Buket Uzuner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Buket Uzuner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Haziran 2015 Cuma

Aşk da aslında 'kötü çocuk' değildir

Bana sorsanız, aşkı da aczin tezahür şekillerinden birisi gibi görüyorum. Yani varolabilmek için 'başkasına' muhtaç olduğunu, 'varlığını varlığına borçlu olduğunu' anlamanın yollarından birisidir aşk. (Acze çağrı, bu noktadan bakınca cadde-i kübraya çağrıdır, aşkın ötesine değil.) Fakat öyle ince/manevî bir ipe bağlıdır ki, ism-i Kayyum'dan bakınca görünmesi zordur. İsm-i Vedud gibi bir ikinci dikkat, bir ikinci odaklanma gerektirir. Bazı isimlerin bazı isimlerin altmaddesi olduğuna dair bir tefekkürüm var. Mesela İmam Ali'den (Allah ondan razı olsun) rivayet edilip gelen altı ism-i âzâmı 'Allah' lafza-i celali altında altı anabaşlık gibi düşünürsek; diğer isimlerin de bu isimlerin altında daha alt okuyuşların ifadesi olduğunu zannediyorum. Hatta bunlar içinde Vahidî ve Ehadî okuyuşlar da birbirinden ayrılıyor. (Rahman Vahidî, Rahim Ehadî bir okuyuş mesela.)

Ancak burada altbaşlıklar değişimden bir ismin yalnız bir başlığın altbaşlığı olduğunu düşündüğüm çıkarılmasın. Bence bu örgü daha girift. Birçok perspektif var ve her perspektif sıralamanın düzenini değiştiriyor. Gökyüzündeki yıldızlar gibi. Merkeze aldığınız yıldıza göre yeni bir düzen ile şekilleniyor esma. Celalî ve Cemalî diye ayırabilirsiniz. Vahidî ve Ehadî diye bakabilirsiniz. Daha farklı kategoriler de oluşturabilirsiniz. Mesela az evvel ism-i Kayyum'un altbaşlığı dediğim ism-i Vedud'un diğer isimlere bakan bir yüzü de var. Fakat onu görmek için onun bakışaçısını kuşanmak gerek. Yazımın ana konusu bu olmadığından, uzaklaşmamak adına girmeyeceğim bu mevzuya. Zaten hakkında yazabilmek için benim de daha düşünmem gerek. Yazacak kadar birikmeli birşeyler. Aşka geri dönelim.

Aşk, özünde bir başkasına muhtaç olmak, onun hüsnüne veya hatrına veya hatırasına müştak olmak, bir açıdan insanın kendi dışında başka birşeyi kendi saadetinin devamı için yanıbaşında istemesi, hatta bir adım da ötesi, onun da kendisini varlığı için bir gerek-şart olarak görmesini beklemesi, karşılık istemesi vs... Bütün bu kıvranışlar, yediğimiz ekmek gibi, solduğumuz hava gibi, içtiğimiz su gibi somut bir şekilde görülemese de içimizdeki bir açlığa tekabül ediyor. Allah bizi 'yalnızken mutlu olamama' açlığına/aczine müptela etmiş. Kibrimizin yediği en sağlam yumruk bu. Bediüzzaman'ın ifadesiyle; cennet saadetlerinden bir saadet olan 'kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunması' bizi bir mübadele hakikatiyle yüzleştiriyor. Daha altbaşlıkları var bu işin: İnsan paylaşmaya açtır. İnsan yaslanmaya açtır. İnsan yardım etmeye ve yardım almaya muhtaçtır. Elmanın güneşe olan açlığı, senin başını yaslayacak bir omuz aramandan ileri de, geri de değildir. O onsuz mutlu olamaz, sen bunsuz.

"Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar."

Hem aşkın bir diğer hoş yanetkisi de size diğer açlıklarınızı daha fazla hissettirmesidir. Eğer gafil değilseniz. Mesela; duygusal bir şarkıya, güzel bir şiire, hüzünlü bir filme, bir aşk öyküsüne âşıkken karşı koyabilme gücünüz, değilken sahip olduğunuzdan daha azdır. Şarkılar bile dokunabilir ve dövebilir sizi pazularınıza bakmadan. Dökülen yapraklar, sallanan ağaçlar bile tesir eder. Daha 'dokunaklı' olursunuz ister istemez.

Dokunulmak duygulanmaktır. Kalbinizin, duygularınızın daha yüksek performansla çalıştığınızı hissedersiniz. Daha iyi olmak, daha iyi şeyler yapmak, bir şekilde içinizdeki neşeyi paylaşmak arzusu sarar sizi. Aslında bunun, uyandığınız açlığın tetikleyiciliği ile bir ilgisi var. Ramazan orucu nasıl ki insana kendi fıtratını, aslında olduğu şeyi, yani fabrika ayarlarını hatırlatır ve der: "Sen aslında busun." Ve (eğer gafil değilse) aslında bu olmaktan gelen bir farkındalıkla insan yumuşar, insanlaşır, asl-ı insana yaklaşır. Bence aşk da bizi bir ölçüde asl-ı insana yaklaştırdığı için tatlı. Fakat yine Bediüzzaman'ın pek nadir kullandığı parantez içi ifadelerden birisinde dediği gibi: "Şehvanî sevmekler bahsimizden hariçtir."

"Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekât muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir...' demişler..." diyor yine mürşidim. Buket Uzuner'in bir kitabında (Mavi Tuna Kumral Ada olabilir) anne ve çocuk arasındaki bağı bile aşkla (cinsellikten ne kadar ayırabildiği tartışılır) açıkladığını okumuştum bundan yıllar yıllar önce. Aşkı on-onbeş farklı kategoriye ayırıyor ve her ilgiyi/etkileşimi bir çeşit aşk olarak tanımlıyordu. Şefkate bile bir çeşit aşk (ama seküler bir aşk) olarak bakıyordu.

İlerleyelim. Bir adım ötesi, Freud'un maddeden ibaret dünyasına vardığınızda, anne ve bebek arasındaki ilişki dahi bir çeşit şehvettir/cinsellik dürtüsüdür. Ve insan sorunlarının tamamının ucu mutlaka dönüp dolaşıp cinselliğe dayanır. Bebek bile annesinin göğsünü cinsel bir çekimden dolayı emer... Herkes kendi yaşamaçısından bakıyor dünyaya. Herkesin yorumu inandığı dünya kadar. Onun malzemelerinden inşa edilebiliyor. Ben mürşidimin penceresinden bakıyorum. O bana diyor ki: "Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider." Hep farklılığına çalışıyoruz, belki biraz da benzerliklerine çalışmalıyız. 'Aşk gibi' veya 'mahbubiyete kadar gider.'

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...