Alelekser Kürtler sünnidir. Az bir kısmı da alevidir. Bizim ilçenin Kürtleri de alevidir. Sivas'ın diğer bazı ilçelerinde Türk alevileri var. Ama bizim ilçede yok. Bizim ilçede birisi Kürtse kesinlikle alevidir. Ve Türkse kesinlikle sünnidir. O yüzden bizim aileyi akrabalar şöyle kınarlardı: "Siz Türk olmuşsunuz!" Bununla söylemek istedikleri aslında 'bizim onlardan başka-farklı olarak ehl-i sünnete mensubiyeti seçmemiz'di. Elhamdülillah. Dedem de dahil, biz, cemevinden cenaze kaldırmadık.
Bunu şu hikmetten anlattım: Coğrafyalar, sosyolojiler, dönemler vs. 'kimin, neyi, ne olarak' isimlendirdiğini de etkiliyor. Sözgelimi: Eğer ailemiz, Türk alevilerinin çoklukla bulunduğu başka bir ilçede yaşıyor olsalardı, sünnileşlemeleri üzerinden "Türk olmuşsunuz!" tenkidini işitmeyeceklerdi. Veyahut, eğer bizim yaşadığımız coğrafyada Kürtler sünni, Türkler alevi olsalardı, bu defa da "Kürt olmuşsunuz!" denebilecekti. Yaşanan şeyin isimlendirilmesi tamamen bölgenin sosyolojisiyle alakalıydı. Şimdilerde ilçede birkaç Şafiî Kürt ailesi de var. Maşaallah. Belki sayıları ileride artar. Fakat biz çocukluğumuzda Şafiî Kürt denildiğinde ne denmek istendiğini anlayamazdık. Sanki bilinmez bir hayatiyetten bahsedilirdi. İleride Zara'nın sosyolojisi bu yönüyle değişirse, belki, bizden sonra sünnileşen hiçbir aileye benzeri cümle kurulmayacak.
Tarihte de durum bundan başka şekilde yaşanmamış. Evet. Emevîler-Abbasîler döneminde kaleme alınmış Avrupa menşeili metinlere baktığınızda müslümanlardan 'Araplar' diye bahsedildiğini görürsünüz. Fakat Selçukîler-Osmanîler çağı geldiğinde metinlerin dilleri değişmeye başlar. Bu defa müslümanlardan 'Türkler' diye bahsedilir. Hatırlayalım: Hollywood filmlerinde 'müslüman terörist' tiplemeleri hep Araplara benzer. Çünkü Amerika'nın fiilen istilası altında tuttuğu coğrafya Arap coğrafyasıdır. Fakat Rus sinemasının aynı tarz yapımlarına dikkat ettiğinizde tiplemelerin değiştiğini farkedersiniz.
Bu defa eşgal Araptan uzaklaşıp Afgana, Çeçene, Tatara, Türke yaklaşır. Benzeri Bollywood için de sözkonusudur. Onların teröristleri Amerikalılarınkinden daha esmerdir. Neden? Zira Hindistan'ın düşmanı olarak tanımladığı müslüman Pakistanlıdır. Hindistan filmlerinde teröristlerden Arap veya Türk diye bahsetmezler. 'Pakistanlı' derler. Zira müslümanlar onlarla aynı kavmiyettendendir. Ve halen vatandaşları olan müslümanlar da epeyce çoktur. Belki gücendirmek istemezler. (Hindistan sinemasının yıldız kadrosunda birçok müslüman kökenli ismin yeralması da terörist tariflerini etkiliyor olabilir.)
Her neyse. Yukarıdaki izahattan bir miktar anlaşılacağı üzere, aslında, müslümanlığı tastamam taşıyan bir ırk ismi yoktur. Zaman zaman İslamlığı belirtmek için kullanılan ırk isimleri ise tamamen dönemsel tarif etmelerdir. Mesela: İmam Zeynelâbidîn rahimehullanın Sahife-i Seccadiye duası içinde Türklere beddua etmesi 'Türkler o dönemde daha müslüman olmadıkları için'dir. Mü'minler İran'ı fethetmiş. Hazar kıyılarına varmış. Artık sert bir hasım olarak Türklerle mücadele etmektedirler o yıllarda. Ve ehl-i beytin, dolayısıyla ümmetin, bir imamı olan İmam Zeynelâbidîn de düşmanların helakini dilemektedir o yüzden. Fakat Türklerin İslamlaşması sürecinden sonra yazılan metinlerde de onlara hamiyet-i İslamiyeleri için dua edildiğine rastlarsınız. (Hatta Arap bir hocadan babasının kendisine şöyle dediğini dinlemiştim: "Türkleri sevmek imandandır!" Bunu söylemesinin sebebi, o dönemde, Baasçıların Arap gençlerine Türk düşmanlığı aşılamaya çalışmasıydı.)
Yine günümüz kemalistleri için dindar bir Türk 'Arap olmuş' bir Türktür. Dindarlık 'Araplaşmak'tır. Dindar insanlara 'Araplık yapmayın!' der onlar. Öyle söylemeleri kemalizmin Türklük tanımının İslam'ı kapsamamasındandır. Yani onlara göre bir Türk; şaman, hristiyan, pagan, deist, ateist vs. herşey olabilir de müslüman olamaz. Müslümansa Araplaşmıştır. Tıpkı bizim ailenin alevi Kürtlerin gözünde 'Türkleşmiş' olması gibi. Cumhuriyetin beyazları için Türk 'müslümansız' vardır.
