Evrim Ağacı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Evrim Ağacı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Nisan 2022 Salı

'Evrim ağacı' değildir o 'şecere-i hilkat'tir

'Evrim ağacı' diyorlar ya heyheyleniyorum. Düpedüz hırsızlıktır. O teşbih mü'minlerin hakkıdır. Çünkü ağaçlığın gerektirdiği Vahidî bütünlüğe onlar iman ederler. Ne demek istiyorum? Açmaya çalışayım arkadaşım: Bir kere 'ağaç' dediğimiz zaman 'baştan-sona belirlenmiş bir süreç'ten bahsediyoruz. Yani ağaçlık kaderlidir. Ne olacağı çekirdeğinde yazılıdır. Elma diktiğinizde armut almazsınız. Çam ektiğinizde iğde toplamazsınız. Erik seneye kiraz vermez. Üstelik, daha çekirdeğini toprağa verdiğiniz anda, hayalinizde az-çok nasıl birşey göreceğiniz şekillenir. Resmi tasavvur edilir. Ağacın niceliğini tanırsınız zira. 

Bu varlık tekerrür eden bir varlıktır. Daha önce görülmüştür. Kokusu çekilmiştir. Meyvesi yenilmiştir. Ağaçlık 'her defasında yabancılaşan' değildir. Baştaki sondakine sürpriz yapmaz. Torun dedesine redd-i miras etmez. Parçaları-anları uyumsuz olmaz. Sûretinde Ehadî orijinallikler vardır gerçi. Ama keyfiyete tesir etmez. Ne mekandaki yayılımı ne de zamandaki devamlılığı birbirini yadırgayıcı vücudlardan oluşmaz. Hülasa: Şimdiye kadar bir ağacın nesilden nesile (veya bir nesil içinde) 'kendiliğine yabanîleştiği' görülmemiştir. İşte şu yüzden bidayette öyle söyledim arkadaşım: "Ağaçlık kaderlidir."

Varlık kadersiz açıklanamaz. Çünkü varolan herşey 'nasıllığını' taşıyacak bilgiye muhtaçtır. Çay yapmasını bilmeyen çay yapamaz. Yalnız buna mı ihtiyaç var peki? Hayır. Daha fazlası da lazım: Sana çay yapmayı seçemesem (irade edemesem) yine ne içeceğini garanti edemem. Evet. Çünkü hafızamda başka şeylerin 'nasıllığına' dair de bilgiler var. Onları ayırabilmeliyim. Çayı da onlardan ayırabilmeliyim. Vurgulayabilmeliyim. Kuvvetimi seçtiğime sevkedebilmeliyim. İşte üçüncü ihtiyaç da kendisini gösterdi arkadaşım. Bir de kuvvetim olmalı tabii. Yapamayacak kadar hasta olsam ilmim/iradem hiçbir fayda vermez. Yine çayını içemeden yanımdan ayrılırsın. Demek birşeyin varlığa çıkması için asgarî üç sıfat gerekiyor: İlim, irade ve kudret. Bu üçü olmadığı zaman yokluk varlığa çıkamıyor. 

Peki hiç nasıl varlığa çıktı? Biz mü'minler bu soruya şöyle cevap veriyoruz: Aslında mutlak bir hiçlik hiçbir zaman varolmadı. Hiçbirşey yokken de Allah vardı. O Kadîmdi. Öncesinden bahsedilemez olandı. Ezelîydi. Zamandan aşkındı. Alîmdi. Herşeyi biliyordu. Vücudlarımız yokken de ilminde gayet mevcuttu. Potansiyellerimiz yazılıydı. Yani mutlak bir yokluk üzerine varolmadık biz. (Yokluk mutlaksa varlığa çevirecek de yok demektir.) Allah nasıllığımızı bilmesi hikmetiyle bizi yarattı. (O yüzden Kur'an'da buyurdu: "Yaratan bilmez olur mu hiç?") O nasıllığın vücudunu irade etti. Kudretiyle de halketti. Varolanların sayısınca elhamdülillah. Varolan anlar sayısınca elhamdülillah. Hamdolsun o Rahman'a.

