İşaretler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İşaretler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Eylül 2020 Çarşamba

Meryem sûresi Ziya Paşa'yı nasıl uyarır?

Gerçekten yaşanmış mıdır bilemiyorum. Bu fıkra gibi anekdotu ya birinden duydum yahut bir yerden okudum. Anımsadığım kadarıyla aktarayım: Birgün bir Avrupalı, Namık Kemal'in de bulunduğu bir mecliste, "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki hepsi Onun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" mealli ayeti hatırlatarak sorar: "Kur'an'da herşeyin bahsinin geçtiğini iddia ediyorsunuz. Bu nasıl mümkün olur? Mesela: Kur'an'ınız şu kel kafamdan da bahsediyor mu?" Namık Kemal ise gayet sakin bir şekilde "Evet!" der. "Sizin bahsiniz Kur'an'da var." Ve ardından Bakara sûresinin 264. ayetinden okur: "(...) yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak-pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbirşeye sahip olamazlar. Allah kâfirleri doğru yola iletmez."

Elbette böylesi itirazlarla sadece Namık Kemal karşılaşmıyor arkadaşım. Ahirzaman müslümanları olarak hepimiz az-çok muhatap oluyoruz. Hatta, zurnanın son deliği olmama rağmen, ben bile birkaç kere karşılaştım. Evet. Aynen. Sen ne dersin bilemem ama bence sıkıntı şuradan kaynaklanıyor: 'Yaş ve kuru herşeyin Kur'an'da geçmesi' hakikatini bu arkadaşlar (belki de en çok onları sevdikleri için) bir roman edasıyla ele alıyorlar. Yani Kur'an'da hikâyelerin tamamını görmek istiyorlar. Halbuki Kur'an'ın herşeyi içermesi 'tafsilatıyla bahsetmesi' manasında değildir. Böyle olması için hacminin, yine onun tabiriyle, 'yedi deniz mürekkep olsa' yazmaya yetmeyecek vüsatte olması gerekirdi. Biz müslümanlar olarak böyle birşeyin iddiasına girmiyoruz. Ya? 'Ya'sının cevabı 20. Söz'den geliyor:

"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ân'a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor."

Burada anlatılan şeyi fehmine bir misalle yaklaştırmak istiyorum: Bir çiçekçi düşünelim ki dünyadaki bütün çiçeklerden birer tane getirtmiş. Hiç eksik bırakmamış. Hepsini toplamış. Hayal bu ya: Sonra o çiçekleri bir bukette birleştirmiş. Saplarını birbirine bağlamış. Şöyle iki koluyla da sarmış. Havaya kaldırmış. İşte arkadaşım, tam bu sırada biz de atölyesine girsek, o muhteşem buketi elinde görsek, desek: "Bu bukette dünyanın bütün çiçekleri var!" Bu yalan olur mu? Olmaz. Nasıl olmaz? Mevzuu doğru şekilde anlarsan olmaz. Mesela: Eğer cümleyi "Dünyada çiçek namına her ne varsa bu çiçekçinin buketinde toplanmış!" diye anlarsan yanlış anlamış olursun. Çünkü dünyadaki bütün çiçeklerin bir bukete sığmayacağı aşikârdır. O buket ne kadar büyük olursa olsun. Hem hepsinin toplanması da mümkün değildir. Ne kadar para harcanırsa harcansın. Ya? "Dünyada bulunan her çiçekten bir nümune var!" şeklinde anlaman lazımdı söylediğimizi. Vücuden hepsini kastetmiyoruz. Kanunen, cinsen, türen, ismen vs. bağlamında dolduruyoruz kastımızı. İşte Kur'an-ı Hakîm'in 'yaş-kuru herşeyi içermesi' de buna benzer.

Hani mürşidim yine 20. Söz'ünde der: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Hâdise böyledir. Kur'an her neyden bahsetse, dikkatli-ferasetli nazar sahibi olanlar için, ondan alınacak hisse/hisseler vardır. Her insan, hayatının en ince detaylarına dahi, Kur'an'ın tedrisinden bakabilir. Hem hiçkimsenin payı da diğerininkini küçültmez. Engellemez. Gölgelemez. An şart ki Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in temel umdelerinden ayrılınmasın. Salih seleflerimizden bize gelen sarih manalarda şüpheye düşülmesin. Kendi payını alıp gitmesi gereken nimeti hevasının kaşığıyla döküp saçmasın.

