İslam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İslam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Haziran 2025 Çarşamba

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..." Münazarat'tan.

Hakikat aşkı için söylemek lazım: İsmet Özel şiirselliği hakikatin mihengini bozdu. Bazı şeyleri öyle güzel dilegetirdi ki aslında öyle olmadıkları unutuldu. İdeologların şairlerden olması bu nedenle tehlikelidir. Şairler şeyleri olmadıkları şekillerde dilegetirirler. Ama öyle güzel dilegetirirler ki gerçekle uyumsuzlukları gözardı edilir. Kur'an'ın şiirden teberrisi bu makamdadır. Şimdi, mesela, @allaturrca hesabının sahibi olan arkadaş, herhalde Cemile Bayraktar'ın attığı tivite gücenip, şöyle bir paylaşım yaptı: "Kürtçe şiir yazabilirsiniz ama Kürtçe fatura kesemezsiniz. Bu ülkeyi Selçuğun torunları fethetti. Kürdü, Arabı, Çerkezi Boşnağı... hepiniz buraya müslüman olduğunuz için girip yerleştiniz, kimse size kafa kağıdı sormadı. Selçuğun dilini öğrenmek istemeyen geldiği yere dönsün." Tabii, insan kırılmadan önce acıyor, üzülüyor. Üzülüyor, çünkü, tarihi böyle "Höt ettik, böt oldu!" şeklinde değerlendirmek hamlık göstergesi. Sığlık belirtisi... Halbuki tarihî hiçbir hâdiseyi açıklamak böyle kolay olmaz.

Yıllar önce, Nesil Yayınları'nda, Müfid Yüksel Hoca'nın 'İslamsız Kürdistan Hayali' başlıklı bir seminerini dinlemiştim. Hoca, orada, Selçukluların Anadolu'ya gelişini de anlatmıştı. Ve Kürtlerle Türkler arasındaki ittifak ilişkilerini bildiğimizden de öncesine götürmüştü. Meğer, ilk 'birlikte hareket etme' hâdisesi, daha Selçuklular tastamam İran'a inmeden önce yaşanmış. Dönemin Abbasî halifesinin şiilerce kuşatılmasıyla yardım istemesi, bu yardıma da Mervanîler'in Kürtler adına, Selçukîlerin Türkler adına olumlu cevap vermesi, o dönemde hem Abbasîlerin hem Mervanîlerin hem de Selçukîlerin Şafiî mezhebine bağlı bulunmaları, bu güzel ittihadı netice vermiş. Maşaallah. İki taraf birliklerini Bağdat'a göndererek halifenin üzerindeki baskıyı kırmışlar. Seminerin tamamını merak edenler için bir link de bırakayım: (https://www.youtube.com/watch?v=g1YgvbapazY)

Bu mübarek ittifak daha sonraki dönemde de devam ediyor. Malazgirt'te yaşananlar malum. Orada hem Türkler hem Kürtler hem de Araplar, Sultan Alparslan Han merhumun komutasında, cihad ediyorlar. Yani Anadolu'nun kapısını hep beraber açıyorlar. Zaten mücahid Türkler gelmeden önce de Kürdistan'da müslümanlar yaşamaktalar. (Kürdistan bölgesi Hz. Ömer radyallahu anh zamanında fethedildi. Kürtlerin İslamlaşması da ilk asır içinde tamamlandı.) Araplar da vaktiyle gelmişler. Hatta Emeviler döneminde İstanbul'u dahi kuşatmışlar. Fakat, takdir-i Hüda, muvaffak olamamışlar. Yani tarihi bütüncül görmek gerekiyor. Müslümanlar adına ilk cihad edenler Türkler değil. Araplar da Kürtler de zaten bölgede kâfirlerle cihad ediyorlardı. Ancak, övünelim, Türklerin İslamiyete girişiyle müslümanlar muhteşem bir cihad arkadaşı kazanıyorlar. Öyle ki, o arkadaş, bin sene cihadın bayraktarlığını yapıyor. Cepheyi Viyana önlerine kadar taşıyor. Rahman o yiğitlerin cümlesine rahmet etsin. Âmin.

Yani @allaturrca rumuzlu arkadaşta şahit olduğumuz şey aslında cehalet. Ben bu cehaletin 'kemalist anakronizmi' versiyonunu çok gördüm. Hani onlar da Türkiye'de nefes alan her canlının canını Mustafa Kemal'e borçlu olduğunu düşünürler. Nazarlarında Mustafa Kemal adeta bir Superman'dir. Yunan ordusunu Sakarya önlerinde gözünden çıkan lazer ışınlarıyla durdurmuştur. Sonra da süper nefesiyle üfleyip püfleyip denize atmıştır. Herşeyi o başarmıştır. Hatta o olmasa Türklerin hiçbir numarası yoktur. Bütün numaralar ondadır. O bir dehadır. O bir peygamberdir. O bir ilahtır. Yüzbin kere hâşâ... Ama kemalist anakronizm zamanı/tarihi sanrıları eşliğinde silbaştan yazdığı için hepsini illa yerinden oynatır. Kemalist ideolojiyle büyüyen bir genç, Türkiye'de yaşadığı için, ne Selçuklulara ne de Osmanlılara teşekkür ihtiyacı hissetmez. Yalnız ATA'yı bilir. Onu över.

'Kemalist anakronizmi' bu yönüyle anlamak mümkün. Ve George Orwell'ın 1984'te Big Brother'a biçtiği role de uyuyor. Ancak 'İsmet Özel anakronizmi' daha yeni birşey. Ve daha garip. Çünkü, Özel, İslam'a itikad-amel sahasında değer veriyor. Fakat tarihe, siyasete, sosyolojiye dair konuşmaya başladığında hepsi zihninden uçup gidiyor. Yeni bir tahayyül ile bakıyor her yöne. Türklerin 'sebeplerden bir sebep' olduğu yok bu düzlemde asla. Tıpkı @allaturrca rumuzlu arkadaşın raconu gibi racon. Nefes alan kim varsa içinizde nefesini Türklere borçlu. Herkes Türkler sayesinde varlığını devam ettiriyor. Kendinizi Allah'tan başkasına borçlu hissetmediğiniz günler geçmişte kaldı. Çünkü şimdi Türkler var. Hepiniz illa Türkçe konuşacaksınız. Türkler...

Allah müslüman Türklere selamet versin. Birşey dediğimiz yok. Emekleri de büyüktür. İnkârımız yok. Fakat hakemi şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam tutacaksak, ey şair, senin hükmün âdil görünmüyor. Nitekim, Selçukluların da gözüne âdil görünmemiş ki, bakınız, Zencanî'nin Siyasetnamesi'nde ne deniliyor: "13. yüzyıl Anadolusunda genellikle dinî ilimler Arapça; edebiyat, tarih, vb. ilimler Farsça yazılıyordu. Hatta Alaaddin Keykubat döneminde birara Arapça resmi dil ilan edilmişti." Yani Selçuklular da 'illa Türkçe' diye birşey savunmuyorlardı. Aslında @allaturrca rumuzlu kardeş bir 'İsmet Özel anakronizmi' yaşıyor. Kendisinin sahip olduğu Türkçülüğü Selçuklularda, Osmanlılarda, belki Hunlarda bile hayal ediyor. Bu hakikat değil. Selçuklular böyle bir davayla gelmediler Anadolu'ya. Onlar İslam'ın bayrağını ileriye taşımak aşkıyla yaşıyorlardı. Hüda hepsine rahmet etsin. Nizamülmülk'ün dehasında 'Özel' şairiyeti yoktu. Melikşah'ın bakışında 'Özelcilik' mevcut değildi.

Böylesi mevzularla halen uğraşıyor olmak gönül incitiyor. Eh, fakat, yapacak da birşey yok gibi. Kemalizmin 'ulusalcılık' boyutu bir kısım dindarları da rengine buladı. Nasıl bir kısım Kürtlerde apoizm hastalığı şifa bulmuyor; aynen öyle de; bir kısım Türklerde de kemalizmin yaraları kolay iyileşmiyor. Hoş, Cemile Bayraktar bazen benim de sinirlerimi hoplatır, evet, tivittırda kendisiyle tartıştığım da olmuştur. Lakin, yine de, Anadolu sanki Allah'ın mülkü değilmiş gibi hepimizi kapının önüne koymayı düşleyen bu tiplere sinirlememek olmuyor. Cenab-ı Hak cümle ırkçıların şerrinden ümmeti muhafaza buyursun. Âmin. Âmin.

12 Haziran 2025 Perşembe

Ebu Hanzala mı Ebu'l-Hıyal mi?

Dün önüme bir video düştü. 'Ebu Hanzala' nâm ile meşhur 'Halis Bayancuk'un "Risale-i Nur'a nasıl bakıyorsunuz?" sorusuna verdiği cevap. Uzatmayayım. Halis Bayancuk, soruyu soran Şeyhmus abimize, 'tuzaklı' bir yol tavsiye ediyor. Öncelikle Kur'an'ın Arapçasını (yani aslını) bir kenara bırakıp meal okumasını salık veriyor. (Daha sonra meali de kendisinin vereceğini söylüyor.) İkinci olarak da Risale-i Nur'u tenkid eden herhangi bir eseri mütalaa etmesini öneriyor. (Sonraki 'Baskısı var-yok' muhabbetinden onu da kendisinin vereceğini anlıyorsunuz.) Hülasa: Halis Bayancuk'un, muhatabının Risale-i Nur'u tartacak Kur'an ve sünnet bilgisine sahip olmaması(!) nedeniyle, Şeyhmus abiyi yeterli bir Kur'an ve sünnet bilgisiyle donatmaya çalıştığını sanıyorsunuz. Nihayetinde de, kendisi tarafsızmış gibi, bir dua tavsiyesinde bulunuyor. Yerseniz. Yemezseniz, ki tavsiye edilen de odur, Halis Bayancuk'un çevirdiği numaralara dair diyeceğim birşeyler var:

1) Bayancuk, taktiksel ilk adım olarak, muhatabının özgüvenini kırmaya yöneliyor. Onu bir şekilde 'kendi dininin cahili' durumuna düşürüyor. Halbuki, diyaloğun öncesinden anladığımız kadarıyla, Şeyhmus abi Diyarbakırlı. Yani belki 1400 yıldır müslüman olan bir coğrafyada yetişmiş. Ve yine neredeyse 1400 yıldır müslüman olan bir milletin mensubu...

Düşünün: Eş'arî-Şafiî gelenekle, ve yine bin yıla yakındır devam etmekte olan medrese sistemiyle, mezcolmuş bir yer. Son iki yüzyılıysa bu şerefe Nakşibendî-Halidî sistemiyle cila çekmiş, sürme sürmüş, tezyin etmiş. Maşaallah. Bu kalem bu göze çok yakışmış. Evet. Kabul. Araya bir karanlık dönem de girmiş. Fakat damar o damar. Kan o kan. Terbiye o terbiye.

Şeyhmus abi de o damarın devamı olan bir medresede derslere gidiyormuş. Yine maşaallah. Yani, bence, an'ane-yi İslamiye itibariyle, Şeyhmus abi zaten ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisinin kabullerine sahiptir, imanlıdır, tamamdır. Hatta, mizana vursak, Halis Bayancuk'un selefîlik üzerinden zihnen yaşadığı bulanıklığa bedel Şeyhmus abinin sinesi daha billur çıkar. (Sözgelimi: Halis Bayancuk'a sorsan 'Allah göktedir' der, Şeyhmus abiye sorsan 'Allah mekandan münezzehtir' der.) Bu nedenle Bayancuk, âvâm-ı mü'min olarak gördüğü Şeyhmus abiyi, sahip olduğu kabullerde tereddüte düşürmek istiyor. 'Risale-i Nur'da bir yanlış olsa da farkedemeyecek kadar cahil...' gibi hissettiriyor. Halbuki, eğer Bediüzzaman Hazretleri, içinden çıktığı Eş'arî-Şafiî geleneğe aykırı birşey söylese, akılbaliğ çocuktan tut seksenindeki pir-i fânisine kadar, bütün müslümanlar beyanındaki hatayı anlardı. Öncelikle uleması anlardı. İlla medrese hocaları anlardı. Onlar da Bediüzzaman'ı hemen tenkid ederlerdi. Halbuki devrinde yaşayanlar, bırakın tenkidi, kemalini takdir ediyorlar. Halis Bayancuk bu takdiri unutturuyor-anmıyor. Muhatabına bu 'takdir mazisini' aştırıp 'kolayca tenkide koyulacağı' bir kapıyı açtırmayı düşünüyor.

