yoktur Bediüzzaman'ın. Fakat onun ehaklığını dayatmasına ittihad-ı İslam adına karşı çıkar. Hakkın geniş dairesinin hakkı bâtıldan ayıran çizgilerini vurgulamasında ve korumasında ise ısrarcıdır. Zaten eserlerinin tamamı bunun üzerinedir. Kim insafla okursa, görür.

Burada yine Risale-i Nur'da geçen ve kimilerince yanlış anlaşıldığını düşündüğüm bahislerden birisine temas etmek istiyorum. Bediüzzaman'ın şia ve ehl-i sünnet arasındaki kavganın bitmesini isteyişi, ehl-i sünneti ve şiayı aynı derecede hak gördüğünden değildir. Bu birtek şu cümlesi bile ispat etmeye yeter: "Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! " Burada hak kime verilmiştir? Cümlenin geçtiği metin boyunca Bediüzzaman kimin duruşunu 'hakikatli' bulmuş, diğerinin duruşunu 'hak dairesine çekmeye' çalışmıştır? Denilebilir ki: Bediüzzaman, hak dairesinde bizimle ittifakta oldukları noktalardan dolayı şiayı da bâtıla karşı ittihada çağırmaktadır. Fakat meseleyi böyle anlamak nerededir; şianın da tastamam hakkı ifade ettiğini söylemek nerededir? Böyle diyenlerden ve anlayanlardan mürşidimi tenzih ederim.

Modernistlerin yanlış uyguladığı derken neyi kastediyorum? Onu da yazıyı bitirirken bir-iki cümleyle ifade edeyim: Modernistler İslam'a dair olan her meselenin tartışmaya açılabileceğini ve tartışmadaki her görüş sahibinin de yine İslam dairesinde kalabileceğini sanıyorlar. Hatta ne zaman ehl-i sünnet dairesinden "Sınırı geçiyorsunuz!" ihtarı duysalar muhataplarını 'tekfircilikle' veya 'ayrımcılıkla' suçluyorlar. İşte bu, bence, hak/ehak meselesinde modernist/reformist kesimlerin yanlış anladığıdır. Biz ehakkı tartışırız ve "Hakkın içinde ehakkı konuşan/tartışan herkes bizim gibi hak mesleğindedir!" deriz. Hak ekollerin, aralarındaki farklılıklara rağmen, birbirlerine sevgileri ve anlayışları bundandır. Fakat bâtıl alanında üretilmiş bir bilgiye ve o bilginin sahibine de "Gel, sen de bizdensin!" demeyiz. Aptal değiliz. İttihad postu giydi diye kurdu koyun sürüsüne sokmayız.

1 yorum:

  1. Çok güzel olmuş Ahmet Abi. İstifade ediyorum. Allah kaleminden bize istifadeyi nasip ettiği gibi seni de ehl-i Hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolunda sabit kılsın.

    YanıtlaSil

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...