Kadersiz hiçbirşey varlık sahasına çıkamazdı arkadaşım. Çünkü kader hem 'ilim' hem de 'irade'ye bakıyordu. Birşeyin kadersiz yaratıldığını söylemek 'ilimsiz' ve 'iradesiz' yaratıldığını söylemek gibiydi. Yukarıdaki temsile dönersek: Yapmasını bilmeyen-seçemeyen birisinin çay yaptığı söylenebilir miydi? (Sistemli-varedici eylemekler bilişsiz-seçişsiz mümkün olur muydu?) O yüzden Bediüzzaman'ın kainat için 'şecere-i hilkat' gibi tabirler kullanması bize garip gelmezdi. Gelemezdi. Yaratılışta bu aşinalık kaçınılmazdı. Zira, nasıl ağaç kaderliydi, kainat da öyle kaderliydi. Başı, sonu ve aradaki bütün parçalar-anlar arasında bir uyum vardı. Sürprizsizlik vardı. Tesadüfsüzlük vardı. Kadere göre yaratılan şeyler kaderin bütünlüğünü şaşırtamazdı. Kaderde beklenmeyen olmazdı.

Peki evrimciler böyle bir âlem mi tahayyül ediyorlar? Hayır. Onların tahayyülündeki âlem sürprizlerle dolu. Tohumundan fidanına her parçasında bir 'sıçrama' var. Her parça geçmişinden rahatsız. Evrim biteviye bir reddediş üzerine kuruludur. Yani şu ağaç büyürken hep kendini reddediyor. Her an bir öncekinden utanıyor. Her torun dedesine düşman. Her dal gövdesine hasım. Bu reddedişlerin sürekli muhal seviyesinde mucizelere vesile olduğuna inanmamızı istiyor evrim bizden. Öyle ki, parçalar bütüne küserek hep başka başka şeyler oldular da, yine yekündeki ahenklerini korudular. Bu sallabaşlılık içinde tablonun güzelliği bozulmadı. Hatta ziyadeleşti. Ağacın her bir dalından binlerce farklı meyveler alındı. Gerçekte hiçbir ağaç böyle yapmasa bile. Evrim ağacında böyle oldu.

Bizim hilkate 'şecere' demeye hakkımız var arkadaşım. Çünkü herşeyin kaderinden yeşerdiğine inanıyoruz. Ağacın akıbetinin yazılı olduğu bir yere imanımız var. Ağacımız tohumsuz değil. (Nihayetimiz bidayette nakışlanmıştır.) O tohum da ilim, irade, kudret tecellilerinden mahrum değil. Fakat bu nasipsizler, ağaçlık şiddetindeki bir uyumu, kadersizliklerine bakmadan gasbetmek istiyorlar. Kadersiz uyum olur mu? 'Kadersiz' kimsenin başına çok bâdireler gelir. Bir irfan saklıdır bu tâbirde. Plansızlığın neticesi aksaklıktır çünkü. Plansız işin arızası çok olur. Yürümez. Hatta bu arızalar en sonunda varoluşu da imkansız kılar. Evrimse plansızlığın ne varoluşta ne de varlığın devamında hiçbir sorun çıkarmadığına inanmamızı bekliyor. Bin uçurumun arasında yürüyen âmâ çocuğun düşmeyeceğine inanmak daha mantıklıdır oysa. Çünkü onun ilminden-iradesinden sadece göz farkındalığı alınmıştır. Kaderi alınanınsa hiçbir yönergesi kalmaz.

9 Kasım 2019 Cumartesi

Molla Çağrı Mert Bakırcı Evrim Efendi Hazretlerinin kerametlerini anlatıyor (1): Dağlar nasıl yağ-bal oldu?

Şöyle başlayalım: Memleketim Zara'da 'Tekke' nam mevkide bir türbe vardır. Şeyh Merzuban Hazretlerine aittir. Menkıbeye göre; Alaaddin Keykubat, ilçenin isim babası da olan, Ermeni Beyi Zaro Ağa'ya misafir olur. Misafirliği sırasında 'geceleri bile aydınlık' bir ev olduğunu farkeder. Zaro Ağa'ya bu aydınlığın sebebini sorduğunda, biraz da Şeyh Merzuban Hazretlerine dair duyduğu kıskançlıktan ötürü, der ki: "Efendim, sarhoşların âlem yaptıkları yerdir, rahatsızlık verirler." Sultan, Ağa'nın sözlerinden şüphelenir, sınamak için oraya içki gönderilmesini emreder. Görevlileri karşılayan Şeyh Merzuban Hazretleri onlar daha ağızlarını açmadan cevap verir: "Hediyeleriniz yağ-bal olsun. Kabul edemem. Sultan'a geri götürün." Şaşırırlar. Dönüp Sultan'a olanları aktarırlar. Sultan insanın hasını hamından ayırabilecek bir feraset sahibidir. "Kırın testileri!" diye emreder. Kırıldıklarında görülür ki her testi tam ortasından yarısı 'yağ' yarısı da 'bal' olmuştur.

