Duygulanmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Duygulanmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2015 Perşembe

Yağmurun olsun o senin, güneşin olmasın

Çok fazla şey mi istiyoruz birbirimizden? Fazla değil bence. Fakat önceliklerimiz karışmış. Beşiktaş'ın kazanması yanında oğlumuzun/yeğenimizin maç kazanmasının bir ehemmiyeti yok. Her ne ki sıradanlaşıyor, artık öncelik sırasından çıkarılıp 'garanti/önemsenmez' listesine alınıyor. İnsan garanti gördüğü şeyi önemsemez. Birşeyin 'hep öyle olduğunu' ve 'ister istemez öyle olacağını' düşünüyorsa dua etmeyi bırakır onun için. İman bir yönüyle 'ister istemez öyle olmayacağının' farkında olmaya yaslanır. Bunda yaşanacak şuur açıklığının arttırılması eylemidir iman. Talimidir namaz, oruç ve diğer ibadetler. İradî farkındalıklarla (farkına varmaya zorlamalarla) uyanıklığın refleks haline getirilmesidir. Fakat bu şuurdan uzaklaşıp deterministleştikçe, yani herşeyi sebep ve sonuç ekseninde ele aldıkça, iman kendini gizler ve dua dilimizi terk eder. "Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner."

"Hem meselâ, sair umur-u lâzımeye muhalif olarak, yağmurun evkat-ı nüzulü o kadar mütehavvildir ki, mugayyebat-ı hamsede dahil olmuştur. Çünkü vücutta en mühim mevki hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için, elbette o âb-ı hayat, o mâ-i rahmet, gaflet veren ve hicap olan yeknesak kaidesine girmeyecek. Belki, doğrudan doğruya Cenâb-ı Mün'im, Muhyî ve Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, perdesiz, elinde tutacak, ta her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak."

Bu, insan adına kendi doğasından/fıtratından bir uzaklaşmadır. Bakara sûresindeki ifadesiyle katılaşmadır. Kalplerin katılaşmasıdır. Katıyı, sıvıdan 'aldırmazlığı' ile de ayırabilirsin. Sıvı, içine atılan taşa veya konulduğu kaba bir tepki verir. Bir şekil alır, yüzünüze neşeli bir damla sıçratır veya dalgalanır, sürekli genişleyen bir tebessüm eder; "Bana dokunduğunu hissettim!" der. Ama katı... Katı, ona kıyasla çevresine kibirle bakar. Daha az etkilenmek, daha güçlü olmaktır sanır. Halbuki insanın hilkatindeki bir sırdan bahsedeceksek, bu sır 'hissetmezlik'te veya 'değişmezlik'te değil, alınganlıktadır.

"(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir."

Sevilmeyen ve sevmeyen insanların tabiatlarının sertleştiğini düşünüyorum. Çünkü sevmek de sevilmek de daha kolay etkilenir olmayı/yumuşamayı içinde barındırıyor. Birisinin kalbine girmesine, ona ihtiyaç duyarak, izin veriyorsun ve o artık içerideki domino taşlarını istediği gibi devirebiliyor. "Platonik zordur, herşeyi üzerine alınırsın..." derler ya, bunda bir hakikat var. Aslında her aşkta bu sır var. Katılığın terkidir âşık olmak. Belki bu yüzden, etkilenmemeyi güçlülük sayanlar için korkulacak birşeydir. Ve bu yüzden bir erkek, kadın kalbindeki gücü anlayamaz. Kadın onun için hep kendisine kıyasla aciz bir canlıdır. Çok fazla alınır. Çok fazla endişelenir. Çok fazla umursar. Çok fazla düşünür. Çok fazla dahil olur. Fakrın penceresinden bakarsan; ağaç taştan, insan ağaçtan daha zayıftır. Çünkü ihtiyaçları daha çoktur. Ama aynı zamanda daha da kıymetlidir.

Duygularımız, hatta onun öncesinde ihtiyaçlarımız bizim dünyaya dahil oluş biçimlerimiz. İhtiyaçlarımız kadar bilme şeklimiz var. Duygularımız kadar etkilenişimiz. Allah 'muhtaç ederek' bize öğretiyor. İhtiyacı olmayanı terbiye edemezsin. Güneşin doğuşu kadar bize 'garanti' gelseydi yağmur, onun için dua eder miydik? Dışımızdaki dünyayı renkleriyle ayırabiliyoruz. Yedi renk ve onların belli oranlarda karışmalarından oluşmuş ara renkler. Duygular da yine bu tarz bir işlev görüyor bizde. Kızıyoruz, seviyoruz, nefret ediyoruz, hoşlanıyoruz, neşeleniyoruz... Hepsi birer renk. Ve her bir varlık, bu misalî âlemde bir renge bürünüyor. Bu renk ve duygu benzerliğinden dolayı belki de kederi-siyaha, hüznü-sarıya, masumiyeti-beyaza benzetiyoruz.

Erkeklerde 'duygularını belli etmeme' bir ölçüye kadar mazur görülür. Daha çok içinde yaşamayı sever hâdiseleri. Dışına taşırmak istemez. Taştığında zayıfladığı zannına kapılır. Daha evvel hiçbir evladının başını okşamadığını söyleyen bir sahabiye Efendimizin yaptığı uyarıda da bu vardır sanki: "Allah senin kalbine merhamet koymamışsa, ben ne yapabilirim?" Bir çocuk başını okşamakla olsun duygularını belli etmenin zaaf olduğunu düşünen erkek, namazda veya duada Allah'a kendini nasıl açık edecektir? Nasıl Rabbine içini dökecektir, talimsiz. Yine belki bu yüzden annemin dili benim dilimden daha dualı. Ben ondan daha çok Allah'a dair okuma yapmışken (ki onun okumayazması da yoktur) o benden daha çok Allah'a düşkün. O paylaşabiliyor. Ben hâlâ korkuyorum.

Eşler arasındaki gerilimlerin en büyük nedenlerinden birisidir: Kadın, gün boyunca yaşadıklarını veya düşündüklerini anlatır da anlatır. Bir sonuca varabilmek için değil, sırf paylaşmış olmak için. Bu erkek için tamamen yabancı bir düşünme biçimi. Birşey sırf paylaşmış olmak için nasıl anlatılır? Bir sonuca götürmeyecekse, bir yere varılmayacaksa, daha doğrusu zâhiren görülen/elde edilen bir kârı yoksa, bir eylemin erkek için anlamı nedir? Yoktur. Veya çok azdır. Paylaşmak araçtır erkek için. Kadın için amacın ta kendisi. Bu yüzden erkek sıradanlaştırdığı kadının dertlerini/anlattıklarını nisbeten daha az önemser. (Nitekim evlendikten sonra erkeğin değiştiğini söyleyenler, genelde bunun şokunu yaşayanlardır.) Önemsememek hem karizmatik hem kırıcıdır. Dost gizliden alınır, düşman gizliden takdir eder. Kimi dinlediğinle ortaya çıkıyor biraz da kimde dinlendiğin. En iyisi yağmurun olsun o senin, güneşin olmasın.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...