Coetzee Yavaş Adam'ında diyor ki: "Fotoğraf çekilen şeyin kendisi değildir. Tablo da resmedilen şeyin kendisi değildir. Ama aynı zamanda ikisi de kopya değildir. Herbiri yeni birşeye dönüşür. Yeni bir gerçeğe. Dünyada yepyeni birşeye. Yeni bir orijinale..." Bu cümleler hakkında düşünürken Bediüzzaman'ın Tabiat Risalesi'nde cevapladığı bir soru geliyor aklıma. Cevabını da paylaşacağım. Ama önceye soru gelmeli: "Eğer desen: Evet, bir kitabı yazan makinenin icadı o kitaptan yüz defa daha müşküldür. Fakat o makine, aynı kitabın birçok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var?"
Cevabınsa, yıldırmamak için seni, sadece ilk cümlesini alacağım: "Nakkaş-ı Ezelî, hadsiz kudretiyle, nihayetsiz cilve-i esmâsını her vakit tazelendirmekle ayrı ayrı şekilde göstermek için, eşyadaki teşahhusları ve hususî simaları öyle bir surette halk etmiştir ki, hiçbir mektub-u Samedânî ve hiçbir kitab-ı Rabbânî, diğer kitapların aynı aynına olamıyor."
Yani Bediüzzaman da Coetzee ile aynı şeyi söylüyor. Elbette daha aşkın bir şekilde. Daha üst bir okumayla. Coetzee, varlığın ayna misal yüzüne bakıp ondaki değişimlerin orijinalliğini görürken sadece, Bediüzzaman işi arkasındaki 'iradeye' kadar taşıyabiliyor. "Yaratılış işi gelişigüzellik işi değildir!" demeye getiriyor. Orijinallikler ancak kasıtlarla inşa edilirler. İki şeyi birbirinden farklı kılmak aynı kalmaktan daha zordur. Ayrı bir çaba gerektirir. Ayrı bir özen ister. Cansızlık aynılığa yatkındır. Kainatın herbir detayına, hatta anlara kadar, dağılmış orijinallikler de arkalarında 1) bütünü gören, 2) farklılık nedir bilen, 3) farklıyı seçebilen bir iradenin varlığından haber verirler. Evet. Yaratıcı iradesiz olamaz. Çünkü ikizler bile birbirine benzemez. Hiçbir yüz büsbütün diğerinin aynı değildir. Aynılık elenmiştir.
Cansızların düzenini makineleşmede görüyoruz. Ve her türden makineleşme bize şunu söylüyor: "Ben şeyleri birbirine benzetmeye yatkınım!" Matbaada basılan kitabın nüshaları birbirine benziyor. Nüanslar oluşuyorsa da bu makinenin kastı değil kusuru. Bazen mürekkep sızıyor. Bazen kağıt sıkışıyor. Bazen başka bir arıza. Ancak bütün bu sorunları giderebildiğiniz yerde elinize geçen 'aynılık' oluyor. Aynen. Fakat, bir saniye, evrendeki düzen böyle değildir.
Evren makinesinin kastı ise sanki değişimdir. Hem de anlar bile birbirini tutmayacak şekilde bir değişimdir. Aynı nehirde iki kez yıkanılmayacak bir süratte bir değişimdir. Bir matbaa düşünün ki her hareket edişinde içinden yeni bir kitap çıkıyor. Öyle de kitaplar ki benzerlikleri sadece kitaplıkları. Detaylarına inildikçe farklı âlemlere dönüşüyorlar. Bir 'tık-tık'ta makinenin ağzından Montaigne'nin Denemeler'i çıkıyor. İkinci 'tık-tık'ta Mevlana kuddissesirruhun Mesnevi'si. Üçüncü 'tık-tık'ta bu defa Yüzüklerin Efendisi tükürüyor. Kalıplar değişmiyor. Makine değişmiyor. İşlem değişmiyor. Sonuçsa hep başkalaşıyor.