2) Bayancuk'un ikinci adımı muhatabına meal okutmak. Onu da kendi vereceği mealden yaptırmak. Arkadaşlar, hepimiz biliyoruz ki, "Doğrudan Kur'an'a gidelim!" söylemi, hangi fırka onu kendine bayrak kılarsa kılsın, tek amaçla savunulmuştur: "Doğrudan Kur'an'a gidelim ki İslam geleneği/mirası aradan çıksın!" Yani, Nebi aleyhissalatuvesselam aradan çıksın, sahabe aradan çıksın, tabiîn aradan çıksın, tebeü't-tabiîn aradan çıksın, bütün bir İslamî miras aradan çıksın. Geriye ne kalsın peki? Geriye Kur'an'ın metni kalsın. Ve böylece onun 'çok anlama gelebilir' yapısını 'ehl-i sünnet zırhından' kurtaralım. İstediğimiz anlama getirebilelim. Bize, ne peygamber, ne sahabe, ne tabiin, ne tebeü't-tabiin, ne de sonraki salih miras vahyi nasıl anlayacağımızı söylesin. Söyleyemesin. Ki serbestliğimizi kıramasın. Kıramasın ki, tıpkı hariciler gibi, gerekirse ayete dayanıp (doğrusu: yanlış mana verip) sahabeyi bile tekfir edebilelim. Hevamızla dinde at oynatabilelim.

Bayancuk da aynı zakkum kökünün mirasçısı sayılabileceğinden benzer bir yöntemi deniyor. Risale-i Nur gibi bir tefsiri tartmak için muhatabını meale davet ediyor. Halbuki ehl-i sünnet mirası nice nice tefsirlerle doludur. Haydi, Maturidî-Hanefî çizginin mübarek ilmi coğrafya itibariyle kenarda kalsın, tamam. Fakat Eş'arî-Şafiî medresesi de nice muazzez müfessir yetiştirmiştir. Risale-i Nur'u neden onlar tartmıyor? Neden 'tefsir tartmak' için muhatap, hacim olarak onda biri bile etmeyecek, meallerle muhatap kılınıyor? Bunda bir suikast aramak yanlış mıdır? Bence, Halis Bayancuk, muhatabına başka bir tefsir okuyup Risale-i Nur'la karşılaştırmasını tavsiye etmiyor, çünkü ehl-i sünnet diğer tefsirlere de güvenmiyor.

Eş'arîlik-Şafiîlik zaten selefiler için problemli... O yüzden 'halis gelenekle' muhatap edeceğine Halis Bayancuk'un vereceği mealle muhatap olmasını istiyor. Şaşırmayalım. Bunu Mustafa İslamoğlu da istiyor. Caner Taslaman da istiyor. Yani, ters yöndeymiş gibi görünseler de, ehl-i bid'a genelde kafamızı istedikleri kolaylıkta tutabilmek için bizi meallere sevkediyorlar. Yoksa, ya tavsiye ettikleri eserden sakladıkları kimlikleri ortaya çıkacak, yahut da muhatab kıstası yanlış edinmeyeceğinden stratejileri istedikleri sonuçları vermeyecek. Yani Kur'ancılık deyince illa damağını kaldıracaksın.

Bir de mevzuun şöyle bir yanı var: Bayancuk'un vereceği mealin ehl-i sünnet sıhhatine sahipliği ne malum? Meal zaten tür olarak da Kur'an'daki manaları aktarmakta eksiktir. Ümmet, istikameti şüpheli asrımıza kadar, Kur'an'ı anlamak için mealleri değil tefsirleri tercih etmiştir. Çünkü Kur'an'ı anlamak gibi anlatmak da ihtisas işidir. Her "Arapça biliyorum!" diyenin çevirisi Kur'an'ın kifayetini kaldıramaz. Zira meal sonuçta beşer sözüdür. Mealcinin Kur'an'dan anladığından aktarabildiği kadardır. Ve eğer mealcinin itikadı/ameli sorunluysa bu sorunu mealine de yansır. Anlayışı kıtsa meali de kıtlaşır. O yüzden meallere Kur'an'ın aynısı gibi davranılmaz. Halbuki, Bayancuk, Şeyhmus abi gibi bir 'tefsir talebesini' tutup 'meal talebesi' seviyesine düşürmeye çalışıyor. Ardından da meale tefsir dövdürebileceği imâsında bulunuyor.

Dikkat buyurunuz. Sonundaki hidayet duasına kanmıyoruz asla. Zira kendisinin videonun geri kalanındaki beyanatı Risale-i Nur'u Kur'an'a uygun görmüyor tıynetindedir. O tıynet de zaten selefîlerin kadim hastalığıdır. O tıynetten çıkmış bir meal tavsiyesinin 'bile bile lades'e götürmeyeceği ne malumdur? Tuzaklı olmadığı nasıl söylenebilir? Yani, meali, beşer sözü değil de Kur'an'ın aynısı sanan muhatap, selefîlerin yanlış anlamalarını ayetin kendisi bilip, Risale-i Nur'u da bunlara muarız zannederse, onu hatadan ne kurtarabilecektir? Ebu Hanzala'nın Ebu'l-Hıyal'e dönüştüğü bir yerdir burası...

3) Halis Bayancuk videonun devamında diyor ki: Risale-i Nur'u tenkid eden bir kitap okumalısın. Sonrasında kitabın baskısının olup-olmadığına dair bir konuşma geçiyor ekibinden birisiyle. Anlıyoruz ki: Tenkid kitabını da kendisi verecek. Yani selefî kütüphanelerinde bu konuya dönük de çalışmalar var. Eh, ne yapalım, Suud sermayesi sağolsun, petrol parası onlara akıyor. İstedikleri kadar kitap basarlar. Fakat, Halis Bayancuk, videonun tamamında sanki 'insaf ehlinden' gibi görünmeye gayret ediyor. Halbuki, insan, ehl-i insaf olanın şöyle bir tavsiye vermesini de bekler: "Kardeşim, Risale-i Nur'u tenkid eden kitapları da oku, sonra bu tenkidlere cevap veren nurcu metinleri de oku. Yani nurcuların kendilerine yapılan eleştirilere ne karşılık verdiğini de bil. Sadece tenkide bakıp durma. Çünkü, belki, tenkid yapan da seni kandırıyor olabilir."

En azından bunu beklerim. Halis Bayancuk ise böyle yapmıyor. Muhatabını tenkidlerle başbaşa bırakıyor. Yalnızca tenkid okutuyor. Bu tenkidler de muhtemelen selefîlerin İslam coğrafyasında kendilerine alan bırakmayan ehl-i sünnet ekollerini geriletmek için propaganda olarak hazırlattığı metinler. Evet. Selefîlerin her coğrafyaya, oradaki ekollere, hassaten de tasavvuf ekollerine dönük hazırlanmış metinleri var. Bunlar yeni şeyler değil. Bunları yayıp o bölgelerdeki müstakim mürşidleri geriletmeye çalışıyorlar ki kendilerinin halay çekeceği boşluk oluşsun. Yani selefîlik, hakikati arayan bir yolculuk değil, İslam âlemi için bir kanser. Öyle de bir kanser ki, yayıldığı her yerde, kardeş kardeşin gırtlağına çöküyor.

Ben Şeyhmus abimize ulaşsam şöyle derim: Nurcular eleştirilmez insanlar değildir abi. Risale-i Nur da eleştirilmez bir kitap değildir. Fakat, bizi eleştirenlere bakacaksan, bizim de ne dediğimize bir bak lütfen. Operasyonel adamların oyununa gelip dostluğumuzu bırakma. Bediüzzaman Said Nursî emsali ulema İslam coğrafyasının yerli malıdır. Halis sütüdür. Özbeöz evladıdır. Ekmeğini de yemiştir, çilesini de çekmiştir, yani her ne demişse 'buralı olarak' demiştir. Yalnızca ismi Halis olanlar gibi proje değildir. Sipariş değildir. Sonradan ortaya çıkmamıştır. Geçmişine küsmemiştir. Kendi ceddine sövmemiştir. Şimdilerde, maalesef, Kürdistan coğrafyasında da bu damar kendine yer bulmaya çalışıyor. Kürtlerin fıtraten sertliğini/dindarlığını kendi mesleğine sermaye etmeye gayret ediyor. Ancak, ümidim o ki, Kürtler de Türkler de, tasavvuf büyüklerine hürmetleri nedeniyle, bu zehri içlerinden kusacaklardır. Kendi tarlalarını elin yabanına sürdürmeyeceklerdir. 

Bu vesileyle, selefîlik-şiilik gibi tehlikeleri evvelinden öngörüp, onlara karşı dersleri, kitapları, seminerleriyle mücadele eden Ebubekir Sifil Hoca'nın ilgili kayıtlarının internetten takip edilmesini öneririm. Halis Bayancuk tuttuğunu kendince Kur'an'a-sünnete arzediyorsa, kendisinin de hakettiğidir, Kur'an'a-sünnete arzedilsin. İşte, Ebubekir Sifil Hoca, Türkiye'de bu arzı en yetkin biçimde yapan bir âlimdir. Allah afiyet versin. Sa'y u gayreti bereketle dolsun. Âmin. Âmin...

11 Ocak 2025 Cumartesi

Kürtler ittihad-ı İslam'a nasıl vesile olacaklar?

Bediüzzaman Hazretlerinin "Kürtler, gelecekte, tıpkı Yavuz Sultan Selim Han döneminde olduğu gibi, ittihad-ı İslam'a vesile olacaklar!" dediği, hem Muhsin Alev hem de Abdülkadir Badıllı abilerden nakledilir. (Allah, hem Üstada, hem talebelerine rahmet eylesin.) Peki bu 'vesilelik' nasıl olacaktır? "En doğrusunu Allah bilir..." kaydıyla söyleyelim:

Kanaatimce, bu vesilelik, Kürtlerin yaşadıkları coğrafyalarda 'ulus devlet sistemlerine' getirdikleri tenkidle mümkün olacaktır. Evet. Kürtler; İran, Irak, Suriye, Türkiye gibi ülkelere dağılmış bir şekilde çoklukla bulunuyorlar. Toplam nüfuslarını 50 milyon da söyleyen var ama biz makuliyetten ayrılmayıp '35 milyon civarı' diyelim. (Yalnız Türkiye'de 12 milyon civarı Kürt olduğu söyleniyor.) Ve bu Kürtlerin tamamı bölgelerine dayatılmış modern rejimlerle kavgalılar. Zira o rejimler, ulusçu kökenlere sahip olmalarından dolayı, azınlık saydıkları kavimlerin 'baskılanması' üzerine kurulmuşlar. Belki içlerindeki birçok küçük kavim de az-çok bu rejimlerle barışmış. İtirazları kalmamış. Durumu kabullenmişler. Ancak Kürtler kabullenmek istemiyorlar. Kendilerine dair bir kavmiyet bilincine sahipler. Vazgeçmeye razı olmuyorlar. Erimiyorlar. İşte, mevzuun hem bir 'imtihan' hem de bir 'imkan' olan noktası burasıdır.

İmtihan, çünkü, buradan 'tefrika' da kök salabilir. Nitekim Kürt solu elinde meselenin aldığı şekil böyledir. Onlar hiçbir şekilde başka kavimlerle birlikte yaşamak istemiyorlar. Artık kendi devletlerini kurmanın zamanının geldiğini düşünüyorlar. Bu hususta epeyce sabit fikirliler. Dillerinde 'halkların kardeşliği' gezse de bu sadece bir 'zaman kazanma' bana göre. Nereden biliyorum? Ben de bir Kürdüm çünkü. Ve hasbelkader bu tarz insanlarla karşılaştım. Tecrübelerimin tarihçesinde kendimce bir kanaat sahibi de oldum. Başka hedefleri olmadığına inandım. İmtihan işte burada. Zira bu arkadaşlar savaştıkları şeyin aynadaki aksi gibiler. Kavga ettikleri kötülüğün kötü bir kopyasından ibaretler. Ulus devletin karşısına koydukları çözüm yine bir ulus devletten başkası değil. Üstelik sekülerleşmede kemalist veya baasçı rejimlerden geri kalmayacakları anlaşılıyor. Evet. Çizgileri, giderek koyulaşan bir tonda, İslam'a husumet barındırıyor.

Peki 'imkan' nerede? İmkansa dindarların duruşunda saklıdır bence. Dindar Kürtler iki şeyi birbirinden ayırma isabetini gösteriyorlar: 1) Kimliklerinin tanınması için ayrıca bir ulus devlet kurmayı şart görmüyorlar. 2) Ayrıca bir devlet kurmanın dünya-ahiret saadeti garantisi olmadığının farkındalar. Evet. Hakikaten de Kürt kimliğinin seküler rejimlerce uğradığı gadrin çözümü yine ulus devlet kurmak olamaz. Zira bu ulus devlet de 'farklılarına' aynı zulmü tekrarlayan başka bir 'problem alanı' oluşturacaktır. Anadolu, Arabistan veya Kürdistan coğrafyasında hiçbir kavim yalnız başına yaşamamaktadır. Hemen her yerleşim biriminde birçok kavmin ikameti sözkonusudur. Çözüm, yeni bir problem alanı inşa etmekte değil, problem alanlarını problem olmaktan çıkarmaktadır. Bu da ümmet tecrübesinden bize tevarüs eden ve dört mezhebin genişliğiyle şekillenen şer'î bir sisteme kavuşmakladır. Bu sistemde kavmiyetçilik asla esas edilemeyeceğinden devlet 'herkesin devleti' haline gelecektir. Ve her müslüman da aslî vatandaş muamelesi görecektir. Dindar Kürtlerin alelekser üzerine amel ettiği çözüm yolu budur. Devlet kurmaktansa mevcut devletleri Batı'dan ithal seküler kodlarından kurtarmaya çalışmaktır. İşte, evet, bu tenkidin ittihad-ı İslam'a vesile olması umulur.

