Okuduğum her kitap hakkında birşeyler yazmaya çalışıyorum. Fakat bazıları hakkında sarf-ı kelam etmek cidden güç oluyor. Bu, anlatacak birşey bulamamaktan kaynaklanan bir zorluk değil. (Belki tam tersinden.) Hamdolsun, her metin birşeyler öğretiyor bana. Hayretini diri tutana bütün âlem muallimdir, diye bilirim. Cehaletimi itiraf etmekten de çekinmem üstelik. İtiraf, istiğfarın kapısıysa, ki öyledir imanımca, ben bu kapıyı kafamla kırarım. Neden korkacağım? Korku Allah’a kaçmak içindir, Allah’tan kaçmak için değil. Ben böyle inanırım.
İşte, her satırının cahili olduğum bir kitap, belki yedinci kez (belki yediden de fazla) elimden düştü. Onunla ayrılmak her zaman burukluktur benim için. Ben bırakmam onu, o hep düşer ellerimden. Çünkü yedi kere okusam da asla bitiremediğim bir kitap o! Her okuyuşumda önemli bulduğum cümlelerinin altını çiziyorum üstelik. Yavaş yavaş okuyorum. İçinden çıkardığım şeylerle yazılar yazıyorum. Huyumdur zaten, her defasında farklı bir nüshasından okurum külliyatı. Karalıyorum, katlıyorum.
Karşılaştırıyorum ikisini... Çizdiğim satırlar farklı. Onlardan anladıklarım farklı. Bir önceki okuyuşumda hiç farketmediğim bir tanesine bu sefer bayılmışım. Neden şimdi? Bu sefer sırrını görmediğim bir tanesi de (bin yazık ki hatırlamıyorum) bir önceki nüshada altı çizili, bana bakıyor. Kenarına neden ‘muhteşem’ yazmışım? Neden ha neden? Anımsamıyorum. O, o zaman nasibimmiş. Bunlar da bu zamana ayrılmış kısmetlerim. Haddimden ve hakkımdan fazlasını aramıyorum bu kitapta. Tek şefaatçim, ihtiyacım. Ben Risale-i Nur’u dünyayı kurtarmak için okumuyorum. Yokluğundaki hiss-i açlık bana onu okutturuyor. Zaten farkettiniz. Bu sefer size kitabı da anlatmıyorum. Kendimi anlatıyorum.
İşaratü’l-İ’caz, külliyat içinde okunması değil, ders alınması gerektiğini düşündüğüm üç kitaptan birisi. Birisi Muhakemat, diğeri Sikke-i Tasdik-i Gaybî, üçüncüsü bu. Çünkü bakıyorum; Arapça grameri bilmemekten dolayı benden saklanan çok pırıltısı var. Sanki müellif de hissediyor bunu. Ara sıra—Yeni Said döneminde kendisine iyice hâkim olacağını göreceğimiz—üslubuyla gramer dışına taşarak manevî tefsir tarzı izahlarda da bulunuyor. Ama yok, bunlar çok fazla değil, İşaratü’l-İ’caz’ın üslubu klasik tefsire daha yakın. Biraz altyapı istiyor. Çocuksu fehmime çekingenlik geliyor.
Fatiha ile başlayan bu tefsir, Bakara sûresinin 33. ayetine kadar devam eden bir izahı içeriyor. Bu eserin yazıldığı dönemde Bediüzzaman, Doğu Cephesinde mücadele ettiği için (malumunuz Birinci Dünya Savaşı’nda kendisi gönüllü Kürt Milis alayındaydı) eserini bitirmeye muvaffak olamamış. Zaten daha sonra yazdığı metinlerden anladığımız kadarıyla bu metni, daha sonra yazılabilecek bu tarz bir tefsire başlangıç olarak düşünüyor. Giriş kısmında kardeşi tarafından yapılan bu tercümeye bir Tenbih yazmış. O tenbih demiş, siz Önsöz gibi anlayın.
