12 Temmuz 2020 Pazar

Eşeğe teşekkür etmek de bilimseldir

Şimdi nerede okuduğumu maalesef hatırlayamıyorum. İdrak ve iz'an kelimeleri arasındaki nüansa dair şöyle birşey öğrenmiştim: İdrak 'aklın inanması'dır. İz'an 'kalbin inanması'dır. İmanın zirvesi ikisinin birden kavrayışıyla olur. Misalle de açmaya çalışayım: Diyelim ki ummadığınız birisinin kötülüğüne dair size delil gösterildi. Hayretle dediniz ki: "Nasıl yapar yahu?" İşte, o an yaşadığınız şey, aklınızın inanması fakat kalbinizin inanamamasıdır. Veya tam tersini düşünelim: Kalben kötülüğüne inanmışsınız. Fail-i meçhul bir kemliği de hatta ona bağlamışsınız. Sonra şıp diye suçsuzluğunu isbatlamışlar size. Bu defa da şüphenizden hemen vazgeçemiyorsunuz: "Hiç karışmamış ha?" İşte, bu da kalbinizin inandığı şeyde sebatı, ama aklınızın ona muhalefetidir. Bazen aklın kabul ettiğini kalp kabul etmekte zorlanır. Bazen de kalbin kabul ettiğini akıl onaylamakta tereddüt eder. Çünkü aklın ayakları şahitliğine bağlıdır. Çektiği yere gider. Fakat kalbin okuyuşları şahitliklerin ötesine dahi uzanabilir.

Mürşidim Emirdağ Lahikası'nın bir yerinde diyor ki: "Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdetâ gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir..." Bediüzzaman'ın bu dediğini, yukarısıyla ilişkilendirerek, şöyle de anlıyorum: Evet. İman sadece akılla şekillenmiyor. Onun tam teşekkülünden önce kalbimizle aldığımız marifetler de var. Yani çocukluğumuzdan itibaren bizde bir tasavvur inşa olunuyor. Akıl daha sonra bu tasavvurun üzerine basarak çalışmaya başlıyor. Eğer bu tasavvurda bir sorun olursa akıl da hataya meylediyor. Yok, hayır, tasavvurunuz anahatlarıyla istikamete denk gelmişse, bu defa akıl onun önünde bir yol açıcı işlevi görüyor. Görüşünü parlaklaştırıyor. Delilini kuvvetlendiriyor. Marifetini genelleştiriyor yahut da somutlaştırıyor.

Bugünlerde sıkça karşılaştığımız itikadî arızalarda da sapmanın gidip en nihayet böylesi bir 'tasavvur kusuruna' dayandığını görüyoruz. Sözgelimi: İsminin önünde 'prof' olan birisi, Rabbü'l-Âlemîn'i kendisinden aşkın düşleyemediği için, beşerî sınırlarıyla da sınırlandırıyor. Kendisindeki kusurlarla kusurlandırıyor. "Herşeyi bilmez!" diyor mesela. Yahut da "Olacakları önceden bilmez!" diyor. Sonra buna delil üretmeye gayret ediyor. Çırpınıyor. Neden? Çünkü tasavvuru eksik inşa edilmiş. Aklın içinde hareket edebileceği geniş alanı yok. Cehaletin dört duvarı içinde üç-beş adım atmayı yürümenin tek şekli sanıyor. Duvarların dışında nasıl bir hürriyet var bilmiyor. Allah nasıl olursa ancak 'Allah' olur? Bunun icmalî sezgisine sahip değil. "Dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa daha ziyade yabanilik verir..." cümlesinin hakikati de burada. Neden-sonuç bağının 'iktiran' değil de 'yaratıcılık' ilişkisi olduğunu sanrılayarak büyüyen çocuk Allah'ı artık koyabilecek bir yer bulamıyor. Öyle ya. Elmayı ağaç yaratıyorsa Allah'a ne gerek var?

Allah'a tam da 'elmayı ağaç yaratamayacağı için' ihtiyaç var. Bunun uyanışı "Sıfırdan bir elmayı ben yapsam bana neler gerekir?" diye sorma hidayetine bağlı. Bu sorgulamaya sahip olamayanların işi zor. Çocukluktan alınan Allah marifeti ise tam bu noktada aydınlatıcı bir işlev görüyor. Yine sözgelimi: Bir mülhid "Tek Allah tüm evreni nasıl yaratsın canım?" diye soracak olsa çocukluğunda ideal bir Allah tasavvuru kalbine yerleşmiş kişi diyor: "Allahu ekber!" Ne demek bu? Yani Allah'ın 'Allah'lığı ancak 'en büyüklüğü' ile mümkün olur. Elbette bu büyüklük Onun güç yetiremeyeceği ikinci bir büyüklüğü ihtimal dışı bırakır. Eğer O Allah'sa kainatı yaratmak kudretinden küçüktür. Hikmetinden küçüktür. İlminden küçüktür. Çünkü ilahlık ancak sonsuzlukla olur. Sonsuzdan herşey küçüktür. Sonsuzun başedemeyeceği büyüklükten bahsedilemez.

