Niyetliyim, 'gece üstü açılanların üstünü örtme bakanlığı' teklifimi devletime ileteceğim, çünkü büyük bir ihtiyaç var. Efendim, malum-u âliniz ya, yine de bir dokunmadan edemeyeceğim. Bu sıralar, gece eskaza üstü açılan bir kısım ilahiyatçılarımız, kalktıklarında, hakkın ve de insafın gereği olarak "Ulaan! Aboo! Galiba sabaha karşı tersimizden şeytan üfürdü!" diyemiyorlar da, yaşadıklarını 'büyük bir aydınlanmanın ruh-u tayyibelerine teşrif ettiğine' yoruyorlar. Sonra da yemeden-içmeden kesilip, hemen bir makale veya video döşenip, herzelerinden bütün âlemi haberdar ediyorlar.
"Allah herşeyi bilmez!" diyen Bayındır'lar mı dersiniz, "Namaz aslında üç vakittir!" diyen Yaşar Nuri'ler mi dersiniz, "Hadis usûlü aslında hadis uydurmanın usûlüdür!" diyen İslamoğlu'lar mı dersiniz, çeşidine/sürüsüne bereket bir 'aydınlanma eflasyonu' var. Muz cumhuriyetlerinde yatağından ilk kalkan generalin darbe yapması gibi gece üstünü daha açık bırakan ilahiyatçılarımız da ertesi günün en 'cool entelektüeller'i oluveriyorlar. Ellerine malayı alıp yeni bir din inşa ediyorlar. Aman ki sabahlar olmasın.
Allah hem razı olsun hem de sayılarını arttırsın, Ebubekir Sifil Hoca gibi, "Durun yahu! Bu din geçtiğimiz pazartesi gelmedi. 2000'lerin 19'unda cami avlusuna bırakılmadı. Bizim bir geçmişimiz var. 14 asır öncesinde bir kökümüz var. Koyulmuş hükümler var. Belirlenmiş esaslar var. Onlara gitmeyi öğreten usûller var. Hepsinden ötesi, bu ümmettin, zamanın her dilimine ve dünyanın her coğrafyasına yayılmış bir yaşanmışlık mirası (geleneği) var. Onlara dikkat edin. Sözlerini kollayın. Tavsiyeleriyle hareket edin. Haltetmeyin!" diyen salih âlimlerimiz sayesinde bizler de bu herzelerin götürebileceği uçurumlardan haberdar oluyor, ne kadar becerebilirsek, içimizde-dışımızda kaymalara karşı tedbir alıyoruz. Elhamdülillah.
Fakat, acayibin en acayibi, her ilim âlimlerine sığınılarak ayakta durur, bizse bu yeni nesil ilahiyatçılardan avamımıza sığınıyoruz. Onların sâfi kalplerinde şunların her türden çerçöple karışmış aklından daha fazla nur buluyoruz. Evet. Ahirzamanın ümmete yaşattığı "Yaşa ki neler göresin!" denilecek ne ilginçlikler var. Rabbim muhafaza eylesin. Âmin.
İşte 'gece üstü açık kalmışlar' âleminden dünyamıza teşrif edenler arasında bu sıralar Mustafa Öztürk ismi ayrı bir nurla çağıldıyor. Güneş gibi ehl-i bid'a dünyasını aydınlatıyor. Ya? Aaa! Duymadınız mı? Fakat nasıl olur? Pek ilgili değilsiniz demek ki bu konulara. Cık, cık, cık. Halbuki duymuş olmanız lazımdı. Ortalık çalkalandı canım.
Ne mi söyledi? Şeeey. 'Gece üstü açık kalmışlar' âleminde çok önemli birşey değil. Fakat sıradan mü'min boyutumuzda insanın yüreğine indirecek şeyler. "Mesela?" Hani, bizim Allah'ın kelamı diye iman ettiğimiz Kur'an var ya. "Eeee?" İşte o meğer tam da öyle değilmiş. "Yaaaa! Aaaa! Ya neymiş?" Meğer Aleyhissalatuvesselamın kalbine mana olarak geliyormuş. Lafızlarını ise kendisi belirliyormuş. Müellifi o yani. Yazarı canım. İşte bunun gibi şeyler. "Peki böyle olursa Kur'an insan sözü olmaz mı?" diye soracaksın. Ben de merak edip sordum. Yok. Olmuyormuş. Sevenleri öyle diyolaaağ. Çok da açık edemiyolaaağ. Yersen.
