Arkadaşım 'fena ve fani adamların güzel ve bâki sözleri olabileceğini' cennetmekan mürşidimiz öğretti bize. Bu minvalde kalmak kaydıyla onlardan iktibas yapmaktan çekinmeyiz. Hikmeti yitiğimiz biliriz. Nerede bulsak alırız. İşte, benim alıntım da, 'Bad Boys 4' gibi hakikatte gayet 'bed' bir filmden. Deniliyordu ki orada: "Kaderin varsayımlarla işi olmaz." İzahından önce evvelini de anmalıyım belki. Zira hikayesini işitmeyince hakikatinin zemini de kavranmıyor:
Bir sahnede 'nasıl öleceğini bildiğini' iddia eden Martin Lawrance'e soruyordu Will Smith: "Sen şimdi 'yüzünden vursam bile ölmeyeceğini' mi söylüyorsun?" O ise şöyle cevap veriyordu: "Hayır. 'Kaderimde beni yüzümden vurman yok!' diyorum. Kaderin varsayımlarla işi olmaz."
Peki kaderin 'varsayımlarla' neden işi olmaz arkadaşım? Çünkü varsayım bilinemezliğin vücuduyla mümkündür. Yani cehaletle birlikte varolur. Herhangi birşey hakkında varsayım ürettiğimizde orada 'bilinemezlik' olduğunu da kabul ederiz. İster 'neden' ister 'sonuç' hakkında olsun. İster 'öncesinde' ister 'sonrasında' bulunsun. Değişmez. Mukaddimesinde bir bilinemezlik tasavvur olunmazsa varsayım üretmek de mümkün olmaz. Kader hakkında varsayım ürettiğinizdeyse spekülasyonunuzun ucu ta gidip Allah'ın ilmine kadar dokunur. Hüda ya 'neden'e yahut da 'netice'ye dair bir alanda bilemez olmalıdır ki ihtimaller konuşulabilsin.
Hemen misallendirelim: Bir matbaada çalıştığımızı farzedelim. Öyle ki, her faaliyet, tam bir kesinlikle takip edilsin orada. Hatta her makinenin dakikada ne kadar iş çıkarabildiği bilinsin. (Şimdilerde dijitalleşme böyle bir imkanı her sektörde az-çok sağlayabiliyor diye biliyorum.) Böyle bir matbaada spekülasyona açık bir alan kalır mı? Tahminle iş yapılabilir mi? Hayır. Kalmaz. Yapılamaz. Çünkü, bu kadar detaylı şekilde bilebiliyorsanız herşeyi, tahminin artık bir anlamı yoktur. Bilgi 'başka türlüsünü düşünmeye fırsat vermeyecek kadar' yüksek kesinliktedir. Ulaşılabilecek yakınlıktadır. Nettir. Âyandır. Bu derece belirginlik elbet spekülasyon kaldırmaz.
Sınavdan kaç aldığı net bir şekilde bilinen bir öğrenci için artık "Bu sınavdan falan puanı alır!" denmesine imkan kalmaz. Yani, kesinlik yoksa spekülasyon vardır, spekülasyon varsa kesinlik yoktur. İşte, bu 'Kaderin varsayımlarla işinin olmayacağı' mevzuu, Kader Risalesi'nin de altını çizdiği birşeydir:
"Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, 'Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek.' Öyle ise, denilmesin ki, 'Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti.' Sual: 'Niçin denilmesin?' Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Ya, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise biz ehl-i hak deriz ki: 'Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.' Cebrî der: 'Atmasaydı yine ölecekti.' Mutezile der: 'Atmasaydı ölmeyecekti.'"
Kaderin sebeple müsebbebe bir taalluk etmesi; Allah'ın; 'el-Alîm' olduğunu, 'er-Rakîb' olduğunu, 'el-Hakîm' olduğunu idrakte çok önemlidir. Eğer Allah için 'bilemeyeceği bir alan' tayin edemiyorsak, yani bir şekilde kaderin adem-i taallukunu farzetmiyorsak, hâşâ, nasıl olup da yaratışı hakkında spekülatif konuşabiliriz? Ehl-i Sünnet burada da yüzbinlerce 'Maşaallah'ı hakkıyla hakeder. Zira onlar Allah tasavvurlarında tutarsızlığa düşmezler. 'Herşeyi bilen, gören, takip eden, hikmetle tayin eden...' vs. iman ettikleri Rablerini, hâşâ, aksiyle itham etmezler.
'Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.' Evet. Meçhuldür. Çünkü kader mü'min için spekülasyon yapılamayacak bir alandır. Allah'ın yaratışında 'acaba'sı yoktur. Bilemediği yoktur. Sonradan öğrendiği yoktur. Varsayımlar böyle bir imkansızlıktan nasıl yol bulup çıkacaktır?
Buradaki meçhuliyet de "Ölür müydü, ölmez miydi, bilmeyiz!" demekten ziyade "Biz böylesi bir spekülasyon alanının varlığına asla inanmayız!" şeklinde anlaşılmalıdır. İşte, bu idrak, bizi en baştaki hakikattar cümleye götürür yine: "Kaderin varsayımlarla işi olmaz."
Evet. Evet. Yüzbinler evet. Kaderin Sahibinin, neticeyi yaratırken sonucu, sonucu yaratırken neticeyi görmemesi diye birşey mümkün değildir. Hiçbirisiyle ilgisini kesmesi mümkün değildir. Hiçbirisinin perde olup ilminin önünü kesmesi mümkün değildir. Olacak olan, öyle olacağı için, olur. Olan, öyle olacağı için, öyle olmuştur. Hak Tealanın kat'î yaratışında "Eğer böyle olursa şöyle yazarım..." diye, hâşâ, cahillik-acizlik izhar etmesi ihtimali yoktur. Ona sürpriz yapılamaz. O şaşırtılamaz. Bilmediği bir ihtimal karşısına çıkarılamaz. Olamaz böyle şey.
Kur'an'da, sünnette, dinî metinlerde varolan bu tarz ifadelerse bizi hayra/ibadete teşvik içindir. Yalnız penceremizdeki bilinmezliğe işarettir. Yoksa, hâşâ, el-Alîmü'l-Habîr'in neyin-nasıl olacağını bilmemesinden değildir. İmtihan beyanıdır. Subhanallah. Subhanallah. Subhanallah. Herşeyi yoktan yaratan Rabbimizi bilememenin kusurlarından tenzih ederiz. Böyle noktalarda acabaya düşmeyiz. Allah sünniliğin istikametinden ayaklarımızı bir an olsun ayırmasın. Âmin.
Spekülasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Spekülasyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
27 Kasım 2024 Çarşamba
10 Aralık 2018 Pazartesi
Gezi'de neden gaza geldik?
Murat Batmankaya, Küçülteç isimli kitabında, 'musibet' ve 'manipülasyon' arasındaki nüansa dair önemli birşey söyler: "Doğal afette insan ne olup bittiğini bilir; neyin yıkılıp gittiğini, zararları gidermek için nerede, nasıl harekete geçeceğini bilir. Ama bir spekülasyonda kimse ne olup bittiğini kestiremez. Kimse kalkıp da bu işin nedeni kömürdür diyemez; paradır, demir sıkıntısıdır, zahiredir, pamuktur ya da petroldür diyemez. Bu yüzden de kimse felaketin kaynağına el uzatamaz, çünkü kaynak sadece tek bir kişice bilinmektedir; o da kargaşalıkta çıkarını bulmak için sırrını asla açığa vurmayacaktır."
Bu satırları önemserim. Çünkü diğer bir açıdan Aleyhissalatuvesselamın 'fitne zamanı oturanın ayakta durandan, yürüyenin koşandan, duranın yürüyenden daha hayırlı olduğunu' ifade buyurduğu hadis-i şerifin de bir hakikatini gösterir. Aynen. Fitne zamanı oturan ayakta durandan hayırlıdır. Çünkü eylemin yöneleceği hedef, tıpkı yukarıda Murat Batmankaya'nın söylediği şekilde, belli değildir. Hedefsiz eylemlerin ise sonuçları, en az kötü niyetli eylemlerinki kadar, kötü olabilir. Çünkü kargaşanın devam etmesine onlar yardımcı olurlar.