Şimdi yakınlarda yaşadığım bir farkındalığı anarak meseleyi biraz daha somutlaştırmak istiyorum arkadaşım. Farkındalığımın kaynağı Meryem sûresinden. 73-75. ayetlerden. Kısa meallerini Diyanet Vakfı'nın çalışmasında verildiği şekilde alıntılayalım: "Kendilerine âyetlerimiz ayan beyan okunduğu zaman, inkâr edenler, iman edenlere: İki topluluktan hangisinin (hangimizin) mevki ve makamı daha iyi, meclis ve topluluğu daha güzeldir, dediler. Onlardan önce de eşya ve görünüş bakımından daha güzel olan nice nesiller helâk ettik. De ki: Kim sapıklıkta ise çok merhametli olan Allah ona mühlet versin! Nihayet kendilerine vâdolunan şeyi -ya azabı (mü'minler karşısında yenilgiyi) veya kıyameti- gördükleri zaman, mevki ve makamı daha kötü ve askeri daha zayıf olanın kim olduğunu öğreneceklerdir." 

Burayı okuduğunuzda ilk aklınıza gelen: Kur'an'ın indiği zamanda yaşamış zengin inkârcıların görece fâkir olan müslümanlara karşı servetleri/güçleri üzerinden takındıkları kem tavır. Evet. Zaten kaynaklarımız da İslam'ın bidayetinin böylesi imtihanlarla dolu olduğunu haber veriyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin bir hadis-i şerifinde buyurduğu gibi 'garip' başlıyor bu din. Fakat sonra şartlar değişiyor. Müslümanlar o aşılmaz sanılan maddî yoksunluklarını maneviyatlarından gelen haklılıkla aşıyorlar. Varlıklarıyla övünen o küfür ehlini hasedden şaşırtacak zaferlere erişiyorlar. Mekkî olan bu sûrenin gayba dair verdiği bu haber de aynen söylediği gibi gerçekleşiyor.

Ancak yukarıda zikrettiğimiz Müslim rivayetinin devamını da anımsayalım hemen: “İslam şüphesiz garip olarak başladı ve günün birinde garip hale dönecektir. Ne mutlu o garip mü'minlere!” Bakınız, bu da olmuştur, hem de gözlerimizin önünde! Hatta Batı'nın dünyevî yükselişiyle birlikte Ziya Paşa merhum gibilere şu dizeleri söyleten bu durumun psikolojisidir: "Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm./Dolaştım mülk-i İslam'ı bütün viraneler gördüm." Evet. Fakat bu eşikte bizim sahabeden en büyük eksiğimiz: Garipliğin tetiklediği 'aşağılık psikolojisini' aşmakta zorlanışımızdır. Onlar, tıpkı ayet-i kerimede haber verildiği gibi, akıbetlerine dair duydukları özgüven üzerinden bu garipliğin dünyevî göstergelerini ayakaltı edebilmişlerdir. Bizse tereddütteyiz. Bu tereddüdümüz nedeniyle birçok 'yarı aydın' şu tarz argümanlarla kalbimizi bozabiliyor: "İslam'da hakikat olsaydı müslümanlar bu hallere düşerler miydi? Bak Batı'ya: Zenginlik, sağlık, eğlence, teknoloji vs. Bak İslam beldelerine: İç savaşlar, fakirlik, göç, yıkım..." Hatta Risale-i Nur'da eleştirilen "Müslümanlar 'Allah Allah' diye geri kaldı. Kâfirler top-tüfek diye diye ileri gittiler..." argümanı da bir farklı versiyonudur. Esasında yaşanılansa döngünün kendisini tekrarlamasıdır. 

O gün nasıl Kureyş müşrikleri servetlerine bakarak müslümanları garipliklikleri üzerinden aşağılıyorlarsa bugünün küresel güçleri de aynı stratejiyle müslümanları aşağılamaktalar. Aynı manipülatif yöntemi kullanmaktalar. İdeolojileriyle başaramadıklarını teknolojiyle başarmaya çalışmaktalar. Maalesef büyük ölçüde tesir de etmekteler. Çünkü biz de mezkûr ayetlerde bahsedilenin kendimiz olduğunun farkında değiliz. Akıbetimizin izzetine yaslanarak sabretmemiz gerektiğinin farkında değiliz. Zâhirde görülenin, garipliğin, bir sırr-ı imtihan eseri olarak yaşandığını, vakti geldiğinde en gür sadânın yine İslam'a ait olacağını tasavvur ediyor değiliz. Bu nedenle ayaklarımız karışıyor. Bu nedenle yürüyüşünü bozanlar başkalarının yürüyüşünü de öğrenemiyor. Bitirirken Turgut Cansever Hoca merhumun Ziya Paşa ve emsalinin tutumunu eleştirdiği satırlardan alıntı yapayım:

"Lamartin Osmanlılar alemini büyük bir değerler ülkesi ve şehirleri de en önemli yerler olarak görürken Ziya paşa Fransa'ya gidip döndüğünde 'Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm./Dolaştım mülk-i İslam'ı bütün viraneler gördüm' diyor. Yani Ziya Paşa Lamartin'in gördüğü güzelliği hiç farketmiyor. Bunu farketmemek sadece Ziya Paşa 'ya has değil Tanzimatla beraber Osmanlı'nın üst düzey yöneticileri yani padişahları, şehzadeleri, sadrazamları ve hatta ulemanın inşa ettirdiği yapılar dosdoğru Greko-Romen helenistik kültürden aktarılmış biçimlerin İstanbul'a taşınması şeklinde olmuştur. Biraz daha ileri gidersek harabe denilen bu ülkede 20. asırda biçim dünyamızı değiştiren Fransız Le Corbusier İstanbul'da çizdiği resimler ve getirdiği çözümlerle 20. asır mimarisini ortaya çıkartıyor. Osmanlı ileri gelenleri Türk kıymetler hazinesinin bu şekilde farkında olamıyorlar. Çok karakteristik bir husus şudur bence: Abdülhamid son Osmanlı dünyasının en önde gelenlerinden biridir. Abdülaziz ve Abdülhamid katliamlarla Hıristiyanlaştırılmış Afrika'yı tekrar İslamlaştıran iki büyük isimdir. Fakat Abdülhamid musikiyle ilgili olarak 'Alaturkayı severim fakat daha çok Bethoven'ı severim' diyor. Yani böyle bir karakter dönemin hakim anlayışı olmuş. İslam'ın emrettiği ruh hallerine aykırı olanın, ona aykırı olduğunun farkında değiller. Burada çok mühim bir mesele gündeme geliyor 'Bir kavmi şirke düşmedikçe helak etmeyiz!' buyurulmuştur. Gerçekte bir gizli şirk teşekkül ediyor Osmanlı'da ve Osmanlılar bu şirki farketmiyorlar..." (Kaynak: Altınoluk dergisi, 101. sayı)

14 Eylül 2020 Pazartesi

Sikke-i Tasdik-i Gaybî'den utanılır mı?

Efendim, ahirzamandır, ne görsek şaşırmamak gerekir. Fakat ben yine de şaşırıyorum. Neye şaşırıyorum efendim? Bazı nur talebelerinden işittiklerime. Evet. Yine kendi mahallemizden çıkan seslere şaşırıyorum. Ötekilere değil. Berikilere. En yakınımdakilere. Bu defa şaşırdığım ise şu: Diyorlar ki: Bediüzzaman'ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî'deki gibi 'spesifik' metinlerle uğraşması arzulamadan düştüğü bir yanlışmış. Normalde külliyatı boyunca üzerine titrediği 'burhan mesleğine' aykırıymış. Mevzular aşırı 'göreceli'ymiş. Üstelik bu metinler eserlerinin daha fazla yayılmasını da engellemişler. Neden efendim? Çünkü spesifikliği sorun olarak sabitleyenler mesleğinden kaçmışlar. O metinler yüzünden genele hitap eden metinler de genele hitap edememişler. Vah, vah, vah. Neler etmiş bize şu Sikke-i Tasdik-i Gaybî meğerse! Acaba yaksak mı? Yok. Yakmayalım. O kadar değil. Fakat "Risale-i Nur külliyatındandır..." gözüyle de bakmayalım. Arızanın özeti böyle. Ahmed'in itirazı ise şöyle:

Sakın bu Sikke-i Tasdik-i Gaybî veya sizin tabirinizle 'spesifik metinler' mesleğin tamamlayıcı öğesi olmasın? Yani mürşidimiz onları, bir galat eseri olarak değil de, özel bir kasıtla tasarlamasın? Bunları ince ince yazmakla da içimizde tuğla tuğla bir hassasiyet inşa etmesin? Ben bunun mümkün olduğunu düşünüyorum. Ve bunu bana en çok da, yine mezkûr eserde geçen, şu cümle düşündürüyor: "Kur'an ise, sair kelâmlar gibi kışırlı, kemikli ve şuuru hususî ve cüz'î değildir. Belki Kur'an, umum işârâtıyla ve eczasıyla ayn-ı şuurdur, kışırsızdır; fuzulî, lüzumsuz maddeleri yoktur." 