Ne niyetle yazmış olursa olsun, metnin insanın beyninde yaptığı açılımlar harika... Ayetlerde kullanılan kelimelerin, hatta kullanılmayan kelimelerin hikmetlerinin izah edilmesi; çekimlerinin mucizevî yanlarıyla ortaya konması kalpteki imanı kavileştiren birşey. Zaten belki ben gibi çoklarını Bediüzzaman’a çeken de bu: İmanındaki özgüven. Bu kitap gibi daha nicelerinde Üstad; itikatını o kadar sağlam ve rahat bir mantıkla izah ediyor ki, insan karşı koyamıyor. Karşı konulabileceğini de düşünmüyor. Kalbimi on yıl kadar önce düştüğü yerden kaldırdığı için Üstadımın ruh-u şeriflerine tekrar tekrar dualar yolluyorum. Allah ondan razı olsun. Kitabı anlatamadım bu sefer, siz de hakkınızı helal ediniz.
İşaratü'l-İcaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İşaratü'l-İcaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
6 Aralık 2012 Perşembe
9 Eylül 2012 Pazar
Tenbih üzerine...
Pekala. Nasıl başlayalım? Risale-i Nur konulu epeydir birşey yazmıyordum. Kendime nota verdim, çalışmaya başladım. İşaratü’l-İ’caz okuyorum bugünlerde. Öf, dakika bir yalan bir. Daha bugün başladım. Nasıl oluyor peki Ahmet o zaman bugünlerde? Risaleler hakkında birşeyler yazarken daha dikkatli olmak gerek. Bu bahisler tasannu kaldırmaz. Hele yalanı hiç kaldırmaz. Şefkat tokadı yapışıverir yanağına.
Aldım ajandamı, tükenmez kalemimi, Risalemi elime (sehpama demeliyim) bir yandan okudum, bir yandan da sorularımı not aldım. Tabii notlarımın tamamı sorulardan oluşmuyor. Dikkatimi çeken şeyler de var orada. Bari bugün size onlardan bahsedeyim. Kalemimin kemiği de kırılmış olsun hem. Hem belki yazarken sorularımı kafamda daha da netleştiririm. Yazmanın tefekküre yardımcı böyle bir yanı da var. Düşüncelerimiz şık kalıplar buluyor kendine beyaz kağıt üzerinde.
Kitabın en başındaki Tenbih bölümü oluşturacak yazımızın konusunu. Toplamı Söz Basım Külliyatına göre üç sayfa. O kadarcık. Müellifin İşaratü’l-İ’caz’ın telifinden yıllar sonra Türkçe çevirisine yazdığı bir önsöz bu. Önsöz de diyebiliriz, şimdiye yakın tabirler kullanacaksak. Bahsettiğim bilgileri Tenbih bölümünün sonunda zaten bizzat müellif veriyor.
Yazının nelerden bahsettiğini uzun uzun anlatacak olursam herhalde yazım uzar gider. Özetle; İşaratü’l-İ’caz’ın üslup ve tarz açısından neden daha sonraki eserlerine benzemediğini anlatıyor müellif bu kısımda. Girişte dilinin ağırlığını ve izahların kısalığını dört sebeple izah edeceğini söylüyor, ama üç sebep sayıyor sadece. Salisen’de bitiyor. (Acaba neden?) Salisen’i önemsiyorum. Zira orada İşaratü’l-İ’caz’ın en temel özelliğini vurguluyor bence müellif. Bu eser, nazm-ı Kur’anî hakkında telif edilmiş. Nazm-ı Kur’anî’nin anlamını Söz Basım sayfa altı sözlüğünde vermiş. “Kur’an’ın mübarek kelime ve ayetlerinin tertip, diziliş ve düzeni.”