Evrimin bir kanun olduğunu iddia edenler herhalde biraz da burada yanılıyorlar. İradenin değişim değişim tecellilerini kainatın her köşesinden okuyorlar. Maşaallah. Okuyacaklar elbette. Okusunlar diye konulmuşlar zaten. Fakat tecelliyi okuduktan sonra varacakları hakikati şaşırıyorlar. Evrenin her halinde hissettirdiği değişimi 'makinenin ahlakının değişim olduğu' üzerine yoruyorlar. Ne demek bu? Açalım. Yukarıdaki misalden devam edersek hatta diyorlar ki: "Matbaanın özelliğidir her 'tık-tık'ta yeni bir kitap basması. Baksanıza. Hep böyle oluyor zaten. Kitaplardan da yeni kitaplar yapmış neden olmasın?"
Hep böyle olduğu doğru. Ama işi matbaanın yaptığı doğru değil. Cansızlar aynılığa yatkındır. Cansızlardan yapılan makineler de öyle. Bunu yapan matbaanın arkasındaki irade sahibi. Hayat sahibi. İlim sahibi. O, anların bile sonsuzluk gibi açılacağı bir çabuklukta, bir ilimle, bir kudretle, her 'Ol!' emri için yeni bir kalıp döşüyor. Orijinallikle yaratıyor. Kader dediğimiz biraz da bu zaten. Kader matbaacının neyi basacağını evvelden bildiğini kabul etmektir. Bilmeyen basamaz. Kur'an da buyurur: "Yaratan bilmez olur mu hiç?"
Ancak şu noktada evrimcilerin bariz ifratı var: Biz matbaacının her defasında yeni bir kitap yarattığını/yaratabileceğini kabul ediyoruz. Amenna. Sıkıntı yok. Fakat kitabın kitaba dönüştürüldüğünü bize kim söylüyor? Mesnevi'nin Denemeler'den gelme zorunluluğu yok ki. Hem daha tuhaf ki. Matbaacının yedi deniz mürekkep olsa yazıp bitiremeyeceği kadar kelamı/ilmi var zaten. Sonsuz kudreti var. Neden Âdem'i temiz bir kağıda, pardon, toprağa basıp yaratamasın? Engelleyen ne? Herşeyin hazinesi yanında olana malzeme kıtlığı mı var? Sizin bu yaptığınıza 'dün kağıtken bugün matbaacıya iş öğretmek' denmez mi ey akıllılar(!).
Aynılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aynılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
7 Aralık 2019 Cumartesi
14 Ağustos 2017 Pazartesi
Aynılığın hikmetini yitirirken...
Nefis, sıradışı olana müptela olmaya görsün, artık neyi öncekine benzetse, horgörür. "Alışkanlık ikinci bir fıtrattır." Bu cümleyi yazılarımda tekrar tekrar anıyorum ki tehlikesi anlaşılsın. Çünkü birşeyi fıtrattan saymak, bir açıdan, artık onun avukatı olmaktır. Böyledir: İnsan doğal olduğuna inandığı şeyin gönüllü avukatıdır. Onun 'olması gereken' ve hatta 'olmazsa olmaz' olduğunu düşündüğünden yapar bunu. Buna içtenlikle inanır. Hatta 'aksinin mümkün olabileceğine ihtimal vermez şekilde' inanır. Tüm sorgulamalara karşı kapanır. İşte, biraz da bu nedenle, yukarıdaki cümle önemli bir tehlikeden haber veriyor bence. Alışkanlıklarımızı fıtrat sanma tehlikesinden...
Fıtrat, Fâtır olan Allah'ın bizi üzerine yarattığı şeydir, özümüzdür. Zarar vermesek akacağımız yöndür. Yerine kullanılması çok doğru değil ama kolay anlaşılır kıldığından vazgeçmeyeceğim: Fabrika ayarlarımız gibidir fıtratımız bizim. Yanlış seçimler alışkanlık haline dönüştürülmediği sürece içimizden onun hakikatli sesini duyarız. Ancak alışkanlıklar fıtratın hakikatli sesini yaralar. Birşeyi sık yapmak, hep yapmak, hep öyle yapmak, bir noktadan sonra benliğimize şunu sordurur: "Bunu, ben öyle seçtiğim için mi böyle yapıyorum, yoksa bu benim fıtratımda mı var?" İşte vahyin kurtarıcılıklarından birisi de burada imdadımıza yetişir.