İttihad-ı İslam mevcut devlet sistemlerini aynıyle muhafaza ederek sağlanamayacaktır. Bu çok açıktır. Arabı Türke, Türkü Araba, Kürdü Türke, Türkü Kürde, Kürdü Araba, Arabı Kürde... vs. düşman etmekten başka bir ideolojik angajmanı olmayan bu sistemler ingiliz-yahudi kurnazlığının bir mahsûlüdür. Türklere kendilerinden başkalarının 'iblis' gösterdiği gibi Araba, Kürde vs. de Türkü şeytan göstermiştir. Ancak, acıdır ki, ulus devlet sahibi olan kavimler bu zehirli balın tadından kolay vazgeçemiyorlar. Kendi iç eleştirilerini geliştiremiyorlar. Geliştirenlerin boğazına da çok çabuk çökülüyor. Yeterli etkiye ulaşmalarına izin verilmiyor. O yüzden Kürtlerin tenkidi kıymetli bir konum iktiza ediyor. Çünkü çok az Kürt bu kemalist rejimle tastamam barışacak kadar karaktersizlik gösterebilir. (Yani Metin Uca gibi tipler az çıkar Kürtlerden.) Genelin kimliğine cibilli taraftarlığı aksi yönde tutum sergilemelerine neden olacaktır.

Böylece, tıpkı Kürtleri yuttuğu gibi, kendilerini de yutmakta olan seküler rejimden kurtulmak isteyen dindar Türkler dindar Kürtlerle çoğunluk teşkil edebileceklerdir. Eğer bu ittihad sağlanmazsa Türkler kemalizmin ağzında lokma oldukları gibi Kürtler de apoizmin tabağında çerez kalacaklardır. İki tarafın solcuları seslerini zorla bastıracaktır.

Kürtler hem İran hem Irak hem Suriye hem Türkiye vs. coğrafyalarında yaşadıkları rejimin kodlarına bir eleştiri geliştiriyorlar. İnsaflı hükümetler de bu sese kulaklarını kapatamıyorlar. Özellikle seçim sisteminin sağlıklı işlediği ülkelerde Kürtler 'oylarına ihtiyaç duyulan' bir vatandaşa dönüşüyorlar. Karşılıklı etkileşim arttığındaysa birlikte yaşamak için "Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!" bazı şeylerin 'değiştirilmesi' ihtiyacı gözkırpıyor. İslam coğrafyası gibi çok renkli bir toprak parçasında yaşamak, geçmiş İslam devletleri kadar, geniş gönüllü olmak zaruretini doğuruyor.

Farklı bir durumda değiliz. Sultan Alparslan merhumun Malazgirt'teki konumu neyse, Yavuz Sultan Selim Han'ın Çaldıran'daki hali ne idiyse, bizim de halimiz bugün odur. İki taraftan kuşatılmış bir varlık-yokluk kavgası içindeyiz. Bu varlık-yokluk kavgasında sünnilerin birbirlerine sarılmaktan başka çözümü yok. Miras kendisini tekrarlıyor. İhtiyaç tekerrür ediyor. Birbirimizin hamiyetine bu kadar muhtaçsak, o halde, burnundan kıl aldırmayan bağnaz rejimleri de sigaya çekmenin zamanı geldi. 100 yıllık arızalı ara dönemin ardından Osmanlı bakiyesine tutunmaktan başka çare görünmüyor. İşte, Kürtler, çoklukla yaşadıkları bölgelerde ulus devletleri değişime mecbur kılarak ittihad-ı İslam'a dolaylı hizmet ediyorlar. Fakat, aman, imkanın imtihana dönüşmemesi de yüzümüzün birliğe bakmasına bağlıdır. Parçalanmayı düşleyenin hareketi müsbet olmaz. Tenkidi de müsbet kalamaz. Allah sırat-ı müstakime hidayet eylesin.

28 Haziran 2024 Cuma

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çünkü, ne kadar yumuşak takılırsa takılsın, bir noktada bütün milliyetçiliklerin ırkçılığa çaldığını düşünüyorum. Kendimi 'ümmetçi' olarak tanımlamayı yeğlerim. Bununla birlikte, uzayda yaşamıyoruz ya, mutlaka kendisini milliyetçilikle tanımlayan arkadaşlara da sahibiz. Türk, Kürt, Arap vs... Bir yere kadar hepsini idare edebiliyorum. İnsanlar ideolojilerini yekten yokedemezler zira. Ortak paydalarımızın çokluğuna bakarak çoğalırız. Aynılığa bakarsak yalnız kalırız.

Mürşidimin metinlerinde de böylesi bir 'ortak payda arayışı'nın mevcut olduğunu düşünürüm. Yani, Bediüzzaman, kimseyi "Aaa bak şu milliyetçiymiş!" diyerek savurup atmaz. Talebeleri arasında böylesi temayülleri bilinen kimseler bulunmuştur. Onları da kovmaz. Çekebildiği kadar 'İslam kardeşliği' paydasına çekmeye çalışır sadece. Siyasete dair tahlillerinde dahi bu müsbet tutumun izleri mevcuttur:

"Milletçilere gelince: Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman, Hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve mâsum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek. O vakit hakikî Türkleri, ecnebîler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebîye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise, dehşetli, tehlikeli olduğundan, Kur'ân ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum..."

Bediüzzaman'ın "Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz..." tesbiti, bugün 'Cumhur İttifakı' çatısı altındaki birlikteliğin bir işareti midir? Neyse. Orayı kurcalamayalım. En doğrusunu Allah bilir. Başlıkta vadettiğimize binaen dokunmuş olduk. Ziyadesi tefekkürlerinize havale. Diyeceğim başka şeyler var:

Bence bir devletin 'Türk' olmasıyla 'Türkçü' olması birbirinden ayrı şeyler. Mesela: Kanaatimce, Osmanlı 'Türk' bir devletti, ama 'Türkçü' bir devlet değildi. Bunu sağlayan da âl-i Osman'dı. Evet. Hani bazılarının pek kötü gördüğü o 'saltanat/hilafet' var ya, işte onun sahip olduğu sabiteler, devleti de Türk karakterli kılıyordu. Böyle olması sair kavimlere de zor gelmiyordu. Zira onlar kendi kimlikleri üzerinde baskı hissetmiyorlardı. Yani, devletin Türk karakterli olması, Kürdistan veya Arabistan bölgesinde yaşayan müslümanlar için kimlik dayatması değildi. Onlar âl-i Osman üzerinden devletle sözleşmişlerdi.

Âl-i Osman Türk olduğunu biliyordu. Ancak milel-i saireye "Ne mutlum Türküm diyene!" dedirtmiyordu. Andımız okutmuyordu. İki taraflı bir denge sözkonusuydu. Milel-i saire devletin Türk merkezli olduğunun farkındaydı. Türkler de milel-i sairenin Türk olmadığının farkındaydı. Zaten 'müslümanlık' etrafında pek kolay birleşilen bir üstkimlikti. Böylece Osmanlı'nın müslüman ahaliyle kurduğu ilişki gayet müstakim sürüp gitti. Ta ki mürşidimin 'frenk illeti' dediği ırkçılıklar uyanana kadar.

Mustafa Kemal'in, âl-i Osman'a dayanan 'saltanatı/hilafeti' yıkması, devletin Türk kimliğine vurulan en büyük darbeydi. Geçmişte kendisini Türk oğlu Türk bir hanedanla tanımlayan devlet merkezi, artık herhangi bir kavimden birisinin, mesela yahudi veya ermeni kökenli birisinin de, başına geçebileceği bir hal almıştı. Osmanlı'da bu 'acaba'ya sahip değildik. Böyle bir konuda endişelenmezdik.

Sistemde patlak veren anarşi bu defa devletluya ikinci bir yanlışı daha yaptırdı. Türklük dayatılır oldu. 'Türklüğün dayatılması' dedim, düşündürmesin ki, dayatılan sahiden Türklüktü. Hayır. Dayatılan 'Müslüman Türk' değildi. Sultan Alparslan değildi. Fatih Muhammed Han değildi. Dayatılan Cengiz'di, Hulagü'ydü. Cumhuriyet kendi Türkünü Moğolluk gibi İslam'dan beri bir yerde düşlüyordu. Onu da Batı'ya entegrasyonun bir ara mertebesi olarak tahayyül ediyordu. Birden hem Türklükten hem İslam'dan soyunulup Avrupalı olunamazdı. O halde? Önce İslamlık soyunulacak ama Türklük kalacaktı(!) Sonra da Türklük soyunulup gavur olunacaktı. Fakat gavurluk illa 'gavurluk' diye tanımlanmak zorunda değildi. Türkü İslam'dan öncesine götürürseniz zaten onda Türklük kalmaz. Kalan sadece Moğoldur.

Biz şimdi Türklük kimliğinde buluşamıyoruz. Bu hiçbir zaman onda buluşmadığımız anlamına gelmiyor. Biz Türklük kimliğinde "Ne mutlu Türküm diyene!" denildiğinden beri buluşamıyoruz. Zira Osmanlı'nın kurduğu dengeyi yitirdik. Osmanlı herkesi Türk olmaya mecbur etmeden devletini Türk kılmayı bilmişti. Başındaki hanedan üzerinden devlet kendi kimliğini gösteriyordu. Fakat Cumhuriyet bin yıllık düzeni yerine ne koyacağını bilemeden alaşağı etti. Devletin Türklüğü aslında Cumhuriyetle son bulmuştu. Fakat, ne garip, zâhirde Türklüğü dayatmaya başlayan devlet Cumhuriyetle başlamıştı.

Peki 'Türkiyelilik' bizi buluşturabilir mi? Ben 'Türkiyeliliği' Yusuf Akçura'nın Üç Tarz-ı Siyaset'te anlattığı 'Osmanlılığa' benzetiyorum. Her ne kadar 'dayatma Türkçülük'ten ehven görünse de 'Müslümanlık' ile muvaffak olunabileceklerden geri kalacağını tahmin ediyorum. Bu yüzden bir yanım "Keşke!" demekten kendisini alıkoyamıyor. Ancak diğer yanım da arkasındaki umut ışığını sezinliyor. Büsbütün aleyhine geçmiyor. Çünkü, belki, Türkiyelilik de bir ara mertebe olabilir. Sonra İslam'a evrilir.

Buradan şuraya geçelim: Türkiye'nin Kimlikleri'nde, Prof. Dr. Şener Aktürk Hoca, Türklüğün 'içeriği yeniden tanımlanarak' yeniden bir üstkimlik olabileceğini söylüyordu:

"Türklüğün gayrietnik bir üstkimlik olarak tanımlanması bazılarına zor bir 'proje' olarak görünebilir. Oysa dünyada etnik kimliklerin gayrietnik üstkimliklerle birlikte ifade edildiği pekçok ülke var. Alt ve üst kimliklerin bir sıfat tamlaması olarak ifade edildiği ABD'yi (Alman Amerikalı vs.) örnek verirsem karşılaşacağım itirazları tahmin ediyorum: 'ABD göçmenlerin kurduğu bir ülke ve 'Amerikan' etnik değil coğrafî bir aidiyet ifade ediyor.' Bu doğru olsa, Malcolm X, 'Ben Amerikalı değilim!' diyerek Afrikalı kimliğini tercih etmezdi. 'Amerikalı' ifadesi beyaz ırkı ima ediyordu veya pekçok zenci öyle algılıyordu. Daha sonra Amerikalı kimliği zencileri de kapsayacak şekilde yeniden tanımlandı.

Etnik ulus kimliğin önde gelen örneği olarak gösterilen Almanya'nın önceleri saf etnik bir kimlik olarak bilinen Alman kimliğini vatandaşlık temelinde yeniden tanımladığını söylesem inanır mısınız? Göçmenlere, aynen ABD'de olduğu gibi, alt ve üst kimliklerini beraberce ifade edebildikleri yeni bir Alman kimliğinin benimsetildiğini söylesem ikna olur musunuz? Cem Özdemir, kendi ifadesiyle, bir 'Türk kökenli Alman politikacı' veya bir 'Türk Alman'dır. ABD'deki gibi, etnik kimliğin bir sıfat, ulusal kimliğin isim olduğu bir sıfat tamlamasıdır bu kimlik formülü. Keza Mesut Özil, Türkiye'ye gol attığında bazılarınca yuhalansa bile, örnek bir 'Türk kökenli Alman' futbolcudur."


