Hava etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hava etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2015 Salı

Bir sırrı var mı yazmanın?

Bu yazıya da şuradan başlayalım: 10. Nota'yı gözümde eşsiz kılan yanlarından birisi de birkaç cümle içinde 'yazmanın doğasını' kalpler önüne sermesi. Evet. Ben en çok burasından tutunuyorum 10. Nota’ya. Tutunmakla kastettiğim ne? Birazcık şu: Bir metni okurken "Sanki benden bahsediyor!" dediğiniz yerdir kulbunuz. Tutunmak da ‘hayatta yerini bulup koymak’ olur böylece. Çünkü metinler ancak hayatla anlamlanırlar. Yaşanmadığında tüm hakikatler cansızdır. Aleyhissalatuvesselamın hayatı da vahyin en önemli bağlamıdır buradan bakınca. Yani: Vahyin cana/canlıya ilk temas ettiği yerdir.

10. Nota’yı ne zaman konuşulsa konuyu 'yazmanın doğasına' getiririm. Bunda kendim kadar başkaları için de bir hayır olduğu düşüncesindeyim. Zira yazmayı 'hapsetmek' sananlar aynı şeyleri tekrar etmekten kurtulamazlar. Ne zaman ki, metni, sonsuz çağrışımlarla çoğalabilir bir yankılar mağarası olarak görürlerse, hem kendileri rahatlarlar hem de yazdıkları bereketlenir. Zaten bereket öncelikle hapsetmemektir.

Ancak hapsetmediğiniz şeyde bereket umabilirsiniz. Duvarları azalan şeyler çoğalmaya yüz tutarlar. Bu yüzden istibdat kabiliyetleri köreltir. Ve yine bu yüzden ekonomi bereketi tarif edemez. Bereket kalıpları pek sevmez çünkü. 10. Nota ne diyor peki: "(...) senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur."

Her gerçeğin mazisi hayaldir. Mürşidim dimağdaki meratibi anlattığı Lemeat'ta 'tahayyül' ile başlar basamakları saymaya. Sonra o tahayyül tasavvur olur, tasavvur taakkul olur, taakkul tasdike dönüşür, tasdik iz'ana inkılab eder, iz'an iltizam olur, iltizam itikad olur. İtikad derecesinde kuvvetli her gerçeğin mazisi hayaldir. İlla bir dimağda yaşanması gerekmez tüm mertebelerin. Başkasının hayali bizim gerçeğimiz de olabilir. Bazen de bizim hayalimiz başkasının gerçeğidir.

Dediğimi teknoloji üzerinden örneklemek mümkün. Bindiğimiz araba, konuştuğumuz telefon, yaktığımız lamba, çektiğimiz fotoğraf... Bunlar bir zamanlar yoklardı. Ama varoldular. Nasıl? Öyle birdenbire mi çıktılar varlık âlemine? Hayır. Allah önce onların hayallerini yarattı birilerinin kalplerinde. Sonra dimağdaki meratip işledi. Şimdi onların hayallerine biz itikad ediyoruz. Hatta hayretleri ülfetimiz. Harikaları sıradanımız. Çünkü onlarla biz hayal olarak tanışmadık. Umuşun heyecanını yaşamadık. Yüzlerini ilk gördüğümüzde çoktan gerçektiler.

İşte yazmak da biraz böyle. Bir çocuk gibi zamanla gelişiyor sizdeki vücudu. Hayal insana Allah'ın ektiği bir tohum gibi. Bir yazı ilk anda bütün vücuduyla varolmuyor. Önce bir sezgi mesabesinde tat/koku alıyorsunuz. Sonra bir farkediş yaşıyorsunuz. Farkediş nedir? Birşeyin herşey içinde onu herşeyden ayırabileceğiniz bir rahatlıkta vurgulanmasıdır. Bu vurgu dışımızda birşeydir. Allahsız açıklanamaz.

Detaylardan birisi başkasına yapmadığı cilveyi size yapıyor. Göz kırpıyor. Mendilini düşürüyor. Gülümsüyor da belki. O zaman o farkındalıkla oyalanmaya başlıyorsunuz. Oyalanmak önce hayal kurmaktır. Hayal kuruyorsunuz. Daha çok gelip gidiyor size. Siz de daha çok uğruyorsunuz semtine. Sık sık kapısının önünden geçiyorsunuz her âşığın yaptığı gibi. Sonra bu tekrarlardan arzu şiddetleniyor.

Güzellik gözün ihtiyacı oluyor alışkanlıkla. Hep görmek istiyor. Hep görmek nasıl olur? Yanında kalmasını istiyor işte. Hayale razı olamıyor. Hayal kalıplara sığmaz. Tasavvur burada devreye girer. Yani hem kolay bulunacak bir yere nakşeder hem de sınırlandırmış olursunuz. Her kayıt altına alma bir sınırlandırmadır. Kaydettiğiniz şey ister istemez hayalin serbestisini yitirerek sınırlanır. Somutlaştırma bu açıdan soyut zenginliğin yitimidir. Çağrışım zenginliğinin kısıtlanmasıdır.

Lafı uzatıyorum. Neticeye geleyim: Tohumun çimlenmesi için karanlığa ihtiyacı var. Hemen görülmemesi lazım. Kabuğu civcivden önce kırmak olmaz. "Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun." Yazmak da biraz böyle. Her farkedişini hemen yazıya dönüştürmek/zorlamak yazıya kaybettiriyor. O, bir dönem gönlünde bir açlık olarak, bir mıknatıs gibi beklemeli. Yazının parçalarını oluşturacak şeyler cezbesine kapılarak/çekilerek veya açlıkla aranmanla sana görünmeli. Bu bütünlük oluştuktan ve parçaların tamamı biraraya geldikten sonra yazılmalı bazı şeyler.

Bütün yazılanlar böyle olmalı demiyorum. Fakat özellikle marifetullaha dair metinlerin böyle bir sabırlı bekleyişe ihtiyacı var. Yüzünü çevirip beklemen gerekiyor. Yüzünü döndüğün yere doğru gidiyor ayakların. O da sana doğru geliyor. İlhamın doğası biraz böyle. Ondan beslenmesi hasebiyle yazmak da böyle.

İblis ateşten idi. Ateşe ne atarsan yakar. Hemen dönüştürür. İnsan topraktan. Toprak acele etmez. Yavaş yavaş işler kendisine ekileni. Bir yazı da olsa öyle. Hatta Allah, yalnız yazıyı değil, birçok şeyi bize ekiyor bence. İnsanı zamana/mekana ektiği gibi duyguları da insana ekiyor. Mesela âşık ediyor. Birini ekiyor yani gönlüne. Ne mahsuller alıyor bilmiyorsun. Yalnız ekilenin coşkusuyla bağrındakini yukarıya rengarenk saçıyorsun. Dünya ahiretin tarlası olduğu gibi sen de ahirete dair olan şeylerin tarlasısın. Sen toprağını ektiğin gibi senin toprağın da sürekli ekiliyor. Hava, su, nur... Toprağın oğlu, dikkat et, bunlara ihtiyacın var. Şimdi mürşidimin söylediklerini tekrar bir gözden geçir. Belki yazmanın sırrına da ulaşırsın:

"Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. (...) İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. (...) Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...