Benim 'İsmet Özelciliğe' yaptığım eleştiriler de tam bu merkezde şekilleniyor. Onlar, Batılı metinlerde Türklüğün müslümanlıkla 'eşdeğer' kullanılmasını, Türkiye'de yaşayan sair kavimlerden müslümanlar için bir 'manevî baskı öğesi' olarak istimal ediyorlar. Yani "Bakınız, Batılılar Türk dediklerinde müslümanlığı kastediyor, eğer siz kendinize Türküm diyemiyorsanız, o zaman gavursunuz demektir!" gibi bir yere çekiyorlar mevzuu. Halbuki bu mantık değil cerbezedir. Zira silsile içinde zaruret ilişkisi yoktur. Mantık ile cerbeze birbirinden burada ayrılır. Parçalar, önermeler, hükümler arasında "Bu buysa şu da şudur!" tarzı bir zorunluluk ilişkisi yoksa söylenilen şeye 'mantıklı' denilemez. Ancak başarısına göre cerbezedir. İmam Gazzâlî rahimehullah, el-Kıstâsu'l-Müstakîm (Düşünmenin Doğru Ölçüsü ismiyle çevirmiştir Muhammed Yazıcı Hoca) eserinde, bu cerbezeyi ilk yapanın İblis olduğunu söyler. 'Neden secde etmediği' sorulduğunda 'Beni ateşten, onu topraktan yarattın...' diye iddialaşması, üstünlüğünü ona bina etmesi, arasında zaruret ilişkisi olmayan iki şeyi birbirine bağlamak türündendir. Ateşin topraktan üstünlüğü ne ile sabittir? Peki üstünlüğün 'hammaddeyle' olduğu ne ile sabittir?
Türklüğün müslümanlıkla aynı anlama getirilişinde de, tıpkı böyle, bir kesinlik ilişkisi yoktur. Evet. Bir dönem bu anlamda kullananlar olmuştur. Fakat bir dönem kullanılmış olmak zaruret ifade etmez. Başka bir dönem de Araplık aynı manada kullanılmıştır. Eğer nasslarımız içinde "Avrupalılar İslam'ı kimin üzerinden tarif ediyorlarsa müslümanlar artık o kavmiyettendir!" diye bir hüküm olsaydı, bu hükmün bağlayıcılığına binaen, o ırk ile tesmiye edilebilirdik. Fakat herkes kabul eder ki: Nasslarımızda böyle bir beyan kesinlikle yoktur. Müslümanlar müslüman-mü'min olmak dışında bir ırk ismine bağlanmamışlardır. Ve bu sayede de her ırktan müslüman kendisini 'müslüman' olarak anabilmektedir. Ancak İsmet Özel daha 'ulus devlet boyutlu' bir İslamcılık modellediği için herşeyin dengesini 'yöresel çıkarlara göre' yeniden kurguluyor. Türklüğü İslamlık üzerinden tarif ederek güzel şeyler söylüyor gerçi. Fakat milel-i saireyi Türklüğe dövdürmekle iyi etmiyor.
Tam burada bana şöyle itirazlar geldiği de oluyor arkadaşım: "Bediüzzaman Hazretleri de 'Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır!' gibi şeyler söylemiyor mu? İsmet Özel'in söylediklerinin bundan ne farkı var?" Farkı şöyle ifade edebiliriz: Bediüzzaman Hazretleri 'Türkleri İslamiyette tutmak için' bu cümleleri kuruyor. Metni de alıntılarsak daha iyi olacak galiba:
"Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme."
Evet. Hazret-i Üstad, bu tarz hakikatleri, 'Süfyanizm tarafından üzerlerine büyük oyunlar oynanan Türkleri' İslam'da tutabilmek için söylüyor. Yani onlara kavmiyetleri ile dinlerinin sağlam bağını hatırlatıyor. Ve, evet, bu manada Bediüzzaman'ın Türklüğe bakışı ile İsmet Özel'in bakışı yakınlaşıyor. İsmet Özel de, maşaallah, İslamsız Türklüğün mümkün olmadığı konusunda kesin ifadeler kullanıyor. Hatta, Şiir Okuma Kılavuzu'nda, verdiği misalle de Bediüzzaman'a yaklaşıyor: "Hazarların Türk olduklarından, Gagavuzların Türk olduklarından bahsediyorlar. Bu yuttuğumuz en zehirli dolmadır. Böyle birşey yok. Müslüman değilse Türk değildir." Madem iktibasa başladık o zaman Ve'l-Asr'dan da alalım: "(...) Bu topraklarla irtibatımız din sebebiyle kuruldu. Müslümanlık nasıl burada göçebe, göçer, göçmen nüfusun çoğunlukta olduğu bir toplum vakıasını ortaya çıkarmışsa, bu topraklarda bir milletin mevcut olduğu hükmünü de müslümanlığa müracaat etmeksizin doğrulayamayız. Bu topraklarda bir millet yaşıyor ve onların aynı milletten oluşunu İslamiyet'ten başka birşey açıklamıyor."
Ancak, İsmet Özel, 2000'lerde ürettiği metinlerde eski metinlerinde söylediklerini unutuyor. Mevzuu tamamen Türklüğe yaslıyor. Ve daha ilerisi: Türklüğün İslamlıkla eşdeğer olması üzerinden başka kavme mensubiyetini ifade eden herkesi hainlikle yaftalayacak cinnete geliyor. İşte, Bediüzzaman Hazretleriyle İsmet Özel'in Türklüğe bakışı, tam burada ayrılıyor. Bediüzzaman Hazretleri Türkleri İslam'da tutabilmek için Türklüğün İslam'la 'kabil-i tefrik' olmadığını belirtiyor.