Biraz öncesinde İslam merkezli bir kimlikte birleşmek hakkında da şunları söylüyor Şener Hoca:

"İslam temelli bir ortak tasavvur, belki Kürtlerin dindar ekseriyetini Kürt olmayan dindarlarla ortak bir paydada buluşturabilir, ama bunu yaparken CHP'ye oy veren %20-25'lik kesimi ortak tasavvurun dışında bırakma ve ötekileştirme tehlikesi mevcuttur. Türklük, her ne kadar asimile olmaya başarıyla direnmiş Arap, Kürt, Zaza kökenli ve diğer bazı vatandaşlar tarafından benimsenmemiş olsa da, Kürt olmayan çoğunluk tarafından büyük ölçüde benimsenmiştir."

Demek mevzu özünde kimin dışarıda kalıp kimin içeriye alınacağı ile ilgilidir. Cumhuriyetin kurucu kadrosu, %1'lik sekülerleşmiş kesimin hatırı için, neredeyse halkın %99'unu çerçevesinin dışında bırakan bir Türklük tanımıyla başladı yola. Halkını demir sopalarla böyle bir Türk olmaya zorladı. Dindar Kürdü zorladığı gibi dindar Arabı da zorladı. Hatta dindar Türkü de zorladı. Onu da bin yıllık 'Müslüman Türk'ten başka birşey olmaya itti. Sarığını çıkardı, şapka taktı. Çarşafını çıkardı, minietekli yaptı. Elif-Bâ'sını aldı, alfabeyi verdi. Eh, kabul edelim, mayanın tuttuğu birileri de var. Artık toplumu buluşturmak eskisinden daha zor. Çünkü ortak payda bulmak güçleşiyor. Belki de seçeceğimiz üstkimlik 'kimleri buluşturup buluşturmayacağımıza' da karar verişimiz olacak. Herkesle buluşamayacaksak bari kiminle buluşacağımıza dikkat edelim. Dostumuz dışarıda kalmasın yani. Kalırsa düşmanımız kalsın. Bitirirken ne dua edelim? "Cenab-ı Hak rüşdümüzü ilham eylesin!" yeter mi? Âmin.

20 Ocak 2024 Cumartesi

Kelime-i Tevhide saldıranda Türklük kalır mı?

"Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki 'Yaşar!' der, delidir!/Arabın Türk ise hem sağ gözü hem sağ elidir./Veriniz başbaşa zirâ sonu hüsran-ı mübin./Ne hilafet kalıyor ortada billahi ne din!"
Mehmed Akif Ersoy

İslam Araplaşmak mıdır? Evet. Hayır. Cevap vermeyelim. Bu sual tuzaklıdır. Çünkü İslam, elimizden geldiğince, Aleyhissalatuvesselam Efendimize benzemeye çalışmaktır. Ona benzemeye çalışmaksa, hatırlayalım ki, önce Araplara teklif edilmiştir. Kureyş müşrikleri, üstelik aralarında akrabalık bağı bulunduğu halde, neden ona eza etmişlerdir? Neden iman etmemekte direnmişlerdir? Çağrıldıkları Araplıksa ne güçlüğünden bahsedilebilir onlar adına? Halbuki, onlar da biliyorlardır ki, çağrıldıkları şey Araplık değildir, çağrıldıkları müslümanlıktır. Çünkü Aleyhissalatuvesselam Efendimizle, değil yalnızca Araplık, insanlık da yeniden başlar. Araplar da öyle insan olmaya çağrılır. Yani ilk Araplar cahiliye Araplığını terkeder mü'min olmak için. Arkalarından diğer kavimler de bu hidayet pınarına koşarak 'Onun gibi olmaya' çalışır.

Hafızamda kaldığı kadarıyla aktaracağım. Detaylarında galat edersem müsamaha ile bakılsın. Esad Coşan Hocaefendi merhumun bir Ramuzü'l-Ehadis dersinde dinlemiştim. O diyordu ki: "Araptan başka müslümanların iki anadili vardır. 'Yahu nasıl olur?' diyeceksiniz. Anlatayım: Kur'an'da, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin mübarek hanımları hakkında, 'Mü'minlerin anneleridir!' diye buyrulmuyor mu? İşte, demek, onlar da bizim annelerimizdir. Yani, bir Türk, Arapça öğrendiği zaman da yine annesinin dilini öğrenmiş olur. Hem neseben anasının dilini bilir (o Türkçedir) hem de ezvac-ı tahirat analarının dilini bilir (o da Arapçadır)."

Tabii, Esad Coşan Hocaefendi ayarında bir kemale ulaşması için insanın, insan-ı kâmil olması, Bediüzzaman'ın tabiriyle 'buz parçası hükmündeki enaniyetini havuzda eritmeyi göze alması' gerekiyor. Zaten beşeri mü'minane manalarla inşa etmek üzere gönderilmiş vahyin, sünnetin, şeriatın tasarrufuna açılması gerekiyor. Eskiden kalanları ehl-i sünnet mizanlarıyla tartması gerekiyor. Eğer, aksine, cahiliyesinin mirasına yapışırsa, yine elinde birşeyler kalıyor gerçi, ama ümmet havuzundan da mahrumiyet yaşamasına sebep oluyor. Öyleyse arkadaşım bu vazgeçiş daha azına razı olmak için değildir, hayır, daha ziyadesini elde edebilmek içindir.

"Bu zaman ehl-i hakikat için şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir 'şahs-ı mânevî' hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini, o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez. Hem mûcib-i taaccüp, hem medâr-ı teessüftür ki, ehl-i hak ve hakikat ittifaktaki fevkalâde kuvveti ihtilâfla zayi ettikleri halde, ehl-i nifak ve ehl-i dalâlet, meşreplerine zıt olduğu halde, ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken doksan ehl-i hakikatı mağlûp ediyorlar..."

Pek acı bir hâdise yaşadık geçenlerde malumunuz. Bir Türk (o kendine öyle diyor) kelime-i tevhidi taşıdığı için bir başka Türkü yumrukladı. Evet. Yumrukladı. Yumruklananın aktardığına göre arbededen önce 'Araplaşmakla' itham etmişti kendisini. Neden Araplaşmış? Çünkü kelime-i tevhid bayrağı taşıyor. Allah Allah! Hakikaten Türklük adına şu yaşanan ne acı bir hâdisedir. Öyle ya, hidayet nuruyla tanıştığından beri kendisini cihada vazifeli bilmiş; bin yılını o bayrağı yukarılarda tutmak için feda etmiş; bağrından nice nice salih sultanlar, komutanlar, devletler çıkarmış bir ecdadın evladının şu hali ehl-i hamiyeti ağlattıracak bir garabettedir. Lakin bir derdi anlamak da, ona ağlamak da, yine enaniyetinden vazgeçebilmeyi deruhte eder.

Müfid Yüksel Hoca, yıllar önce verdiği bir seminerde, "Devlet-i Osmanî ne üzerinde duruyor?" sualine, ulemanın şu şekilde cevap verdiğini nakletmişti: "Dört şey üzerinde duruyor: Arabın dini, Türkün tahtı, Kürdün ilmi, Arnavudun inadı..." Demek onlar, Osmanlı gibi büyük bir muvaffakiyeti, yine havuzluğun içinde anlıyorlardı. Bu havuza her kavim enaniyet buzunu atmıştı. Ve kemalini inkişaf ettirerek havuza katmıştı. Hep beraber sarfedilen emek sayesinde İslam medeniyeti gibi yüce bir destan husûle gelmişti. Yani herkes herkesleşmişti. Yani herkes müslümanlaşmıştı. Yani herkes Aleyhissalatuvesselam Efendimiz gibi olmak yoluna baş koymuştu. İslam havuzuna enaniyet buzunu atıp eritmişti. Bu yolda Türk Araplaşmıştı. Arap Türkleşmişti. Elhamdülillah. Rahmet olsun hepsine. Mübarek emeklerine. Yüce hamiyetlerine. 

Bugünlerdeyse inkârcılık, özellikle de ateizm, ırkçılığı kendisine bir güç kaynağı kılmaya çalışıyor. Safsatalarıyla İslamlığı müslüman kavimlerde geriletmeye gayret ediyor. Bununla da 'muasır medeniyetlerin(!) seviyesine çıkacağımızı' iddia ediyor. Oysa ki halihazırdaki perişanlığımız da 'havuzu bozmamızla' ilgili değil midir? Yumurta kadar küçük hükümetlere bölünmüşlüğümüz Emevilerden, Abbasilerden, Selçuklulardan, Osmanlılardan vs. işittiğimiz azameti yerle yeksan etmemiş midir? Üstelik şu bed yıkım halen sürmektedir. Hergün yeni bir şaşkın buzunu alıp çekilmektedir. Her çekilense diyar-ı küfrün canavarlarına lokma olmaktadır. Daha acısı da vardır üstelik. Evet. Ne garip. Ahmağa hata olarak havuzdan vazgeçtiği de yetmiyor bazen. Bir de vazgeçmeyenlere saldıracak cinnet u cür'eti kusuyor. Allah şerlerinden hepimizi muhafaza eylesin arkadaşım. Gençlerimizi tuzaklarından korusun. Âmin. Âmin. Âmin.

16 Aralık 2023 Cumartesi

Gazzeliler müslümansa biz neyiz?

Okuyanlar bilir. Bediüzzaman'ın gönlünde İşaratü'l-İ'caz'ın bambaşka bir yeri vardır. Sonradan satırlarına dokunmaya çekindiğini zikreder mesela. Neden? Bir müellif kendi satırlarına dokunmaya neden çekinir? Çünkü cephede yazılmıştır. Her an ölümün muhtemel olduğu bir mevkide tefekkür edilmiştir. Yeni Said bile, Eski Said'e dair bütün pişmanlıklarına rağmen, bu ihlasına hürmet gösterir: "Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat hatt-ı harpte, büyük bir ihlâsla, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü o zamandaki ihlâs ve hulûsu şimdi bulamıyorum." Bu kanaatini Tenbih'inde tekrar be tekrar da ifade eder: "Fakat şimdi ise Yeni Said nazarıyla mütalâa ettim: Elhak, Eski Said'in bütün hatiatıyla beraber, şu tefsirdeki tetkikat-ı âliyesi, onun bir şaheseridir. Yazıldığı vakit daima şehid olmaya hazırlandığı için, hâlis bir niyetle ve belâgatın kanunlarına ve ulûm-u Arabiyenin düsturlarına tatbik ederek yazdığı için, hiçbirini cerh edemedim."

Geçenlerde ABD'li bir hanım Tiktok'da şöyle ağlıyordu: "Eğer bir Tanrı varsa bu insanlar kesinlikle Onun halkıdır." Yalnız gayrimüslimler sormuyor arkadaşım. 7 Ekim'den beri hepimiz soruyoruz: "Gazzelilerin imanındaki sır nedir?" Çünkü bu imanda, kâfirlerin anlayamadıkları kadar, bizim de ulaşamadıklarımız var. Evet. Nasıl bir insan ailesinin tamamını kaybeder de Allah'a karşı en ufak bir şikayette bulunmaz? Haydi, şikayeti geçtim, nasıl bir de övüncünü ifade eder? Bir şehir yokolur da kalanlar nasıl zayıflık emaresi göstermez? Başlarına tonlarca bomba yağan çocuklar bile nasıl kameralara heybetle Kudüs'ü geri alacaklarından bahseder? Nasıl olur bu? Nasıl? Nasıl?

Tamam. Biz de, elhamdülillah, müslümanız. Fakat bu halet-i ruhiyeyi artık kavrayamıyoruz. Herşey teoriden ibaret değil. Bir vaizin vaazında söylediklerini yaşaması kolay mı? Tarihten duyduklarımızı masal görmeye başlamıştık halbuki. Bedir, Malazgirt, Çanakkale... "Abartıyorlar canım!" diyorduk içten içe. Şimdi 'Gazzeliler' diye birileri ortaya çıktı. Hepsini masal olmaktan çıkardı. Vay arkadaş. Demek olurmuş. Demek yapılıyormuş. İşte şuradalarmış. Hiroşima'dan beter bombalandıkları halde yıkıntılar içinde göğüs göğüse çarpışmayı bekliyorlarmış. Onların üstünü toprak kaplarken bütün bir mazinin üzerinden ölü toprağı kalkıyor. Şehidlere cidden 'ölü' denmiyor. Çünkü onlar ölür gibi görünürken ümmetin göğsüne Muhammedîlik canı üflüyorlar. Her kim nasiplense diriliyor.

Bugünlerde, arkadaşım, Gazzelilerin imanını 'rabıta-i mevtleri' üzerinden de okuyorum. Ve, yukarıda zikrettiğim, Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'ı yazarkenki haletine benzetiyorum. Evet. Onlar ölümü hatırlarından çıkaramıyorlar. Ölümü hatırlarından çıkaramayacakları şartlarda yaşıyorlar. Kendilerini kemal-i fahirle 'gaza ehli' olarak tarif ediyorlar. Cihadda bu yönüyle bir bereket görüyorum. Hem mürşidim yine bir yerde hikmetle diyor:

"İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır."

