Büyü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Büyü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Haziran 2019 Çarşamba

Bencillik büyücülüğün başlangıcıdır

Derslerinden daima çok kıymetli şeyler öğrendiğim Ebubekir Sifil Hoca'nın bir keresinde 'tevekkül' bahsi içinde yeralan 'büyü' temalı bir hadis-i şerifi 'tevekkülsüzlük ve büyü arasındaki ilişki' ile anlamlandırdığını dinlemiştim. (Hocanın internette Riyazü's-Salihîn ve Mişkatü'l-Mesabih'ten başka hadis dersini takip etmediğime göre bu ikisinden birisinde olmalı o bahis.) O zamanlar tastamam kavrayamadığım bu meseleye daha sonraları kendimce bir miktar daha kafa yordum. En nihayet şöyle bir neticeye vardım: İnsan âlemin uyumunu ıskalarsa, daha doğrusu 'takdir edilen herşeyin tevhid uyumunun bir parçası olduğunu' göremezse, kendi parçası merkezinde evreni yeniden dizayn etmeye çalışıyor.

Bencilin çevresine verdiği zarar da buradan doğuyor. Bencil insan olanları 'kaderde takdir edildiği şekliyle' kabullenemiyor. Kendi menfaatlerinin odakta olduğu, unutulmadığı, eksik bırakılmadığı, hatta özellikle gözetildiği bir düzende herşeyin yeniden şekillenmesini arzu ediyor. Hatta aksinin vukû bulmasını haksızlık addediyor. Bu da eşiti olan diğer parçalara karşı zalimleşmesine sebebiyet veriyor. (Günümüz teknolojisinin tabiata verdiği zarar da böyle değerlendirilebilir mi?)

Tevekkül, işte tam bu noktada, bir parça da 'kainatın tevhidî uyumuna karşı duyulan güveni' ifade ediyor. Yani mütevekkil insan herşeyin muradına göre gerçekleşmesi gerekmediğini kabulleniyor. Varlığın merkezinden isteklerini çekip Allah'ın takdirini oraya koyuyor. Diğer bir ifadeyle: Zaten orada olanı oraya koyuyor. Evrende değil kendi içinde yapıyor düzenlemeyi. Değişmesi gerekeni kendisi olarak görüyor. Bu nedenle arzusu hilafına gerçekleşirse bazı şeyler onlarla savaşmıyor. "Allah'ın takdiri buymuş!" deyip kaderiyle barışıyor. Uyumun parçası oluyor. Uyumla yaşamayı seçiyor. Uymayı seçiyor. Varlığa içinde tevekkül tevekkül yeşerttiği bir hudabinlikle bakıyor. Çabalıyor ama çabalarının sonuçsuzluğuyla da bahtına küsmüyor.

Büyüde ise tam tersi bir durum var: Büyü yapan bencilliğinden kurtulmuş değil. Arzusunun evrenle uyumunu arıyor değil. Tevhidî bütünlüğün parçası olmayı kabullenebiliyor değil. Ya? Menfaati ekseninde herşeyin şekillenmesi arzusunda. "(…) gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm ediyor." Nasıl? Sevdiği adama/kıza meşru yollardan kavuşamıyor mesela. Doğru olan takdir-i Huda'yı kabullenip kadere tevekkül etmekken o başaramıyor. Teslim olmak yerine teslim almayı deniyor. Kendisi günaha girdiği gibi sevdiğine de zarar veriyor. Büyülediği ne kendisine ne de başkasına gönül huzuruyla yâr olabiliyor.