Fakat, İsmet Özel, aynı fayda tahsilini amaçlamanın yanında, bir de başka kavme mensubiyetini hatırlayanları dövmek için Türklük sopasını sallıyor. Manevî baskı altına alıyor. Bediüzzaman başka kavme mensub olduğunu anmayı, her İslam âlimi gibi, garip bulmuyor. İsmet Özel'se kitap ismi yapacak kadar bayraklaştırıyor: "Türk Olamadıysan Oldun Amerikalı." Ona göre Türkiye sınırları içinde yaşayıp "Türküm!" diyemiyorsan gavursun, hainsin, safsın, s...olup gidebilirsin. Özelciliğin İslamcılığa yaptığı en büyük kötülük de bu oldu gibi. Bütün ümmet coğrafyasını kuşatan tanımlara sahip bir fikriyatı Türk ulusalcılığı boyutuna indirgedi. Hatta neredeyse kemalist ulusalcılığa abdest aldırıp genç Türklere yutturdu. Bu illetin tedavisi kemalizmin tedavisinden bile daha güç geliyor bana. Çünkü bunun kurdu gövdenin içine daha çok girdi.
Bitirirken, İsmet Özel'in, belki artık İsmet Özel'in dahi hatırlamadığı satırlarından birkaçını paylaşmak istiyorum. Kimbilir? Türk-Türkiyeli tartışmalarına mâziden zayıf bir ışık tutabilir. Şöyle diyor İsmet Özel: "(...) Türk insanı (dikkatle ve titizlikle belirtmeli ki bu tamlama biyolojik değil kültürel bir mevcudiyeti vurgulamak için kullanılmaktadır) dünyada doğan yeni şartlar karşısında aslî yerini koruma ve temayüz ettirme kaygısını taşımıştır. Belki bu insan tipine 'Türkiyeli Müslüman' demek daha uygundur. Ancak yapacağımız her adlandırma yaraştığı yere denk düşmekten uzak kalacaktır. Çünkü sözünü etmeye çalıştığımız insan tipi kendini tanımlamadığı kadar etkinliğini sürdürmektedir ve metafizik alandaki yerini bir çırpıda bulabilme çabasıyla kendisine Yaratıcısı tarafından verilen ismi bütün kapsamıyla benimsemekte, 'Müslüman' kalmaktadır."
İslamcılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İslamcılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Ağustos 2025 Pazartesi
10 Aralık 2018 Pazartesi
Gezi'de neden gaza geldik?
Murat Batmankaya, Küçülteç isimli kitabında, 'musibet' ve 'manipülasyon' arasındaki nüansa dair önemli birşey söyler: "Doğal afette insan ne olup bittiğini bilir; neyin yıkılıp gittiğini, zararları gidermek için nerede, nasıl harekete geçeceğini bilir. Ama bir spekülasyonda kimse ne olup bittiğini kestiremez. Kimse kalkıp da bu işin nedeni kömürdür diyemez; paradır, demir sıkıntısıdır, zahiredir, pamuktur ya da petroldür diyemez. Bu yüzden de kimse felaketin kaynağına el uzatamaz, çünkü kaynak sadece tek bir kişice bilinmektedir; o da kargaşalıkta çıkarını bulmak için sırrını asla açığa vurmayacaktır."
Bu satırları önemserim. Çünkü diğer bir açıdan Aleyhissalatuvesselamın 'fitne zamanı oturanın ayakta durandan, yürüyenin koşandan, duranın yürüyenden daha hayırlı olduğunu' ifade buyurduğu hadis-i şerifin de bir hakikatini gösterir. Aynen. Fitne zamanı oturan ayakta durandan hayırlıdır. Çünkü eylemin yöneleceği hedef, tıpkı yukarıda Murat Batmankaya'nın söylediği şekilde, belli değildir. Hedefsiz eylemlerin ise sonuçları, en az kötü niyetli eylemlerinki kadar, kötü olabilir. Çünkü kargaşanın devam etmesine onlar yardımcı olurlar.
"Gezi'nin ilk üç günü" diye meşhur bir tabir vardır. Belki sizin de malumunuzdur. Yıllar önce Taksim'de meydana gelen olayların net fotoğrafının çekilemediği, bir derece onlara masumiyet atfedildiği, hatta dindarların veya dine hürmetkârların da kısmen bu eylemleri desteklediği bir dönemi ifade eder. Açıklıkla söyleyebilirim: Ben de bu ilk üç günün 'kapılanlar'ındanım. Bizzat gidip Gezi anarşisine destek vermedim elbette. Ama bültenleri okurken ve sosyalmedyada olayları değerlendirirken bu eylemi 'masum bir hak arayışı' olarak düşünmüştüm. Uzadıkça ayılmamız hızlandı. O ayrı. Fakat ilk günlerde benim gibi birçokları daha bu 'iktidar değiştirme hamlesi'nin iyi niyetine ihtimal verdi. Yazılıp-çizilenlerden etkilendi. Hatta bir ölçüde katkı yaptı.
Ben şimdi geriye dönüp baktığımda bu etkilenişimi bir kusur olarak tayin ediyor ve sebepleri üzerine çokça düşünüyorum. Neden? Elbette öncelikle tekrarını yaşamamak için. Zira bu yollu bir anarşi potansiyelinin Gezi'yle başlayıp tükendiğini düşünmüyorum. Evveli de var. Sonrası da olacak. Hatta farklı sûretlerle yeniden ortaya çıkma ihtimali de mümkün. Duygularımızla muhatap olduğumuz her hâdisede kolaylıkla manipüle edilebiliyoruz. Tamam. Ama hepsinden önce, bir yerde kantarın topuzunu fena kaçırdık, ondan dolayı toparlanmak zor oluyor. Peki, arkadaşım, cevap arayalım: Neresi orası?
Bence şurası: Biz, bir şekilde, belki biraz da 28 Şubat sürecinde yaşadığımız sarsıntının acısıyla yılana sarılmaya alıştık. O kadar savunulmaya ihtiyaç duyuyorduk ki o sıralar, tarafımızı tutan veya tarafımızda konuşan seküler isimler olduğunda, özellikle de onlara, birer kurtarıcıymış gibi yapışıyorduk. Söylemlerini hemen benimsiyor ve içselleştiriyorduk. Liberalizmin, Kemalist solculuğa nazaran daha bir şefkatle yanağımızı sıkması, bizim de durduğumuz yerden ayağımızı kaldırıp onlara yaklaşmamızı sağladı. İçimizde taşlar oynadı. Baki kalması gereken garp husumeti yerini "Hepimiz kardeşiz!" türküsüne bıraktı. AB kurtuluşumuz gibi göründü. Bunu sadece ben-sen-o değil İslamcı aydınların birçoğu yazıp-çizmeye başladılar. İşte o zaman bir karışıklık oldu. Ve biz, bu yanlış muhabbetten ötürü, 'manipüle edilebilir' hale geldik. Her üçlü çektirmeleriyle tribünlerimiz dalgalanmaya başladı.
