Etkilemek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Etkilemek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2014 Perşembe

Allah, etkilenir mi?

Fatiha’da atlanan bir eşik var. Çok kritik bir yer. Bir üslûp değişikliği değil yalnız, bir yöntem değişikliği. Bediüzzaman’ın ‘gaibane’ ve ‘hazırane’ muhatabiyetler/tefekkürler şeklinde isimlendirdiği ve kanaatimce, esmadan artık sıfatlara ve şuunata geçilen bir uyanış bu. Evet, tam anlamıyla bir uyanış! Hz. Yunus’un, balığın karnındaki uyanışı. Yani nur-u tevhid içinde sırrı ehadiyetin inkişaf etmesi. Kesretin sıkletinden kurtulup Allah’la ‘Sen ve ben’ olma.

Bir saniye... Çok fazla Osmanlıca kelime var bu ilk paragrafta. Ağır başladık. Delil, iddiadan anlaşılmaz olmamalı. Daha açık konuşalım: Esma ne? Sıfat ne? Şuunat ne? Oraya gelelim mesela. Bunlar, benim anladığım şekliyle; “Allahı tanımanın aşamaları...” Eşyadan Zat’a giden (Zat’ının mahiyetini ise asla bilemeyiz) bilme yolculuğundaki menziller. Marifetullah dediğimiz şeyin derinlik ölçüsü bir nevi. Allahı esması kadar tanıma, Allahı sıfatlarına kadar tanıma, Allahı şuunatına kadar tanıma... Hepsi aşama aşama. Hakikatlerini tariften acizim, ama fikrine yaklaşsın diye arkadaşım, bir deneyeceğim.

Esmayı, yani isimlerini bilmek, Allahı bilmenin daha çok eşya üzerinden analizlerine dayanıyor. Her fiilin bir faili/yapanı olması gerektiğini anladığında, o failin yaptığı fiilerden ötürü bir isim alması gerektiğini de farkediyorsun. Çünkü bir işaret bırakmaya muhtaçsın. O işareti isim şeklinde bırakarak failin o olduğunu herkese ilan edeceksin.

Bir masayı gördün mesela. Oradan marangozluğu (fiil düzeyinde), oradan da marangozu bulacaksın ki; fail bulunmuş olsun. Faillere isim bulmak rahatlatıcıdır. Neyin neden olduğunu anlayamadığında huzursuz olur insan. Yapanı tesbit edip ona bir nam taktığında rahatlar. Allah, fıtratını sanki bunun üzerine yaratmıştır. Şımarayım mı biraz? Ben de insana böyle bir isim takmak isterdim: İnsan, yani isim takan. Buradan, elbette Hz. Âdem efendimin talim-i esma meselesini de birazcık anlıyorsun.

Eh, peki faili buldun. Failin işçiliğini gördün, okudun, beğendin, takdir ettin. O faili etkilemek istemez misin? Doğru söyle. Saklama tasannu ile kendini. Hem failin teveccühünü kazanmak, ilgisini çekmek dilemez misin?

Dikkat et. İşte başta bahsettiğim eşiğe yaklaşıyoruz ki, aynı eşik gaibane’den hazırane’ye de geçiştir. Ve kanaatimce; malikiyevmiddin’e kadar bir ‘O’ şeklinde bahsettiğin Allah’tan, “İyyakenabüdü ve iyyakenestain...” ile yani; “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz!” ile ‘ben-Sen’ şeklinde muhatap oluşa geçiş de budur. Birden atlanan eşik, değişen uslûp; artık isim düzeyinde tanınmış, beğenilmiş olan Allah’ın, sıfat ve şuunat düzeyinde de farkedilişi ve ‘etkilenmeye’ çalışılmasıdır.

Kelimeler kifayet etmiyor meramımı anlatmaya. Garip tabirlerimi hoşgör, anlatmak istediğimi hüsnüzan ile al. Büyük birşeyden bahsediyoruz. Benim küçüklüğüm görüşüne engel olmasın.