'Rabıta-i mevt' nedir? Rabıta-i mevt ölümle yaşamaktır. Bunu cephe hattından daha sıhhatli ne sağlayabilir? Öyle ya. Her an cennet pasaportunun bir İsrail bombardımanı, kurşunu veya işkencesiyle gelmesine hazır olan Gazzeli murabıtlardan daha iyi hangimiz rabıta-i mevt yapabiliriz? Onları böylesine ulaşılamaz kılan belki de bir ömür ölümle birlikte yaşamalarıdır. Yani akıllarından çıkarmadıkları ecel ihtimalleri imanlarını parlatmıştır. Ve yine belki İslam'da cihadın bu kadar önemsenmiş olmasının bir hikmeti de imana/amele takviye veren şu yönüdür. Yani, müslümanlar cihad ettiklerinde değil, cihadı bıraktıklarında ölür. Mesela, bizim gibi cihadı epeydir unutmuş milyonlar, aynı diriliği göğsümüzde bulamıyoruz. İmanın lezzetini tadamıyoruz. Dünyevîleşmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Ölüm çok uzağımızda geliyor. Hayat çok hoşumuza gidiyor. Kılıcı köreltip duvara astığımızdan ötürü gitgide çürüyoruz. Biliyorsun, mücahidler öldüklerinde çürümezler, ancak cihadı bıraktıklarında çürürler. Şu bilad-ı İslam'da yaşayan Türkler, Kürtler, Araplar... Bizdeki çürümeyi bundan daha zâhir açıklayacak başka ne var?

24 Kasım 2023 Cuma

Müslümanın ilk psikoloğu imanıdır

'Travma' konusunda uzman değilim. Fakat şöyle bir zannım var: Travmalar hayatın celalî yüzünü kaldırmakta zorlandığımızda ortaya çıkarlar. Celalî, yani kuşatılamayan, hikmetlerinin etrafı zihnen olsun sarılamayan, tasarrufunun dalgaboyu kestirilemeyen. Allah göstermesin, bir trafik kazasında yakınlarını kaybedenimiz, aslında celalî bir tecelli görmüştür. Depremde yaşadığımız esasında celalî bir tecellidir. Veyahut savaşlar en özünde celalî tecellilerdir. Biz bu celalî tecellileri 'kaldırmakta' zorlandığımızda travma ediniriz. Celalin kendisi travma teklif etmez. Celali doğru karşılayamamak travma etkisi yaratır. Tam bu eşikte travmaya da şöyle bir anlam verebiliriz belki: Travma celalî hadiselere cemalî anlamları verememekten çıkar. Evet. Travmalar ekseriyetle aklımızda, hafızamızda, kalbimizde vs. 'kapatamadığımız dosyalar'dır. Çünkü dosyalar ancak üzerlerindeki işlem tamamlandıktan sonra kapatılıp kaldırılabilir. Bitmeyen işlerse dönmeye devam eder.

Mesleğe sevkiyatçılıktan başladığım için bilirim. Sevkiyatçıyı en çok yoran sipariş 'gelince konulacak bir ürünün beklendiği' sipariştir. O ürün gelmediği için sipariş de bir türlü masadan kaldırılamaz. Fakat bir yandan da diğer işlerin aksamaması gerekir. Bu defa yarım kalmış sipariş diğerlerinin hazırlanmasına engel olur. Yer kaplar. Hatalara sebep olması riski yaşanır. O zaman dönüp pazarlamacılara sağlam bir serzenişte bulunursunuz: "Yahu madem bekleyecekti de bunu neden hemen hazırlattınız? Beklediği gelince hazırlasaydık. İşimizi zorlaştırıyor."

Travmalar da içimizde bekleyen siparişler gibidir işte arkadaşım. Ancak bunların gelince tamam olacağı ürün de belli olmadığından dosyaları asla kapatılamaz. Masada dururlar sürekli. Bir zaman sonra da sahiplerini zehirlemeye başlarlar. Kalan herşey kokuşur. Su bile durunca pislenir. Akışı yaraladıklarından ötürü işlemden geçen diğer bütün öğeler de aynı yaralarla berelenirler. Hatalanırlar. Yanlışlanırlar. Karışırlar. Zehirlenirler. Travma sahibi insanların duygu durumları giderek bozulur. Eşyayı algılama şekilleri sağlıklı insandan giderek farklılaşır. Dolayısıyla verdikleri tepkiler/anlamlar da farklılaşır. Çatlak giderek büyür. Bütün arıza halayın ilk adımının yanlışlığıyla ilgilidir halbuki. O ilk hataya dönülüp yarası merhemlenmezse sıkıntı biteviye sürer gider.

Diyebiliriz ki: Modern psikoloji neredeyse bunun üzerine kuruludur. Terapiler geçmişteki düğümleri açmaya yararlar. En azından buna çalışırlar. Çocukluğunuza kadar inmenizi teklif eden terapistiniz aslında 'yanlış adımı' bulmaya çalışır. Eğer takıldığınız yeri daha farklı, daha güzel, daha cemalî manalarla kavramanızı sağlayabilirse, siz de bu mana sayesinde derdinizle barışır, dosyanızı kapatırsınız. (Demek dosyaları cemal kapatır.) Gelmesini beklediğiniz gelmiştir artık. 'Güzel görmek' ile birçok yaranın iyileşmesi sağlanabilir. 'Bütün psikiyatrik rahatsızlıklar böyledir' demem elbette. Ancak terapilerle tedavisi başarılabilenler bu nevidendir.

Yani, celalî olandaki cemalî yakalayabilmek, celal ile cemal arasındaki kardeşliği kavrayabilmek, hayatın yükünü üzerimizden alır. İmtihanımızın büyük ölçüde başarısı bu geçişkenliği sağlayabilmeye bağlıdır. Eğer celalden cemale geçişi, aralarındaki yolları koşmayı refleks haline getirecek derecede, kendimizde yerleştirebilirsek, o zaman 'Subhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber...' arası mesafeler de kısalır. Başı tenzih, ahiri azamet olan herşeyin ortasında bir 'hamd' bize tebessümle gözkırpmaya başlar.

İşte bu sebeple mürşidimin Mesnevî-i Nuriye'de zikrettiği şu cümleleri çok önemserim:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! İsm-i Celâl, alelekser nevilerde, külliyatta tecellî eder. İsm-i Cemâl ise, mevcudatın cüz'iyatına tecellî eder. Bu itibarla, nevilerdeki cûd-u mutlak, celâlin tecellîsidir. Cüz'iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri cemâlin tecellîyatındandır. Ve keza, celâl, vahidiyetin tecellîsinden, cemâl dahi ehadiyetin tecellîsinden zahir olur. Bazan da cemâl, celâlden tecellî eder. Evet, cemâlin gözünde celâl ne kadar cemîldir; celâlin gözünde dahi cemâl o kadar celîldir."

Yani belki de 'celal' ve 'cemal' aynı şeyin iki ismidir. İki başka resmidir. Bizim durduğumuz, gördüğümüz, anladığımız, talip olduğumuz vs. yere göre yüzlerinden birisini göstermektedirler. Rahmete susamışlar için gökgürültüsü nasıl şen bir şarkıdır. Fakat aynı gürültü çoğu kez korkuyla irkilmemize de neden olur. Süleyman aleyhisselamın ordusunu görmek mazlumlar için nasıl bir sevinç kaynağıdır. Fakat karıncaların, Neml sûresinde haber verildiği gibi, sakınmaları da lazımdır. Zaten en büyük daireye çıktığınızda, yani şecere-i kainatın bir bütün şeklinde Malik-i Ezelî'nin nazarına serildiği hengamda, vahidiyet-ehadiyet arasında bir fark da kalmaz. Vahidiyet aynı ehadiyet olur. Ehadiyet aynı vahidiyet olur. Çünkü küll de küllî ile aynı şeyi haber verir artık. Küll hiçbirşeyin parçası olmadığından küllîleşir. Küllî herşeyi içerdiğinde külleşir. Bütünlüğünün farkına vardığınızda ehadiyetin gölgesine sığınırsınız. Parçalığına uyandığınızda vahidiyete koşarsınız. Hangi mertebede neye uyandığınız karşınızdakinin sûretini sizin için değiştirir. Celalî olan cemalîye dönüşür. Cemalî olan da celalîye çevrilir. 

Elhamdülillah. Doğma büyüme mü'minleriz. Lakin biraz da sudaki balık gibiyiz. İslam, Esmaü'l-Hüsna tedrisiyle, eksik dosyalarımızı nasıl tamamlayıp kaldırıyor farkında değiliz. Ben "Müslümanın psikoloğa-psikiyatriste ihtiyacı olmaz!" gibi iddialı cümleler kurmayacağım. İmtihandır. Olabilir. Ama şunu cesaretle diyeceğim: Müslüman, imanı sayesinde, içinde travma adayı olarak bekleyen pekçok dosyayı kendiliğinden kapatıp kaldırır. Tefekkürüyle onu bir yere bağlayarak, bir anlam vererek, bir hakikatin habercisi kılarak gemiye yükler. Sırtında taşıması gerekmez. Bekleyenler azalırsa kokuşma da daha az olur elbette. Bunu söylemekten neden çekinelim? Eşyanın mahiyeti böyledir zaten. Kalmayanlar kokuşmaz. Temizlik bu yönüyle de imandandır arkadaşım. Evet. İçindeki dosyaların birikintisini de yine imanın süpürgesiyle temizlersin. Onu sakın bırakma.

12 Ekim 2023 Perşembe

En kalitesiz kâfir neden müslümanlardan çıkar?

"Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan hayat-ı içtimaiyeye zehir olur."
Lem'alar, s. 213


Küllîye düşmanlık cüz'e düşmanlığa benzemez. Bütüne düşmanlık bile parçaya düşmanlıktan başkadır. Gülün düşmanı gülün düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Papatyanın düşmanı papatyanın düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Fakat, her kim cem-i manasıyla 'çiçek' düşmanı olsa, artık bahane tutamaz, cümle çiçeklerin düşmanı olur. Zira çiçek tür ismidir. Nev'in nâmıdır. Açan herşeyi kapsar. Dışında çiçeklik bırakmaz. Evet. İslamiyet de, işte, sair itikadlara nazaran çiçek gibidir. Hepsinin (varsa) kısmî güzelliği onun güzelliğinden bazı şûlelerdir. İçlerinde, eğer kalmışsa bir dane-i hakikat, o hakikatin ağacı şeriattadır. Kemaliyle İslamiyet toprağında tebarüz eder ancak. İstikametiyle ancak onda görünür. Bu nedenle Bediüzzaman 'mürted' ile 'harbî kâfir' arasındaki şu farka dikkatimizi çeker:

"İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Yani, arkadaşım, bu dinin kâfiri başka dinlerin(!) kâfirine benzemiyor. Onlar tahrif olmuş müfredatlarından edindikleri kadar bilgiyi reddedebiliyorlar. Bir tanrıyı inkâr ediyorlarsa da bu müslümanların nihayetsiz kemalde Allah'ı değil. Bir şeriata karşı koyuyorlarsa da bu İslam gibi her yönüyle sırat-ı müstakim bir içeriğe sahip değil. Hatta genellikle reddettikleri şey bâtılın şıklarından birisi oluyor. Başka bir bâtıla, yine bir bâtılı inkâr ederek, itikat ediyorlar. Tıpkı 'teslis'i reddedip ateist olan bir hristiyan eskisi gibi. Halbuki, İslam'a göre, ateizm ne kadar bâtılsa teslis de o derece bâtıldır. Şirk bütün efradıyla yine şirktir. Tevhidin dışında kalan hiçbir alan bizden değildir. Bu açıdan bâtılın kâfiri ancak bâtıldan bâtıla hasımdır. Bâtıla hasım olanın davasında bâtılla beraber hak birşeyler de bulunabilir. Lakin lebaleb hak ile dolu olana düşmanlık husumet sahibinde hiçbir nur bırakmaz.

Bu meseleyi 'bilim felsefesi' üzerine okuma yapmış olanlar için tanıdık gelebilecek bir temsille açıklayalım. (Çünkü bu temsil bilimsel bilginin hakikati ifade etmediğini savunanların kullandığı bir argümandır.) Bugün günlerden perşembedir. (Yazının yazıldığı gün itibariyle.) Ben eğer "Bugün günlerden çarşambadır!" desem, bu söylediğim hakikat değildir, ancak büsbütün yanlış da değildir. Zira "Bugün günlerden çarşambadır!" demek "Bugün günlerden pazartesi, salı, cuma, cumartesi, pazar da değildir!" demeyi kapsar. Ki kastettiği bu alt manalarda isabetlidir. Hepsi birden reddedilemez.

İşte, bilimsel bilginin kainatta bir kısım işlerimizi görmesi de, onu hakikat seviyesine çıkaramaz. Zira, bir konuda işe yarıyor olmak, nefsü'l-emirdeki hakikate isabet ediyor olmayı gerektirmez. Düğmeye her dokunduğumuzda lambanın yanması "Işığı düğme yaratıyor!" demeyi haklı kılmaz. (Elektrik de bundan aşkın değildir.) Cep telefonuyla çivi de çakabilirsiniz. Lakin bu cep telefonunun çivi çakmak için tasarlandığı anlamına gelmez. Furkan'da Hak Teala'nın "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!" buyurduğundan böyle bir mana da kavranmalıdır. Yoksa insanın ve cinlerin başka yan işler yapmadığı-yapamayacağı değil. Merkezdeki yaratılış maksadları bu alanlar değildir. Ve, evet, cep telefonuyla çivi çakarsanız sahibi de sizi cehenneme çakar.

