Kaderin Delilleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kaderin Delilleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mayıs 2019 Cuma

Hayat kadere nasıl delil olur?

"İşte, kadere ve kazâya iman rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor." Esma-i Sitte Risalesi'nden.

Şöyle bir yerden başlayalım: Bu yazıda ne kadar sizi tatmin edebileceğimi bilemiyorum. Çünkü anladıklarımı toparlayabileceğimden yüzdeyüz emin olamıyorum. Zor bir konu. Karışık bir iş. Ben de yarım akıllıyım. Her ne ise. İncir ağacını küçücük tohumuna yükleyen Allah'ın fazlından beklenir ki beni mahcup etmesin. İnşaallah. Özetle mevzu şuradan çıkıyor kardeşlerim: Mürşidim Esma-i Sitte Risalesi'nin ism-i Hayy bahsinde 'hayatın kadere bir delil oluşturduğunu' söylüyor. Daha çok şeyler de söylüyor fakat hepsini anlayabildiğimi söyleyemem. O nedenle anladığım kadarıyla söylediklerini söylemeye çalışacağım. Önce yüzümüzü peşinde koşacağımız soruya çevirelim: Hayat kadere nasıl delil olur? İşte sorumuz bu. Aradığımız belli. Şimdi becerebildiğimizce cevabının arkasından seyirteceğiz. Eh, elbette, her muvaffakiyet Allah'tandır ve her arayış bir duadır. Biz de duamızdan geri durmayalım.

Alıntı yapmadan bir süre metnin düşündürdüklerini paylaşayım sizinle. İlk aklıma gelenler şunlar: Hayat çok komplike birşey. Hatta varlık sahasındaki en komplike şey hayat. Çok üst düzey bir organizasyon. Çok üst düzey bir birliktelik. Çok üst düzey bir uyum. Çok üst düzey bir yasa. Çok üst düzey bir kurgu. Çok üst düzey bir dayanışma. Çok üst düzey bir tasarım. Çok üst düzey... Oy, nefesim kesildi, işte aklınıza ne gelirse hepsinin en üst düzeyi hayatta var. Hayat ancak bu 'üst düzeylerin' biraraya gelmesiyle ayaklanıyor, canlanıyor, varlığın içinde onun üst bir versiyonu olarak kendi başınalık arzediyor. Burada 'kendi başınalık' derken kastettiğim evrene muhtaç olmayışı değil. Elbette bir elmanın dahi varolmak için bir kainata ihtiyacı var. Sivrisineğin gözü dahi görmek için güneşe muhtaçtır. Fakat şunu da takdir edersiniz kardeşlerim: Her hayat sahibi çevresine göre bir müstakillik de kazanmıştır.

Yani 'müstakillik' ile kastedilen burada kendisinin 'bütünün içinde ayrıca bir bütünlük olduğunun farkında olma' demek. Ben kendime Ahmed diyebiliyorum. Çünkü kainattan ayrı birşey, başka birşey, ayrıca bir bütünlük olduğumun farkındayım. Peki sivrisinek efendi bunun farkında mı? Elbette benim düzeyimde bir farkındalığı yok. Fakat aslında yaşayışıyla o da birazcık farkında. Bir yerden bir yere uçması. En güzel besleneceği yere konması. Canına kastedileceğini anlayınca müthiş manevralarla paçayı sıyırması. Bütün bunlar onun da kendi 'ayrı bütünlüğünün' farkında olduğunu gösteriyor. Arzuluyor. Besleniyor. Korkuyor. Kaçıyor. Bütün bunlar varlığının bütünün varlığından ayrı birşey olduğunun farkındalığını hissettiriyor. Eğer kendi bedenini bizimkinden ayıramasaydı eyleyeceklerimizden korkmazdı.

Muhammed Ebu Zehra merhum Mezhepler Tarihi'nde İbn-i Hazm'ı anlatırken 'insanın doğuştan bazı bilgilere sahip olduğuna inandığını' söyler. Mesela bir çocuk, hurmanın ne olduğunu bilmese bile, kendisine bir hurma verildiğinde ikincisini ister ve verilirse sevinir. Kendisi yerine başkası tercih edilirse de üzülür. Yine iki zıt durumu pekâlâ birbirinden ayırabilir. İradesi hilafına ayakta tutarsak ağlar ve kucağımıza alırsak sevinir. Oturmak istediği yerde başka birisi varolduğunda da 'iki şeyin aynı anda aynı yerde olamayacağını' bildiğinden buna isyan eder. İşte bunlar İbn-i Hazm'a göre insanın varoluşsal bilgileridir.