Sıfat, isimden bir adım sonrası. Yani marangozun elinden çıkanın aslında şahsındaki bir meziyete bağlı olduğunu farketme: “Bu marangoz neden bu kadar güzel işler çıkarıyor? Yaptıkları neden bu kadar ahenkli ve faydalı oluyor?”

Çünkü onun şahsında bir kemal var. Ölçü alma kabiliyeti var mesela. Uyumu farkedebilme yeteneği. Faydayı takdir edebilme öngörüsü, arzusu, lezzeti, muhabbeti vs... İşte; şahsındaki bu güzellikleri farkettiğin anda, onunla muhatap olarak ilgisini çekmek, hem bu güzel yeteneklerinden daha fazla istifade etmek istiyorsun. İnsansın çünkü. İnsanda iyiye ve güzele merak fıtrîdir. Hem onlardan daha fazla faydanlanmayı da mutlaka ister.

Allahı bilmek de buna benzer. Varlık âleminde o kadar güzel işlerini gördüğün Allahın, zatındaki kemali bir düşünsene! İnsan, elbette böyle bir Allahı daha fazla merak ediyor, onun sıfatlarına ve şuunatına doğru daha fazla akıl/kalp elleriyle uzanmak istiyor. Bilmek istiyor. Peki, bunun yolu ne? İşte bu: Sıfatlarını farkettin. “Tüm fiileri kemalde yapıyor ve kemali seviyor.” Sen de işlerini mükemmelleştirmeye çalışarak onun ilgisini çekmeye çalışırsın. “Dahası?”

Dahası; onu överek, kemaline iltifat ederek ilgisini kazanmaya gayret edersin. “Dahası?” Hatalı olduğun, kemali yakalayamadığın işlerde kusurlarını itiraf eder, düzeltebilmek için yardım dilersin. İşte bunlar bizi “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz” eşiğine götürür bırakır arkadaşım. O dakikaya kadar gaibane olan muhatabiyetimiz, hazırane seviyesine ulaşır.

Anlarız ki; kalbimizin sahibi, aynı zamanda, bizdeki kusurlarından münezzeh ve mukaddes, duyguların ancak onu anlamada bir küçük rasat aleti olabileceği ve asla onlarla kesin bir şekilde anlaşılmasına yetişilmeyecek ‘şuunata’ sahiptir.

Bediüzzaman’ın tarif ederken; şefkat-i mukaddese, muhabbet-i münezzehe, şevk-i mukaddes, lezzet-i mukaddese, memnuniyet-i mukaddese, iftihar-ı mukaddes gibi ifadeler kullandığı ve tarif etmekte zorlandığını bizzat kendisinin beyan ettiği bu şuunat, Allahın da (insan gibi değil ama) ‘etkilenebilir’ olduğunu, fakat bu etkilemenin de (hâşâ) acz değil, Samediyet (Onun hiçbirşeye muhtaç olmayışı, ama herşeyin Ona muhtaç oluşu) ekseninde ele alınması gerektiğini ortaya koyuyor.

Yani Rahman ve Rahîm olan Allah, ibadetinle etkilenebilir, sana teveccühü değişebilir, yardım dilediğinde yardım eder; ama bunları gücünle Ona tesir ettiğinden ötürü değil; Rahman ve Rahîm kapılarına yaklaştığın ve o da Rahman ve Rahîm olmayı sıfatı ve şuunatı derecesinde sevdiği (muhabbet-i münezzehe) için mümkündür.

Ah, arkadaşım. Mesele çok büyük. Fikrim çok yetersiz. Kelimeler zaten yetmiyor. Böyle meseleleri sana anlatırken otuzlarında bir çocuk gibiyim. Allah, sürç-ü lisanlarımı affetsin. Sen de hüsnüzan ile bak. Niyetim iyi idi, inşaallah neticesi de iyi olmuştur. Keşke elinden gelse de 24. Mektub’un İkinci Remiz’ini okuyabilsen. Benim şimdi döktüklerimi, orada güzelce toparlanmış bulacaksın.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...