Yaşananlar bir açıdan izzetin yitimiydi. Kendi ayaklarımız üzerinde durmuyorduk. Kendi kaynaklarımız üzerinde de değildik. Avrupalı herhangi bir aydından alıntı yapmak, gündelik yaşamı onlar eşliğinde yorumlamak, hassaten Yeni Türkiye'yi bu tanımlar üzerine inşa etmek kolay bir zafer gibi göründü. Kimse kimsenin kuyruğuna basmayacaktı. Kimse kimsenin canını yakmayacaktı. O zamanlar geçmişti. Şimdi herkes aynı şeyi istiyordu. Aynı zemin üzerinde buluşabiliyordu. Görece çoğunluğumuzun oy verdiği AK Parti'ye seküler hangi isim destek çıksa, dahil olsa, katkı verse havalara uçuyorduk. Ben-sen ayrımı azalmıştı.
Veee.... Gezi'nin sabahında uyandık. Yok, hemen sabahında uyanmadık, üçüncü gününden sonra uyandık. Hemen sabahında uyananlar evvelden beri diğerleriyle çokta içli-dışlı olmayanlardı. Garp husumetini unutmayanlardı. Onlar hemen uyandılar. Biz arkalarından geldik. Açık ifade etmek gerek: Bizi körebe okumalarımız yanılttı. Metinlerini okuyarak insanları onlardan ibaret düşündük. Hüsnüzan ettik. Öyle olmadıklarını da Gezi'yle birlikte sert bir şekilde öğrendik.
O kadar da bize tahammülleri yoktu. O kadar bizi içselleştirmemişlerdi. Yalnızca birazcık süre vermişlerdi. O kadar. Zamanın dolduğunu düşündüklerinde yeniden herşeyin el değiştirmesini istiyorlardı. Gezi'de bu taleplerini dile getirdiler. Sertleştiler. Sertleştiler. Sokaklarda insanları taciz ettiler. Duvarlara hakaretler yazdılar. Kaldırım taşları söktüler. Tencede-tava çaldılar. O zaman biz ellerimiz kulaklarımıza kapadık ve içimizden dedik: "Vay be! Ne tufaya düşdük ama! Meğer yaptığımız hüsnüzan değil aptallıkmış." O mini eteklilerle başörtülüler beraber fotoğraf çektirmeler. "Hepimiz aynıyız!" tebessümleri. Soluverdi hepsi birkaç gecede. Üzüldük. Önce üzüldük. Sonra şükrettik. Çünkü ayılmak ne kadar sert de olsa şükredilesidir.
Ben şimdi bütün bu süreci bir ayet-i kerimenin penceresinden seyrediyorum. Hani Âl-i İmran sûresinin 72. incisinde buyruluyor: "Ehl-i kitaptan bir grup şöyle dedi: Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkar edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler." Evet. Yaşanan tam anlamıyla buydu. Bir süre onlar da bizim iman ettiğimiz şeylere iman eder göründüler. Zira sevgimize ihtiyaçları vardı. Kalabalığımıza ihtiyaçları vardı. Bölünmemiz gerekiyordu. Sonra, kendilerince 'akşam' olduğunu düşündükleri vakitte, inkâra başladılar. Ve bizi gazladılar. Hani onlar bizim canımız-ciğerimizdi? Hani mücadelemiz ortaktı? Hani hepimiz kardeştik? O zaman başlattıkları kavgada bizim de bir yerimiz vardı. Olmalıydı. Koşmalıydık.
Koşan da oldu koşmayan da. Geldi-geçti. Ancak yaşananları izleyerek iki şeyin önemi anladım ben. Mürşidimden öğrendiğim iki şeyin. Daha doğru bir ifadeyle şöyle denmeli sanki: Mürşidimden duyduğum iki şeyi ben ancak Gezi'yi yaşayarak tam anlamıyla idrak edebildim. Birincisi: İşte, yukarıda zikrettiğim, garp husumetinin baki kalması meselesi. Çünkü bu husumetin öğrettiği temkin ayakta olmadığı sürece aldatılma kaçınılmaz oluyordu. İkincisi: Müsbet Hareket'in kıymeti. Evet. Müsbet Hareket bir kalıp olarak fiilerimizin etrafını sarmadıkça eylemlerimizin 'kullanışlı' hale gelmesinin de önüne geçilemiyor. Müsbet bir duruş menfi bir yürüşten daha hayırlı neticeler verebiliyor fitne zamanlarında...
Yeniden Gezi konuşulmaya başlamışken 'Ben de içimi şöyle bir dökeyim' dedim. Zira insanı en çok itiraf edemediği hatalar zehirliyor. Eğer dürüstçe kustuysam ondan kurtuldum.
Bu satırları önemserim. Çünkü diğer bir açıdan Aleyhissalatuvesselamın 'fitne zamanı oturanın ayakta durandan, yürüyenin koşandan, duranın yürüyenden daha hayırlı olduğunu' ifade buyurduğu hadis-i şerifin de bir hakikatini gösterir. Aynen. Fitne zamanı oturan ayakta durandan hayırlıdır. Çünkü eylemin yöneleceği hedef, tıpkı yukarıda Murat Batmankaya'nın söylediği şekilde, belli değildir. Hedefsiz eylemlerin ise sonuçları, en az kötü niyetli eylemlerinki kadar, kötü olabilir. Çünkü kargaşanın devam etmesine onlar yardımcı olurlar.