"Gezi'nin ilk üç günü" diye meşhur bir tabir vardır. Belki sizin de malumunuzdur. Yıllar önce Taksim'de meydana gelen olayların net fotoğrafının çekilemediği, bir derece onlara masumiyet atfedildiği, hatta dindarların veya dine hürmetkârların da kısmen bu eylemleri desteklediği bir dönemi ifade eder. Açıklıkla söyleyebilirim: Ben de bu ilk üç günün 'kapılanlar'ındanım. Bizzat gidip Gezi anarşisine destek vermedim elbette. Ama bültenleri okurken ve sosyalmedyada olayları değerlendirirken bu eylemi 'masum bir hak arayışı' olarak düşünmüştüm. Uzadıkça ayılmamız hızlandı. O ayrı. Fakat ilk günlerde benim gibi birçokları daha bu 'iktidar değiştirme hamlesi'nin iyi niyetine ihtimal verdi. Yazılıp-çizilenlerden etkilendi. Hatta bir ölçüde katkı yaptı.
Ben şimdi geriye dönüp baktığımda bu etkilenişimi bir kusur olarak tayin ediyor ve sebepleri üzerine çokça düşünüyorum. Neden? Elbette öncelikle tekrarını yaşamamak için. Zira bu yollu bir anarşi potansiyelinin Gezi'yle başlayıp tükendiğini düşünmüyorum. Evveli de var. Sonrası da olacak. Hatta farklı sûretlerle yeniden ortaya çıkma ihtimali de mümkün. Duygularımızla muhatap olduğumuz her hâdisede kolaylıkla manipüle edilebiliyoruz. Tamam. Ama hepsinden önce, bir yerde kantarın topuzunu fena kaçırdık, ondan dolayı toparlanmak zor oluyor. Peki, arkadaşım, cevap arayalım: Neresi orası?
Bence şurası: Biz, bir şekilde, belki biraz da 28 Şubat sürecinde yaşadığımız sarsıntının acısıyla yılana sarılmaya alıştık. O kadar savunulmaya ihtiyaç duyuyorduk ki o sıralar, tarafımızı tutan veya tarafımızda konuşan seküler isimler olduğunda, özellikle de onlara, birer kurtarıcıymış gibi yapışıyorduk. Söylemlerini hemen benimsiyor ve içselleştiriyorduk. Liberalizmin, Kemalist solculuğa nazaran daha bir şefkatle yanağımızı sıkması, bizim de durduğumuz yerden ayağımızı kaldırıp onlara yaklaşmamızı sağladı. İçimizde taşlar oynadı. Baki kalması gereken garp husumeti yerini "Hepimiz kardeşiz!" türküsüne bıraktı. AB kurtuluşumuz gibi göründü. Bunu sadece ben-sen-o değil İslamcı aydınların birçoğu yazıp-çizmeye başladılar. İşte o zaman bir karışıklık oldu. Ve biz, bu yanlış muhabbetten ötürü, 'manipüle edilebilir' hale geldik. Her üçlü çektirmeleriyle tribünlerimiz dalgalanmaya başladı.
Yaşananlar bir açıdan izzetin yitimiydi. Kendi ayaklarımız üzerinde durmuyorduk. Kendi kaynaklarımız üzerinde de değildik. Avrupalı herhangi bir aydından alıntı yapmak, gündelik yaşamı onlar eşliğinde yorumlamak, hassaten Yeni Türkiye'yi bu tanımlar üzerine inşa etmek kolay bir zafer gibi göründü. Kimse kimsenin kuyruğuna basmayacaktı. Kimse kimsenin canını yakmayacaktı. O zamanlar geçmişti. Şimdi herkes aynı şeyi istiyordu. Aynı zemin üzerinde buluşabiliyordu. Görece çoğunluğumuzun oy verdiği AK Parti'ye seküler hangi isim destek çıksa, dahil olsa, katkı verse havalara uçuyorduk. Ben-sen ayrımı azalmıştı.