Efendim, keramettir-menkıbedir, inanırsınız-inanmazsınız, birşey diyemem. Ben buradan başka bir yere geleceğim aslında. 2000 yılında X-Men serisinin ilk filmi piyasaya çıktığında bizi şöyle karşılıyordu: "Mutasyon evrimin anahtarıdır. Onun sayesinde tek hücreli bir organizmadan evrim geçirerek gezegendeki dominant tür olabilmişizdir. Bu süreç yavaştır. Ve normalde binlerce yıl sürebilir. Ama her yüzbin yılda bir evrimde atlamalar olur." Serinin ikinci filmi ise şöyle bir soruyla başlar: "Mutantlar evrimde bir sonraki halka mı?" Elbette X-Men bir kurgu yapım. Ama nihayetinde kenarında bilim de var. Zaten böylesi bilimkurguların gelecek nesilleri 'evrim fikrine alıştırmak' gibi bir misyonu da sözkonusu. Buna daha sonra döneceğiz.

Çağrı Mert Bakırcı, Evrim Ağacı'nda, Sözler Köşkü'nün evrim karşıtı videosuna bir reddiye hazırladı malumunuz. (Değilse bile şimdi haberiniz oldu.) Bu videoyu izlerken dikkatimi en çok çeken şey: Bakırcı'nın 'makro evrim' denilen konuda geri basmaya yatkın olmasıydı. Burada mücadele etmenin, yani X-Men'de ifade edildiği gibi 'türden türe atlama'nın 'epey bir zorlama' olduğunu kabul ediyor gibiydi. Ancak 'mikro evrim' konusunda sebatkârdı. Hatta mikro evrim konusunda sahip olunacak güçlü bir imanın 'makro evrim konusundaki sorulara da cevap verebilir' olduğunu düşünüyordu. Açıklamak için de 'kanyon misalini' kullandı. Peki ne idi bu misal?

Hop, işte, asıl konumuza geldik. (Eğer yanlış anlamışsam Bakırcı beni de bir video çekerek düzeltsin.) Kanyon misalini ben şöyle kafamda toparladım: Türden türe binlerce genin aynı anda değişmesiyle bir atlamanın olduğunu artık iddia edemiyoruz. 2000 yılından bugüne çok şey değişti. Tuhaf kaçıyor. Fakat, yandan yandan, ufaktan ufaktan, azar azar, hatta binlerce yetmezse milyonlarca senede, bir akarsunun dağı oyup iki parça haline getirmesi gibi, türler oluşmuş olabilir diyoruz. Bakırcı'yı eğer yanlış anlamadıysam, lüften yüzünü tokatlamasın, mikro evrimin 'türlerin çeşitliliğini' böyle açıklayabileceğini iddia etti. 'Hoppala!' diye değil ama 'gıdım gıdım' bir evrimin mümkün olabileceğini söyledi. Der efendim der. Kim-ne karışır kişioğlunun imanına? Bense temsildeki bir tuhaflığa takılıp kaldım.

Bakırcı, dilimiz varmıyor ya söylemeye, kendisinin Sözler Köşkü videosu hakkında birkaç kez iddia ettiği gibi, bir 'mantık oyunu' mu yapıyordu? Bu temsilin mikro evrimle türlerin çeşitlenmesini açıklamada 'cerbeze' çevirir bir yanı mı vardı? Tam da bu noktada kafam dumanlandı işte. Çünkü bir akarsunun dağı zamanla ikiye ayırmasında evrimi doğrulayacak hiçbir 'yapısal değişiklik' yoktu. Benzetme başka birşeyi benzetilense apayrı birşeyi söylüyordu. Bu tıpkı (editör olduğum için mesleğimden örnek vereyim) kelimenin anlamına zarar vermeyen 'çekim ekleri'ni misal göstererek anlam değiştiren 'yapım eklerini' anlatmak gibiydi.