Konuyu dağıtmaya başladık. Mürşidimin cümlelerine müracaat ederek toparlamaya çalışalım. O yine bir yerde diyor ki:

"Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa'ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir; hırsızlar istifade edemezler. İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."

O halde bana "Ben kâfirim!" diye soran kişiye benim de şunu sormak hakkım olur: "Neyin kâfirisin?" Bütün kemalatı kendisinde barındıran İslamiyetin mi? Yoksa başka bir bâtıl itikadın mı? Başka bir bâtılın kâfiri olmuşsan sende kimi doğrular ayakta kalmış olabilir. Ancak Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselama hasım olmuşsan, yandın, daha sende güzellik namına hiçbirşey ayakta duramaz. Zira kâfiri olduğun şeyler artık senin hasımlarındır. Reddettiğine göre kendine seçtiğin pozisyon onların karşısıdır. Veyahut onlar senin artık ulaşamayacaklarındır. Bu nedenle İslam mürtedine hakk-ı hayat tanımaz. Bu tavrında da gayet tutarlıdır. Eğer bir itikad bütün kemalatın kendinde olduğuna iman ediyorsa, içinden dışına inkâr ile çıkanın da, kemalata dair ne varsa yitirdiğini kabul etmek zorundadır. Böyle bir yitirişin de telafisi mümkün değildir. Çünkü yitirdiği şeylere husumeti nedeniyle içinde nokta kadar nur barındırmayan bir karanlığı büyütmektedir:

"Hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek ve görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemâl ise, zâil bir müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıttır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor."

Dikkat et. Sen "Bugün günlerden çarşambadır!" demedin. "Bugün günlerden perşembe değildir!" dedin. Doğrudan hakikate kastettin. Doğrudan onu itham ettin. Onu reddettin. Senin mesuliyetin elbette 'harbî kâfir' ile bir olmaz. "Mürtedin katli var!" diye boşuna İslamiyete gönül koyma. Adaletsizlik ile de suçlama. Çünkü İslamiyet herşeyi olması gereken yere koyuyor. Seninle onu bir tutmuyor. Onunla seni bir tutarak ona da sana da zulmetmiyor. Herkes reddettiğine göre tartılıyor. Peki sen neyi reddettiğini hakikaten tartıyor musun? Vatanına ihanet edenin idamını aklın pekâlâ alıyor. Hak da veriyorsun. Peki Allah'ına ihanet edenin cezalandırılmasında alamadığın ne?

21 Eylül 2023 Perşembe

‘Tanrı Türkü korusun’ diyenlere aldanma, Allah, müslümandan başkasını korumaz!

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sonra da ‘birbirinizi tanıyasınız diye’ milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız en ziyade takvâ sahibi olanınızdır. Allah ise herşeyi bilir. Herşeyden haberdardır.” (Hucurât sûresi, 13)



Mustafa Kutlu ‘Babam Cemil Meriç’ isimli eserde diyor ki:

“Biz bir hafıza kaybına uğradığımız için, irfanî bilinç kaybı yaşadığımız için, Cumhuriyet eliti Türklüğü hâlâ rakı şişesinde arıyor. Kimi Moğollara uzanmaya çalışıyor. Oysa zoraki kimlikler tutmaz. Avrupalılar, 1600 prenslikten 30 devlete, 30 devletten tek birliğe geldiler. Biz bir devletten 30 devlet çıkardık. Şimdi bu 30’u da parçalayıp 300’e gitmeye çalışıyoruz...”

Peki bu neden böyle oluyor? Yani ‘milliyetçilik’ Avrupa’ya böyle şifa(!) verirken İslam dünyasını neden zehirliyor? Bunun cevabı galiba ‘üstkimlik-altkimlik’ ilişkisinde saklı. Avrupalılar, milliyetçiliğin yükselişinden önce, hristiyanlık üzerinden çok zayıf bir üstkimlik oluşturabilmişlerdi. Cahiliye kabileciliği, daha doğrusu klancılığı, faaldi. Bu yüzden milliyetçilik ‘ulus fikri’ ile çıkıp geldiğinde onda yalancı bir şifa buldular. Dağınıklıklarını bu çeşit ‘hayalî cemaatlerle’ bir nebze topladılar. Fakat iki dünya savaşının ardından ulusçuluk da yetmemeye başladı onlara. Şimdi gözlerini ‘Avrupa Birliği’ dedikleri bütünleşmeye diktiler. Başarabilirler mi? Bediüzzaman’ın Lemeat isimli eserinde zikrettiği ‘ikiz iki deha’ analizi öngörüyor ki: Böyle bir şey mümkün olmayacak. Çünkü özlerinde bir fayhattı var. Tastamam asla barıştırılamayacak. İşte iki dünya savaşı bu fayhattının depremleriydi.

“Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev'emdi. Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti. Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı. Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdetâ o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu. Güya bir nevi tenasuh başlarından geçmişti. Ey birader-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı. Birbiriyle döğüştü; hiç de barışmadılar.”

Avrupa yine de fikr-i milliyetten alabileceğini aldı. Lakin müslümanlar fikr-i milliyeti yanlış bir hayranlıkla, adeta tangocu bir kadın libasını hocaya giydirmek gibi, beğenerek sinelerine bastılar. Halbuki, Avrupalıların aksine, ‘üstkimlik’ sorununu ta en baştan çözmüşlerdi. Çin’den İspanya’ya kadar bütün müslümanlar kendilerini ‘İslam’ üstkimliğinde buluşturuyorlardı. Kurdukları devletler de, belki binlerce kavimden derlenmiş, rengarenk ümmeti idare edebiliyordu. Hatta onlara asıl kavim kimliğini de dinleri yenibaştan kazandırıyordu. Tıpkı Bediüzzaman’ın Türkler hakkında dediği gibiydi durum:

“Türk milleti, anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”

Bu, Türkler için böyle olduğu gibi, Araplar için de böyleydi. Kürtler için de böyleydi. Bütün İslam kavimleri böyle düşündüğü için sünnet-i Resulullah aleyhissalatuvesselam üzere birleşebiliyorlardı. ‘Selamün aleyküm!’ deniliyordu merhabalaşılırken ezan okunan her yerde. Kudsî kelimeler anıldığında herkes birbirinin kalbinden geçeni anlıyordu. Fakat fikr-i milliyeti matah birşey sanıp alınca bu defa, Mustafa Kutlu’nun isabetle dikkatimizi çektiği, o facia yaşandı: Zaten sahip olunan üstkimlik yıkılma alametleri gösterdi. 1’imiz 30 oldu. 30’umuz da 300 olmaya zorluyor. Kimin yüzü gülüyor peki? Elbette kâfirlerin. Zira karşılarında duracak bir kalabalık birliktelik görmüyorlar. Ufak lokmalara böldükleri herkesi yutuyorlar. Eğer ittihad-ı İslam güneşiyle uyanmazsak varacağımız akıbet ortadadır.

Tamam, bunları yazdık ya, İslamiyette hiç mi fikr-i milliyetin yeri yoktur? Hiç mi insan kendi milliyeti ile sevinmez? Hiç mi onun aidiyetini hissetmez? Arkadaşlar, İslam fıtrî olan hiçbir ahvali terketmez, fıtrattan olan hiçbir bağı koparmaz. İslam’da bir milliyet şuuruna sahip olmanın elbette meşru bir zemini vardır. Lakin bu meşru zemin, o asabiyetin, kendisinden daha üstkimliği (veya bu kimliği kazandıran öğeleri) gördüğü zaman erimeye yatkınlığıyla ilgilidir. Yani: Eğer buz parçası hükmünde olan enaniyetini, buna ‘millet, kavim, cemaat, parti, memleket enaniyetleri’ de dahildir, ümmet havuzunda eritmeye bakmıyorsan, o asabiyetin artık parçalayıcıdır. Yemekte erimemiş tuz kristali gibidir. Dişi-dili taciz eder. Müsbet değil menfidir. Meşru değil gayrımeşrudur. Öldürücüdür. Hoşgörülemez. Ölçüsünü yine Bediüzzaman’ın bir talebesiyle ilgili aktardığı hatırasında buluruz:

“Ben Van'da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: ‘Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?’ dedim. Dedi: ‘Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.’ Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.’ Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur. Ey sual soran meb'uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.”

Evet. Bir müslüman Türk, müslümanlığı hakkı için, İslam’a onca hizmet etmiş milliyetini sevse, o milliyetin asabiyetini dinine muhabbete sevketse, bu milliyetçiliğe meşru bir alan açabilir. “Ben öyle bir kavme mensubum ki, onlar İslam’a bin sene hizmet etmişler, cihad bayrağını taşımışlar, ben de onlara layık bir torun olarak İslam’a hâdim olmalıyım!” dese, burada asabiyet, İslamiyete hizmet etmiş sayılır. Zira ona sevgisi diğerine sevgisi içindir. Dolaylıdır. Araçsaldır. Aynısını Araplar, Kürtler ve sair milletler için de düşünebiliriz. Maksadı İslam’ı sevmek iken asabiyetini bir vesile/vasıta gibi sevkediyorsa bu meşrudur. Hatta Bediüzzaman’ın elmas-kale misalindeki duruma benzetebiliriz bunu:

“Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal'anın taşlarını kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakane bir cinayettir. İşte, ey ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur'ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur'ân'ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur'ân'a ve İslâmiyete kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. (…) Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.”

Kale Türklüğümüzdür, Araplığımızdır, Kürtlüğümüzdür, Çerkesliğimizdir vs... İslam’a hizmetle geçmiş tarihimizdir. Mücahid dedelerimizdir. İliklerimize kadar işlemiş İslamiyet dokusudur. Kanımıza kadar işlemiş kokusudur. Elmas ise İslamiyettir. Bu asabiyet elması korumak için kullanılacaksa ne âlâ! Yoksa, elmasın yerine geçse, bu defa bizi hem dinimizden hem dünyamızdan hem de devletimizden edecek zehir hükmüne geçer. Yani ki: Milliyetçiliği, dostumuzu yoketmek için değil, düşmana karşı sertliğimizi arttırmak için kullanmalıyız. İslam’a cibilli taraftarlık için amel etmeliyiz. Zira, mürşidim, seyyidlerin bile ümmet içindeki nurdan mevkilerinin, böylesi bir cibilli damardan geldiğini söylüyor:

“Evet, Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir burhan ile sonra iltizam eder.”

Arkadaşım, milliyetçiliği sinende tutuyorsan, bari onu İslamiyete hâdim eyle. Bütünlüğe hizmet ettir. Parçalayıcı olma. Eğer parçalamaya istimal edersen en nihayet dininden de olursun. Çünkü İslam öyle bir milliyetçiliği bünyesinde barındırmaz. İlla kusar. (Hatırlarsan: Kavim kavim yaratılış da Kur’an’da, tıpkı bir ordunun taburları gibi, birleştirmeye vesile olarak zikredilmiştir. Ayrılmaya kullanmak caiz değildir. Hilafa istimal eden fıtrata itiraz eder.) Ve sen illa İslamlığını kusarsın. Tamam. Şu dünyada soydaşlığın bir parça şevketi konuşuluyor olabilir. Ama mezarında herkes yalnızdır. ‘Tanrı Türkü korusun!’ yazanlara aldanma sakın. Allah müslümandan başkasını korumaz.

4 Eylül 2023 Pazartesi

Teoman da Bediüzzaman’a hakverdi sonunda!

Devletin dinsiz olmasının en kötü yanı ‘devletin dinsiz olması’ değildir. Devletin dinsiz olmasının en kötü yanı ‘dinsizlerin kendilerini devlet sanması’dır. Türkiye’nin de yakın tarihinde başına gelen budur. Evet. Bugün %99’unun kendisini müslüman bildiği şu diyar-ı İslam’da, İslam adına yapılmasa bile, hasbelkader İslam’a uygun verilmiş her hüküm, dinsizler tarafından şiddetle sigaya çekilir. Parmak sallanır. Hesap sorulur. ‘Tukaka’ edilir. (Yakın zamanda İstanbul valiliğinin içki yasağıyla ilgili tepkilerde gördük bunu.)

Kendisini devlet sayan dinsizliğin engizisyonudur aslında yaşanan. Bütün köşeler çoktan tutulmuştur. (B)okçular atış yapmaya başlar. %99 ihtimalle de o hatayı(!) yapmış hükümetlere geri adım attırılır. Zira laikliğin ‘pışpışladığı’ üzere hiçbir toplum normsuz yaşayamaz. Devlet de toplumun şahs-ı manevîsi olduğundan normsuz yapamaz. Eğer bu normlar dinin menfaatine bir şekilde şekillenmeyecekse, ister istemez, taraftarlığı dinin aleyhine olur. Arada nötr bir bölge yoktur. Aliya İzetbegoviç merhumun İslam Deklerasyonu’nda da dediği gibi “Dünyasına nizam verme hakkını mahfuz tutan İslam, sahasında, hiçbir yabancı ideolojinin faaliyet göstermesine olanak tanımaz. Bu nedenle ‘laiklik ilkesi’ diye birşey yoktur ve devletin dine ait değerleri desteklemesi gerekmektedir.”

