Kenan Demirtaş Hoca'nın kavramlar üzerine yürüttüğü o kıymetli çalışma sırasında farkedip anlattığı birşey vardı: "İnayet kısaca 'nizam' demektir." Tabii kendisi bu keşfini nurculara bile anlatmakta zorlandı. Çünkü alışıldık manası şu idi: "İkram, yardım, ihsan, lütuf, iyilik, bağış..." Halbuki alıntı da yapıyordu: "Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir." Yazının içinde tekrar bu konuya dönemeyeceğim, ama bu yazıyı okuyanlar, belki nizamın neden 'inayet' olduğuna da bir işaret bulacaklar. Uyarmadan yazıya girmeyeyim dedim. Uyardık. O zaman başlıyoruz. Bismillah.
Başrollerini Kelly Macdonald ve İrfan Han'ın paylaştığı Puzzle filmi hakkında daha evvel bir yazı karalamıştım. (Şimdi arşivime baktım. 9 Mayıs 2019'da yazmışım. Yani neredeyse tam bir yıl önce. Başlığı da şu: Gidecek bir yerin kaldıkça bir yere gitmezsin.) İkincisini de yazacağımı vaadetmiş fakat yapamamıştım. Macdonald'ın, satışa çıkardıkları gölevinin önünde, "Eskiden burası var diye her tatilde buraya geliyorduk. Başka hiçbir yere gitmedik. Şimdi ne olacak?" gibilerinden konuşan oğluna verdiği cevap üzerine söyleşiyorduk: "Gidecek bir yerimiz varken hiçbir yere gitmiyorduk. Şimdi gidecek bir yerimiz yok. Bir yere gitmek zorunda kalacağız. Birşey yapacağız. Birşey ya da birisi olacağız."
Yeri gelmişken yazının ahirine bıraktığım 'not'u da tırnaklayayım: "Bu filme dair şu yazdığım yazı 'ibret alınması gereken' kısmına dairdi. Bir tane de 'dikkat edilmesi gereken'e dair yazmayı düşünüyorum. Çünkü film aynı zamanda 'belirsizliğin bereketi' üzerinden bir parça ateizm-hedonizm propagandası yapıyor. Onu ikinci yazıda konuşalım inşaallah. Tevfik ise Allah'tan."
Zaman geçti. Havam dağıldı. Yazamadım. Ve İrfan Han öldü. Filmi/yazıyı yeniden hatırladım. Sonra twitter'da dolaşırken Âdem Hanbaba (@AdemHanbaba) isminde birisinin yazdığı şu twiti görüp yeniden gayrete geldim: "Tuvalete hangi ayakla girileceğini bile dini konu yapan bu ümmet, Kur’an’ı nasıl anlasın? Nasıl teknoloji üretsin?" Bu süper ilmî(!) tesbit beni önce Ebubekir Sifil Hoca'nın bir hadis dersine götürdü. Mişkatü'l-Mesabih'in Kitabu't-Tahare bahsinin 3. Bâb'ındaki 367 numaralı hadisle başlayan ders, aslında Asr-ı Saadet'ten bugüne 'bâtıl psikolojisi'nin çok da değişmediğini gösteriyordu. Özetleyeyim: Bir müşrik, Selman radyallahu anha, alaycı bir üslûpla soruyordu ki: "Arkadaşınız (Aleyhissalatuvesselamı kastediyor) tuvalette dahi ne yapacağınızı öğretiyormuş ha?"
