Benim Adım Kırmızı’nın herhalde en çok tırnaklanan cümleleridir: “Hatırlamak, gördüğünü bilmektir. Bilmek, gördüğünü hatırlamaktır. Görmek, hatırlamadan bilmektir.” Bu üç cümle; hatırlamak, görmek ve bilmek arasındaki ilgiye dikkatimizi çekerken, aynı zamanda hangisinin ilk olduğu sorusuyla da bizi yüzleştirir. Bilmek mi öncedir, hatırlamak mı, yoksa görmek mi? Diyelim ki; ‘görmek’ öncelikle olsun. Gördüğünün ne olduğunu ‘bilmek’ nasıl olmaktadır? Bilmenin olduğu yerde, görmenin getirdiği bilgiyi sınıflandıracak bir ‘bilme’ oluşmamıştır ki henüz! Neyi hatırlayıp, ona göre sınıflandırma yapacaktır?
Bu mesele Sokrates’in Savunması’nda da yer alır. Bilmenin ‘öğrenmek’ mi, yoksa ‘hatırlamak’ mı olduğu üzerine bir tartışmada Sokrates, muhatabını en sonunda ‘bilmenin aslında hatırlamak’ olduğuna ikna eder. Çünkü muhatabı, insanın, hiçbir şey bilmeden geldiği bir âlemde, duyularla gelen malumatı nasıl işleyeceğini izah edemez. Sokrates, bunun, daha önce bilinen birşeyleri hatırlamadan mümkün olmadığını söyler. Doğrunun doğru, iyinin iyi, kötünün kötü olduğunu bilmek; ancak ona dair bilginin insanda kayıtlı olmasıyla mümkündür. Bu sayede insanlar duyularından gelen malumatı, var olan başlıklara göre işlerler. Öğrenmek de ancak böyle bir sürecin sonucudur.
Ben bu bilmek ve hatırlamak bahsini ne zaman hatırlasam, aklıma hemen Risale-i Nur’daki vicdan bahisleri geliyor. Meselenin özellikle ‘hatırlamak’ ile ilgili kısmının onunla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Beidüzzaman’ın önce Mesnevi-i Nuriye’de, yıllar sonra ise 29. Söz’de ‘fıtrat-ı zişuur’ olarak tarif ettiği vicdan, bu tarifi biraz açmamız gerekirse, kanaatimce; yaratılışımızın bize hazır sunduğu bilgi ve his dünyasının karşılığı. Yani Allah’ın fıtrat olarak bizde yarattıklarının şuurî yansıması. Fakat biz yalnız bundan ibaret değiliz. Akıl, şuurun bir üstünde, ondan daha dinamik bir alanın hâkimi olarak yeni bilgiler üretmeye ve öğrenmeye devam ediyor. İşte o yeni gelen bilgilerin ilk sınandığı yer; vicdan.
Bunda da kesin konuşmamak lazım. Kişiden kişiye değişen şeyler var. Mesela hayatınızı nefis merkezli yaşıyorsanız bu değerlendirme önce orada oluyor. Daha sonra, hatta bazen yıllar sonra, bir pişmanlık durağı olarak vicdana uğruyorsunuz.
Nefis ile vicdan arasında da böylece bir bağıntı/kıyaslama kurabiliyorum: Nefis, daha çok kısa vadeli menfaatlerin ve lezzetlerin bilincinde. Hazır olana doğru temayülü var. Vicdan ise, ahiretin de içine dahil olduğu bir algı boyutunda menfaatini arıyor. Uzun vadeli düşünüyor. Rahatsız olduğu ne varsa, bilin ki, ahiret adına size bir zararı var. Vicdanın menfaat ve zarar algısı çok daha uzun ve kesin bir yolculuğun sonucu. Nefsinki daha kısa ve belirsiz. Ancak çoğu zaman kısa vadeyi kesinliğin alameti sayan aklımız, nefsin temayüllerine mağlup oluyor. Yakın olan menfaati, uzak olan yarara tercih ediyor.
Vicdanın, daha kainatı tefekküre başlamadan önce, insanın içinde bir delil olarak yaratıldığını Mesnevi-i Nuriye’deki ‘dört bürhan-ı küllî’ bahsinden anlıyoruz. Orada Bediüzzaman, bu dört bürhan-ı külliyi; Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam, (kitab-ı kebir-i) kainat, Kitab-ı Mucizü’l-Beyan (Kur’an) ve fıtrat-ı zişuur olan vicdan olarak zikrediyor. Fakat hikmeti bilinmez, daha sonra aynı dersi verdiği 19. Söz ve 19. Mektup’ta, muarrif sayısını üç’e düşürüyor: “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem’a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur’ân-ı Azîmüşşandır.”
Vicdanın daha sonraları bu muarriflerden çıkarılması, belki onun—diğer üçü kadar—genelin kabulüne ve tam bir çıplaklıkla müşahadesine yakın olmayışından olabilir. Mesnevi-i Nuriye’nin (müellifin ifadesiyle) daha özel notlardan oluşması, sonraki eserlerinin daha genele hitap eder kaleme alınması, belki bu nüansa sebep olmuş olabilir. Ama her açıdan, Sözler içinde Bediüzzaman’ın vicdana verdiği konum, yatsınamaz şekilde onu önemsediğini gösterir. Daha Küçük Sözler’den itibaren azap içinde kalan, hakikati gösteren, en azından hakikati hissettiren (vicdanî bir his) hep vicdandır. (2, 3, 6, 13, 15, 17. Söz’ler ve diğerleri… Hepsinde vicdana bu yönüyle vurgu vardır.)
Ben bu yazıda nereye varmak istiyorum? Şimdi yazının sonuna yaklaşırken en başa dönüp bu soruya cevap vereyim: Beni bu yazıyı yazmaya iten sebep; aslında Barla Lahikası’ndaki ‘bahtiyar doktor’ mektubunda geçen bir cümleden ibaretti. Orada Bediüzzaman, metinlerinden ciddi etkilenmiş bir mütefennine, eserlerinin tesiri hakkında şöyle diyordu:
“Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”
Bu cümle bana ilginç geldi, çünkü biz genelde didaktik eserlerin muhatapların aklıyla, lirik eserlerin ise kalbiyle konuştuğuna kaniyizdir. Fakat burada Bediüzzaman, eserinin, muhatabının yalnızca aklına değil, bir nevi doğrunun ve yanlışın kodlandığı alan olan vicdanda makes bulduğunu düşünüyordu. Bu, bana, aynı zamanda, mukavemetsuz metnin nasıl üretileceğini ve böylesi metinlerin nasıl tanınacağı da düşündürdü. Sanırım, bana tesir eden metinler, hep böyle vicdanımla konuşan metinlerdi. Aklımla konuşan, yalnız aklıma hitap eden metinleri okuduğumda bilgim oluyor, ama hayatıma yansıması olmuyordu. Belki de bü yüzden bizi en çok etkileyen metinleri hep şöyle tarif ederdik:
“Yazar sanki beni anlatıyor…”
Bu cümle salt bir akılla söylenebilir miydi? Ve daha da önemlisi; bir yazarın metnini bu kadar kendine has yazılmış gibi okumak, gaybûbetten hazırane bir musâhabeye yol bulmak sayılmaz mıydı? Bazı yazılar, işte böyle, sorularla bitiyor.
Sokrates etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sokrates etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Ekim 2013 Cuma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...