Gerek Kur'an'ın gerek sünnetin bize ilettiği 'vahyî bilgi' sayesinde varlık fabrikamızın sahibi Fâtır'ımızın bizimle gönderdiği 'kullanım kılavuzuna' ulaşırız. Alışkanlık haline getirmekle karıştırmaya başladığımız şeylerin aslı ne imiş öğreniriz. Günah olanın alışkanlık olabileceğini ama fıtrat olamayacağını anlarız. İçki içmek bir alışkanlık olabilir. Hatta sahibinde karşıkonulamaz sanılan bir müptelalığa dönüşebilir. Fakat içki içmek fıtrattan olamaz. Çünkü haramdır. Allah'ın haram kıldığı şey fıtrattan sayılamaz. Ayarları hakkında sonsözü fabrikanın sahibi söyler.
Bu noktada ikinci bir turnusol da yokluğunun yaşattığı yoksunluktur. Alışkanlık haline getirilmiş günahların yoksunluğu sahibinde sadece arzulama yönünde bir yokluk yaşatır. Veya zevk açısından bir yoksunluk hissettirir. Fakat fıtrî olanın terki hayatın sonlanmasına neden olabilecek bir zararı tetikler. İçki içmeyen insan ölmez. Ama su içmeyen insan ölebilir. Zaruretlerin haramları helal kılması da tam bu noktada hükmünü icra eder. Sıvı almasan öleceğin bir noktadaysan, ölmeyecek kadar, içinde alkol de bulunan bir sıvıyı tüketebilirsin. Ancak su içmekten zarar görecek bir noktadaysan (sözgelimi miden yaralıysa) az bile olsa su içemezsin.
"Şimdi bu fıtrat-alışkanlık meselesi nereden çıktı?" derseniz, arzedeyim: Geçenlerde memleketime kısa bir sıla-i rahim yaptım. Bu ziyaretim esnasında, eskiden benim de huyum olan, ancak uzun yıllar İstanbul'da yaşamakla değiştirdiğim bir ex-alışkanlığı farkettim. O da şudur: Yabancılığa dikkat etmiyorum. Aksine tanıdıklığı tuhaf buluyorum. Meseleyi biraz daha açayım: Uzun yıllardan sonra memleketinizi ziyaret ettiğinizde (eğer bu memleket Zara gibi küçük bir yerse) birçok dikkatli nazarın üzerinizde gezdiğini farkedersiniz. İnsanlar yüzünüze daha uzun süreler bakarlar. Sanki yüzünüzle birlikte zihinlerini de tararlar. Bütün bu bakışmalar ve taramalardan bir sonuç çıkmamışsa şöyle bir soruya muhatap olursunuz:
"Sen kimlerdensin canım?" En çok tanındığını düşündüğünüz akrabanızın adını vererek muhabbete başlarsınız. O tanınmazsa başkasına geçilir. En nihayet ortak şekilde aşina olunan bir tanesi bulunur. Muhatabınız sizi zihninde bir yere koymakla rahatlar. Karşılıklı dualaşarak ayrılırsınız. Kırsalda işler böyle döner.
Fakat şehirde tam tersi oluyor. Geçenlerde işyerime yakın olduğu için cumaları orada kılmak âdetim olan mescitte birisiyle karşılaştım. Siması tanıdık geldi. Düşündüm. Aynı kişiyi daha önce ikamet ettiğim yere yakın bir camide gördüğümü de anımsadım. O zaman da yüzünü tanıdığım birisine benzetmiştim. (Bu benzetiş sûretinin aklımda kalmasını sağlamıştı.) Sonra bir de sokakta dolaşırken karşılaştığım oldu aynı kişiyle. Bu ardarda karşılaşmalar, tanıdıklık, tevafuk, artık her ne derseniz, bir açıdan beni rahatsız etti. "Neden hep bu adama denk geliyorum?" diye kendimi sorguladım. Hani peşine düşülecek bir iş eylemiş olsam daha kötü çıkarımlar da yapardım. Ne bileyim: "Polis" derdim. "Kandavalım" derdim. "Takip ediliyorum" derdim. Ancak bunların hiçbirisi yoktu elbette. Adam sadece benim gibi Avcılar'da oturuyor ve Küçükçekmece'de çalışıyordu.