Tam bu noktada Ebubekir Hoca'nın dikkatimizi çektiği şey şu idi: Selman radyallahu anh bu alaycılık karşısında hiçbir 'acaba' yaşamadan diyordu ki: "Evet. O bize def-i hacette şöyle şöyle yapmamızı öğretti." Zaten hadisin Kitabu't-Tahare bahsinde yeralması 'temizlik adabı'na dair içerdiği bilgilerden ötürüydü. Hakikaten de Asr-ı Saadet'ten bize ulaşan bütün nakiller, sahabenin, Aleyhissalatuvesselamın konumunu sırf bir 'postacı' olarak değil, hayatın her alanında rehberliğinden istifade edilmesi gereken bir 'muallim' olarak gördüklerini gösteriyordu. Bu rivayetlerin içerisinde tuvalet âdâbı da vardı. Hangi kapıdan hangi ayakla girileceği de. Sahabeye göre bunlardan hiçbirisi 'absürt' değildi. Müşriklere göre durumun aynı olmadığını ise baştaki sorudan anlıyoruz.
Şimdi bu Hanbaba kardeşimiz de, yazık, orijinal birşey söylediğini sanıyor işte. Okumadığından bilmiyor. Halbuki tekrardan ibarettir. Yani söylemi esasında bir 'sapkınlık klişesi'dir. Selman radyallahu anh ondört asır önce gereken cevabı vermiştir. Ama yanak dediğin kolay kolay eskimez. Hak aşkına bir tane biz yapıştıralım. Yapıştırmaya da mürşidimin şu metniyle başlayalım: "Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır. Ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa. Yol da zulümatlı. Ne vakit sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
Dâhilerin hayatlarına dair okuma yapanlarınız varsa bilirler. 'Neredeyse ortak' diyebileceğiniz şöyle bir özelliklerine sıkça rastlarsınız: Hayatlarında ayrı ayrı dikkat edilecek detayları azaltmaya çalışırlar. Mesela: Einstein'ın 'her sabah ne giyeceğini tekrar tekrar düşünmemek için' giysi dolabını aynı takım elbiseden birçok adetle doldurduğu söylenir. (İlgili bir makelede yirmi takım olduğu söyleniyor.) Yakın tarihe gelirsek: Oracle'ın kurucusu Larry Ellison, Google'ın kurucusu Sergey Brin, Segway'in mucidi Dean Kamen, Microsoft'un ceolarından Satya Nadella, Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg, Apple'ın kurucusu Steve Jobs ta benzer kaygılarla aynı tür kıyafetlere dadananlardan. Uzatmayayım. İnternette şöyle bir aratınca konuyla ilgili epey bir done bulabiliyorsunuz zaten.
Benimse bununla varmak istediğim hakikat şu: Tuvalete hangi ayakla gireceğini 'belirli kılma'nın Kur'an'ı tefekkür etmeyi veya teknoloji üzerine çalışmayı zorlaştırdığını kim söylüyor? Sandalyesinin sırtlığından başka neye dayanarak? Hatta, aksine, hayatın geri kalanında 'izlerinin sıhhati konusunda hiçbir acaba olmayana tâbi olma'nın, yoğunlaşılmak istenen başka alanlara zaman/dikkat kazandırdığı söylenemez mi? Zihnî gayretin dağılmasını engellediği savunulamaz mı? Bana gayet savunabililiriz gibi geliyor. Çünkü esasında gündelik yaşamın her alanında biz zaten birilerinin sünnetini 'kolaylaştıcılar' olarak kullanıyoruz. Sözgelimi: Başımız ağrıdığında gidip eczaneden ağrıkesici alıyoruz. Yeni baştan oturup ağrıkesici keşfetmiyoruz. Olanı tüketiyoruz. Tıbbın sünnetine uymuş oluyoruz. Yine trafikte ilerlerken tâbi olduğumuz yasaları tekrar tekrar baştan ele almıyoruz. Otoritenin belirleyiciliği işimizi kolaylaştırıyor. Herkesin norm kabul ettiği sistem içinde daha rahat hareket edebiliyoruz.