Veee.... Gezi'nin sabahında uyandık. Yok, hemen sabahında uyanmadık, üçüncü gününden sonra uyandık. Hemen sabahında uyananlar evvelden beri diğerleriyle çokta içli-dışlı olmayanlardı. Garp husumetini unutmayanlardı. Onlar hemen uyandılar. Biz arkalarından geldik. Açık ifade etmek gerek: Bizi körebe okumalarımız yanılttı. Metinlerini okuyarak insanları onlardan ibaret düşündük. Hüsnüzan ettik. Öyle olmadıklarını da Gezi'yle birlikte sert bir şekilde öğrendik.
O kadar da bize tahammülleri yoktu. O kadar bizi içselleştirmemişlerdi. Yalnızca birazcık süre vermişlerdi. O kadar. Zamanın dolduğunu düşündüklerinde yeniden herşeyin el değiştirmesini istiyorlardı. Gezi'de bu taleplerini dile getirdiler. Sertleştiler. Sertleştiler. Sokaklarda insanları taciz ettiler. Duvarlara hakaretler yazdılar. Kaldırım taşları söktüler. Tencede-tava çaldılar. O zaman biz ellerimiz kulaklarımıza kapadık ve içimizden dedik: "Vay be! Ne tufaya düşdük ama! Meğer yaptığımız hüsnüzan değil aptallıkmış." O mini eteklilerle başörtülüler beraber fotoğraf çektirmeler. "Hepimiz aynıyız!" tebessümleri. Soluverdi hepsi birkaç gecede. Üzüldük. Önce üzüldük. Sonra şükrettik. Çünkü ayılmak ne kadar sert de olsa şükredilesidir.
Ben şimdi bütün bu süreci bir ayet-i kerimenin penceresinden seyrediyorum. Hani Âl-i İmran sûresinin 72. incisinde buyruluyor: "Ehl-i kitaptan bir grup şöyle dedi: Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkar edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler." Evet. Yaşanan tam anlamıyla buydu. Bir süre onlar da bizim iman ettiğimiz şeylere iman eder göründüler. Zira sevgimize ihtiyaçları vardı. Kalabalığımıza ihtiyaçları vardı. Bölünmemiz gerekiyordu. Sonra, kendilerince 'akşam' olduğunu düşündükleri vakitte, inkâra başladılar. Ve bizi gazladılar. Hani onlar bizim canımız-ciğerimizdi? Hani mücadelemiz ortaktı? Hani hepimiz kardeştik? O zaman başlattıkları kavgada bizim de bir yerimiz vardı. Olmalıydı. Koşmalıydık.
Koşan da oldu koşmayan da. Geldi-geçti. Ancak yaşananları izleyerek iki şeyin önemi anladım ben. Mürşidimden öğrendiğim iki şeyin. Daha doğru bir ifadeyle şöyle denmeli sanki: Mürşidimden duyduğum iki şeyi ben ancak Gezi'yi yaşayarak tam anlamıyla idrak edebildim. Birincisi: İşte, yukarıda zikrettiğim, garp husumetinin baki kalması meselesi. Çünkü bu husumetin öğrettiği temkin ayakta olmadığı sürece aldatılma kaçınılmaz oluyordu. İkincisi: Müsbet Hareket'in kıymeti. Evet. Müsbet Hareket bir kalıp olarak fiilerimizin etrafını sarmadıkça eylemlerimizin 'kullanışlı' hale gelmesinin de önüne geçilemiyor. Müsbet bir duruş menfi bir yürüşten daha hayırlı neticeler verebiliyor fitne zamanlarında...
Yeniden Gezi konuşulmaya başlamışken 'Ben de içimi şöyle bir dökeyim' dedim. Zira insanı en çok itiraf edemediği hatalar zehirliyor. Eğer dürüstçe kustuysam ondan kurtuldum.