"Gezi'nin ilk üç günü" diye meşhur bir tabir vardır. Belki sizin de malumunuzdur. Yıllar önce Taksim'de meydana gelen olayların net fotoğrafının çekilemediği, bir derece onlara masumiyet atfedildiği, hatta dindarların veya dine hürmetkârların da kısmen bu eylemleri desteklediği bir dönemi ifade eder. Açıklıkla söyleyebilirim: Ben de bu ilk üç günün 'kapılanlar'ındanım. Bizzat gidip Gezi anarşisine destek vermedim elbette. Ama bültenleri okurken ve sosyalmedyada olayları değerlendirirken bu eylemi 'masum bir hak arayışı' olarak düşünmüştüm. Uzadıkça ayılmamız hızlandı. O ayrı. Fakat ilk günlerde benim gibi birçokları daha bu 'iktidar değiştirme hamlesi'nin iyi niyetine ihtimal verdi. Yazılıp-çizilenlerden etkilendi. Hatta bir ölçüde katkı yaptı.
Ben şimdi geriye dönüp baktığımda bu etkilenişimi bir kusur olarak tayin ediyor ve sebepleri üzerine çokça düşünüyorum. Neden? Elbette öncelikle tekrarını yaşamamak için. Zira bu yollu bir anarşi potansiyelinin Gezi'yle başlayıp tükendiğini düşünmüyorum. Evveli de var. Sonrası da olacak. Hatta farklı sûretlerle yeniden ortaya çıkma ihtimali de mümkün. Duygularımızla muhatap olduğumuz her hâdisede kolaylıkla manipüle edilebiliyoruz. Tamam. Ama hepsinden önce, bir yerde kantarın topuzunu fena kaçırdık, ondan dolayı toparlanmak zor oluyor. Peki, arkadaşım, cevap arayalım: Neresi orası?
Bence şurası: Biz, bir şekilde, belki biraz da 28 Şubat sürecinde yaşadığımız sarsıntının acısıyla yılana sarılmaya alıştık. O kadar savunulmaya ihtiyaç duyuyorduk ki o sıralar, tarafımızı tutan veya tarafımızda konuşan seküler isimler olduğunda, özellikle de onlara, birer kurtarıcıymış gibi yapışıyorduk. Söylemlerini hemen benimsiyor ve içselleştiriyorduk. Liberalizmin, Kemalist solculuğa nazaran daha bir şefkatle yanağımızı sıkması, bizim de durduğumuz yerden ayağımızı kaldırıp onlara yaklaşmamızı sağladı. İçimizde taşlar oynadı. Baki kalması gereken garp husumeti yerini "Hepimiz kardeşiz!" türküsüne bıraktı. AB kurtuluşumuz gibi göründü. Bunu sadece ben-sen-o değil İslamcı aydınların birçoğu yazıp-çizmeye başladılar. İşte o zaman bir karışıklık oldu. Ve biz, bu yanlış muhabbetten ötürü, 'manipüle edilebilir' hale geldik. Her üçlü çektirmeleriyle tribünlerimiz dalgalanmaya başladı.
Yaşananlar bir açıdan izzetin yitimiydi. Kendi ayaklarımız üzerinde durmuyorduk. Kendi kaynaklarımız üzerinde de değildik. Avrupalı herhangi bir aydından alıntı yapmak, gündelik yaşamı onlar eşliğinde yorumlamak, hassaten Yeni Türkiye'yi bu tanımlar üzerine inşa etmek kolay bir zafer gibi göründü. Kimse kimsenin kuyruğuna basmayacaktı. Kimse kimsenin canını yakmayacaktı. O zamanlar geçmişti. Şimdi herkes aynı şeyi istiyordu. Aynı zemin üzerinde buluşabiliyordu. Görece çoğunluğumuzun oy verdiği AK Parti'ye seküler hangi isim destek çıksa, dahil olsa, katkı verse havalara uçuyorduk. Ben-sen ayrımı azalmıştı.
Veee.... Gezi'nin sabahında uyandık. Yok, hemen sabahında uyanmadık, üçüncü gününden sonra uyandık. Hemen sabahında uyananlar evvelden beri diğerleriyle çokta içli-dışlı olmayanlardı. Garp husumetini unutmayanlardı. Onlar hemen uyandılar. Biz arkalarından geldik. Açık ifade etmek gerek: Bizi körebe okumalarımız yanılttı. Metinlerini okuyarak insanları onlardan ibaret düşündük. Hüsnüzan ettik. Öyle olmadıklarını da Gezi'yle birlikte sert bir şekilde öğrendik.
O kadar da bize tahammülleri yoktu. O kadar bizi içselleştirmemişlerdi. Yalnızca birazcık süre vermişlerdi. O kadar. Zamanın dolduğunu düşündüklerinde yeniden herşeyin el değiştirmesini istiyorlardı. Gezi'de bu taleplerini dile getirdiler. Sertleştiler. Sertleştiler. Sokaklarda insanları taciz ettiler. Duvarlara hakaretler yazdılar. Kaldırım taşları söktüler. Tencede-tava çaldılar. O zaman biz ellerimiz kulaklarımıza kapadık ve içimizden dedik: "Vay be! Ne tufaya düşdük ama! Meğer yaptığımız hüsnüzan değil aptallıkmış." O mini eteklilerle başörtülüler beraber fotoğraf çektirmeler. "Hepimiz aynıyız!" tebessümleri. Soluverdi hepsi birkaç gecede. Üzüldük. Önce üzüldük. Sonra şükrettik. Çünkü ayılmak ne kadar sert de olsa şükredilesidir.