Yani Hanbaba efendinin tamba da tumba salladığı mezkûr Kur'an Müslümanı klişesinin özünde bilimsel hiçbir karşılığı yok. Çünkü bilim hep öncesinin sünnetinden faydalanarak ilerliyor. "Atomun proton-nötron-elektron değerlerinin nasıl yazılacağını bile bilimin konusu yapan bir ümmet nasıl gelişsin?" falan denmiyor. Aksine, yazım sistemini 'norm' kabul edilerek, üzerine yoğunlaşılacak şeyler azaltılıyor. Dikkatini hususi meşgale alanına kaydırıyor. Yani her defasında yeni sistem kurmuyor. Sistemin kendisini yolculadığı yerden seyahate devam ediyor. Aferin bilimselliğin sünnetselliğine.
Yalnız bilim mi böyle? Yok. Hayır. Edebiyat da öyle. Hangimiz yeni metin telif edeceğinde yeni dil inşa ediyor? Hayır. Anlamıyla, alfabesiyle, imlasıyla ve noktalamasıyla bir dilin sünnetini takip ediyoruz. "Tuvalete sol ayakla girilmelidir!" deniyor sol ayakla giriyoruz. Pardon. "Yazmaya soldan başlanmalıdır!" diyor öyle yazıyoruz. Virgülün, noktanın, soru işaretinin vs... Hepsinin konulacağı yerleri bizden evvel norma bağlıyor. Biz de arkasından yürüyoruz. Böyle yapmak işimize geliyor. Çünkü öncemizde kurulmuş bir sistemin içinde hareket ediyoruz. En başa dönmemiz gerekmiyor. 'Acaba'lar azalıyor. Hem muhataplarımız da bu sistemin içinde oldukları için mesajlarımızı kolay anlıyorlar.
Her yerde geçerli olan (hem de hoşumuza da giden) bu yolu, mevzu Aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi olunca, neden kaldıramıyoruz? Neden aklımız almıyor? Neden işimize gelmiyor? Cevabını yine ben vereyim: Çünkü yolumuz yol değil. Birşey üretmek peşinde değiliz. Varmak niyetinde değiliz. Okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkmak derdindeyiz. Normlar işimize gelmiyor. Yoksa İslam medeniyeti dediğimiz, turistlere gösterirken göğsümüzü kabarttığımız, övündüğümüz, şişindiğimiz neyimiz varsa ümmetin 'taklid dönemi'nde inşa ettiğini gayet iyi biliyoruz. Demek: Taklid 'durmak' anlamına gelmiyor. 'Belirgin usûller-uygulamalar-bilgiler sahibi olma' anlamına geliyor. Zaten taklidin bozulmasından değil mi ki şimdilerde ancak çenemiz çalışıyor da hiçbirşey üretemiyoruz. Sabah en erken kalkan sözde ilahiyatçı, darbe dönemlerinde erken kalkan generalin darbe yapması gibi, dinden birşeyi inkâr ediyor. Öteki peşinden daha ileriye gidiyor. Beriki daha da gaza geliyor. Sonuç? Sonuçta hiçbirşey yok. Demagoji var. Yıkım var. Toz var. Duman var. Gelişme yok. Samimiyet yok. Yok, yok, yok.
Hasılı bu 'Hanbaba'ların Dembaba kadar imanı olmadığı için kendi işlerine baktıkları yok. Habire ihtisasları olmayan mevzuları karıştırıyorlar. Öncekinin belirginliği yıktıkları için de ileriye bir adım yürüyemiyorlar. Öyle ya: Önüne, yüz sorudan doksanının doğru cevaplandığı bir kağıt gelse, sen kalanları rahat rahat cevaplamaya çalışmak yerine tutup önceki doksan soruyu yeniden çözmeye çalışsan, üstelik işaretli cevapları da beğenmesen, o öğrenciliğin nasıl bir şekle girer? Sünnete ittibaı midesi kaldırmayan şaşkınlar verdiğim bu misalde imanlarını görsünler. Baksınlar: Ne şekle girmiş? Hasılı: Hanbaba kardeş, sen aya çık da, istersen sol ayağınla çık. Sıkıntı yok.