Bu tanıma katılıyorum. Bence de müellifin kastettiği özetle bu. İşaratü’l-İ’caz, klasik tefsir usûlüne daha yakın bir şekilde nazm-ı Kur’an’la ilgileniyor. Yeni Said dönemindeki eserlerin ise daha çok “manaya” odaklı oldukları düşünülürse, İşaratü’l-İ’caz’ın bu yönüyle onlardan ayrıldığı hissedilebilir. Zaten bir Eski Said dönemi eseri.
Ama şuna da dikkat edelim: Aynı bölümde müellif, Yeni Said döneminde de bu eserin her noktasına katıldığını beyan ediyor. Yani şunu anlamalıyız bir kere: Eski Said’in her yaptığı şüpheyle bakılacak, kusur aranacak işler değildir. Eski Said’in yaptığı ve Yeni Said’in sonuna kadar destek verdiği çok şey vardır. Hatta müellif ahir ömründe de bazı bazı Eski Said kafasını takmıştır. Külliyatı bilenler, bilirler.
Bu yüzden şu klasik, kolaycı Eski Said-Yeni Said ayrımını artık bir kenara bırakalım. Bizi bir yere de vardırmıyor. Ben bu ayrımın detaylarını artık müellifin kendisine bırakmaya karar verdim, çünkü çapım bu ayrımın nüanslarını yakalamaya yetmiyor. Bir yönüyle birbirlerine çok benziyorlar. (Zira aynı kişiler.) Bir yönüyle de çok farklı duruyorlar. Ama bu farklar da hava gibi, su gibi, nur gibi. El uzatılınca tutulmuyor.
Şimdi bu Tenbih yazısında dikkatimi en çok çeken kısma gelelim. Müellif 18. sayfanın en altında çok bilinen şu ifadeyi kullanıyor: “Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz.” Bu cümle Risale derslerinde de, Risale-i Nur metodunu tarif edenlerin metot öğretilerinde de mühim bir yer işgal ediyor. Fakat bu sefer, bu çok bilinen cümleye, bilinmeyen bir yönüyle bakalım istiyorum. Tabiat Risalesiyle karşılaştırma yönüyle.
Şimdi, müellif burada muarızların şüphelerini zikretmemekten bahsediyor, mesleğin esası budur diyor. Fakat biz biliyoruz ki, Tabiat Risalesi isimli eserinde varoluş hakkındaki teorileri dört olarak sınıflandıran ve ardından ilk üçünün imkansızlığını izah eden de bizzat kendisi. Yani Bediüzzaman, o kısımlarda muarızların şüphelerini zikretmemezlik etmiyor. En azından bizim anladığımız şekliyle böyle yapmıyor. Özet bir şekilde teorilerinin özünün ne olduğunu söylüyor ve imkansızlığını örneklerle ortaya koyuyor. (Buna benzer birkaç örneği eminim Lahikalarda da bulabilirim.)
Peki o zaman yukarıdaki cümle ne demek? Kesin bir cevabım olmamakla birlikte ben yukarıdaki metni, bütün şüpheleri hesaba katarak cevap verme ve bu yolla vehim ve vesveseye yer bırakmama olarak anlıyorum. Yani Bediüzzaman, Ali Bulaç’ın da bir yazısında dediği gibi, itiraz olabilecek bütün noktaları hesaba katıyor ve onlara göre öyle bir cevap veriyor ki muhatabın kafasında sorun oluşturabilecek bir kör nokta kalmıyor. Yani Bediüzzaman, çok yanlış anlaşıldığı şekliyle (ben en azından bir kısmımızın burayı yanlış anladığını düşünüyorum) şüpheleri anmayalım, konuşmayalım demiyor. Bilakis, düşünce dünyasında bunları hesaba katarak üretilmiş cevaplarla sahaya çıkalım ki, arkamızda vehim ve vesvese izleri kalmasın diyor. Burayı böyle anlamak beni bir nebze rahatlattı. Ama genelgeçer bir cevap mıdır, bilemem.