Ben şimdi bütün bu süreci bir ayet-i kerimenin penceresinden seyrediyorum. Hani Âl-i İmran sûresinin 72. incisinde buyruluyor: "Ehl-i kitaptan bir grup şöyle dedi: Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkar edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler." Evet. Yaşanan tam anlamıyla buydu. Bir süre onlar da bizim iman ettiğimiz şeylere iman eder göründüler. Zira sevgimize ihtiyaçları vardı. Kalabalığımıza ihtiyaçları vardı. Bölünmemiz gerekiyordu. Sonra, kendilerince 'akşam' olduğunu düşündükleri vakitte, inkâra başladılar. Ve bizi gazladılar. Hani onlar bizim canımız-ciğerimizdi? Hani mücadelemiz ortaktı? Hani hepimiz kardeştik? O zaman başlattıkları kavgada bizim de bir yerimiz vardı. Olmalıydı. Koşmalıydık.
Koşan da oldu koşmayan da. Geldi-geçti. Ancak yaşananları izleyerek iki şeyin önemi anladım ben. Mürşidimden öğrendiğim iki şeyin. Daha doğru bir ifadeyle şöyle denmeli sanki: Mürşidimden duyduğum iki şeyi ben ancak Gezi'yi yaşayarak tam anlamıyla idrak edebildim. Birincisi: İşte, yukarıda zikrettiğim, garp husumetinin baki kalması meselesi. Çünkü bu husumetin öğrettiği temkin ayakta olmadığı sürece aldatılma kaçınılmaz oluyordu. İkincisi: Müsbet Hareket'in kıymeti. Evet. Müsbet Hareket bir kalıp olarak fiilerimizin etrafını sarmadıkça eylemlerimizin 'kullanışlı' hale gelmesinin de önüne geçilemiyor. Müsbet bir duruş menfi bir yürüşten daha hayırlı neticeler verebiliyor fitne zamanlarında...
Yeniden Gezi konuşulmaya başlamışken 'Ben de içimi şöyle bir dökeyim' dedim. Zira insanı en çok itiraf edemediği hatalar zehirliyor. Eğer dürüstçe kustuysam ondan kurtuldum.
3 Temmuz 2015 Cuma
Heval, farkında mısın, kimi/nereye itiyorsun?
Bakınız, mesele sadece 'Erdoğan'a küçük bir ders verme' olsaydı, hakkında yazmama bile değmezdi. Fakat öyle değil. Bence bu seçim sonuçlarında, eğer arkasına düşüp tedavisine çalışmazsak, daha büyük bir kırılmanın izdüşümü görünüyor. Belki seçmenin tamamında bu derinlikte ve kesinlikte değil; fakat niyeti de, fiili de o derinliğe/kesinliğe doğru çekmek isteyenler var. Bu topraklarda birlikte yaşama ümidimizin son kalesi olan 'dindarların kardeşliği' üzerine oynanıyor bu sefer. Milliyetçi/seküler Türkler, milliyetçi/seküler Kürtler zaten çoktan beri birbirlerinden vazgeçmiş durumdalar. Bir taraf Erzurum'dan sonrasını bombalamak; öteki taraf da en kısa sürede, bedeli ne kadar gözyaşı ve kan olursa olsun, bağımsızlığı kazanmak derdinde.
Bu topraklarda kardeşane bir hayat yaşama umudunu onlar değil, dindar Türkler ve Kürtler besliyor. Neden/nasıl? Çünkü onlar, herşeye rağmen, müminlerin kardeşliğini hatırlatan ayetleri/hadisleri kalplerinde diri tutmaya çalışıyorlar. Kur'an ve sünnet ekseninde yeniden bir ümmet olma hayalini kuruyorlar. Hepsi aynı 'ideal' ölçüde mi diri tutuyor/kuruyor? Elbette bunu söylemek imkansız. Bilmek de, bilinç de seviye seviye... Fakat yine de yeşermesi mümkün olan tek tohum onların kalplerinde.
Bediüzzaman'ın; "Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın..." derken yaptığı uyarının altında yatan da bu bence. Eğer bu son bağı da 'ahmakane, körü körüne topuzların altında' koparırsak üzerine barışı inşa edeceğimiz birşey bulamayacağız. İnsanlara birbirlerini sevmeleri/katlanmaları için bir neden veremeyeceğiz. Şu an yapılmaya çalışılan ise, tastamam bu.
Bir önceki yazımda da altını çizmeye çalıştım: Ben kavmimi İslam'ın kahraman bir kavmi olarak görüyorum. Kürdistan coğrafyasının, İslam'ın bereketli/feyizli bir tarlası olduğu kanaatindeyim. Fakat kardeşlerim, at izinin it izine karıştığı bir ortam var. Öfkemizin gürültüsü içinde duyamadığımız taşınma/demagoji sesleri var. Birşeye duyulan muhabbetin alakasız diğer birşeye, birşeye duyulan husumetin de alakasız başka birşeye kaydırıldığı cerbezeli bir zamandayız.
Örneğin: Kemalist/seküler T.C.'ye duyulan haklı öfke, kabını kaşığını topluyor, apar topar İslamcı/dindar T.C.'ye taşınıyor. Eski defterler kapanmış sanki, ancak öfkesi alacaklı tarafta baki. O defterlerdeki borçlar alakası olmayanlara kaydırılıyor. Erdoğan'ın hatası yok mu? Mutlaka var. Evet, sizin izzetinizi tam takdir edemiyor. Gönlünüzü eder sözü, istediğiniz makamda söyleyemiyor. Fakat nasıl olur da İslamcılara duyduğunuz öfke kemalistlere duyduğunuz öfkeyi geçer? Nasıl olur da Şeyh Said'in (k.s.) torunları LGBT eylemi destekçisi olur? O oraya, bu şuraya nasıl taşınır?