Bin kere elhamdülillah ki yemedik. Yiyemedik. Çünkü birşeyin 'manası' ile 'lafzı' arasına konulan ayracın, daha bırakılır bırakılmaz, 'ikisinin tastamam aynı şey olmadığını' imâ ettiğini anladık. Lise seviyesindeki edebiyat eğitimimiz dahi böyle bir farkı anlamaya yetti.
Yani, Kur'an'ın manasının Allah'tan, lafzının ise Aleyhissalatuvesselamdan geldiğini söyleyenler, aynı zamanda 'yolda birşeylerin değiştiğini de' imâ etmiş oluyordular. Bu imâ ve içerik ile ancak 'mana' ile 'lafzın' arasını açıyordular. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam birşeyleri 'eksik' ifade etti. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam bazı şeyleri 'yanlış' aksettirdi. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam Kur'an'da beşerî malzeme kullandı. Yani mana olarak gönlüne inen ezelî vahyi, güya, diliyle fanî insan işi etti. Peki sahiden Kur'an böyle miydi?
Cenab-ı Hak böyle düşünmekten cümle mü'minleri muhafaza eylesin. Böylesi bir şüphe Kur'an'a bir kere kondurulduğu zaman ne olur biliyor musunuz? Dinin bütün parçalarına aynı soru cümlesi gider: "Ya bu söylenen tam da Allah'ın muradı gibi değilse?" Nasıl ki, Aleyhissalatuvesselamın 'ismetine/günahsızlığına' inanmamak, onun eylediği/öğrettiği işlerde "Ya burada hataya düştüyse!" şüphesine neden olur ve kalpte dinin muazzez kudsiyeti söner; aynen öyle de; Kur'an'ın kelam-ı beşer farzedilmesinde de benzer bir şüphe kelamullahın her köşesine siyaret edip mü'minin imanını kemirir-dişler. Çünkü içimizde en cahil bile bilir ki: Birisi, bir başkasının sözünü aktardığında, onun tam olarak ne söylediğini doğru şekilde aksettirmeyebilir. Hatta bu iki kişinin aralarındaki makam mesafesi arttıkça hata ihtimali de giderek artar. Bir matematikçinin söylediklerini bir çoban dostlarına ne kadar aksettirebilir? Bir filozofun beyanlarını bir çocuk ne kadar doğru aktarabilir? Bir insan Allah'ın 'Kelamım!' dediği vahyini ne denli 'kelamullah' ölçüsüne uygun nakledebilir?
Öyle ya! Kur'an'ın içindeki üslûp hiç de "Ben Allah'ın kalbime indirdiği manadan böyle anladım!" üslûbu değildir. Kur'an'ın içindeki cümlelerde apaçık anlaşılan odur ki: Âlemler Rabbi konuşmaktadır. Eğer, bu söz hakikaten Allah'ın sözü değilse, o zaman imâ edilen (aman Mustafa Öztürk fanatikleri kızmasın) Aleyhissalatuvesselamın kendisini Allah'ın yerine koyup öylece konuştuğu değil midir? Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ! Böyle herzeleri uyduranlar 'hâşâ' demeyi bilmez. Biz diyelim. Dilimizden Allah'a sığınalım.
Mürşidim bir yerde benzer sadedde kendisine gelen bir soruyu zikreder: "Şeytan döndü yine dedi ki: Kur'ân'ın meseleleri gibi, çok zatlar o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?" Onun cevabı ise, Mustafa Öztürk'ün rağmına, şöyledir: "Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, 'Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir' der. Yoksa Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. 'Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?' düsturundan titrer."
Devamında ontolojik/yapısal olarak bu durumun imkansızlığını ise şöyle izah eder: "Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler, fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek. Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki: 'Bu sahtekârdır!' İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur'ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün?"