Bir de bu Tenbih bölümünün sonunda müellifin Türkçeye tercümede eserin kıymetten düştüğünü beyan ettiği son paragraf var ki, bence manidardır. Bediüzzaman’ın Arapçaya verdiği önemi göstermesi açısından da kıymetlidir. Cümleyi alalım:
“Türkçeye tercümesi, Arapçadaki cezalet, belâgat ve harika kıymetini muhafaza edememiş, bazan da muhtasar gitmiş.” Risale-i Nur’un en büyük kısmının Türkçe telif edilmesiyle bir kısım kardeşlerimde Türkçeyi böyle aşırı bir yüceltme, hatta ahirzamanda cihad dilinin bu olacağını beyan etmeye varan bir uçuşa geçiş durumu var. (Hatta bizzat bu kulaklar; “Kur’an Türkçe gelse Risale-i Nur olurdu” cümlesini işitti bir derste. Tevbe Allahım. Sen aşırı muhabbetten doğacak hatalara karşı bizi koru.) Bu kısım, Bediüzzaman’ın bir eserinin Arapçadan Türkçeye tercümesiyle neler kaybettiğini kendi beyanından okumakla da bu davayı bir miktar cerhediyor. İçimizdeki milliyetçiliklere bir bıçak indiriyor, kanaatindeyim.
Evet, bugünkü okumamdan kalanlar bu kadar. Daha sonra tekrar görüşebilmek ümidi ve duasıyla...
Aldım ajandamı, tükenmez kalemimi, Risalemi elime (sehpama demeliyim) bir yandan okudum, bir yandan da sorularımı not aldım. Tabii notlarımın tamamı sorulardan oluşmuyor. Dikkatimi çeken şeyler de var orada. Bari bugün size onlardan bahsedeyim. Kalemimin kemiği de kırılmış olsun hem. Hem belki yazarken sorularımı kafamda daha da netleştiririm. Yazmanın tefekküre yardımcı böyle bir yanı da var. Düşüncelerimiz şık kalıplar buluyor kendine beyaz kağıt üzerinde.
Kitabın en başındaki Tenbih bölümü oluşturacak yazımızın konusunu. Toplamı Söz Basım Külliyatına göre üç sayfa. O kadarcık. Müellifin İşaratü’l-İ’caz’ın telifinden yıllar sonra Türkçe çevirisine yazdığı bir önsöz bu. Önsöz de diyebiliriz, şimdiye yakın tabirler kullanacaksak. Bahsettiğim bilgileri Tenbih bölümünün sonunda zaten bizzat müellif veriyor.
Yazının nelerden bahsettiğini uzun uzun anlatacak olursam herhalde yazım uzar gider. Özetle; İşaratü’l-İ’caz’ın üslup ve tarz açısından neden daha sonraki eserlerine benzemediğini anlatıyor müellif bu kısımda. Girişte dilinin ağırlığını ve izahların kısalığını dört sebeple izah edeceğini söylüyor, ama üç sebep sayıyor sadece. Salisen’de bitiyor. (Acaba neden?) Salisen’i önemsiyorum. Zira orada İşaratü’l-İ’caz’ın en temel özelliğini vurguluyor bence müellif. Bu eser, nazm-ı Kur’anî hakkında telif edilmiş. Nazm-ı Kur’anî’nin anlamını Söz Basım sayfa altı sözlüğünde vermiş. “Kur’an’ın mübarek kelime ve ayetlerinin tertip, diziliş ve düzeni.”
Bu tanıma katılıyorum. Bence de müellifin kastettiği özetle bu. İşaratü’l-İ’caz, klasik tefsir usûlüne daha yakın bir şekilde nazm-ı Kur’an’la ilgileniyor. Yeni Said dönemindeki eserlerin ise daha çok “manaya” odaklı oldukları düşünülürse, İşaratü’l-İ’caz’ın bu yönüyle onlardan ayrıldığı hissedilebilir. Zaten bir Eski Said dönemi eseri.