Evet. Dağ ortasından bölünüyordu. Ama neticesinde dağ yine dağdı. Tıpkı dilimlenmiş ekmeğin ekmek kalması gibi dağ da dağ kalıyordu. Şöyle bir misal vermeyi deneyeceğim: Bize yukarıdaki menkıbede anlatıldığı gibi şarap dolu bir testi getirildiğini düşünelim. Sonra biz bu şarabın iki eşit parçası arasından, nasıl bir teknolojiyle yapacaksak, su akıtıyoruz. Su akıttıkça üzüm suyu parçalarının arası açılıyor. Birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Ancak, araları ne kadar açılırsa açılsın, ister bir parçası kuzey kutbunda diğeri güney kutbunda olsun, 'üzüm suyu olmalarında' bir değişim yaşanmıyor. Yapısal birşey değil bu. Birken iki oluyorlar. Hacimce küçülüyorlar. Belki soğuğa gittikçe donuyorlar. O kadar. Olan başka birşey yok.

Fakat kesinlikle bu parçalardan birisi 'yağa' diğerisi 'bala' dönüşmüyor. Üzüm suyunda meydana gelecek mikro etkilerden hiçbirisi, içine toz kaçması, seyrelmesi, üstüne sinek konması, güneş nedeniyle suyunun uçması vs. bunlardan hiçbirisi onu 'üzüm suyu olmaktan' başka bir noktaya götürmüyor. Belki çürüyor. Bozuluyor. Evet. İçinde varolduğu sisteme tekrar karışmaya çalışıyor. 'Yitirerek' yoluna devam ediyor. Fakat bu etkilerden hiçbirisi onu apayrı bir sistem sahibi yapmıyor. Daha üst bir konuma çıkarmıyor. Üzüm suyu hep öyle yaşıyor. Öyle de ölüyor.

Buradaki safsatayı nazarlarınıza arzedebildim mi bilemiyorum. Aslında Molla Çağrı Mert Bakırcı bizi müridi olduğu Evrim Efendi Hazretlerinin bir kerametine inandırmaya çalışıyor. Bunun, bir testi şarabın, ister bir gecede isterse milyonlarca yılda, yağ ile bala dönüştüğünü söylemekten farkı yok. Ortak bir atadan(!) hangi gerekçeyle kopmaya başlarsak başlayalım, bizi başka şeyler haline getirecek yapısal farklılıklar meydana getiremez hiçbir dış etki, doğada işler böyle yürümez. Dış etkiler dışarıyı değiştirir. İçeriye dokunacak kadar parmağı uzayanlarsa bozar. Su şaraba karışırsa onu seyreltir. Bir noktadan sonra şarap tastamam su olur. Güneşte kalırsın. Esmerleşirsin. Düşersin. Topal kalırsın. Kangren olursun. Kolun kesilir. Tamam. Ama bu türden etkiler seni yapısal olarak farklı birşeye dönüştürmezler.

Herhalde evrimciler paralel evrende biz dünyada yaşamıyoruz. Olanlar da önümüzde gerçekleşiyor. Dağların arasının akarsuyla ayrılması yapısal bir farklılaşma sağlamıyor. Ancak dış görünüşlerini etkiliyor. Eskiden tek bir dağ varsa şimdi yarım dağlarımız var. Kanyonumuz var. Ama her şekilde toprağımız var. Çağrı Mert Bakırcı eğer 'görünen'i gösterip 'görünmeyen'i isbat etmeyi deniyorsa seçtiği temsilin tastamam 'demagoji' olduğunu söyleyebiliriz. Neden? Çünkü evrim aslında bize diyor ki: Bir dağın arasından yıllarca su geçti. Sonra dağın yarısı 'yağ' yarısı da 'bal' oldu. Peki bu bilim midir? Yoksa yeni nesil bir mistizm midir? Bence kanyon misali yerine başta anlattığım kerameti nakletmek daha mantıklı. Kastettiğinin ondan farkı yok.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...