İrfan Han etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İrfan Han etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
22 Mayıs 2020 Cuma
9 Mayıs 2019 Perşembe
Gidecek bir yerin kaldıkça bir yere gitmezsin
Bedri Rahmi Eyüpoğlu İnsan Kokusu isimli kitabında sinemadan alınan bilgiyi şöyle tarif ediyor: "Bir damla bal için sinema bize birkaç ton keçiboynuzu yutturdu!" Doğrusu, sinema dünyasını kendi çapında takip etmeye çalışan birisi olarak, bu cümleye katılmadan edemedim. Fakat aynı zamanda şunu da hatırlamadan edemedim: Bazen o bir damla bal öyle lezzetli oluyor ki birkaç ton keçiboynuzunu, hatta fazlasını, affettirebiliyor. Çünkü balın farkındalığına erebilmek ancak o keçiboynuzlarını çuval çuval yuvarlamakla mümkün olabiliyor. Beyazperdeden yapımlara gönderme yaptığım yazılarda işte bu 'bir damla bal'ları okurlarımla paylaşmaya çalışıyorum. Belki ancak bu sûrette o bir damla bin damlaya çıkabiliyor zaten. Eğer aktarmayı becerebilmişsem. Çünkü, maddenin aksine mana, paylaşıldıkça çoğalır. Her pay edilende yeni bir vücud bulur. Eskisinden eksiltmesi de gerekmez üstelik.
Başrollerini Kelly Macdonald ve İrfan Han'ın paylaştığı, 2018 yapımı Puzzle filmini izlerken de epey bir boş zamandan olduğumu düşündüm. Ta ki merkezindeki manayı yakalayana kadar. O da Kelly Macdonald'ın satışa çıkardıkları gölevinin önünde "Eskiden burası var diye her tatilde buraya geliyorduk. Başka hiçbir yere gitmedik. Şimdi ne olacak?" gibilerinden konuşan oğluna verdiği cevapta saklıydı sanki: "Gidecek bir yerimiz varken hiçbir yere gitmiyorduk. Şimdi gidecek bir yerimiz yok. Bir yere gitmek zorunda kalacağız. Birşey yapacağız. Birşey ya da birisi olacağız."
Gidecek bir yer kalmayınca bir yere gitmek zorunda kalmak... Hımm. Ahmed için enfes bir pencere. Fakat hazır giriş yapmışken filmin içindeki birçok şeyin bu bakış açısıyla nasıl bir yörüngeye oturduğunu da konuşalım. Karakterlerin isimlerini hatırlayamadığım için yine oyuncuların isimlerini kullanayım: Macdonald'ın canlandırdığı farkedilmemiş deha sahibi kadının, doğum gününde hediye edilen Puzzle duyduğu merak, aslında bir anlamda onun bütün hayatının da resmi. Önüne hazır bir şekilde verilmiş parçaları birleştiriyor. Hayatta da o parçalardan birisi zaten kendisi. Dahil oluyor. Dışına çıkmıyor. Han'la karşılaştığında ise Puzzle'ın dışında bir dünya olduğunu farkediyor. Kendisinin içinde doğduğu Puzzle'ın parçası olmaktan aşkın birşeye dönüşebileceğini düşünüyor. Lakin, dikkat ediniz, finalde yaşanan şey aslında Han'ın da varlığına bir eleştiri. Han da aslında kadından kendi Puzzle'nın parçası olmasını istiyor. Yine bir belirginlik var bu işin içinde. Macdonald bunu da reddediyor. 'Belirsizliğin bereketini' seçiyor. Sadece ismini duyduğu... Neyse, uzatmayalım, hem spoiler vererek izleyeceklerin hevesini kaçırmayalım.
