Bazen okuduğunuz bambaşka bir kitapla birlikte Kur’an’ın bir inceliği, bir nüktesi zihninize açılıyor. Sanki Kur’an, o bilgiyle birlikte yeni baştan kalbinize nüzul ediyor. Tıpkı Hz. Peygamber’in (a.s.m.) vefatı hengamında Hz. Ömer (r.a.) gibi oluyorsunuz. Ne zaman ki, Hz. Ebubekir misali birisi aklınıza dokunuyor, o zaman böyle diyorsunuz: “Sanki bu ayeti daha önce hiç işitmemiştim.”
Evet, bazı müfessirler, sahabilerin nüzul sebeplerini farklı rivayet etmelerini de buna bağlarlar. Yani kim, hangi ayeti, hangi olayla anlamışsa onu nüzul sebebi saymıştır derler. Bununla birlikte nüzul asla bitmez. Ayetler kesintisiz bir sekine edasıyla nüzul etmeye devam ederler kıyamete kadar. Her asra, her topluma, her insana bakan ve onun için saklı kalan yönleri vardır. Bir yönüyle bizim imtihanımız da budur. Arza nazil olanı kalbimize nüzul ettirmek. İçselleştirmek...
“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder” cümlesini de böyle anlıyorum ben. Belki de yaptığımız kainat okumaları ulûm-u diniyenin ziyasını daha fazla parlatmamızı sağlıyor. Kainat aynasındaki yansımalarını/nurlarını görmemizi sağlıyor.
Bu nedenle kendi adıma Risale-i Nur okumalarıma devam etmekle birlikte, haricinde okumalar yapmayı da çok kıymetli buluyorum. Mesela Münazarat’ı, yine o dönemi anlatan bir yakıntarih eseriyle beraber okumak bana daha hikmetli görünüyor. Böyle okuma yapınca hakikati daha tam tecelli eder buluyorum. Tabii bunlar bana ait düşüncelerdir, herkes böyle bilmeye mecbur değil.
Bugünlerde de okuduğum bir psikoloji kitabı sayesinde Kur’an’ın bir ayeti zihnimde çok farklı bir açılım yaptı. Prof. Dr. Bengi Semerci’ye ait olan Duyguların Şifresi isimli bu kitap aslında dinî öğreti anlamında pek birşey içermiyordu. Ama dedim ya; arza nazil olanı kalbe nüzul ettirmek anlamında benim ruhuma temas eden bir yeri oldu. Hem de nicedir düşündüğüm gıybete dair birşey hakkında...
Ben mesela kendi kendime çok defalar sorardım: “Neden Cenab-ı Hak gıybeti kendi kardeşinin etini yemeğe benzetiyor?” Yani neden başka bir benzetme değil de o? Önceleri bu soruma cevap olarak “yamyamlığın iğrençliğini” gerekçe sayardım. Yani Kur’an, gıybeti çok iğrenç bir işe benzeterek bizi ondan soğutmaya çalışıyordu. Bu bir süre beni idare etti. Fakat daha sonraları yetmemeye başladı. Başka hikmetler aradım. Ve bu kitap sayesinde belki bir tanesini buldum.
Bengi Semerci, kitabının “Dedikodu mu, Söylenti mi?” isimli bölümünde bu konuya değinirken gıybeti çok farklı bir yönüyle tahlil ediyor. Dedikodu yapan kişinin aslında onunla beslendiğini, kendisinde eksik olduğunu düşündüğü yönlerini gıybetle tedavi etmeye çalıştığını anlatıyor. Hatta bir yerde diyor ki; “Onlar hakkında çıkan olumsuzlukları konuşarak, dedikodusunu yaparak kendi yerimizi içimizde değerli kılabiliriz.” Yani gıybeti, aslında insanın kendi içindeki eksiklikleri başkalarını çekiştirerek unutma, bastırma tekniği olarak ifade ediyor. “Ne de olsa onlar da benim gibi...” diyerek teselli buluyor bir nevi... Kendisi yükseklere çıkmaktansa onları aşağıya indiriyor.
Bengi Semerci’nin bu tahlillerini okuduktan sonra ayet-i kerimenin “kardeşinin etini yeme” teşbihi bana daha da manidar göründü. Belki Cenab-ı Hak da, bu teşbihle meselenin psikolojik arkaplanına bakmamızı tavsiye ediyordu. Belki biz de gıybet ettiğimiz şahısların daha çok benzeri bizde var olan kusurlarını dilimize doluyor, onları bu şekilde konuşarak kendi içimizdeki vicdan azabını bastırıyorduk. Bu yönüyle bizim yaptığımız da içimizdeki kompleksleri, açlıkları başkalarının/kardeşlerimizin etini yiyerek bastırmak gibi birşey oluyordu. Biz onlarla resmen besleniyorduk. Ayetin “yamyam” benzetmesi bu yönüyle cidden çok anlamlıydı. Ve ilginçtir, gerçek yamyamlar da etlerini yedikleri insanların güçlerini aldıklarına inanıyorlardı.
Yine bölüm boyunca Bengi Semerci dedikoduyu bir şiddet aracı olarak tarif ediyor ve “Dedikodu ve söylenti gençlik döneminden başlayarak bazı insanların şiddet uygulama biçimidir. Düşmanlığını, kıskançlığını, korkusunu dedikoduya döker. Şiddet, sözleridir artık” diyerek onu metin içinde defalarca bir silaha benzetiyordu. Bunu da manidar buldum, zira Bediüzzaman’ın da gıybeti Kur’an penceresinden ele alıp işlediği bölümde (Yirmi İkinci Mektub’un Hatime bölümü) bir Arap şairinin şu mealdeki şiirini alıntılıyordu:
“Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silahıdır.”
Sanıyorum ziya ve nurun buluşması böyle birşey oluyor. İnsan okudukça, öğrendikçe bilgilerinin farklı açılarını, açılımlarını görüyor. Bu yönüyle ulûm-u diniye olan Risale-i Nur’umuz da ziya misal cümlelerine fünûnumuzu arttırıp nuru katık etmemizi bekliyor bizden. Ki hakikat böyle birşeydir. Hakikat karşı konulmazdır. İnsan ziyayı bilirse, yaptığı okumalarda onun yansımalarını, yani nurlarını çok görür, okur, işitir. Kur’an’ın karşı konulmaz elmas kılıcı işte bu yönündedir. Bilgiyi hakikate dönüştürür.
Dedikodu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dedikodu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
18 Nisan 2012 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...