Bu cümle neden önemli? Allahu'l-a'lem şu sebepten: Kur'an'ın vahiy olduğuna takliden değil tahkiken iman etmek ona ancak böylesi bir uyanıklıkla bakmakla mümkündür gibime geliyor. Yani, insan sözü değil herşeyi bilen el-Alîm'in kelamı olduğuna, sınırlı bir görüşten değil ezel makamından buyrulduğuna, belli bir döneme/kişiye değil bütün zamanları/kişileri kuşatır bir el-Muhît'ten ferman geldiğine iman etmek, Furkan'ın böylesi 'işarî manalara sahip olduğuna da' iman etmeyi gerekli kılıyor. Çünkü onun 'hidayet' ve 'şifa'sından istifade etmek ancak kendini ona muhatap almakla oluyor. Kendini muhatap almak ise metinde yaralarının da kastedildiğine, zikredildiğine ve görüldüğüne inanmakla mümkün görünüyor. Yani Kur'an hidayeti için teşrif ettiği âlemin herşeyini biliyor. Her ferdini sarıyor. Her kalp sahibine sesleniyor. En azından müslümanlar olarak iddiamız bu. Halbuki herşeyi bilmese herkese şifa olamazdı. Herkese şifa olamasa Rabbü'l-Âlemîn'in kelamı sayılamazdı. Sözün sınırlanması dolayısıyla sahibinin de sınırlandırılmasıydı. Sahibi ise sonsuzdu. Sınırlanamazdı.

Zannıma göre Bediüzzaman Sikke-i Tasdik-i Gaybî'yle talebelerine en zor/üst dersini veriyor. Hakikatin sadece 2x2=4 gibi formüllerle elde edilemeyeceğini; işin sezgiye, keşfe ve işaretlere bakan tarafları da olduğunu hissettiriyor. Tabir-i caizse: Bir yanıyla 'hava gibi, su gibi, nur gibi' olanın aktığı avucunu açıkta bırakıyor. Genele hitap eder delillerin yanında bireysel alınganlıkların da ıskalanmaması gerektiğine dikkat çekiyor. Huzur-u daimî dediğimiz makamın ancak böylesi bir uyanıklıkla girilebilir/kalınabilir olduğunu sezdiriyor. Evet. Metinler boyunca gösterilen karinelere somutçu kafanız pek yatmamış olabilir. Tamam. Fen bilimlerinin 'gör-bil' tekdüzeliğine alışmaktan bu tarz 'sez-bil' okumalardan fehminize acı tatlar gelebilir. Ama kalbiniz en azından şunu derketmiştir: Bilginin böyle bir alanı da var. İslam denilen daire-i âzime bilgiyi (yahut da daha doğru bir tabirle marifetullahı) kalbî duyuşların, özel okuyuşların, detay sezişlerin veya zamanüstü işaretlerin ötesinde tanımlamıyor. Onları asla eteğinden kovmuyor. Ya? Belli şartlar/usûller içinde dergâhına kabul ediyor. 

Şahsen, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'yi tekrar tekrar okuduğum şu yıllar boyunca, onu burhan mesleğinin ötesinde görmedim. Bir halkanın tamamlanışı gibi içime sindirdim. 14 asrı kuşatmış bütün bir İslam mirasının ahirzaman mirasçısı olmaya niyetliysek bilginin bu türüne de sinemizde bir yer olmalıydı. Yoksa eksik kalınırdı. Emanet tam anlamıyla kuşatılamazdı. Elbette Risale-i Nur'u çevreme anlamaya/anlatmaya o metinlerle başlamadım. Fakat mesleğimi savunurken de böylesi metinleri bir cüzzam yarası gibi saklamadım. Nihayetinde bazı süzgeçlerin de lazım olduğunu düşündüm. Nitekim, Miraç hâdisesi gibi gayet spesifik(!) bir mucize de, Ebu Bekir radyallahu anh gibi elmasların Ebu Cehil-i lâin gibi kömürlerden ayrılmasını sağlamıştı. Birisini sıddıkiyet arşına çıkarmış, ötekini cahiliyet kuyusuna indirmişti, demek hikmetliydi. Belki böylesi metinler de Risale-i Nur'a talip olanlar için bir ağ görevi görüyordu. Takılanlar takılıyor, aşanlarsa yeni bir bahçeye kavuşuyordu, işaretler bahçesine... 

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...