Bu İslamcılık düşmanlığını ben Kürt kardeşlerimin ağzından, hele dindarlarının ağzından, yeni yeni duyuyorum. Bunu önce Gülenciler başlattı. Daha AK Parti'yle köprüleri yıkmadan önce Zaman'da bir İslamcılık tartışması başlatmışlardı. İslamcılık-Nurculuk eksenli başkaları da birşeyler yazdılar. İkisinin mukayesesi vs. Sonra gördük ki; bu İslamcılık eleştirisinin altında Erdoğan'ı ve AK Parti'yi İslamcılık başlığına sıkıştırmak, İslamcılığı da terörizmin/özellikle IŞİD'in kucağına bırakmak gayesi varmış. Olaylar patlayınca bu gizli niyeti anladık.
Hilenin boşa çıktığını, İslamcılık-Nurculuk arası bir kavganın koparılamadığını da gördük. İslamcılık-IŞİD arası bir bağın kurulamadığını da anladık. Fakat ben şimdi bakıyorum, sanki Gülencilerden o kavgayı benim biraderlerim miras almışlar. Erdoğan'ı konuşmaya başladıktan beş dakika sonra mevzu 'İslamcılar şöyle, İslamcılar böyle'ye geliyor. Sonra bir bakıyorsunuz IŞİD'i konuşuyorsunuz. İçlerinde yüzlerce İslam kahramanının da olduğu ve ideolojik olarak da tam bir kalıp içine asla sıkıştırılamamış İslamcılık; lanetli, Allah'ın belası ve İslam coğrafyasındaki tüm sorunların kaynağı haline geliyor.
İçinde Azadî gibi İslamcı hareketlerin bulunduğu ve Şeyh Said (k.s.) gibi İslam adına kıyama kalkışmış kahramanların da varolduğu coğrafyada bu ne 'müslüman mahallesinde salyangoz satmak'tır? Ne oluyor şimdi, İslam'ın bahadırı Kürtler; İslam'dan, sünnilikten, Şafiilikten, kendi aslından/tarihinden mi utanıyor? IŞİD çamurunun elinden İslam'ın pak ehl-i sünnet mirasını çekip almıyor/ayıramıyor da IŞİD'le beraber onu da mı kışkışlıyor? Merhum Mehmet Akif'in dediği gibi, seküler ve mutlu olacağımız bir gelecek için 'geçmişe kalkıp sövmeye' mi başladık biz de? İslamcılar aşağı, İslamcılar yukarı... İslamcılar şöyle, İslamcılar böyle... Bu dediklerinizin hepsi olabilir İslamcılar. Eleştirmeye de hakkınız yok değil. Fakat ne ara üzerinizdeki gamın/kasavetin sorumlusu kafirleri tükettiniz de, sıra sizin gibi hamiyet-i diniye sahiplerine geldi?
Şimdi bir eşikteyiz. AK Parti'nin arkasından çekilerek onu (dindar Türkleri) bir eşiğe doğru itiyor ve kendiniz de (dindar Kürtler) bir eşiğe doğru itiliyorsunuz. Bu ülkenin dindarları, üzerlerindeki tüm kemalist etkiye, milliyetçi tortuya rağmen Kur'an'da varolmasıyla iman ettikleri kardeşlik adına birleşip ülkeyi mi değiştirecekler? Yoksa şu İslamcı, şu Nurcu, bu şucu, ötekisi Kürt, berikisi Türk... muhabbetiyle ömür tüketip bir arpa boyu mesafe almamayı mı seçecekler?
Daha bir yıl önce ülkeyi dönüştürmekten söz eden bizler, şimdi hükümet kuramayan bir meclisle karşı karşıyayız. Seçimin ilk günü "AK Parti ile MHP kursun. Onlar faşistlikle birbirine yakışırlar..." yazan arkadaşlarımı, bugün, "Eğer MHP'yle koalisyon kurarlarsa, bu barış sürecinin son olur!" yazarken görüyorum. Ve bir anlam da veremiyorum. Kürt siyaseti, kendisine uzanan eli 'şefkatli' olduğu için kırdıktan; sonra da nisbet yapar gibi milliyetçi/seküler ellere 'İçinize almasanız da olur; siz kurun, biz dışarıdan destek bile oluruz' dedikten sonra, ne olmasını bekliyordu? Uzattığı eli kırılan, size gelen yolları da suratına suratına "Onunla koalisyon yapmam!" diye kapattığınız adamlar nereye gideceklerdi? Heval, farkında mısın, kimi/nereye itiyorsun?
Bu topraklarda kardeşane bir hayat yaşama umudunu onlar değil, dindar Türkler ve Kürtler besliyor. Neden/nasıl? Çünkü onlar, herşeye rağmen, müminlerin kardeşliğini hatırlatan ayetleri/hadisleri kalplerinde diri tutmaya çalışıyorlar. Kur'an ve sünnet ekseninde yeniden bir ümmet olma hayalini kuruyorlar. Hepsi aynı 'ideal' ölçüde mi diri tutuyor/kuruyor? Elbette bunu söylemek imkansız. Bilmek de, bilinç de seviye seviye... Fakat yine de yeşermesi mümkün olan tek tohum onların kalplerinde.
Bediüzzaman'ın; "Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san'at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın..." derken yaptığı uyarının altında yatan da bu bence. Eğer bu son bağı da 'ahmakane, körü körüne topuzların altında' koparırsak üzerine barışı inşa edeceğimiz birşey bulamayacağız. İnsanlara birbirlerini sevmeleri/katlanmaları için bir neden veremeyeceğiz. Şu an yapılmaya çalışılan ise, tastamam bu.
Bir önceki yazımda da altını çizmeye çalıştım: Ben kavmimi İslam'ın kahraman bir kavmi olarak görüyorum. Kürdistan coğrafyasının, İslam'ın bereketli/feyizli bir tarlası olduğu kanaatindeyim. Fakat kardeşlerim, at izinin it izine karıştığı bir ortam var. Öfkemizin gürültüsü içinde duyamadığımız taşınma/demagoji sesleri var. Birşeye duyulan muhabbetin alakasız diğer birşeye, birşeye duyulan husumetin de alakasız başka birşeye kaydırıldığı cerbezeli bir zamandayız.