Hop, hadi bakalım, Ahmed yine bir kavramlaştırma yumurtladı kendince. Peki onunla ne demek istedi? 'Belirsizliğin bereketi' bence Bediüzzaman'ın Kur'an-ı Hakîm'in belagatı hakkında söylediği 'Sözü az söyler, tâ uzun olsun'dan başlayıp ta sırr-ı imtihana, muğayyebat-ı hamseye, ecelin müphemiyetine, ahirzamana dair hadislerin kapalılık içindeki kapsamlılığına, kıyametin vaktinin belirsizliğinin insana kattıklarına kadar birçok yerde altını çizdiği birşeydir bu. Yani bazı belirsizlikler insan için berekettir. Bazı azlıkların belirsizliği onları çoğaltır. Karşısındaki aynalar sayısınca görüntü sahibi yapar onu. Yorumcular kadar boyut sahibi yapar. Hem hayata bundan başka kattığı bereketler de vardır. Mesela: İrade ancak boşluklarda gelişir. Eğer kişiye seçimlerinde iradesinin hakkını verebileceği bir belirsizlik payı bırakmazsanız seçme yeteneğini geliştiremez.
Mürşidim, işte biraz bu sadedde, mucizelerin dahi 'Akla kapı açar ama ihtiyarı elden almaz' bir müphemiyet içerdiklerini belirtir. Bu müphemiyet sayesinde Ebu Bekir (r.a.) gibi elmas ruhlular ile Ebu Cehil gibi kömür ruhlular birbirlerinden ayrılır. Hatta şeytanın insana musallat edilmesindeki hikmet de bir parça budur. Yani türlü manipülasyonlarla bir parça 'sanrı müphemiyetler' oluşturmasıdır. Onun hilesiyle fısıldadığı bu belirsizlik, kapalılık veya çabuk anlaşılmazlık sayesinde insanlar cenneti/cehennemi hakederler. Nereye layık olduklarını gösterirler. Sadece bu mu? Değil. Umumî musibetlerde masumların da ölümü hakkında mürşidim der ki:
"Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir'ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil'ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil'ler, aynen Ebu Bekir'ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı."
Peki ya 'muğayyebat-ı hamse' bahsinde söyledikleri? Onlara da şöyle bir parça bakmak gerekmez mi? Hemen yağmurle ilgili kısma bakalım o vakit: "Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaipten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyâtı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar."
Demek ki belirsizlik insanın şükrünü de bereketlendiriyor. Yağmurun belirsizliği sayesinde insanlar rahmete karşı daha dikkatli ve bilinçli oluyorlar. Peki sadece bunlar mı? Değil efendim. Bakınız ecel belirsizliğinin bereketi de şuracıkta. Hemen öpüp başımıza koyalım: "Ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır."
Sizi yormaktan öyle korkuyorum ki. Yoksa daha alıntılanması gereken 'kıyametin müphemiyetinin kazandırdıkları' ve 'kaderin bize bakan tarafının belirsizliğinden kazandıklarımız' veya 'ihbar-ı gayp türünden hadislerdeki teşbihlerin belirsizliği ile açılan kapılar' vesair birçok şey var. Ancak hepsinin özü-özeti şu bence: Bu belirsizliği Cenab-ı Hakkın hikmeti ve rahmeti iktiza ediyor. Zaman zaman bizi belirsizliklere düşürerek kendimizi bu yolla geliştirebilmemizi sağlıyor. Eğer biz de Puzzle'daki Kelly Macdonald gibi irademizi hiçbir şekilde sahaya sürmediğimiz bir kabullenişi yaşasaydık, insanlara gülücük dağıttığımız halde, her sabah dayatılmışlığın azabı ile uyanabilirdik. Şükür ki Cenab-ı Hak bize belirsizlikler de lütfetmiş. Bunlarla irademizi kullanacağımız boşluklar halketmiş. Biz de o sayede birşey ya da birisi olmuşuz. Ne diyelim? Rabb-i Rahîm bu boşlukların hakkını da verebilmeyi nasip etsin. Âmin.