Bu satırları önemserim. Çünkü diğer bir açıdan Aleyhissalatuvesselamın 'fitne zamanı oturanın ayakta durandan, yürüyenin koşandan, duranın yürüyenden daha hayırlı olduğunu' ifade buyurduğu hadis-i şerifin de bir hakikatini gösterir. Aynen. Fitne zamanı oturan ayakta durandan hayırlıdır. Çünkü eylemin yöneleceği hedef, tıpkı yukarıda Murat Batmankaya'nın söylediği şekilde, belli değildir. Hedefsiz eylemlerin ise sonuçları, en az kötü niyetli eylemlerinki kadar, kötü olabilir. Çünkü kargaşanın devam etmesine onlar yardımcı olurlar.
"Gezi'nin ilk üç günü" diye meşhur bir tabir vardır. Belki sizin de malumunuzdur. Yıllar önce Taksim'de meydana gelen olayların net fotoğrafının çekilemediği, bir derece onlara masumiyet atfedildiği, hatta dindarların veya dine hürmetkârların da kısmen bu eylemleri desteklediği bir dönemi ifade eder. Açıklıkla söyleyebilirim: Ben de bu ilk üç günün 'kapılanlar'ındanım. Bizzat gidip Gezi anarşisine destek vermedim elbette. Ama bültenleri okurken ve sosyalmedyada olayları değerlendirirken bu eylemi 'masum bir hak arayışı' olarak düşünmüştüm. Uzadıkça ayılmamız hızlandı. O ayrı. Fakat ilk günlerde benim gibi birçokları daha bu 'iktidar değiştirme hamlesi'nin iyi niyetine ihtimal verdi. Yazılıp-çizilenlerden etkilendi. Hatta bir ölçüde katkı yaptı.
Ben şimdi geriye dönüp baktığımda bu etkilenişimi bir kusur olarak tayin ediyor ve sebepleri üzerine çokça düşünüyorum. Neden? Elbette öncelikle tekrarını yaşamamak için. Zira bu yollu bir anarşi potansiyelinin Gezi'yle başlayıp tükendiğini düşünmüyorum. Evveli de var. Sonrası da olacak. Hatta farklı sûretlerle yeniden ortaya çıkma ihtimali de mümkün. Duygularımızla muhatap olduğumuz her hâdisede kolaylıkla manipüle edilebiliyoruz. Tamam. Ama hepsinden önce, bir yerde kantarın topuzunu fena kaçırdık, ondan dolayı toparlanmak zor oluyor. Peki, arkadaşım, cevap arayalım: Neresi orası?
Bence şurası: Biz, bir şekilde, belki biraz da 28 Şubat sürecinde yaşadığımız sarsıntının acısıyla yılana sarılmaya alıştık. O kadar savunulmaya ihtiyaç duyuyorduk ki o sıralar, tarafımızı tutan veya tarafımızda konuşan seküler isimler olduğunda, özellikle de onlara, birer kurtarıcıymış gibi yapışıyorduk. Söylemlerini hemen benimsiyor ve içselleştiriyorduk. Liberalizmin, Kemalist solculuğa nazaran daha bir şefkatle yanağımızı sıkması, bizim de durduğumuz yerden ayağımızı kaldırıp onlara yaklaşmamızı sağladı. İçimizde taşlar oynadı. Baki kalması gereken garp husumeti yerini "Hepimiz kardeşiz!" türküsüne bıraktı. AB kurtuluşumuz gibi göründü. Bunu sadece ben-sen-o değil İslamcı aydınların birçoğu yazıp-çizmeye başladılar. İşte o zaman bir karışıklık oldu. Ve biz, bu yanlış muhabbetten ötürü, 'manipüle edilebilir' hale geldik. Her üçlü çektirmeleriyle tribünlerimiz dalgalanmaya başladı.
Yaşananlar bir açıdan izzetin yitimiydi. Kendi ayaklarımız üzerinde durmuyorduk. Kendi kaynaklarımız üzerinde de değildik. Avrupalı herhangi bir aydından alıntı yapmak, gündelik yaşamı onlar eşliğinde yorumlamak, hassaten Yeni Türkiye'yi bu tanımlar üzerine inşa etmek kolay bir zafer gibi göründü. Kimse kimsenin kuyruğuna basmayacaktı. Kimse kimsenin canını yakmayacaktı. O zamanlar geçmişti. Şimdi herkes aynı şeyi istiyordu. Aynı zemin üzerinde buluşabiliyordu. Görece çoğunluğumuzun oy verdiği AK Parti'ye seküler hangi isim destek çıksa, dahil olsa, katkı verse havalara uçuyorduk. Ben-sen ayrımı azalmıştı.