Uygulamaya bakalım. Türkiye kurulurken anayasamızda yazılı olan “Türkiye devletinin dini din-i İslam’dır!” ifadesinin 1928’de çıkarılması, devletin nötr bir alana geçmesi şeklinde tecelli etmemiş, geçen süre dinin devletle ilgili her alandan ‘dehdehlenmeye’ çalışılmasıyla hakikatini ortaya koymuştur. Peki devletle ilgili alanlar nerelerdir? İnsanın evinin içi dahi bir yanıyla devleti ilgilendirmez midir? İşte, tam bu eşikten bakınca, İslam’ın da tıpkı sekülerizm gibi ‘hayatın tamamını istediğini’ söyleyenler isabet eder. Yani hayatın tamamını istiyorsanız müslüman olursunuz. Müslümanlık da hayatınıza girdiği anda hayatınızın tamamını Allah adına sizden ister. Siz de Allah adına hayatın tamamını istersiniz. Dolayısıyla devleti de istersiniz. Aynı şey laiklik için de geçerlidir. Laiklik de, İslam’ın ‘Allah’ın emri, Muhammed Mustafa’nın kavliyle’ istediği bütün alanları ‘Sekülerizmin emri, Mustafa Kemal’in kavliyle’ kendisine çağırır. Bu yüzden sanıldığının aksine müslüman gibi müslümanlar ile kemalist gibi kemalistler arasında ortak bir alan yoktur. Tıpkı suyla zeytinyağı gibi imtizaç etmezler. Aziz Nesin haklıdır. İmtizaç ettirebileceklerini sananlar, ikisinden birinde olup, ama samimi olarak orada bulunmayanlardır. Mesela: Teoman’ın yakın zamanda Altaylı ile yaptığı söyleşide söylediklerine gelelim:

“Türkiye laik olmalı. Eğer din devleti olursa toplum arasında uzlaşma alanı kalmıyor. Muhafazakârlar ya bu ülkeyi barışa götürecekler ya da bu ülke kan davasıyla sonsuza kadar gidecek.” Basına bu şekilde yansıyan beyanlarında Teoman samimi midir? Belki kalbinde samimiyet vardır. Fakat fikrî anlamda hesabı verilmemiş bir argümanı savunmaktadır. Sözgelimi: Laikliğin hakikaten ‘bir uzlaşı alanı’ oluşturduğu ne kadar doğrudur? Milan Kundera’nın ‘Efendilerin Barışı’ kavramlaştırması eşliğinde bakarsanız Hitler de barışçıl bir insandır. Stalin de barış istemektedir. Amerika’nın savaş çıkardığı bütün ülkelerde amacı zaten barıştır. Lakin bu barışlar acaba Hakkın veya halkın da ne istediğini sormakta mıdırlar? Herkes kendi sözüne gelindikten sonra barışçıldır. Musa aleyhisselam “Sen benim ilahımsın!” deseydi Firavun’un kavgacı bir tarafı kalır mıydı hiç? Laikliğin kendini uzlaşma zemini olarak görmesinin, en azından müslüman gibi müslümanın dünyasında, yukarıdakinden farkı var mıdır? Varsa nedir? Bana sorarsanız yoktur. Laiklik de müslümandan aynı şekilde imanını istemektedir.

Üstelik tarihsel zeminde de bir gerçeğe isabet etmiyor Teoman. Türkiye dediğimiz bölgenin varlığı yeni değil. Bin yıldır müslümanlar buralarda yaşıyorlar. (Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı bölgelerde bu tarihlerden de daha eskidir.) Bin yıldır İslam üzerine varolmuş bir uzlaşmayı Batılılaşma adına yıktıktan sonra, geçen yüzyıllık kavgayı, ‘Laiklikte uzlaşalım gitsin!’ diye bitirmek(!) biraz ‘asma köprü’ hikâyesine benzemiyor mu? Hani anlatılır: Tek insanın ancak dikkatle ilerleyebildiği bir asma köprüden iki hasım karşıya geçiyormuş. Biri önde diğeri arkada. Arkadan geleni öndekinin dönememesini fırsat bilerek yol boyunca ensesine tokat atıp duruyormuş. Gelgelelim köprünün de bir sonu var. Genişe çıkılınca mazlum intikamını almak üzere hışımla dönmüş. Hasmı hemen ellerine yapışmış: “Yolda ne olduysa oldu. Hadi öpüşüp barışalım. Hakkını helal et.”

Seçimden önce CHP’nin, seçimden sonra da Teoman gibi argümanlar dillendirenlerin, müslüman gibi müslümanlarla hali biraz buna benziyor. Tokat vurabildikleri her darlıkta ensemizi affetmediler. Ne camimize, ne ezanımıza, ne de tesettürümüze acıdılar. Dehdehleyebildikleri her yerden bizi dehdehlediler. Lakin işler değişti. Vaziyet bizim de biraz intikam alabileceğimiz genişliğe döküldü. Şimdi hemen helallik istemeye davranıyorlar. Dahası da var. Bir de “Ensenizi tokatlamamız konusunda uzlaşalım!” diyorlar. “Yoksa kavga edip duracağız.” Gülecek kadar bile dermanımız kalmıyor şaşkınlıktan arkadaşlar. Pişkinliğin bu derecesine ne denilebilir? Ancak susulur. Ama ben böyle şeyler duyduğumda Keloğlan gibi sormadan yapamıyorum: “Adaletin bu mu cazgır?”

Ve Bediüzzaman’ın neredeyse yüzyıl önce bulunduğu öngörünün haklılığını Teoman gibi kabulleniyorum: “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir.” Evet. Enerjimizin kaybolduğu doğrudur. Evet. Gündemde çok vakit kaybediyoruz. Fakat kavgayı biz başlatmadık. ‘Allah, Allah’ diyerek aldığımız memlekete “Yallah Arabistan’a!” diyenler çöktüğü için ortalık karıştı. Bir asırdır da bu karışıklık devam ediyor. Beyne beyne enseler kızarıyor. Yakın bir zamanda da sonlanacağa benzemiyor, doğrudur. Ama haberler yine de iyi: Biz de usanası değiliz. Bitirmek isteyenlere çözümü de söylüyoruz: Anayasadan çıkarılan yerine döndüğünde sulh olmaya hazırız. Siz bir ‘Efendi Barışı’ istiyorsanız, biz de ‘Âlemlerin Efendisi’nin barışını istiyoruz, Onun da adı İslam’dır.

25 Ağustos 2023 Cuma

Allah konuşmak zorunda mı?

“Kâinatın envâı insanı tanıyor değil. Belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.”
Sözler’den.

Elhamdülillah. Müslümanın Allah’ı tutarsızlıktan münezzehtir. Deistlerin tanrısındaysa bir dizi tutarsızlık vardır. İlk tutarsızlığı ‘ilgi’ eşiğinden kendisini gösterir. Fakat, bir saniye, hızlı gidiyoruz. Bu mevzua dalmadan önce birşeyi itiraf etmeliyim: Bediüzzaman’ın bazı ifadelerini ilk okumalarımın üzerinden yirmi yıl kadar geçtikten sonra anlayabiliyorum. Evet. Sanki, daha önce hiç okumamışım, sadece yanlarından geçmişim gibi. “Kimbilir anlamadan yanından geçtiğim daha neler neler var?” diye kederleniyorum böyle anlarda. Eh, ne yapalım, kabımız bu kadarcık. Rabb-i Rahîmimiz azımızı çoğa saysın. Bahsi açtık. Misali de geliyor. İşte onlardan birisi: “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.”

Ben bu cümleyi her okuduğumda ‘yapmak ile bilmek’ arasındaki zarureti kavrar fakat ‘bilmek ile konuşmak’ arasındaki lüzumu kavrayamazdım. Nihayetinde her bilen konuşmak zorunda değildi. En azından beşerî düzlemde bu zarureti kavramamı sağlayacak kıyaslamalar bulamıyordum. Susmak da insanlığın bir parçasıydı. Ve bazen insanlar bile bile susarlardı. Peki Bediüzzaman bu zarurete nasıl intikal etmişti? Aradaki boşluğa(!) dair düşünmeye başladım. O düşünmek mesaisi epey bir sürdü.

‘Yapmak ile bilmek’ arasında ise aynı güçlüğü çekmediğimi belirtmiştim. Zira bilmesiz yapmak ancak yıkmak türünden ‘vücudî görünen ademîlikler’ için mümkündü. (Yokuş aşağı yuvarlanan bir kaya ne yaptığını bilemezdi, ama birşey de yapmış olmazdı zaten, yıkardı sadece.) Sistemli herşeyin inşasıysa bilgi isterdi. Kasıt isterdi. Dikkat isterdi. Israr isterdi. Bütüncül bakış isterdi. Çay yapmasını bilmeyenler çay yapamazdı. Bina yapmasını bilmeyenler inşaata girişemezdi. İlim, irade, kudret üçlüsü her eserin arkasında zaruret olarak kendisini gösteriyordu. Kader de, daha büyük resimde, kainatı varlığa çıkaran (ve onu varlıkta tutan) bilişin/ilmin adıydı. Evet. Kadere iman edilmeden iman tamam olamazdı. Çünkü Allah’ın yarattıklarını önceden (aslında, zamandan aşkın bir şekilde, ezelden) bilmeden yarattığını söylemek olurdu bu. Dolaylı olarak da, ne yaptığını bilmeden yaratan Allah gibi, hâşâ, imkansız birşeyin tasavvuruna giderdiniz. Kainatı binbir harikalıkla yaratan Allah, ilminin izleri her eserinde okunan Allah, nasıl böyle birşeyle itham edilebilirdi? Düpedüz iftira olmaz mıydı denilen?

Buraya kadar tamam. Fakat bilen neden konuşmak zorundaydı? İşte şu eşikten sonra deistlerin ilah tasavvurundaki tutarsızlık kendisini ele vermeye başladı arkadaşım. Deistler bize diyorlardı ki: “Kainatla ‘yaratacak’ kadar ilgilenen Allah insanlarla ‘konuşacak’ kadar ilgilenmedi.” Halbuki yaratmak ilgilerin en şiddetlisiydi. Cenab-ı Hak, daha varlık sahnesinde yokken, sadece ilm-i İlahî’de mevcutken, o kadar ilgilendi ki bizle, o kadar teveccüh etti ki keremiyle, varlık sahnesine çıkardı bizi. Sadece bizi değil cümle mahlukatını. Cenab-ı Hakkın ilgisi en çok rahmetiyle görünür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Rahmetiyle bildiğini bildirir.” Kainatta rahmet olarak okuduğumuz aslında Cenab-ı Hakkın, bize, bizi bildiğini bildirme şeklidir. Kusurlu bir ifade olsa da, kendi aramızda bunu, ‘ilgi’ olarak isimlendiriyoruz.

Zaten ilgi dediğimiz şey de genelde belirli seviyelerde ‘muhabbet’ ve ‘merhamet’ tecellileriyle kendisini gösterir. Sözgelimi: Ben yeğenimle ilgileniyorum. Nereden belli? Çünkü onunla oynuyorum. Çünkü onunla geziyorum. Çünkü ona dondurma alıyorum. Çünkü, çünkü, çünkü… Daha birçok şeyi sayabilirim. Bunlar hep belirli düzeylerde ‘yeğenimin varlığına düşkünlüğüm’ ile belli olmuştur. Evet. Ben yeğenimi severim. Ben yeğenime şefkat ederim. Eğer bu iddialarda yalancı değilsem hayatta tezahürleri olur illa ki. “Ben yeğenimi çok severim ama hiç yüzüne bakmam!” gibi bir ‘inkılab-ı hakaik’ (hakikatlerin tersyüz olması) yahut da ‘cem-i zıddeyn’ (zıtların birlikteliği) hakikatte varolamaz.

Tezat bir kusurdur. Nihayetsiz kemalde olan Allahımız kusurlardan münezzehtir. Madem ki, yoku vara çıkaracak kadar ilgilidir, o halde konuşacak kadar da ilgilidir. Esasında yaratması zaten bir tür konuşmasıdır. Konuşmasının dolaylı bir biçimidir. Yüzünüze güldürdüğü her bebek, uçarken gösterdiği her kelebek, açarken bulduğunuz her çiçek, Onun kendisini size bildirmesinin yollarıdır.