Nazara karşı "Maşaallah!" dememizde de böyle bir mananın izleri var sanki. Maşaallah ne demek arkadaşım? Ben şöyle biliyorum: "Allah dilemiş!" veya "Allah ne güzel dilemiş!" demek. Yani orada kendine birşey hatırlatıyorsun. Onun öyle olmasının Allah'ın takdiri olduğunu anımsatıyorsun. "Dur!" diyorsun tabir-i caizse kendine. "Dur bakalım! Çok beğendin. Hatta kıskandın. Başkasında olmasına içinden hüzünlendin. Hased ettin. Tamam. Ancak hatırla! Bu güzelliğin şurada olmasını takdir edeni hatırla. Onun öyle olmasını Allah diledi. Allah'ın dilediği elbet de en uygun olandır. Onun hikmetinden, rahmetinden, ilminden ve takdirinden razı ol. Rızasını ara. Düşün. Düşün ki, o neyi dilemişse, nasıl dilemişse, en uygunu odur." Evet. Kendi nazarımıza karşı dahi böyle bir tedbir alıyoruz. Tevekkül çağrılıyoruz.

Asıl söylemek istediklerime geleyim hızlıca. Bugün Kur'an okurken iki ayet arasındaki ilgi dikkatimi çekti. Yunus sûresi 2. ve 3. ayetler. Kısa bir mealiyle bize şöyle buyururlar kendileri: (2): "İnsanları (eğri yolun sonundan) korkut, inananlara Rableri nezdindeki yüksek makamları müjdele, diye içlerinden bir adama vahyimizi göndermemiz onlara tuhaf mı geldi? Kâfirler: 'Hiç şüphesiz bu besbelli bir sihirbaz!' dediler." (3): "Rabbiniz o Allah’dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti (hükmü altına aldı), işi tedbir eyliyor. İzni olmaksızın hiçkimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Ona ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?"

İşte burada da Ebubekir Sifil Hoca'nın öğrettiği 'tevekkülsüzlük-büyü' ilişkisinin izlerini gördüm ben kendimce. "Allahu'l-a'lem" kaydıyla diyelim. İzahına girişelim. Öncelikle şuradan başlayalım: 3. ayette kâfirlerin 2. ayetteki tuhaf buluşlarına Cenab-ı Hakkın eserlerinden isimlerine-sıfatlarına-şuunatına çıkan bir bakışla cevap var. Deniliyor ki âdeta 3. ayette: Gökleri ve yeri altı günde yaratan, arşı hükmü altına alan, bunca varlığın tedbirle işini gören, izni olmaksızın şefaat edilemeyen böyle bir Rab, böyle bir Allah, böyle bir Subhan, mümkün müdür ki sizin işlerinizi başıboş bıraksın. Nübüvvet eliyle onlara karşı da tedbirler söylemesin. Vahyiyle bizzat ikazlarda bulunmasın. Kainata böylesine anlarına/zerrelerine sirayet eder bir ilgi göstersin de sizin gibi pek kıymetli sanat eserlerini ilgisiz bıraksın. Bunu tuhaf bulmanız normal mi? Aslında sizin bunu tuhaf bulmanızı tuhaf bulmak lazım. Demek ki siz Rabbiniz olan Allah'ı hakkıyla tanıyamamışsınız. Marifetinizdeki eksikten dolayı böylesi herzeler yumurtluyorsunuz. Utanmadan 'büyü' diyorsunuz.

'Büyü' ne demek? Yani siz bu olanı, size içinizden peygamber gönderilmesini ve onun da size vahyi iletmesini, kainat algınızla uyumsuz gördünüz. Evrenin sizce devam edegelen düzenine bir arsız müdahale tevehhüm ettiniz. Arıza sandınız. Halbuki bu dediğiniz yalandır. Kainatın her neresine bakılsa nübüvveti ve vahyi gerekli kılacak, şahidi olacak, isbat edecek bir tedbir, bir düzen, bir ilgi görünür. Yani esasında bakış açınızdır tuhaf bulunması gereken. Çünkü âlemin her parçasını büyük bir uyumla idare eden, tedbirini gören, hükmü altına alan elbette insanı görmezden gelmez. Cenab-ı Hak böyle bir eksiklikten sonsuz derece yücedir.

Evet. Arkadaşım. Bu yazı da böylece hitama erdi. Umarım hisseni aldın. Alamadınsa bir de mürşidimin şu sözlerine kulak ver. Vaktiyle bana iyi gelmişlerdir. Sana da tesir ederler: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini ancak matiyyeleri taşıyabilir."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...