Ben şimdi, ism-i Hayy bahsiyle düşününce, bu varoluşsal bilgilerin hayatın bir getirisi olduğunu düşünüyorum. Hayat bu bilgilere sahip olmamızı gerektiriyor. Bir sezgi kadarcık bile olsa, bir lezzetçik gibi de hissetsek, bir huzurcuk dahi peşinden koştursa, biz kainattan ayrı bir bütünlüğümüz olduğunu biliyoruz. Bildikçe hayattar oluyoruz. Ve devamımız için sürdürmemiz gereken bu bütünlüğün hukukunu korumaya çalışıyoruz. Bu 'ayrı bütünlüğün farkındalığı' büsbüyük hayırları içinde sakladığı gibi, ayette bildirildiği üzere, 'çok zalim' ve 'çok cahil' olmamıza da sebep olabiliyor. Çünkü farkındalık aynı zamanda sorumluluk demek. Bilgi hem güçtür hem de sorumluluktur. Elbette biz fiilerimizde sivrisinekten daha mesulüz.

Şimdi bu saded harici kısmı kısa keserek asıl sorumuza dönelim: Hayat kadere nasıl delil olur? İşte bence en çok burasından delil olur. Bu üst düzey sistemlilik onun 'evvelden programlanmış olduğuna' bizi daha çok inandırır. Nasıl? Açalım: Arkadaşlar, şunu hepimiz kabul ederiz ki, birşeyin ilmî planda eylenmesi güçleştikçe, yani onun inşası için daha fazla planlanma süreci gerektikçe, tesadüfe hamledilmesi daha çok zorlaşır. Doğum gününüzde karşılaştığınız arkadaşınızın elinde çiçek olsa bunu tesadüfe yorabilirsiniz. Hatta doğum gününüz olduğunu öğrendiğinde arkadaşınız bu çiçeği size teklif etse yine bu işi tesadüften koparmazsınız. Çünkü öncesinde, en azından insanî anlamda, bir biliş yoktur. Arkadaşınız sırrınızı daha yeni duymuştur. Nasıl evvelden planlayıp çiçek almış olabilir?

Fakat bir de sabah kalksanız, evinizin önünden başlayarak yolunuzu güllerle bezeli bulsanız, o güllerin vardığı yerde de sizin için bir şenlik düzenlendiğini görseniz, elbette bunu tesadüfe hamledemezsiniz. Belli ki bu bir organizasyon işidir. Çünkü işin arkasında epeyce bir tasarım vardır. Zamanlama vardır. Ayarlama vardır. Bilgi vardır. Evveliyat vardır. Vardır da vardır. Eğer öğrenebilirseniz hemen organizatörün boynuna sarılırsınız. Teşekkür edersiniz. Hatta planlanma sürecini dinlemek isteyenler dahi olabilir. Eh mübarek olsun. Dinlesin tabiî canım.

İşte, arkadaşlar, hayatta böyle bir organizasyon işidir. Biz dünyaya geldiğimizde şenliğimizi hazır bulduk. Hem de ne şenlik! Yaşadığımız zamanlar boyudur onu yaşıyoruz. Bu hassas organizasyon ana rahmine düştüğümüzden şu güne, hatta son günümüze kadar, muhteşem bir düzende işleyecek. Gözlerimiz bize manzaralar getirecek. Kalbimiz bize duygular hissettirecek. Aklımız bize yollar öğretecek. Hepsini an an yaşayacağız. An an kainatın küçük bir nümunesi olan varlığımızı yudumlayacağız. Ömrümüzce bir şenlikte yaşayacağız.

Öyle bir şenlik ki dayandığı hassas dengeleri biyoloji-kimya-fizik bir oluyor da anlatamıyor. Daha bir de işin manevî tarafı var. Oturalım da gecelerce cevap arayalım: İnsan hergün aklını kaçırmadan nasıl akşamlıyor? Bediüzzaman'ın ism-i Hayy bahsinde verdiği tohum-ağaç örneğinden de ben bunu çıkarıyorum: Tohum düzeyinde bir tasarım olmasa ağaç düzeyinde bir varoluş yaşanmayacağı gibi, kader düzeyinde bir tasarım olmazsa da yaşam düzeyinde bir varoluş ortaya çıkamaz. Hayat kadere işte tam da burasından delil olur. Yaşamın ardındaki bilgi yükünü ancak kader kaldırır. Allahu'l-a'lem. Yani, ondaki muhteşem düzen, bütününü kuşatır bir ilmin zamanın ötesinde varlığını gerekli kılar. O da bu planın üzerine kurulur. Yaşar. Şenliğinde şenlenir vesselam. Cenab-ı Hak hergünümüzü rızasında şenlendirsin. Âmin.

11 Ağustos 2018 Cumartesi

Kuştan da ders alınır mı?