Elmayı yaratmak için bir evren gerekir. Çünkü elma ancak bir evrenle varolabilir. Düzeninde yeşerebilir. Bu da ağaçla arasındaki bağı inceltir. Görülen sadece iktirandır. Nasıl ki, baharda yaprakla çiçek birlikte dünyaya gelirler, fakat birbirlerini dünyaya getirmezler. Aynen öyle de, ağaçla meyvesi de birlikte dünyaya gönderilirler, fakat birbirlerini dünyaya göndermezler. Üzerlerinde ustalık anlamında birbirlerini aşan bir sanat vardır. Sorumluluk vardır. Ağaç nasıl zâhirde hem ağacın hem çiçeğin annesidir. Öyle de, kainat da zâhirde hem ağacın, hem elmanın, hem güneşin, hem Samanyolu'nun annesidir. Burada uçlarına takıldıkları tezgâh elma ağacıdır. Orada uçlarına takıldıkları hilkat şeceresidir. Biraz gerileyip baktığınızda şeylerin arasındaki bağ 'neden-sonuç'luktan ziyade yanyanalıktır. En arkaya kadar akıl gözünüz yetişse sırr-ı Kayyumiyetin dalından başka dal kalmaz. Hepsi o ağacın dalına takılmış meyvelerdirler.

"Sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder. Matlaları o mesafe-i mâneviyedir. Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibalîden semânın eteğine kadar, umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi, esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i mâneviye var ki, imanın dürbünüyle, Kur'ân'ın nuruyla görünür."

Yani, bilim sana en fazla 'atomun nasıl parçalanacağını' öğretiyor, fakat dinin sana 'varoluş ile ötesini birbirinden ayırabilmenin yolunu' gösteriyor. Bir çocuk iman dersini alarak büyüdüğünde seküler bilimlerin onun bakış açısında meydana getireceği daralmayı da aşmış oluyor. Kainat neden-sonuç ilişikleri içinde yaşansa da sırf onunla açıklanabilecek gibi değil. Baldaki kimyevi deha arının işi değil. İpekteki terzilik böceğinin sanatı değil. Cahil nedenlerin ilim ilim dokunmuş sonuçları doğurası yok. Seküler bilimlerse hep aynı bakış açısı daralmasıyla yola çıkıyor: "Eğer benimle yürüyeceksen şeyleri ancak yanlarındaki/öncekilerindeki şeylerle açıklayacaksın. Öteye gitmek yok ha. Şuurlu fail aramak yok. Maddeyi aşmaya çalışmak yok."

Aleyhissalatuvesselam Efendimizin ümmiliğini bu açıdan düşününce aslında tastamam bir özgürlük olarak tanımlıyorum. Çünkü ümmilik sadece 'okur-yazar olmaması' anlamına gelmiyor bence. Bizim gibi kalıplarla köreltilmemiş olması anlamına da geliyor. Varlığa karşı önyargısı yok. Teorisi yok. Tortusu yok. Göğsündeki iman bu berraklık içinde yeşeriyor. Güneş en temiz aynada yansıyor. Hatta Miraç mucizesini anlatırken kısa bir mealiyle "Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı!" buyuran Necm sûresi de böylesi bir sırrın habercisi. Kalbindeki tasavvur öyle berraktı ki. Öyle genişti ki. Öyle yüceydi ki. Aklımızın alamayacağı nelere şahit oldu da göğsü bunu kaldıramazlık etmedi. İnanmazdan gelmedi. Kabullenmezlik yapmadı. Çünkü Allah'ı tam da o göğüste inandığı gibi buldu. İmanı öyle vüsatliydi. Öyle kudretliydi. Öyle emindi. Fakat bize gelince görüyoruz ki, bir hidayet erişmese, ağacı aşabilecek kudrette değiliz. Kapımıza bir eşek yükü altın bırakılsa, sahibini bırakıp, eşeğe teşekkür edecek gibiyiz. Rahman u Rahim o Hatemü'l-Enbiya'nın berrak aynasını üzerimizden çekmesin. Âmin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...