Ama şuna da dikkat edelim: Aynı bölümde müellif, Yeni Said döneminde de bu eserin her noktasına katıldığını beyan ediyor. Yani şunu anlamalıyız bir kere: Eski Said’in her yaptığı şüpheyle bakılacak, kusur aranacak işler değildir. Eski Said’in yaptığı ve Yeni Said’in sonuna kadar destek verdiği çok şey vardır. Hatta müellif ahir ömründe de bazı bazı Eski Said kafasını takmıştır. Külliyatı bilenler, bilirler.
Bu yüzden şu klasik, kolaycı Eski Said-Yeni Said ayrımını artık bir kenara bırakalım. Bizi bir yere de vardırmıyor. Ben bu ayrımın detaylarını artık müellifin kendisine bırakmaya karar verdim, çünkü çapım bu ayrımın nüanslarını yakalamaya yetmiyor. Bir yönüyle birbirlerine çok benziyorlar. (Zira aynı kişiler.) Bir yönüyle de çok farklı duruyorlar. Ama bu farklar da hava gibi, su gibi, nur gibi. El uzatılınca tutulmuyor.
Şimdi bu Tenbih yazısında dikkatimi en çok çeken kısma gelelim. Müellif 18. sayfanın en altında çok bilinen şu ifadeyi kullanıyor: “Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz.” Bu cümle Risale derslerinde de, Risale-i Nur metodunu tarif edenlerin metot öğretilerinde de mühim bir yer işgal ediyor. Fakat bu sefer, bu çok bilinen cümleye, bilinmeyen bir yönüyle bakalım istiyorum. Tabiat Risalesiyle karşılaştırma yönüyle.
Şimdi, müellif burada muarızların şüphelerini zikretmemekten bahsediyor, mesleğin esası budur diyor. Fakat biz biliyoruz ki, Tabiat Risalesi isimli eserinde varoluş hakkındaki teorileri dört olarak sınıflandıran ve ardından ilk üçünün imkansızlığını izah eden de bizzat kendisi. Yani Bediüzzaman, o kısımlarda muarızların şüphelerini zikretmemezlik etmiyor. En azından bizim anladığımız şekliyle böyle yapmıyor. Özet bir şekilde teorilerinin özünün ne olduğunu söylüyor ve imkansızlığını örneklerle ortaya koyuyor. (Buna benzer birkaç örneği eminim Lahikalarda da bulabilirim.)
Peki o zaman yukarıdaki cümle ne demek? Kesin bir cevabım olmamakla birlikte ben yukarıdaki metni, bütün şüpheleri hesaba katarak cevap verme ve bu yolla vehim ve vesveseye yer bırakmama olarak anlıyorum. Yani Bediüzzaman, Ali Bulaç’ın da bir yazısında dediği gibi, itiraz olabilecek bütün noktaları hesaba katıyor ve onlara göre öyle bir cevap veriyor ki muhatabın kafasında sorun oluşturabilecek bir kör nokta kalmıyor. Yani Bediüzzaman, çok yanlış anlaşıldığı şekliyle (ben en azından bir kısmımızın burayı yanlış anladığını düşünüyorum) şüpheleri anmayalım, konuşmayalım demiyor. Bilakis, düşünce dünyasında bunları hesaba katarak üretilmiş cevaplarla sahaya çıkalım ki, arkamızda vehim ve vesvese izleri kalmasın diyor. Burayı böyle anlamak beni bir nebze rahatlattı. Ama genelgeçer bir cevap mıdır, bilemem.