Örneğin: Kemalist/seküler T.C.'ye duyulan haklı öfke, kabını kaşığını topluyor, apar topar İslamcı/dindar T.C.'ye taşınıyor. Eski defterler kapanmış sanki, ancak öfkesi alacaklı tarafta baki. O defterlerdeki borçlar alakası olmayanlara kaydırılıyor. Erdoğan'ın hatası yok mu? Mutlaka var. Evet, sizin izzetinizi tam takdir edemiyor. Gönlünüzü eder sözü, istediğiniz makamda söyleyemiyor. Fakat nasıl olur da İslamcılara duyduğunuz öfke kemalistlere duyduğunuz öfkeyi geçer? Nasıl olur da Şeyh Said'in (k.s.) torunları LGBT eylemi destekçisi olur? O oraya, bu şuraya nasıl taşınır?
Bu İslamcılık düşmanlığını ben Kürt kardeşlerimin ağzından, hele dindarlarının ağzından, yeni yeni duyuyorum. Bunu önce Gülenciler başlattı. Daha AK Parti'yle köprüleri yıkmadan önce Zaman'da bir İslamcılık tartışması başlatmışlardı. İslamcılık-Nurculuk eksenli başkaları da birşeyler yazdılar. İkisinin mukayesesi vs. Sonra gördük ki; bu İslamcılık eleştirisinin altında Erdoğan'ı ve AK Parti'yi İslamcılık başlığına sıkıştırmak, İslamcılığı da terörizmin/özellikle IŞİD'in kucağına bırakmak gayesi varmış. Olaylar patlayınca bu gizli niyeti anladık.
Hilenin boşa çıktığını, İslamcılık-Nurculuk arası bir kavganın koparılamadığını da gördük. İslamcılık-IŞİD arası bir bağın kurulamadığını da anladık. Fakat ben şimdi bakıyorum, sanki Gülencilerden o kavgayı benim biraderlerim miras almışlar. Erdoğan'ı konuşmaya başladıktan beş dakika sonra mevzu 'İslamcılar şöyle, İslamcılar böyle'ye geliyor. Sonra bir bakıyorsunuz IŞİD'i konuşuyorsunuz. İçlerinde yüzlerce İslam kahramanının da olduğu ve ideolojik olarak da tam bir kalıp içine asla sıkıştırılamamış İslamcılık; lanetli, Allah'ın belası ve İslam coğrafyasındaki tüm sorunların kaynağı haline geliyor.
İçinde Azadî gibi İslamcı hareketlerin bulunduğu ve Şeyh Said (k.s.) gibi İslam adına kıyama kalkışmış kahramanların da varolduğu coğrafyada bu ne 'müslüman mahallesinde salyangoz satmak'tır? Ne oluyor şimdi, İslam'ın bahadırı Kürtler; İslam'dan, sünnilikten, Şafiilikten, kendi aslından/tarihinden mi utanıyor? IŞİD çamurunun elinden İslam'ın pak ehl-i sünnet mirasını çekip almıyor/ayıramıyor da IŞİD'le beraber onu da mı kışkışlıyor? Merhum Mehmet Akif'in dediği gibi, seküler ve mutlu olacağımız bir gelecek için 'geçmişe kalkıp sövmeye' mi başladık biz de? İslamcılar aşağı, İslamcılar yukarı... İslamcılar şöyle, İslamcılar böyle... Bu dediklerinizin hepsi olabilir İslamcılar. Eleştirmeye de hakkınız yok değil. Fakat ne ara üzerinizdeki gamın/kasavetin sorumlusu kafirleri tükettiniz de, sıra sizin gibi hamiyet-i diniye sahiplerine geldi?
"Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır. Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur."
Şimdi bir eşikteyiz. AK Parti'nin arkasından çekilerek onu (dindar Türkleri) bir eşiğe doğru itiyor ve kendiniz de (dindar Kürtler) bir eşiğe doğru itiliyorsunuz. Bu ülkenin dindarları, üzerlerindeki tüm kemalist etkiye, milliyetçi tortuya rağmen Kur'an'da varolmasıyla iman ettikleri kardeşlik adına birleşip ülkeyi mi değiştirecekler? Yoksa şu İslamcı, şu Nurcu, bu şucu, ötekisi Kürt, berikisi Türk... muhabbetiyle ömür tüketip bir arpa boyu mesafe almamayı mı seçecekler?
Daha bir yıl önce ülkeyi dönüştürmekten söz eden bizler, şimdi hükümet kuramayan bir meclisle karşı karşıyayız. Seçimin ilk günü "AK Parti ile MHP kursun. Onlar faşistlikle birbirine yakışırlar..." yazan arkadaşlarımı, bugün, "Eğer MHP'yle koalisyon kurarlarsa, bu barış sürecinin son olur!" yazarken görüyorum. Ve bir anlam da veremiyorum. Kürt siyaseti, kendisine uzanan eli 'şefkatli' olduğu için kırdıktan; sonra da nisbet yapar gibi milliyetçi/seküler ellere 'İçinize almasanız da olur; siz kurun, biz dışarıdan destek bile oluruz' dedikten sonra, ne olmasını bekliyordu? Uzattığı eli kırılan, size gelen yolları da suratına suratına "Onunla koalisyon yapmam!" diye kapattığınız adamlar nereye gideceklerdi? Heval, farkında mısın, kimi/nereye itiyorsun?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Erdoğan Enver Sedat olmuyorsa biraz da Bediüzzaman sayesinde
Bediüzzaman Hazretlerini sevmemek için herkesin bir gerekçesi var. Mesela: Irkınızı dininizin önüne koyacak kadar müfrit bir Türkçüyseniz ...
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...