Risale-i Nur’da Bediüzzaman’a sorulmuş suallerin tam bir netlikle ortaya konulması, cevapların doğru bir şekilde anlaşılmasının da kapısı. Soruyu atlayıp cevaba konsantre olduğunuzda, mehri dikkat olan o nazenin güzeller, sanki perdelerini açmıyorlar. “Kapımdan doğru gelmedin ki...” diyorlar. “Doğru gelmedin ki, sana sırlarımı diyeyim. Önce kapılara/sorulara konsantre ol. Neyin, ne şekilde merak edildiğini öğren. Çerçeveyi fethet. Doğru sualleri sormayanlar doğru cevaplara ulaşabilir mi hiç?”
“Mahrem bir suale cevaptır” başlıklı mektuba da bu gözle bakıyorum. Orada bir talebesinin sual ettiği; “Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur?” sorusu arkasında bir sırrın altının çizildiğini hissediyorum. Özellikle soranın belirteç olarak kullandığı iki kelime; yani ‘müfessir’ ve ‘arif’ kelimeleri arkasında iki farklı marifet üretim sisteminin sorgulandığını, Bediüzzaman’ın ise, ikisini de takdir etmekle birlikte Kur’an’ın marifet/bilgi üretim sisteminin detaylarını verdiğini görüyorum.
Bu sual beni alıp külliyat içinde gezdiriyor. Mesela; İbn-i Arabî’nin, Fahreddin-i Razî’ye yazdığı bir mektupta geçen “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır” cümlesinin izahının istenildiği o yer geliyor aklıma. Orada Bediüzzaman, ‘müfessir’ teriminin içini dolduran bir sorgulamayla, ilm-i kelamın marifet üretim sistemini, İbn-i Arabî’nin safında bir duruşla eleştiriyor. Ve diyor ki; “Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor.”
Fakat metnin devamında, bu sefer de savunmasını yaptığı İbn-i Arabî’yi karşısına alarak; bence, yukarıdaki sualde ‘arif’ kelimesinin içeriğine işaret eden şu eleştiri yapıyor: “Hem, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına Fahreddin Râzî’nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya, veraset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır.”
Ve devamında da bu eleştiriyi, masiva ile münasebetlerindeki sorunları detaylandırarak belirginleştiriyor. Hatta bu noktada İmam-ı Rabbanî’nin de Bediüzzaman eleştirisinden kaçamadığını belirtmek gerek. Bediüzzaman, onun da, vahdetü’ş-şuhud mesleğiyle, vahyin varlıkla öğütlediği münasebet şekline tam uygun hareket etmediğini beyan ediyor. Kur’an’ın tekrar be tekrar bakılmasını istediği kâinatı unutmayı öğütlediğini söylüyor.
Bu iki mektup aklımda biraz daha yolculuk yapıyorum müfessir ve arif kelimesinin arkasında. Arif kelimesi dair bulduğum bütün tanımlar, bilgi de daha çok sezgiyi önplana çıkaran, tasavvufî, ahlakî ve tecrübî bir öğrenim şeklini ortaya seriyor. Yani arif, daha çok enfüsî tefekkürü omuzlarına alıp, kendinden hareketle Allah’ı tanımaya çalışan ve hatta bazen bu nedenle genel geçer sayılan şeyleri bile arkasında bırakmayı göze alabilen kişiyi temsil ediyor. Ehad ismi gölgesinde yapılan bir seyahat bu. “Benim Rabbim” cümlesinin arkasında gerçekleştirilen bir marifet yolculuğu. Belki de bu nedenle arifane bir bilgi üretim sistemine dayalı tasavvuf ekolleri sürekli farklı ve altyollar üreterek yolculuklarına devam ediyorlar. Bugünkü zengin tarikat kültürümüz, bu arifane üretimin haritası, delili.
Bunun rağmına ilm-i kelam ise, ürettiği bilgi türü az nüans içeren, ama bununla birlikte altyolları az olan bir marifet şekli. Vahyin açıklanması ilm-i kelam usûlünde belki en nihayet lisan-ı Araba ve rivayetlere hâkimiyetle geliştiğinden tasavvuf yolundaki gibi bir çok renklilik yaşamıyor. Ama arifane yolun rağmına olarak bilgi üretiminde zayıf kalıyor. Çünkü ‘görelilik ve kişisel keşifler’ bu ilm-i kelam usûlü içinde eriyorlar. Ve daha da önemlisi; bilgi çok akıl düzeyinde üretilen bir marifet içerdiği için sair latifelerin hisseleri zayıf kalıyor.
Bediüzzaman ise bilgi üretiminde ilm-i kelama taraf çıkıp sezgiyi ötelemeden, ama tasavvufun da ‘göreliliği’ bir cadde-i kübra haline getirmesine arka çıkmadan Kur’an’ın marifet yolunun altını çiziyor “Mahrem bir suale cevaptır”da. Haydi, o paragrafı bir kez de birlikte okuyalım:
“Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz’andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.”
Bana bu bahis işte ancak baştaki suali tam anlayınca birazcık açılıyor. İlm-i kelamın kalıplarına sıkışmadan, ama tasavvufun da —eğer ayakları yere bastırılmazsa—spekülatif olmaya gidebilecek marifetine gitmeden; tasavvurların tasdikle/akılla sınandığı... Teslimiyetlerin altları doldurularak imana dönüştürüldüğü... İltizamların/gerekliliklerin iz’an’la/kalben de gerekçeleri anlaşılarak taassuptan kurtarıldığı... Tasavvufun/“Benim Rabbim” marifetinin hakikate/“Âlemlerin Rabbi” marifetine dönüştürüldüğü yani görelilikten kurtarıldığı... Çıkılan yolun yeni bir dava olmayıp, zaten var olan İslam davasına genelgeçer burhan/delil üretimine konsantre olunduğu ve bu yolda delil/burhan üreten herkesin de kardeş bilindiği bir düzlem belki de Kur’an’ın bilgi üretim sistemi...
Şimdi bize düşen; mahrem bir sualdeki ‘müfessir’ ve ‘arif’ kelimelerini aklımızda tutarak, mümkün mertebe, oradaki suale cevap olabilecek bir bilgi üretiminde bulunmaktır. Teslimsiz, kabulu mümkün olmayan kaziyelerin veyahut delilsiz ikna bekleyen tasavvurların gönüllüsü olmamaktadır. Hakikat gibi genelgeçer bilginin peşinde olmak, görelilik ekseninde lezzetli ve fakat genelgeçerliliği problemli bilginin peşinde koşmamaktır. Ve en önemlisi; sezginin ürettiği bilgiyi inkâr etmeden, onu, bu paragrafın dönüşümünden geçirerek kullanmaktır. Evet, veraset-i nübüvvet yolu budur. Marifet üretiminde aklın ve sair latifelerin kardeşliğidir. Cadde-i kübra da ancak buna derler. İşte bu caddede üretilen bilginin tesiri, karşı konulmazdır.
Arif etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arif etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Nisan 2013 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...