Bir de bu Tenbih bölümünün sonunda müellifin Türkçeye tercümede eserin kıymetten düştüğünü beyan ettiği son paragraf var ki, bence manidardır. Bediüzzaman’ın Arapçaya verdiği önemi göstermesi açısından da kıymetlidir. Cümleyi alalım:
“Türkçeye tercümesi, Arapçadaki cezalet, belâgat ve harika kıymetini muhafaza edememiş, bazan da muhtasar gitmiş.” Risale-i Nur’un en büyük kısmının Türkçe telif edilmesiyle bir kısım kardeşlerimde Türkçeyi böyle aşırı bir yüceltme, hatta ahirzamanda cihad dilinin bu olacağını beyan etmeye varan bir uçuşa geçiş durumu var. (Hatta bizzat bu kulaklar; “Kur’an Türkçe gelse Risale-i Nur olurdu” cümlesini işitti bir derste. Tevbe Allahım. Sen aşırı muhabbetten doğacak hatalara karşı bizi koru.) Bu kısım, Bediüzzaman’ın bir eserinin Arapçadan Türkçeye tercümesiyle neler kaybettiğini kendi beyanından okumakla da bu davayı bir miktar cerhediyor. İçimizdeki milliyetçiliklere bir bıçak indiriyor, kanaatindeyim.
Evet, bugünkü okumamdan kalanlar bu kadar. Daha sonra tekrar görüşebilmek ümidi ve duasıyla...
13 Nisan 2012 Cuma
Bu kalb hangi kalb?
“İhtar: Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o lâtife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir.”
Yazıma, İşaratü’l-İcaz’dan böylesi bir alıntıyla başlamak istedim. Zira öncelikle kafamızdaki kalb kavramının yerinden oynaması gerektiğini düşünüyorum. Bu kardeşiniz de böylesi metinleri tekrar tekrar okuyarak ancak felsefenin (belki modern eğitim sisteminin) beni şartlandırdığı tanımlardan bir nebze sıyrılabiliyorum. Bu noktada Dücane Cündioğlu’nun Sözün Özü isimli eserine dikkatinizi çekmeliyim. O kitapta deniliyor ki; “Kur’an’ı yorumlarken oradaki terimlerin bugünkü karşılıklarını değil, Asr-ı Saadet’te o kelimeler hangi karşılıklarla kullanılmış onları bilmek gerekir.”
Aynı soruna Bediüzzaman’ın da eserleri içinde sık sık değindiğini düşünüyorum. Hatta bazı kelimelerin aslî manasını haşiye ile vererek onları istimal etmesi (örneğin tevatür), Lemaat’ta da “Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî...” demesi bu noktada sanırım yeterli delili oluşturuyor.
Şimdi, yukarıdaki kalb tarifi kafamızda kalarak Hz. Eyyub’un kıssasının anlatıldığı İkinci Lem’a isimli esere yolculuk etmek istiyorum. Orada şöyle deniliyor:
“(...) Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: ‘Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor...’”
Ben bu metni ne zaman okusam, şu kısım kafama takılırdı: “Hz. Eyyub, hastalığın diline ve kalbine gelmesini neden bu kadar önemsiyor?”
İşaratü’l-İcaz’daki tarifi hesaba katmadığımda bu dil ve kalb, bedenimin dili ve kalbi olarak bende çağrışım yapıyordu. O zaman soruyordum: “İnsanın maddi kısmına böyle bir hastalık gelse, mesela kalbinde bir rahatsızlığı olsa, bu kulluğuna zarar verir mi? Hem diyelim ki, adam dilsiz. Dilinin olmaması Allah’ı zikretmesine engel olur mu?”
Bunlar, bu lem’ayı her okuyuşumda kafamda soru işareti olarak dönüp duruyordu. Fakat nihayet, Şualar’da rastladığım bir mektup sayesinde bir nebze bu sırrın izahına vasıl olabildim. Sanıyorum demeliyim, çünkü belki de sizleri o kadar da ikna edemeyeceğim. Ama bana çok manidar göründüğü için alıyorum:
“Nasıl bir parmak yaralansa göz, akıl, kalb ehemmiyetli vazifelerini bırakıp onunla meşgul oluyorlar. Öyle de, bu derece zarurete giren sıkıntılı hayatımız, yarasıyla kalb ve ruhumuzu kendiyle meşgul eder. Hattâ dünyayı unutmak lâzım olduğu bir zamanımda, o hal beni masonların meclisine getirdi, onları tokatlamakla meşgul eyledi.”