Sonra bu davranışım memleketteki halimle karşılaştırılınca 'değişik' geldi. Ben değişmiştim. Hem de sessizce. Normalde daha önce görmediğim yüzlere karşı "Bu yabancı da kim?" refleksine sahip olan ben, İstanbul'da yaşadıkça, "Bu tanıdık da kim?" diyecek noktaya savrulmuştum. Kırsalda yabancıyı yadırgarken metropolde tanıdıklığı yadırgıyordum. Sanıyorum, şehir hayatının çok renkliliği içinde yine, yukarıda zikrettiğim 'alışkanlığın ikinci bir fıtrat haline gelmesi' durumu ile karşı karşıyaydım. Gördüklerimin hep yabancılar olmasına o kadar alışmıştım ki artık tanıdık görsem tuhaf buluyordum.
Buna benzer birşey başka alanlarda da yaşanıyor bende. Çok sık aksiyon filmi izlediğimde daha sanatsal ama yavaş yapıtları izlemekte zorlanıyorum. (Sadece filmleri mi? Hiç de öyle değil. Bir seminer kaydını izlemek bile eziyete dönüşüyor.) Sanki ekran karşısında bana işkence ediyorlar. Koltuğumun altına çivi koyuyorlar. Ancak aralar vererek, hatta bazen günlere bölerek, bir belgeseli baştan sona izleyebiliyorum. Bu durum da bir alışkanlık değişimi meselesi aslında. Aksiyon filmlerinin beni alıştırdığı hareket düzeyi diğer filmlerde bulunmadığından fıtratım onu yadırgamaya başlıyor. Yeni bir alışkanlık kazanıyorum. Her yeni alışkanlık normal olan birşeyi kaybetmeme neden oluyor. Daha doğrusu fıtratım sandığım şey fıtrî olanı yadırgıyor.
Gençlerin gündelik yaşamla veya ebeveynlerinin yaşadığı hayat düzeyiyle ilişkilerine zarar verenin de bu olduğu kanaatine vardım. Medyada sürekli görülmekle ve edinilmekle değişen alışkanlıklar, hayatta aynısını bulamayınca, normalle çatışmayı netice veriyorlar. Uyum sağlayamıyorlar. Doğal olduğuna inanılan uyum aramaz çünkü. Kendisini norm olarak dayatır. Alışkanlıklar ile fıtratların savaşı bu.
İzlediği aşk dizilerindeki kızların bir kez bile bulaşık yıkamadığını, kilo almadığını, saçlarının/makyajlarının bozulmadığını gören genç hanımların veya farklı benzerlerinin gören genç erkeklerin bununla bir alışkanlık bağı kurması normal. Görmeye alıştığını hayatta araması da normal. Doğal olanın bu olduğunu düşünüyor çünkü. Bir noktadan sonra da kendi yaşadığı hayat kendisine bir anomali olarak görünmeye başlıyor. Hayatıyla savaşıyor. Kendi hayatının yabancısı oluveriyor. Fıtratın çürümesi de böyle birşey. Alışkanlığın fıtrat olarak görüldüğü yerde fıtrat ister istemez anomali veya delilik veya gerikafalılık rolünü üstleniyor. Mürşidimin ahirzaman fitnesi hakkında kullandığı 'herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden' ifadesi şimdi daha hikmetli benim için. Evet, biz alışkanlıklarımız açısından, babalarımızdan çok modernitenin çocuklarıyız.
Dinî açıdan bakınca da mesele az-çok böyle. Eskiden rüyalarda bile görülmeyen şüphelerin modern zamanda kucağımıza birbiri ardınca düşmesi tuhaf mı? Bence değil. Her fıtrat düzeyi kendi sorularının annesidir. Normallerin değişmesi anormalliğin yeniden tayinini de içerir.
