19 Aralık 2018 Çarşamba

Bediüzzaman ebced-cifir meselesine neden girdi?

"Ve madem âyetler sâir kelamlar gibi cüz'î bir mânâya münhasır olamaz. Ve madem delâlet-i zımnî ve işârîyle kaideten mefhum-u kelâmda dahil oluyor. Ve madem Necmeddîn-i Kübrâ ve Muhyiddin-i Arabî gibi pek çok ehl-i velâyet mânâ-yı zâhirîden başka bâtınî ve işârî mânâlarla ekser âyâtı tefsir etmişler; hattâ tefsirlerinde 'Mûsâ (a.s.) ve Firavundan murad kalb ve nefistir' dedikleri halde, ümmet onlara ilişmemiş; büyük ulemadan çokları onları tasdik etmişler. Elbette, âyetin delâlet-i zımniyeyle Risale-i Nur'a kuvvetli karinelerle işareti kat'îdir; şüphe edilmemek gerektir." Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den.

Katıldığım bazı derslerde, okuduğum kimi metinlerde ve şahit olduğum bazı paylaşımlarda 'ebced-cifir meselesi'ne dair şu tarz yorumlara rastladım/rastlıyorum: Bediüzzaman'ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî gibi eserlerinde ebced-cifire temas etmesi bir mecburiyetti. Aslında bu mevzuya hiç girmek istemiyordu. Sevmiyordu. Fakat o dönemdeki talebeleri böyle şeyleri çok 'heyecan verici' buldukları için, onları kaybetmemek ve biraz da şevklendirmek adına, bu tarz konulara girdi. Bazı eserler telif etti. Eğer yaşadığı şartlarda böyle bir mecburiyet olmasaydı yanından bile geçmezdi.

Acaba? Acaba gerçekten öyle mi? Doğrusunu söylemek gerekirse, müellif-i muhteremin, özellikle mezkûr eserler hakkında kendisine itirazları bulunan Abdulhakim Arvasî (k.s.) Hazretlerine yazdığı mektuplarda böyle bir renk-koku hafiften hissediliyor. Fakat sadece bu tarz metinlerden hissedilen renge-kokuya bu hüküm bina ediliyorsa, bence küçük bir yanlış anlama var, Bediüzzaman'ın oralarda isteksizlik duyduğu şey ebced-cifir değil. Kendi eserlerine dair gaybî işaretlerden bahsetmesi. Yoksa öylesi hiçbir metinde mezkûr usûlün yanlışa hizmet ettiğini düşünmüyor.

Yani, evet, endişeleniyor. Çünkü böylesi gaybî işaretlerden bahsetmesinin bir tür 'övünme' gibi anlaşılmasından korkuyor. Rahatsızlığı bundan. Yoksa yol olarak yanlış birşeyi takip ettiğini düşündüğünden değil. Bu meselede tereddüdü olmadığını ebced-cifir meselesine yaptığı savunudan da anlayabiliyorsunuz.

Bir de meselenin şöyle bir tarafı var: Bediüzzaman 'gaybiyyatın' kudsî metinlerde nasıl bir fonksiyon gördüğünün de farkında. Gaybiyyat bilgisi, dahil olduğu metinleri, bütün zamanlarla konuşur, dokunur, ilişki kurar hale getiriyor. Belki biraz da bu yüzden günümüz ehl-i bid'ası (her türüyle modernistler) en çok gaybiyyat konusundan rahatsızlık duyuyorlar. Evet. Çünkü gaybiyyatı olan metinleri bir zaman diliminde dondurup üzerine hevanızın kaçak katını çıkamazsınız. Sizin çıkacağınız bütün kaçak katlar aslında 'o metinlerin bugüne yetersizliği' üzerine kuruludur. Ancak gaybiyyat bilgisi, her türden işaretleriyle, zamanınızın da bu metinlerin kuşatması altında olduğu gösterir. İsbat eder.

Kur'an-ı Hakîm'de, hadis-i şeriflerde veya evliyaullahın metinlerinde... Bunların içerdiği gaybiyyat 'sırf gelecekteki mü'minler heyecanlansın' diye konulmuş şeyler değildir. Bunların içerdiği gaybiyyat bilgisi aslında onların 'tüm zamanlarla konuşur olduğunun' delilidir. Hatta bir açıdan kaderin de bir delilidir gaybiyyat. Allah'ın Alîm (herşeyi bilen) olduğunu da okuruz biz onlarla. Eğer kudsî metinlerimizde böylesi haberler olmasaydı, aklı gözüne yakın olanlarımız, onların getirdiği bilginin 'zamanlarına özgü' olduğunu düşünebilirlerdi. Lakin hayır. Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ. O metinler herdem dinamiktir. Statik değillerdir.

İmam el-Eş'arî (r.a.) isimli eserinde Suriyeli âlim Abdulkadir Muhammed el-Huseyn diyor ki: "Müslümanların içinden türedi bir güruh Kur'an ve sünnet ile sabit olan gaybiyyatı handiyse inkâr eder hale geldi. Peygamberlerin mucizelerini inkâr akla gelen ilk marifetlerinden birisi mesela. Amelle ilgili noktada ise İslam şeriatının kat'î bazı emirlerinin hafife alındığını görüyoruz." Evet. el-Huseyn'in burada 'gaybiyyatı inkâr' ile 'şeriatın hafife alınması' arasında kurduğu bağ boşuna değil. Hakikaten de, metinlerin tüm zamanlarla konuştuğunu gösterir gaybiyyatı yokolduğunda, onlarla gelen emirlerin de tüm zamanlar için geçerliliği yaralanır. Hatta inkâr edilir. Nitekim Mustafa Öztürk gibi sözde âlimlerin tarihselcilikle bugün en çok yaptığı şey de budur.