Bakınız burada Bediüzzaman kalb ve ruhu meşgul eden bir yaradan ve ondan kaynaklanan bir dikkat dağılmasından bahsediyor. Dünyayı unutmak lazımken onu aksine hatıra getiren bir durumdan dem vuruyor.
Şimdi düşünüyorum: Belki Hz. Eyyub’un kıssasında onun lisanına ve kalbine ilişen kurtlar da böylesi bir sıkıntı seviyesinin habercisi olamazlar mı? Yani hastalığı öyle bir seviyeye gelmiş ki, en nihayet Allah ile meşgul olmasına dahi engel oluyor. Belki maddi dili ve kalbi değil; manevi yanlarını kendisiyle uğraştırıyor, zikrine set çekiyor.
Şimdi diyeceksiniz ki; “E, Ahmet; yani bundan ne değişir? Ha manevî, ha maddi kalb olmuş; sorun aynı. Meselenin özü değişmez.”
Değişir kardeşlerim değişir. Şu kalb tarifini kafamızda doğru oturtmazsak, meselelere bakış açımız da hep hatalı kalmaya mahkum olacak, hatta Risale metinlerine bile...
Örnek vereyim: On Dördüncü Lem’a’nın İkinci Makamı için “Akıldan ziyade kalbe bakar, delilden ziyade zevke nazırdır” cümlesini algılayışımızı bile değiştirir bu tarif. Zira Bediüzzaman’ın kalb tarifi, aklı dışarıda bırakan bir tarif değil; makes-i efkârı dimağ olan bir ayna, bir toplanma alanı. Aklın dahil olduğu bir yer...
Belki de orada On Dördüncü Lem’a’nın akla hitap etmeyen bir yer olduğu katsedilmiyor. Aksine hem akla, hem kalbe, hem de ruha bir lezzet de verecek zevke (ki zevk, tasavvufta keşf gibi bir delildir.) sahip olduğu anlatılıyor. Belki böyle bir zenginliği anlatılıyor. Fakat mateessüf bizler genelde o kısmı “Akla dair olmayan” olarak anlıyoruz, anlatıyoruz. Halbuki hiç öyle değil., O metin gayet aklî... Evet, dostlarım; kafamızdaki tarifleri yerinden oynatmamızın, Kur’an’a göre ayarlamamızın böyle faydaları var. Böylece vahye de, hadislere de, külliyata da daha çok yaklaşacağız.
Yazıma, İşaratü’l-İcaz’dan böylesi bir alıntıyla başlamak istedim. Zira öncelikle kafamızdaki kalb kavramının yerinden oynaması gerektiğini düşünüyorum. Bu kardeşiniz de böylesi metinleri tekrar tekrar okuyarak ancak felsefenin (belki modern eğitim sisteminin) beni şartlandırdığı tanımlardan bir nebze sıyrılabiliyorum. Bu noktada Dücane Cündioğlu’nun Sözün Özü isimli eserine dikkatinizi çekmeliyim. O kitapta deniliyor ki; “Kur’an’ı yorumlarken oradaki terimlerin bugünkü karşılıklarını değil, Asr-ı Saadet’te o kelimeler hangi karşılıklarla kullanılmış onları bilmek gerekir.”
Aynı soruna Bediüzzaman’ın da eserleri içinde sık sık değindiğini düşünüyorum. Hatta bazı kelimelerin aslî manasını haşiye ile vererek onları istimal etmesi (örneğin tevatür), Lemaat’ta da “Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî...” demesi bu noktada sanırım yeterli delili oluşturuyor.
Şimdi, yukarıdaki kalb tarifi kafamızda kalarak Hz. Eyyub’un kıssasının anlatıldığı İkinci Lem’a isimli esere yolculuk etmek istiyorum. Orada şöyle deniliyor:
“(...) Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: ‘Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor...’”