Ve evet, 1400 yıldır İslamî gelenek, alışkanlık, anane, örf, sünnet vs. ile yaşayan bir milletin, bütün bunları anomali olarak tayin eden bir fıtrat düzeyine çeşitli alışkanlıklarla/alıştırmalarla erişmesi, daha önce sormadığı soruların da ortaya çıkmasına neden oldu. Hadislerin inkâr edilebileceği fikri buradan beslendi. Kur'an'daki 'anlamı bugünün insanına pek hoş gelmeyen' kelimelerin yeniden tefsire tâbir tutulup 'daha az rahatsız edici' yenilerinin yerine konması bu alışkanlığın sonucuydu. Hatta, mürşidimin eserlerinde üzerinde çoklukla durduğu, tekrarat-ı Kur'aniyenin lüzumsuzluğa hamledilmesi meselesi bile, işte benim başta altını çizdiğim, sıradışı olanın normalleşmesiyle ilgili birşeydi.
Öyle ya. Hayatının her anının farklılıklar, hız, hareket, kalabalık, yenilik, sıradışılık üzerine kurgulu olduğu modern dünyada tekrar, tanıdıklık, yavaşlık, aynılık, tevafuk veya en genel manada 'aynılığın hikmeti' anlamını yitirirdi. Bir kere okuduğuna bir daha dönüp bakmayan, bir giydiğini bir daha giymeyen, bir yediğini bir daha yemeyi zul gören bugünün insanının ölene kadar tekrar tekrar okunan ve içinde de tekrarlar bulunan bir Kitab'ı normal görmesi mümkün olabilir mi? İşte memleketime kısa ziyaretimden aldığım bir ders daha. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi alışkanlıklarını fıtratı sananlardan eylemesin. Âmin.
Fıtrat, Fâtır olan Allah'ın bizi üzerine yarattığı şeydir, özümüzdür. Zarar vermesek akacağımız yöndür. Yerine kullanılması çok doğru değil ama kolay anlaşılır kıldığından vazgeçmeyeceğim: Fabrika ayarlarımız gibidir fıtratımız bizim. Yanlış seçimler alışkanlık haline dönüştürülmediği sürece içimizden onun hakikatli sesini duyarız. Ancak alışkanlıklar fıtratın hakikatli sesini yaralar. Birşeyi sık yapmak, hep yapmak, hep öyle yapmak, bir noktadan sonra benliğimize şunu sordurur: "Bunu, ben öyle seçtiğim için mi böyle yapıyorum, yoksa bu benim fıtratımda mı var?" İşte vahyin kurtarıcılıklarından birisi de burada imdadımıza yetişir.
Gerek Kur'an'ın gerek sünnetin bize ilettiği 'vahyî bilgi' sayesinde varlık fabrikamızın sahibi Fâtır'ımızın bizimle gönderdiği 'kullanım kılavuzuna' ulaşırız. Alışkanlık haline getirmekle karıştırmaya başladığımız şeylerin aslı ne imiş öğreniriz. Günah olanın alışkanlık olabileceğini ama fıtrat olamayacağını anlarız. İçki içmek bir alışkanlık olabilir. Hatta sahibinde karşıkonulamaz sanılan bir müptelalığa dönüşebilir. Fakat içki içmek fıtrattan olamaz. Çünkü haramdır. Allah'ın haram kıldığı şey fıtrattan sayılamaz. Ayarları hakkında sonsözü fabrikanın sahibi söyler.
Bu noktada ikinci bir turnusol da yokluğunun yaşattığı yoksunluktur. Alışkanlık haline getirilmiş günahların yoksunluğu sahibinde sadece arzulama yönünde bir yokluk yaşatır. Veya zevk açısından bir yoksunluk hissettirir. Fakat fıtrî olanın terki hayatın sonlanmasına neden olabilecek bir zararı tetikler. İçki içmeyen insan ölmez. Ama su içmeyen insan ölebilir. Zaruretlerin haramları helal kılması da tam bu noktada hükmünü icra eder. Sıvı almasan öleceğin bir noktadaysan, ölmeyecek kadar, içinde alkol de bulunan bir sıvıyı tüketebilirsin. Ancak su içmekten zarar görecek bir noktadaysan (sözgelimi miden yaralıysa) az bile olsa su içemezsin.