"Allah herşeyi bilmez!" diyen Bayındır'lar mı dersiniz, "Namaz aslında üç vakittir!" diyen Yaşar Nuri'ler mi dersiniz, "Hadis usûlü aslında hadis uydurmanın usûlüdür!" diyen İslamoğlu'lar mı dersiniz, çeşidine/sürüsüne bereket bir 'aydınlanma eflasyonu' var. Muz cumhuriyetlerinde yatağından ilk kalkan generalin darbe yapması gibi gece üstünü daha açık bırakan ilahiyatçılarımız da ertesi günün en 'cool entelektüeller'i oluveriyorlar. Ellerine malayı alıp yeni bir din inşa ediyorlar. Aman ki sabahlar olmasın.
Allah hem razı olsun hem de sayılarını arttırsın, Ebubekir Sifil Hoca gibi, "Durun yahu! Bu din geçtiğimiz pazartesi gelmedi. 2000'lerin 19'unda cami avlusuna bırakılmadı. Bizim bir geçmişimiz var. 14 asır öncesinde bir kökümüz var. Koyulmuş hükümler var. Belirlenmiş esaslar var. Onlara gitmeyi öğreten usûller var. Hepsinden ötesi, bu ümmettin, zamanın her dilimine ve dünyanın her coğrafyasına yayılmış bir yaşanmışlık mirası (geleneği) var. Onlara dikkat edin. Sözlerini kollayın. Tavsiyeleriyle hareket edin. Haltetmeyin!" diyen salih âlimlerimiz sayesinde bizler de bu herzelerin götürebileceği uçurumlardan haberdar oluyor, ne kadar becerebilirsek, içimizde-dışımızda kaymalara karşı tedbir alıyoruz. Elhamdülillah.
Fakat, acayibin en acayibi, her ilim âlimlerine sığınılarak ayakta durur, bizse bu yeni nesil ilahiyatçılardan avamımıza sığınıyoruz. Onların sâfi kalplerinde şunların her türden çerçöple karışmış aklından daha fazla nur buluyoruz. Evet. Ahirzamanın ümmete yaşattığı "Yaşa ki neler göresin!" denilecek ne ilginçlikler var. Rabbim muhafaza eylesin. Âmin.
İşte 'gece üstü açık kalmışlar' âleminden dünyamıza teşrif edenler arasında bu sıralar Mustafa Öztürk ismi ayrı bir nurla çağıldıyor. Güneş gibi ehl-i bid'a dünyasını aydınlatıyor. Ya? Aaa! Duymadınız mı? Fakat nasıl olur? Pek ilgili değilsiniz demek ki bu konulara. Cık, cık, cık. Halbuki duymuş olmanız lazımdı. Ortalık çalkalandı canım.
Ne mi söyledi? Şeeey. 'Gece üstü açık kalmışlar' âleminde çok önemli birşey değil. Fakat sıradan mü'min boyutumuzda insanın yüreğine indirecek şeyler. "Mesela?" Hani, bizim Allah'ın kelamı diye iman ettiğimiz Kur'an var ya. "Eeee?" İşte o meğer tam da öyle değilmiş. "Yaaaa! Aaaa! Ya neymiş?" Meğer Aleyhissalatuvesselamın kalbine mana olarak geliyormuş. Lafızlarını ise kendisi belirliyormuş. Müellifi o yani. Yazarı canım. İşte bunun gibi şeyler. "Peki böyle olursa Kur'an insan sözü olmaz mı?" diye soracaksın. Ben de merak edip sordum. Yok. Olmuyormuş. Sevenleri öyle diyolaaağ. Çok da açık edemiyolaaağ. Yersen.
Bin kere elhamdülillah ki yemedik. Yiyemedik. Çünkü birşeyin 'manası' ile 'lafzı' arasına konulan ayracın, daha bırakılır bırakılmaz, 'ikisinin tastamam aynı şey olmadığını' imâ ettiğini anladık. Lise seviyesindeki edebiyat eğitimimiz dahi böyle bir farkı anlamaya yetti.