Yeğenime gösterdiğim ilginin ederi nedir? Çok cüzî şekillerde varlığına katkılar sunabilirim. Hak Teala ise bizimle yokluktan varlığa çıkaracak kadar ilgilenmiştir. Bize bütün kainatı kitap kılacak kadar ilgilenmiştir. Herşeye herşeyden kendisini bildirecek kadar ilgilenmiştir. Herşeyi yüzbin dilli bir mektub-u Samedanî kılacak kadar ilgilenmiştir. Kainattaki bu ilmî doluluk, bu iletişim zenginliği, bu daldıkça dibi görünmeyen marifet, ancak Cenab-ı Hakkın ‘konuşmaktaki arzusu’ ile açıklanabilir. Yani zaten Onun yaratmasında konuşmak/bildirmek arzusunun (Bu ifadenin de kusurlu olduğunu biliyorum. Fehminize yaklaştırmak için bir araç olarak görün lütfen. Münezzeh manalarla tefekkür edin.) tezahürleri okunmaktadır. Varlığa çıkışımız Onun eserleri üzerinden konuşmasıdır.

O halde, bizi yoktan vara çıkaracak, herşey üzerinden kendisini bildirecek kadar bizimle ilgili bir Allah; ağzımıza attığımız her lokmanın nereye/ne kadar dağılacağına kadar ilgilenen bir Allah; âlemin başından sonuna vücuda lazım yasalarını devam ettirecek dikkatte bir Allah; bu kadar detaylı bir kuşatıcılıkla iradesi üzerimizde bir Allah; nasıl olur da en çok ‘acaba’ya düştüğümüz yerlerde kalbimizi ‘konuşmasız’ bırakır? Nasıl dolaylı bir şekilde kendisini bu kadar çok anlatır da doğrudan mesajı ihmal eder? Halbuki dolaylı mesajın kavranması da çoğu zaman doğrudan mesajın varlığına bağlıdır.

Yine bir misale müracaat edelim: Diyelim ki bir mecliste konuşma yapıyorsunuz. Boynunuza da nereden geldiği bilinmez bir akrep çıktı. Seyirciler içindeki arkadaşınız durumu farketti. Size kaş-göz işaretleriyle durumu anlatmaya çalışıyor. Anlayamıyorsunuz. (Zaten işaret diliyle birşeyi anlatmak doğrudan anlatıştan her zaman daha zordur. Böylesi oyunlar oynayanlar bilirler. İşaret dili dolaylı bir dildir. İkincil bir dildir. Semboller insanların dünyasında her zaman aynı anlamlara karşılık gelmezler. Kelimelerse genelde yakın anlamları bulurlar.) Nihayetinde akrep de sizi sokuyor. O zaman arkadaşınıza sitem etmez misiniz: “Birader niye ağzını açıp söylemedin? İmâlarını anlamadım ki.”

Cenab-ı Hak da bize kainat üzerinden sonsuz akıbetimizi etkileyecek olan bilgiyi sürekli aktarıyor. Zaten yaratılış bu bilgi aktarımı ile anlamlı oluyor. (Belki, daha ileri bir hayalgücüyle, yaratılışın da ‘çok boyutlu bir bilgi aktarım şekli’ olduğunu söyleyebiliriz.) Böyle bir ilmin katman katman varolduğunu bilimdallarının herbiri bize, hatta en sekülerlerimize bile, gösteriyor. Daldıkça bilgi çıkıyor. Kazdıkça bilgi fışkırıyor. Kurcaladıkça bilgi kaynıyor. Kendisini bu denli şiddetli bir şekilde, böylesine yoğun bir ilgiyle, ama dolaylı olarak anlatan bir Alîm-i Hakîm, o dolaylı mesaj karşısında ‘acaba’ya düşmüş kullarına, yine sonsuz rahmetinin bir gereği olarak, göz açıcı doğrudan mesajlar da iletmez mi? Doğrudanı dolaylı ile birleştirerek hikmetini tamam etmez mi? Âlem kitabını, Resul kitabıyla ve vahy-i Furkanıyla ‘Ya Rabbi anlayamadım!’ bahanesi kalmayacak şekilde okunulur kılmaz mı? Bence “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur…” böyle de okununca daha bir anlaşılır oluyor: Madem bildiğini bu kadar yapmakla (dolaylı biçimde) gösterir, elbette, konuşmakla da (doğrudan biçimde) bizzat gösterir. Çünkü yapması zaten bilmesindendir. Bu kadar eser üzerinden konuşmak arzusunu gösteren bilmek, elbette aciz değildir ki, bizzat kelamullahıyla da konuşmasın.

“Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır. Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.”

Bir de meselenin şu boyutu var arkadaşım: Dolaylı anlatım imtihanlıdır. Yukarıda da altını çizmeye çalıştım. İşaretler aynı karşılıkları bulmayabilir. Yine Bediüzzaman’ın “Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır…” demesini hatırlayalım. Allah’ın yarattığı ‘ene’ veya ‘tabiat’ neden ‘tağut’ oluveriyor? Çünkü dolaylılığına takılınıyor. Mana-i harfî ile işaretleşmesi gereken mana-i ismî ile bütün nazarı kendisine hapsediyor.

“Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlıkın evâmirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır.”

Esere baktığınızda müessiri görmek ikincil bir dikkate muhtaçtır. Eğer esere aşkınsız dikkat ederseniz, onda boğulursanız yani, göstermek için yaratılan şey görmenin engeli olmaya başlar. Mürşidimin ‘ene’ ve ‘tabiat’ta hissettiği tuzak budur. Cenab-ı Hak sırr-ı imtihan gereği varlığı bu şekilde halketmiştir. Ötesini görmeye çalışan öteyi bulur. Gördüğünden ibaret sayansa onda boğulur. Ancak, ötenin varlığından haberdar edilmemişlerse, nasıl öteden sorumlu tutulabilirler? İşte, Cenab-ı Hakkın peygamberleri göndermesi, bu hikmetin eda edilmesi için de gerekiyor. Mektubu vermeden önce okumayı öğretmek lazım. Yazıyı ‘okunacak’ bilmeyenin elinde mektup sırf resimden ibaret kalır. Ne diyelim? Cenab-ı Hak, bizi, huzurunda gözü başkalarına kayanlardan eylemesin arkadaşım. Âmin.

7 Temmuz 2023 Cuma

Değişmek istemeyenin hidayeti yoktur

Elbette biliyorum arkadaşım. Hidayet Allah'ın hediyesidir. O yakmadıktan sonra hiçbir kalpte nur yoktur. Fakat, 'Allahu a'lem!' kaydıyla diyeyim, tutuşmak için biriktirilecek bir sermayenin varlığını sezinliyorum ben. Nedir? 'Bedel'dir. Yani, hidayet, 'bedel ödemeye hazırlara' teşrif eden bir kıvılcımdır. Bilgiyle ancak 'bedelini ödemek üzere' muhatap olursanız hidayet eylemeye başlar. Bedeli göze alınmamışın hidayeti de yoktur. Malumat bedelsiz hayata dönüşmez. Yapılmak üzere dinlenmemiş nasihat tesir etmez. Bu yüzden, belki birçok müslümandan çok İslam'ı bildikleri halde, oryantalistlerin ekseri müslüman olmamıştır. Yine, Aleyhissalatuvesselam Efendimizi evlatlarından daha iyi tanıdıkları halde, pekçok müşrik hidayet pınarını yudumlayamamıştır. Evet. Hidayet silbaştan yeni bir varlık telakkisini yüklenmeyi gerektirir. O güne kadar sürmüş bozuk düzenin, içten dışa, değişmesi anlamına gelir. Belki bu değişim sırasında menfaatler yitirilecektir. Belki içimizdeki koca koca iddialar yıkılacaktır. Belki dostlar bile hasımlaşacaktır. (Allah razı olsun hepsinden: Sahabe, en ateşli şekillerde, ödenmesi gerekeni ödedikleri için başkadır.) Muannidlerse 'değişmek için' muhatap olmamışlardır zaten bilgiyle. Neşterin sızısını yüklenmemişlerdir. Nehir de ıslanmayı sevmeyen bu talihsizlerin yanından akıp gitmiştir. Gözlerine görünmüştür, hoş sesini duyurmuştur, ama parmaklarının ucunu dahi ıslatmamıştır.

Kibrin mübarek metinlerde böylesine kötülenmesinin hikmetini de buradan oku arkadaşım. Kibir zımnında 'değişimin reddini' de saklıyor. Kim ki kibirleniyor, özünü merkezleştiriyor, ‘olmazsa olmaz’ görüyor, ötesini detaylaştırıyor. Ayken dünyalık taslıyor. Dünyayken güneşlik kasıyor. Güneşken kendini samanyolu yerine koyuyor. Hatta, ayı dünyaya, dünyayı güneşe, güneşi samanyoluna, âlemi âleme peyk yapan Zât-ı Kudreti bile zerrecik cirminin uydusu zannediyor da, hevasından geçeni dinine ekliyor, geçmeyeni çıkarmaya teşebbüs ediyor. (Daha da beğenmedi mi inkâra gidiyor.) Şeriatı tenkid de buradan başlıyor, tahrif de, tahkir de. Her yanlışın başında 'değişmek için' değil 'değiştirmek için' muhatap olmak var. Kendini merkezden çekemeyiş var. Aslolanı karıştırmak var. Aynanın gösterdiği yerine oynaması var.

Yani, hâşâ, Allah'ın karşısında ‘Allahlık taslamak’ var. Halbuki İslam bidayette bir eksen değişimidir. Kul, kulluğunu kabul ettiği andan itibaren, bir daha kendini Allah sanmayacağını da kabul eder. Sandığı her yerden de tevbe eder. Kur'an, hangi şifalı hitabında mü'min kelimesini buyurur, hatırlattığı artık diğerleri gibi olmayacak yanlarımızdır. Elhamdülillah. Yine Allah’ın lütf u keremiyle bedel ödemeye ikna olduğumuz için hidayet bize hediye edildi. Tedavi için gereken işlemleri göze aldığımız için şifa nasip oldu. Evet, biz, artık odak algımızda diğerleri gibi değiliz. Değişiciyiz. Detaylaşıcıyız. Şeriatın buyruğu üzere başkalaşmaya yatkınız. Kurtarıldık kendimizden. Merkeziyet sanrımızdan. ‘Bana göre’nin köleliğinden. Hakiki yörüngemizi çözdük çünkü. Bizim için yalnız Allah Allah'tır. Bizse her sanrımıza rağmen kuluz. Hüda yörüngeye alınmaz. O, dilediğini, dilediği şekilde yörüngelere alır. Kullar Rabbine hesap soramaz. Ancak hikmetini öğrenmeyi dileyebilirler. Ve yanıldığını kabul etmeyene doğrunun nimetinden bahşedilmez.

Müslim'de geçen bir hadis-i şerifinde Aleyhissalatuvesselam Efendimiz buyuruyor ki: "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez!" Sahabesi endişeyle soruyorlar: "Ya Resulallah, insan, elbisesinin/ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır?" (Yani bunlar da kibir sayılır mı?) Efendimiz cevap veriyor: Allah güzeldir. Güzeli sever. Kibir ise ‘hakkı kabul etmemek’ ve ‘insanları küçümsemek’tir." Doğrusu, bu güzeller güzeli eşikten bakınca, mürşidimin 'modern medeniyet(!)' ile 'Kur'an medeniyeti' kıyaslamasını da daha zengin anlıyorum ben. Sanki orada anlatılan her olumsuz şeyin merkezinde ‘parçaların kendisini bütün yerine koyması’ var. Böyle yapılınca da yörüngeler arasında niza çıkıyor işte:

"İşte, medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır. Cemaatlerin rabıtasını 'unsuriyet ve menfi milliyet' bilir. Gayesi, hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bazı 'lehviyattır.' Halbuki, kuvvetin şe'ni, tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehâsiniyle beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi surî saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete atmıştır. Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine 'hakkı' kabul eder. Gayede, menfaat yerine 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir."

Sen de bana katılır mısın arkadaşım: Hak merkezdeki kuvvetin 'ne üzere olduğunu' söyler. Kuvvetse parçanın 'neyi hak olarak vehimlediğini' anlatır. (Parça, Cenab-ı Hakkın kuvvetine dayanmak isterse, bütüne uyumla hakka; yok, yalnız parçalığının haklılığına inanıyorsa, bütüne uyumsuzlukla, şahsî kuvvetine dayanır.) Fazilet (ve derûnundaki rıza-i ilahî arayışı) 'bütünün üzerine kurulduğu şey için yaşamayı' ifade eder. (Yani faziletli olan bütünün menfaatinedir.) Menfaatse parçanın 'yalnız kendi varlığına hizmet etmesinin' tezahürüdür. (Yani, menfaat, yalnız bireyin faydasını kollayan bir sahte fazilettir.) Aynı yörüngeye hizmet edenler elbette birbirleriyle yardımlaşırlar. (Uyum için teavün kaçınılmaz görünür.) Fakat parçalardan herbiri, âlemi kendi merkeziyetine çağırdığında, oluşacak şey yalnız 'cidal'dir. Yani mücadeledir. Kavgadır. Anlaşmazlıktır. Uyumsuzluktur. Büyük balık küçük balığı yutardır. Eh, evet, pes. Yoruldum arkadaşım. Benden buraya kadar. Özetle ne demek istediğimi kavramışsındır zaten. Hazinenin geri kalanını gavvaslığına havale ediyorum. Dualarında beni unutma.

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....