"Şimdi bu fıtrat-alışkanlık meselesi nereden çıktı?" derseniz, arzedeyim: Geçenlerde memleketime kısa bir sıla-i rahim yaptım. Bu ziyaretim esnasında, eskiden benim de huyum olan, ancak uzun yıllar İstanbul'da yaşamakla değiştirdiğim bir ex-alışkanlığı farkettim. O da şudur: Yabancılığa dikkat etmiyorum. Aksine tanıdıklığı tuhaf buluyorum. Meseleyi biraz daha açayım: Uzun yıllardan sonra memleketinizi ziyaret ettiğinizde (eğer bu memleket Zara gibi küçük bir yerse) birçok dikkatli nazarın üzerinizde gezdiğini farkedersiniz. İnsanlar yüzünüze daha uzun süreler bakarlar. Sanki yüzünüzle birlikte zihinlerini de tararlar. Bütün bu bakışmalar ve taramalardan bir sonuç çıkmamışsa şöyle bir soruya muhatap olursunuz:
"Sen kimlerdensin canım?" En çok tanındığını düşündüğünüz akrabanızın adını vererek muhabbete başlarsınız. O tanınmazsa başkasına geçilir. En nihayet ortak şekilde aşina olunan bir tanesi bulunur. Muhatabınız sizi zihninde bir yere koymakla rahatlar. Karşılıklı dualaşarak ayrılırsınız. Kırsalda işler böyle döner.
Fakat şehirde tam tersi oluyor. Geçenlerde işyerime yakın olduğu için cumaları orada kılmak âdetim olan mescitte birisiyle karşılaştım. Siması tanıdık geldi. Düşündüm. Aynı kişiyi daha önce ikamet ettiğim yere yakın bir camide gördüğümü de anımsadım. O zaman da yüzünü tanıdığım birisine benzetmiştim. (Bu benzetiş sûretinin aklımda kalmasını sağlamıştı.) Sonra bir de sokakta dolaşırken karşılaştığım oldu aynı kişiyle. Bu ardarda karşılaşmalar, tanıdıklık, tevafuk, artık her ne derseniz, bir açıdan beni rahatsız etti. "Neden hep bu adama denk geliyorum?" diye kendimi sorguladım. Hani peşine düşülecek bir iş eylemiş olsam daha kötü çıkarımlar da yapardım. Ne bileyim: "Polis" derdim. "Kandavalım" derdim. "Takip ediliyorum" derdim. Ancak bunların hiçbirisi yoktu elbette. Adam sadece benim gibi Avcılar'da oturuyor ve Küçükçekmece'de çalışıyordu.
Sonra bu davranışım memleketteki halimle karşılaştırılınca 'değişik' geldi. Ben değişmiştim. Hem de sessizce. Normalde daha önce görmediğim yüzlere karşı "Bu yabancı da kim?" refleksine sahip olan ben, İstanbul'da yaşadıkça, "Bu tanıdık da kim?" diyecek noktaya savrulmuştum. Kırsalda yabancıyı yadırgarken metropolde tanıdıklığı yadırgıyordum. Sanıyorum, şehir hayatının çok renkliliği içinde yine, yukarıda zikrettiğim 'alışkanlığın ikinci bir fıtrat haline gelmesi' durumu ile karşı karşıyaydım. Gördüklerimin hep yabancılar olmasına o kadar alışmıştım ki artık tanıdık görsem tuhaf buluyordum.
Buna benzer birşey başka alanlarda da yaşanıyor bende. Çok sık aksiyon filmi izlediğimde daha sanatsal ama yavaş yapıtları izlemekte zorlanıyorum. (Sadece filmleri mi? Hiç de öyle değil. Bir seminer kaydını izlemek bile eziyete dönüşüyor.) Sanki ekran karşısında bana işkence ediyorlar. Koltuğumun altına çivi koyuyorlar. Ancak aralar vererek, hatta bazen günlere bölerek, bir belgeseli baştan sona izleyebiliyorum. Bu durum da bir alışkanlık değişimi meselesi aslında. Aksiyon filmlerinin beni alıştırdığı hareket düzeyi diğer filmlerde bulunmadığından fıtratım onu yadırgamaya başlıyor. Yeni bir alışkanlık kazanıyorum. Her yeni alışkanlık normal olan birşeyi kaybetmeme neden oluyor. Daha doğrusu fıtratım sandığım şey fıtrî olanı yadırgıyor.