Ben bu metni ne zaman okusam, şu kısım kafama takılırdı: “Hz. Eyyub, hastalığın diline ve kalbine gelmesini neden bu kadar önemsiyor?”
İşaratü’l-İcaz’daki tarifi hesaba katmadığımda bu dil ve kalb, bedenimin dili ve kalbi olarak bende çağrışım yapıyordu. O zaman soruyordum: “İnsanın maddi kısmına böyle bir hastalık gelse, mesela kalbinde bir rahatsızlığı olsa, bu kulluğuna zarar verir mi? Hem diyelim ki, adam dilsiz. Dilinin olmaması Allah’ı zikretmesine engel olur mu?”
Bunlar, bu lem’ayı her okuyuşumda kafamda soru işareti olarak dönüp duruyordu. Fakat nihayet, Şualar’da rastladığım bir mektup sayesinde bir nebze bu sırrın izahına vasıl olabildim. Sanıyorum demeliyim, çünkü belki de sizleri o kadar da ikna edemeyeceğim. Ama bana çok manidar göründüğü için alıyorum:
“Nasıl bir parmak yaralansa göz, akıl, kalb ehemmiyetli vazifelerini bırakıp onunla meşgul oluyorlar. Öyle de, bu derece zarurete giren sıkıntılı hayatımız, yarasıyla kalb ve ruhumuzu kendiyle meşgul eder. Hattâ dünyayı unutmak lâzım olduğu bir zamanımda, o hal beni masonların meclisine getirdi, onları tokatlamakla meşgul eyledi.”
Bakınız burada Bediüzzaman kalb ve ruhu meşgul eden bir yaradan ve ondan kaynaklanan bir dikkat dağılmasından bahsediyor. Dünyayı unutmak lazımken onu aksine hatıra getiren bir durumdan dem vuruyor.
Şimdi düşünüyorum: Belki Hz. Eyyub’un kıssasında onun lisanına ve kalbine ilişen kurtlar da böylesi bir sıkıntı seviyesinin habercisi olamazlar mı? Yani hastalığı öyle bir seviyeye gelmiş ki, en nihayet Allah ile meşgul olmasına dahi engel oluyor. Belki maddi dili ve kalbi değil; manevi yanlarını kendisiyle uğraştırıyor, zikrine set çekiyor.
Şimdi diyeceksiniz ki; “E, Ahmet; yani bundan ne değişir? Ha manevî, ha maddi kalb olmuş; sorun aynı. Meselenin özü değişmez.”
Değişir kardeşlerim değişir. Şu kalb tarifini kafamızda doğru oturtmazsak, meselelere bakış açımız da hep hatalı kalmaya mahkum olacak, hatta Risale metinlerine bile...
Örnek vereyim: On Dördüncü Lem’a’nın İkinci Makamı için “Akıldan ziyade kalbe bakar, delilden ziyade zevke nazırdır” cümlesini algılayışımızı bile değiştirir bu tarif. Zira Bediüzzaman’ın kalb tarifi, aklı dışarıda bırakan bir tarif değil; makes-i efkârı dimağ olan bir ayna, bir toplanma alanı. Aklın dahil olduğu bir yer...
Belki de orada On Dördüncü Lem’a’nın akla hitap etmeyen bir yer olduğu katsedilmiyor. Aksine hem akla, hem kalbe, hem de ruha bir lezzet de verecek zevke (ki zevk, tasavvufta keşf gibi bir delildir.) sahip olduğu anlatılıyor. Belki böyle bir zenginliği anlatılıyor. Fakat mateessüf bizler genelde o kısmı “Akla dair olmayan” olarak anlıyoruz, anlatıyoruz. Halbuki hiç öyle değil., O metin gayet aklî... Evet, dostlarım; kafamızdaki tarifleri yerinden oynatmamızın, Kur’an’a göre ayarlamamızın böyle faydaları var. Böylece vahye de, hadislere de, külliyata da daha çok yaklaşacağız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...