Yani demek istiyorum ki: Tarihselcilik anlayışı Kur'an'daki gaybiyyatı inkâr etmeye muhtaçtır. Çünkü metnin bütün zamanlarla konuşur olduğunu ancak bu yolla inkâr edebilir. Ve ancak buna inandırdıktan sonra insanları şuna ikna edebilir. Halbuki, aksine, bütün zamanların aynı metinle eşit derecede muhatap olduğu şuuru açık tutulduğunda, hiçbir mü'min tarihselciliğin kurduğu vartalara düşmez. Buna inanmaz.

Ebubekir Sifil Hoca'nın tekrar be tekrar söylediği üzere, mesele, temelde 'nasıl bir Allah'a inandığınız' ile ilgilidir. Eğer Allah'a Alîm olarak, Kur'an'a bir Alîm-i Hakîm'in kelamı olarak, kadere 'Allah'ın zaman üstü bir bilişi olarak' iman ettiğiniz zaman tarihselcilik gibi birçok bid'a rüzgârının tesiri dağılır. Bu tesir dağıldıktan sonra da mü'minler şeriatın emirlerini hafif görmezler. Her ne emredilmişse, küçük veya büyük, üzerlerine alınırlar.

Bu açıdan ebced-cifir meselesinin mü'minlerde 'üzerine alınma şuurunu' genişletici bir yanı var. Evet, Bediüzzaman'ın da zikrettiği üzere, hiçbir keşfi olmadan bu mesleğe sülûk eden naehillerin şarlatanlık yapmasına müsait bir yapısı da var konunun. Ancak hakikati de var. Bediüzzaman bu hakikate ve faydasına inanıyor. Bu faydanın tezahürü için böylesi metinler telif ediyor. Hatta hapishane şartlarında böyle eserlerin telifine girişmesindeki sır da biraz bu. Müslümanlara 'gözden ırak olmadıklarını' hissettirmek. Allah herşeyi gören ve bilen olarak her işe nazır.

Dücane Cündioğlu'nun hakikat-hurafe ekseninde "Ben bir hurafeperestim!" derken durduğu yer de buna yakın gibi geliyor bana. O, hakikatin 'tahtieci bir üslûpla' teke indirilmesi ve gaybiyyata açık hiçbir alan bırakılmamasını eleştiriyor. Şu tavrın "Onlar ki gayba iman ederler!" ayetinin hükmüne bir açıdan muhalefet olduğunu düşünüyor. Lemeat'ta Bediüzzaman'ın 'dimağdaki meratibi' sayarken 'tahayyül'ü 'tasdik'ten birkaç kademe önce zikretmesi, hayalsiz hakikate ulaşılamayacağının da ondaki en bariz ifadesi. Öyle ya. Hayalsiz hakikatin de yolları kapanır. Renkleri azalır. Cansuyu çekilir. Neşesi diner.

Yazıyı çok uzattık ama buna da temas etmeden geçemeyeceğim: Mürşidimin, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'ye, ebced-cifir ile ilgili metinler haricinde dahil ettiği şeyler de var. Hüve Nüktesi, Na'büdü'nün Nun'u mevzu, namaz tesbihatının ehemmiyetini anlatan metin vs. Bütün bu metinlerde şöyle bir ortaklık dikkatimi çekti benim: Bu metinlerin tamamı 'varlığı zamanı aşkın bir düzlemde zihne taşımayı' öğütlüyor.

Ne demek bu? Yani mesela: Namaz tesbihatı aslında tarikat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselamın zikri. Onu yaptığınız zaman sanki zamanlara/mekanlara yayılmış bir zikir halkasına dahil oluyorsunuz. Na'büdü'nün Nun'u mevzuu zaten bütün mü'minleri, yine zamanı/mekanı aşkın şekilde, kendilerini bir namazın saflarındaymış gibi görmeyi öğütlüyor. Hüve Nüktesi ise tek bir hava zerresinin 'çok şeye dönüşebilir' bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor. Üzerlerine bir de (Kur'an-ı Hakîm'in zamanlar üstü mesajlarını bize ulaştıran) diğer gaybiyyata dair metinleri ekleyin. Hepsinden çıkan resim şu gibi:

Fehminle zamanı aş. Bakışında zamanı aş. Büyük resmi gör. Zamanı aşamazsan varlığı vagonlara ayırırsın. Ve o vagonlara ayırıştan bir dolu ehl-i bid'anın iftirası türer. İşte, bence, tarihselcilik, ümmet-i Muhammed aleyhissalatuvesselamı vagonlara ayırmanın yeni bir yoludur. Bir tür emperyalizmdir. İslam itikadına yönelen bir parçala-yönet taktiğidir. Allah ayaklarımızı ehl-i sünnetin istikametli yolundan ayırmasın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...