Gençlerin gündelik yaşamla veya ebeveynlerinin yaşadığı hayat düzeyiyle ilişkilerine zarar verenin de bu olduğu kanaatine vardım. Medyada sürekli görülmekle ve edinilmekle değişen alışkanlıklar, hayatta aynısını bulamayınca, normalle çatışmayı netice veriyorlar. Uyum sağlayamıyorlar. Doğal olduğuna inanılan uyum aramaz çünkü. Kendisini norm olarak dayatır. Alışkanlıklar ile fıtratların savaşı bu.
İzlediği aşk dizilerindeki kızların bir kez bile bulaşık yıkamadığını, kilo almadığını, saçlarının/makyajlarının bozulmadığını gören genç hanımların veya farklı benzerlerinin gören genç erkeklerin bununla bir alışkanlık bağı kurması normal. Görmeye alıştığını hayatta araması da normal. Doğal olanın bu olduğunu düşünüyor çünkü. Bir noktadan sonra da kendi yaşadığı hayat kendisine bir anomali olarak görünmeye başlıyor. Hayatıyla savaşıyor. Kendi hayatının yabancısı oluveriyor. Fıtratın çürümesi de böyle birşey. Alışkanlığın fıtrat olarak görüldüğü yerde fıtrat ister istemez anomali veya delilik veya gerikafalılık rolünü üstleniyor. Mürşidimin ahirzaman fitnesi hakkında kullandığı 'herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden' ifadesi şimdi daha hikmetli benim için. Evet, biz alışkanlıklarımız açısından, babalarımızdan çok modernitenin çocuklarıyız.
Dinî açıdan bakınca da mesele az-çok böyle. Eskiden rüyalarda bile görülmeyen şüphelerin modern zamanda kucağımıza birbiri ardınca düşmesi tuhaf mı? Bence değil. Her fıtrat düzeyi kendi sorularının annesidir. Normallerin değişmesi anormalliğin yeniden tayinini de içerir.
Ve evet, 1400 yıldır İslamî gelenek, alışkanlık, anane, örf, sünnet vs. ile yaşayan bir milletin, bütün bunları anomali olarak tayin eden bir fıtrat düzeyine çeşitli alışkanlıklarla/alıştırmalarla erişmesi, daha önce sormadığı soruların da ortaya çıkmasına neden oldu. Hadislerin inkâr edilebileceği fikri buradan beslendi. Kur'an'daki 'anlamı bugünün insanına pek hoş gelmeyen' kelimelerin yeniden tefsire tâbir tutulup 'daha az rahatsız edici' yenilerinin yerine konması bu alışkanlığın sonucuydu. Hatta, mürşidimin eserlerinde üzerinde çoklukla durduğu, tekrarat-ı Kur'aniyenin lüzumsuzluğa hamledilmesi meselesi bile, işte benim başta altını çizdiğim, sıradışı olanın normalleşmesiyle ilgili birşeydi.
Öyle ya. Hayatının her anının farklılıklar, hız, hareket, kalabalık, yenilik, sıradışılık üzerine kurgulu olduğu modern dünyada tekrar, tanıdıklık, yavaşlık, aynılık, tevafuk veya en genel manada 'aynılığın hikmeti' anlamını yitirirdi. Bir kere okuduğuna bir daha dönüp bakmayan, bir giydiğini bir daha giymeyen, bir yediğini bir daha yemeyi zul gören bugünün insanının ölene kadar tekrar tekrar okunan ve içinde de tekrarlar bulunan bir Kitab'ı normal görmesi mümkün olabilir mi? İşte memleketime kısa ziyaretimden aldığım bir ders daha. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi alışkanlıklarını fıtratı sananlardan eylemesin. Âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...