Yani, Kur'an'ın manasının Allah'tan, lafzının ise Aleyhissalatuvesselamdan geldiğini söyleyenler, aynı zamanda 'yolda birşeylerin değiştiğini de' imâ etmiş oluyordular. Bu imâ ve içerik ile ancak 'mana' ile 'lafzın' arasını açıyordular. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam birşeyleri 'eksik' ifade etti. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam bazı şeyleri 'yanlış' aksettirdi. Bu demekti ki: Belki de Aleyhissalatuvesselam Kur'an'da beşerî malzeme kullandı. Yani mana olarak gönlüne inen ezelî vahyi, güya, diliyle fanî insan işi etti. Peki sahiden Kur'an böyle miydi?
Cenab-ı Hak böyle düşünmekten cümle mü'minleri muhafaza eylesin. Böylesi bir şüphe Kur'an'a bir kere kondurulduğu zaman ne olur biliyor musunuz? Dinin bütün parçalarına aynı soru cümlesi gider: "Ya bu söylenen tam da Allah'ın muradı gibi değilse?" Nasıl ki, Aleyhissalatuvesselamın 'ismetine/günahsızlığına' inanmamak, onun eylediği/öğrettiği işlerde "Ya burada hataya düştüyse!" şüphesine neden olur ve kalpte dinin muazzez kudsiyeti söner; aynen öyle de; Kur'an'ın kelam-ı beşer farzedilmesinde de benzer bir şüphe kelamullahın her köşesine siyaret edip mü'minin imanını kemirir-dişler. Çünkü içimizde en cahil bile bilir ki: Birisi, bir başkasının sözünü aktardığında, onun tam olarak ne söylediğini doğru şekilde aksettirmeyebilir. Hatta bu iki kişinin aralarındaki makam mesafesi arttıkça hata ihtimali de giderek artar. Bir matematikçinin söylediklerini bir çoban dostlarına ne kadar aksettirebilir? Bir filozofun beyanlarını bir çocuk ne kadar doğru aktarabilir? Bir insan Allah'ın 'Kelamım!' dediği vahyini ne denli 'kelamullah' ölçüsüne uygun nakledebilir?
Öyle ya! Kur'an'ın içindeki üslûp hiç de "Ben Allah'ın kalbime indirdiği manadan böyle anladım!" üslûbu değildir. Kur'an'ın içindeki cümlelerde apaçık anlaşılan odur ki: Âlemler Rabbi konuşmaktadır. Eğer, bu söz hakikaten Allah'ın sözü değilse, o zaman imâ edilen (aman Mustafa Öztürk fanatikleri kızmasın) Aleyhissalatuvesselamın kendisini Allah'ın yerine koyup öylece konuştuğu değil midir? Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ! Böyle herzeleri uyduranlar 'hâşâ' demeyi bilmez. Biz diyelim. Dilimizden Allah'a sığınalım.
Mürşidim bir yerde benzer sadedde kendisine gelen bir soruyu zikreder: "Şeytan döndü yine dedi ki: Kur'ân'ın meseleleri gibi, çok zatlar o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?" Onun cevabı ise, Mustafa Öztürk'ün rağmına, şöyledir: "Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, 'Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir' der. Yoksa Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. 'Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?' düsturundan titrer."
Devamında ontolojik/yapısal olarak bu durumun imkansızlığını ise şöyle izah eder: "Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler, fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek. Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki: 'Bu sahtekârdır!' İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur'ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün?"
Yani Mustafa Öztürk ve emsalleri savunmaktadır ki: Ateşböceği bizleri yıldızlıkla kandırmıştır. Aynadaki güneş kendisini gerçek güneş diye bize satmıştır. Herkes de yemiştir. Fakat, nereden başladık, nereye geldik. Yazıyı da uzattıkça uzattık. Hem eyvahlar olsun. Başlarken asıl dokunmak istediğim meseleye ise hiç gelemedim. O zaman bir devam yazısı için şuracıkta sözverelim. Cenab-ı Hak nasip ederse, inşaallah, bu meseleyi Telvihat-ı Tis'a'dan bir alıntı ekseninde tekrar değerlendirelim. Tevfik Allah'tan. Hamd ise yalnızca Ona.