Hüdhüd kuşunun Neml sûresinde bize verdiği bir ders var: "Herkes Allah'ı mesleğince bilir." Mürşidim bu sadedde der ki: "Beliğ bir kelâmın bir meziyeti şudur ki, söyleyenin ziyade meşgul olduğu san'atını, meşgalesini ihsâs etsin. Hüdhüd-ü Süleymanî ise, suyu az olan sahrâ-yı Ceziretü'l-Arabda gizli su yerlerini ferâsetle, kerâmetvâri keşfeden bedevî arîfleri gibi, hayvan ve tuyûrun arîfi olarak ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma küngânlık eden ve su buldurup çıkarttıran mübârek ve vazifedar bir kuş olmakla, kendi san'atının mikyasçığıyla Cenâb-ı Hakkın semâvât ve arzdaki mahfiyâtı çıkarmakla mâbûdiyetini ve mescûdiyetini ispat ettiğini, kendi san'atçığıyla bilip ifade ediyor."

Peki bu dersi Hüdhüd kardeş bizlere nerede/nasıl veriyor? 25. ayette. Hak Tealayı tarif etmek için kullandığı şu ifadeyle: "Göklerdeki ve yerdeki bütün gizlilikleri meydana çıkarır..."

Elbette ben de bu meselde Hüdhüd kuşundan ayrı değilim. Cenab-ı Hakkı anlamaya çalışırken eylediğim işlerin parçalarını/temsillerini çoklukla istimal ediyorum. Örneğin: Yarımca 'editörlük' ve yarımca da 'yazarlık' işiyle iştigal etmemden yola çıkarak 'kadere iman etmenin kaçınılmazlığı' anlıyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Kainatın kemaline dair edindiğim her izlenim, her kanaat, her bilgi, ister istemez aklımın ayaklarını kadere götürüyor. Peki bunu nasıl yapıyor? Bunu en çok 'yayınevi' ve 'yazar' dengesini/işleyişini düşünmekle yapıyor.

Bilirsiniz ya, yine de başlarken altını çizelim, yazarlar 'iradeli' varlıklardır. Yani 'yazmak istediklerini' yazarlar. Fakat bir yazar, ne kadar yazmak istediklerini yazarsa yazsın, yayınevinin süzgeçlerinden geçmedikçe yayınlanamaz. Kitabın garantisi öncelikle o yayıevinin editörlüğüdür. Editör; yayınevinin çizgisi, kendi bilgisi, tecrübesi ve yeteneği çerçevesinde eline ulaşan her dosyayı mizana vurur, işler, olgunlaştırır. Bazen de onları yayınlanmaya layık bulmaz ve sahibine iade eder. Bazen de iade eder fakat 'şartları yerine getirilince' tekrar incelemeyi göze alabileceğini de ifade eder. Bazen de yazarda farkettiği yetenekten ötürü, sırf yazmaya devam etsin diye, normalde iade edeceği bir dosyayı alır, üzerine kendisi çalışır, olgunlaştırır, yayınlatır.

Bir yayınevinin editörlüğü güzel işliyorsa o yayınevinden kötü kitap çıkmaz. Hatta bazen yayınevinin kalitesi öyle bir noktaya ulaşır ki, onun markasıyla çıkan her yayın, okurun gözünde 'okunmalılar' listesine girer. Fakat kötü bir editörlüğe sahip yayınevlerinin durumu tam tersidir. Okura, çıkan ürünün kalitesini garanti edemediklerinden, okur da yayınevinin kitaplarına mesafeli olmaya başlar. Yaşanılan kötü tecrübe sayısınca bu mesafe açılır. En nihayet, okur dünyasında, şöyle cümlelerin gezdiği duyulur: "Filanca yayınevinin kitapları okunmaz. Adamlar hiç kitaplara özenmiyorlar. İşçilikleri kötü."

Peki o yayınevinde hiç mi iyi yazar/kitap yoktur? Mutlaka vardır. En azından 'iyi birer yazar/kitap olmaya aday' dosyalar vardır. Fakat yayınevinin genel olarak prensipsiz/kalitesiz hareket etmesi, iyi ürünlerin de en az kötüler kadar çirkinleşmesine, değersizleşmesine veya gözden düşmesine sebep olur. Küçük görmeyin dostlarım. Bir yayınevi kitabını 'rezil' de eder 'vezir' de eder. Fakat, şimdi sizi bu mevzulardan kurtarıp, mürşidimin bir metnine götüreceğim. Belki bu okumayla bütün bir evreni 'yayınevi' gibi görmeyi başarabileceğiz:

"Cemîl-i Zülcelâlin bütün isimleri, 'Esmâü'l-Hüsnâ' tabir-i Samedânîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat içinde en lâtif, en güzel, en câmi âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin âyinesi güzeldir. Güzelin mehâsinlerini gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü, güzel olan o Esmâü'l-Hüsnâ'nın güzel nakışlarını gösterir."