Veee.... Gezi'nin sabahında uyandık. Yok, hemen sabahında uyanmadık, üçüncü gününden sonra uyandık. Hemen sabahında uyananlar evvelden beri diğerleriyle çokta içli-dışlı olmayanlardı. Garp husumetini unutmayanlardı. Onlar hemen uyandılar. Biz arkalarından geldik. Açık ifade etmek gerek: Bizi körebe okumalarımız yanılttı. Metinlerini okuyarak insanları onlardan ibaret düşündük. Hüsnüzan ettik. Öyle olmadıklarını da Gezi'yle birlikte sert bir şekilde öğrendik.
O kadar da bize tahammülleri yoktu. O kadar bizi içselleştirmemişlerdi. Yalnızca birazcık süre vermişlerdi. O kadar. Zamanın dolduğunu düşündüklerinde yeniden herşeyin el değiştirmesini istiyorlardı. Gezi'de bu taleplerini dile getirdiler. Sertleştiler. Sertleştiler. Sokaklarda insanları taciz ettiler. Duvarlara hakaretler yazdılar. Kaldırım taşları söktüler. Tencede-tava çaldılar. O zaman biz ellerimiz kulaklarımıza kapadık ve içimizden dedik: "Vay be! Ne tufaya düşdük ama! Meğer yaptığımız hüsnüzan değil aptallıkmış." O mini eteklilerle başörtülüler beraber fotoğraf çektirmeler. "Hepimiz aynıyız!" tebessümleri. Soluverdi hepsi birkaç gecede. Üzüldük. Önce üzüldük. Sonra şükrettik. Çünkü ayılmak ne kadar sert de olsa şükredilesidir.
Ben şimdi bütün bu süreci bir ayet-i kerimenin penceresinden seyrediyorum. Hani Âl-i İmran sûresinin 72. incisinde buyruluyor: "Ehl-i kitaptan bir grup şöyle dedi: Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkar edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler." Evet. Yaşanan tam anlamıyla buydu. Bir süre onlar da bizim iman ettiğimiz şeylere iman eder göründüler. Zira sevgimize ihtiyaçları vardı. Kalabalığımıza ihtiyaçları vardı. Bölünmemiz gerekiyordu. Sonra, kendilerince 'akşam' olduğunu düşündükleri vakitte, inkâra başladılar. Ve bizi gazladılar. Hani onlar bizim canımız-ciğerimizdi? Hani mücadelemiz ortaktı? Hani hepimiz kardeştik? O zaman başlattıkları kavgada bizim de bir yerimiz vardı. Olmalıydı. Koşmalıydık.
Koşan da oldu koşmayan da. Geldi-geçti. Ancak yaşananları izleyerek iki şeyin önemi anladım ben. Mürşidimden öğrendiğim iki şeyin. Daha doğru bir ifadeyle şöyle denmeli sanki: Mürşidimden duyduğum iki şeyi ben ancak Gezi'yi yaşayarak tam anlamıyla idrak edebildim. Birincisi: İşte, yukarıda zikrettiğim, garp husumetinin baki kalması meselesi. Çünkü bu husumetin öğrettiği temkin ayakta olmadığı sürece aldatılma kaçınılmaz oluyordu. İkincisi: Müsbet Hareket'in kıymeti. Evet. Müsbet Hareket bir kalıp olarak fiilerimizin etrafını sarmadıkça eylemlerimizin 'kullanışlı' hale gelmesinin de önüne geçilemiyor. Müsbet bir duruş menfi bir yürüşten daha hayırlı neticeler verebiliyor fitne zamanlarında...
Yeniden Gezi konuşulmaya başlamışken 'Ben de içimi şöyle bir dökeyim' dedim. Zira insanı en çok itiraf edemediği hatalar zehirliyor. Eğer dürüstçe kustuysam ondan kurtuldum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor
"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..." Münazarat'tan....
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...