Not: Bu filme dair şu yazdığım yazı onun 'ibret alınması gereken' kısmına dairdi. Bir tane de 'dikkat edilmesi gereken' kısmına dair yazmayı düşünüyorum. Çünkü film aynı zamanda 'belirsizliğin bereketi' üzerinden bir parça ateizm-hedonizm propagandası da yapıyor. Değişik bir argüman olarak dikkatimi çekti. Onu ikinci yazıda konuşalım inşaallah. Tevfik ise Allah'tan.
Başrollerini Kelly Macdonald ve İrfan Han'ın paylaştığı, 2018 yapımı Puzzle filmini izlerken de epey bir boş zamandan olduğumu düşündüm. Ta ki merkezindeki manayı yakalayana kadar. O da Kelly Macdonald'ın satışa çıkardıkları gölevinin önünde "Eskiden burası var diye her tatilde buraya geliyorduk. Başka hiçbir yere gitmedik. Şimdi ne olacak?" gibilerinden konuşan oğluna verdiği cevapta saklıydı sanki: "Gidecek bir yerimiz varken hiçbir yere gitmiyorduk. Şimdi gidecek bir yerimiz yok. Bir yere gitmek zorunda kalacağız. Birşey yapacağız. Birşey ya da birisi olacağız."
Gidecek bir yer kalmayınca bir yere gitmek zorunda kalmak... Hımm. Ahmed için enfes bir pencere. Fakat hazır giriş yapmışken filmin içindeki birçok şeyin bu bakış açısıyla nasıl bir yörüngeye oturduğunu da konuşalım. Karakterlerin isimlerini hatırlayamadığım için yine oyuncuların isimlerini kullanayım: Macdonald'ın canlandırdığı farkedilmemiş deha sahibi kadının, doğum gününde hediye edilen Puzzle duyduğu merak, aslında bir anlamda onun bütün hayatının da resmi. Önüne hazır bir şekilde verilmiş parçaları birleştiriyor. Hayatta da o parçalardan birisi zaten kendisi. Dahil oluyor. Dışına çıkmıyor. Han'la karşılaştığında ise Puzzle'ın dışında bir dünya olduğunu farkediyor. Kendisinin içinde doğduğu Puzzle'ın parçası olmaktan aşkın birşeye dönüşebileceğini düşünüyor. Lakin, dikkat ediniz, finalde yaşanan şey aslında Han'ın da varlığına bir eleştiri. Han da aslında kadından kendi Puzzle'nın parçası olmasını istiyor. Yine bir belirginlik var bu işin içinde. Macdonald bunu da reddediyor. 'Belirsizliğin bereketini' seçiyor. Sadece ismini duyduğu... Neyse, uzatmayalım, hem spoiler vererek izleyeceklerin hevesini kaçırmayalım.
Hop, hadi bakalım, Ahmed yine bir kavramlaştırma yumurtladı kendince. Peki onunla ne demek istedi? 'Belirsizliğin bereketi' bence Bediüzzaman'ın Kur'an-ı Hakîm'in belagatı hakkında söylediği 'Sözü az söyler, tâ uzun olsun'dan başlayıp ta sırr-ı imtihana, muğayyebat-ı hamseye, ecelin müphemiyetine, ahirzamana dair hadislerin kapalılık içindeki kapsamlılığına, kıyametin vaktinin belirsizliğinin insana kattıklarına kadar birçok yerde altını çizdiği birşeydir bu. Yani bazı belirsizlikler insan için berekettir. Bazı azlıkların belirsizliği onları çoğaltır. Karşısındaki aynalar sayısınca görüntü sahibi yapar onu. Yorumcular kadar boyut sahibi yapar. Hem hayata bundan başka kattığı bereketler de vardır. Mesela: İrade ancak boşluklarda gelişir. Eğer kişiye seçimlerinde iradesinin hakkını verebileceği bir belirsizlik payı bırakmazsanız seçme yeteneğini geliştiremez.