"Hoppala! Bu Esmaü'l-Hüsna bahsiyle 'iyi bir yayınevi olmanın' ne alakası var?" diye sorabilirsiniz. Aslında 'Çok alakası var' dostlarım. Çünkü Esmaü'l-Hüsna dediğimizde, biz de, tıpkı 'bir yayınevinin güzelce işlemesi için sahip olması gereken prensipler türünden' prensiplerden bahsetmiş oluyoruz. Yani Cenab-ı Hakkın herbir ismi bize bir 'yaratış prensibini' söylüyor. Rahman ismi yaratırken 'merhametli' olduğunu söylüyor. Kerim ismi yaratırken 'ikram edici' olduğunu söylüyor. Cemil ismi yaratırken 'güzel kılıcı' olduğunu söylüyor. Âdl ismi yaratırken 'adaletli' olduğunu söylüyor. Yani bu isimler bir yanıyla Allah'ı tarif ederken diğer yanıyla bize 'yaratış prensiplerini' aktarıyorlar. (Hatta kimileri "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak..." hakikatini bu prensipleri okuyup, tanıyıp, onlara uygun hareket etmek şeklinde de anlamlandırıyorlar.)

Bu durum bizi 'daha üst bir okumayla' şu noktaya götürüyor: Evren yayınevi de, zamanı aşkın bir şekilde, dosyaları okumuş, prensipler dairesinde değerlendirmiş, olgunlaştırmış veya iade etmiş bir şekilde işleyişini sürdürüyor. İlmin sonsuz denizinden gelen bilgi, iradenin süzgecinden geçiyor, kudretle de yaratılıyor. Yaratılmış herşeyin bir kaderi var. Çünkü her kitabın 'öncesi' var. Eğer düzgün çıkarıyorsa, ki kainata bakan hiçkimse bu yayınevindeki kitapların kötü çıktığını söyleyemez, o zaman yaratılmış herşeyin 'öncesi' olmalı.

Hepsi bir editörlükten geçmeli. Parça parça yaratılışlarda bu böyle olduğu gibi zamanı aşkın şekilde de bu böyle olmalı. (Zaman varsa ezel de olmalı.) Zaman bizim (mahlukatın/yaratılmışların) en büyük bütünlüğümüzdür. Yani yaratılışın 'zamandan da öte/aşkın' bir noktada 'biliş' ve 'takdir' boyutları olmalıdır. Olmalıdır ki kitaplar hep böyle güzel çıkmaktadır.

Bu yönüyle kadere iman beni çok rahatlatıyor. Yaptığım kötülüklerin/yanlışların büyük resmi bozmaya yetmeyeceği tesellisini veriyor. Bir kelebeğin kanat çırpışından bir fırtına kopmuyor. Çünkü yayınevine giren her dosyanın bir editörü var. Herşey yayınlanmadan/varolmadan önce Onun (c.c.) takdirinden geçiyor. Bu nedenle yazarlar, ne kadar zalim olurlarsa olsunlar, okurların dünyasını mahvedemezler. Bezdiremezler. İradelerinin gücü buna yetmez. Yayınevinin Sahibi neyi dilerse onu yaratır. O da elbette şan-ı Rububiyetine yakışır şekilde yaratır. Esmaü'l-Hüsna prensiplerine uygun şekilde yaratır. Hiçbir yazarın cinneti bu prensipleri aşabilir kuvvette değildir.

Evet, bu benim huzurum, mutluluğum. Çünkü büyük resme bakınca da ancak bu şekilde rahatlıyorum. Dünyada büyük savaşlar oluyor, zulümler oluyor, ekonomiler bozuluyor, hürriyetler alınıyor, birliktelikler dağılıyor... Ama hepsinin arkasında bir 'editör' var. Benim bu parça parça gördüğüm kötülükler mutlaka bir kitabın içindeki hikmetler. Bu yayınevinin prensiplerine itimadım tam. Mutlaka bir şekilde onlara uyduğu için yaratıldı şu yaratılanlar.

Ancak bu şekilde varoldular. O halde okumayı bırakmamalı. Beklemeli. Kitabının sonunun gelmesini beklemeli. Acıklı hikayeler belki de mutlu sonla tamamlanacaklar. Dağınık görünenler belki finalde toplanacaklar. Birbirine bağlayamadığımız kelimeler belki cümlenin sonunda anlamlanacaklar. Ve o editörler editörü, sonsuz hamdolsun ona, kendisini Fatiha'da şöyle tarif ediyor: "O hesap gününün sahibidir." Biz de o günde, inşaallah, dosyasını sağından alanlardan oluruz. Çünkü bu da cennette tekrar basılacağımıza işarettir. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...