Mürşidim, işte biraz bu sadedde, mucizelerin dahi 'Akla kapı açar ama ihtiyarı elden almaz' bir müphemiyet içerdiklerini belirtir. Bu müphemiyet sayesinde Ebu Bekir (r.a.) gibi elmas ruhlular ile Ebu Cehil gibi kömür ruhlular birbirlerinden ayrılır. Hatta şeytanın insana musallat edilmesindeki hikmet de bir parça budur. Yani türlü manipülasyonlarla bir parça 'sanrı müphemiyetler' oluşturmasıdır. Onun hilesiyle fısıldadığı bu belirsizlik, kapalılık veya çabuk anlaşılmazlık sayesinde insanlar cenneti/cehennemi hakederler. Nereye layık olduklarını gösterirler. Sadece bu mu? Değil. Umumî musibetlerde masumların da ölümü hakkında mürşidim der ki:
"Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir'ler âlâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehil'ler esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebu Cehil'ler, aynen Ebu Bekir'ler gibi teslim olup, mücahede ile mânevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı."
Peki ya 'muğayyebat-ı hamse' bahsinde söyledikleri? Onlara da şöyle bir parça bakmak gerekmez mi? Hemen yağmurle ilgili kısma bakalım o vakit: "Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malûmdur. Halbuki muttarid bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaipten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz'iyâtı bir kaideye tâbi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşerî vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakikî şükrediyorlar."
Demek ki belirsizlik insanın şükrünü de bereketlendiriyor. Yağmurun belirsizliği sayesinde insanlar rahmete karşı daha dikkatli ve bilinçli oluyorlar. Peki sadece bunlar mı? Değil efendim. Bakınız ecel belirsizliğinin bereketi de şuracıkta. Hemen öpüp başımıza koyalım: "Ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, müphem tarzdaki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır."
Sizi yormaktan öyle korkuyorum ki. Yoksa daha alıntılanması gereken 'kıyametin müphemiyetinin kazandırdıkları' ve 'kaderin bize bakan tarafının belirsizliğinden kazandıklarımız' veya 'ihbar-ı gayp türünden hadislerdeki teşbihlerin belirsizliği ile açılan kapılar' vesair birçok şey var. Ancak hepsinin özü-özeti şu bence: Bu belirsizliği Cenab-ı Hakkın hikmeti ve rahmeti iktiza ediyor. Zaman zaman bizi belirsizliklere düşürerek kendimizi bu yolla geliştirebilmemizi sağlıyor. Eğer biz de Puzzle'daki Kelly Macdonald gibi irademizi hiçbir şekilde sahaya sürmediğimiz bir kabullenişi yaşasaydık, insanlara gülücük dağıttığımız halde, her sabah dayatılmışlığın azabı ile uyanabilirdik. Şükür ki Cenab-ı Hak bize belirsizlikler de lütfetmiş. Bunlarla irademizi kullanacağımız boşluklar halketmiş. Biz de o sayede birşey ya da birisi olmuşuz. Ne diyelim? Rabb-i Rahîm bu boşlukların hakkını da verebilmeyi nasip etsin. Âmin.
Not: Bu filme dair şu yazdığım yazı onun 'ibret alınması gereken' kısmına dairdi. Bir tane de 'dikkat edilmesi gereken' kısmına dair yazmayı düşünüyorum. Çünkü film aynı zamanda 'belirsizliğin bereketi' üzerinden bir parça ateizm-hedonizm propagandası da yapıyor. Değişik bir argüman olarak dikkatimi çekti. Onu ikinci yazıda konuşalım inşaallah. Tevfik ise Allah'tan.
Etiketler:
2018,
Belirsizlik,
Boşluk,
film,
Irfan Khan,
İhbar-ı Gayb,
İrade,
İrfan Han,
Kader,
Karakter Gelişimi,
Kelly Macdonald,
Masumların Ölümü,
movie,
Musibet,
Puzzle,
Sinema,
Yapboz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...