Arap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2025 Salı

Kazanınca 'Türk' oluyoruz kaybedince 'Türkiye...'

Türkiye'de yeni yeni alınganlıklar türedi. Mesela: 'Türk sineması' yerine 'Türkçe sinema' veya 'Türkiye sineması' derseniz kimi Türkçüler sizi taşlıyorlar. Bunu 'Türklüğe husumete' yoruyorlar. Ben öyle anlamıyorum. Çünkü Türkiye'yi sadece Türk unsurundan ibaret olmayan halita şeklinde görüyorum. Burada yapılan şeyler, evet, ağırlıkla 'Türkçe' oluyor fakat sadece 'Türkî' olmuyor. Nitekim bunun üzerine yazılmış makaleler de var. Türk sinemasının içinde birçok Kürt, Çerkes, Arab, Arnavut vs. öğe de barınıyor. Öyle analım-anmayalım. Varolduklarını biliyoruz. Şivesinden, giysisinden, âdetinden bu öğenin de 'Türkiye sinemasına' dahil edildiğini okuyoruz.

O yüzden 'Türk sineması' demek yerine 'Türkiye sineması' demeyi tercih ediyoruz. Husumet etmiyoruz. (En azından benim böyle bir niyetim yok.) Kardeşane bir fikirle isabet ediyoruz. Mehmed Niyazi Hoca merhum da, bir söyleşisinde, efsanesi Malazgirt savaşına dayandırılan Türk bayrağının 'aynı zamanda Kürt-Arab bayrağı da sayılması gerektiğini' söylemişti. (Mehmed Niyazi Hoca'yı müslüman Türkçüler herhalde tanır severler.) Çünkü, savaşan o mübarek orduda çok sayıda Kürt de vardı, Arap da vardı. Eğer efsane hakikatse, yani şüheda kanı akıp biriktiyse, o kırmızılıkta ayla yıldız yansıdıysa, Arapların-Kürtlerin kanı siyah değildir, onlar da vardır.

Üstelik "Türkiyeli değil Türküüüüm!" deme meraklıları da, iş sıkıya geldiğinde, 'Türkiye' demeyi ihmal etmiyorlar. Geçen Erhan Afyoncu'ya takıldığım mevzu mesela. Evet. Twitine 'manşet' atıyor: "Türkiye yaşlanıyor!" Mesud Özil, yıllar önce, Alman milli takımını bırakırken şöyle bir cümle yazmıştı: "Kazanınca Alman kaybedince göçmen oluyorum!" Bizimki de o hesap. Dayağı beraber yiyoruz. Her güçlüğü beraber çekiyoruz. Cihadı beraber ediyoruz. Fakat iş 'iyi sonuçların sahibini açıklamaya' geldiğinde manşetler değişiyor. Hani Risale-i Nur'da Arapça bir deyim anıyor Bediüzzaman Hazretleri: "Musibet geldikçe bana bağırıyorlar. Tatlı yendikçe Cündüb çağrılıyor." Kavmi hakkında 'Türkiyeli' kelimesinden alınacak kadar hamiyet(!) sahibi Erhan Afyoncu bile, nasıl oluyorsa, kaybederken hiç oralı olmuyor. "Türkler yaşlanıyor!" demiyor da "Türkiye yaşlanıyor!" diyor. Acaba tesbitin menfiyetinden mi? Ki devamı şöyle mesajının:

"Türkiye nüfus meselesinde dönülemez bir kâbusa doğru gidiyor. Nüfus artış hızımız durma noktasına geldi. Doğurganlık hızımızın nüfusun yenilenme düzeyi olan 2.1'in altına inmesi nüfusun yaşlanma eğilimimine girdiğini gösterir. Türkiye'nin doğurganlık hızının 1.48'e inmesi ise nüfusumuzun yaşlanmasının çok hızlandığına işaret ediyor. 1970'lerde Avrupa Birliği ve OECD ülkelerinde doğurganlık hızı 2-3 çocuk civarındayken, Türkiye'nin doğurganlık hızı 5 çocuğun üzerindeydi. 2000'de Türkiye'nin doğurganlık hızı 2.49, OECD ülkelerinin ortalaması 1.83, Avrupa Birliği ortalaması ise 1.44'tü. Bu yıllarda Türkiye çok iyi durumdaydı. Genç nüfusuyla öne çıkıyordu. 2023'te Avrupa Birliği ülkelerinin doğurganlık hızı ortalaması 1.39'a, Türkiye'ninki ise 1.51'e düştü. 2024'te ise doğurganlık hızımız 1.48'e kadar düştü. Türkiye'nin en önemli meselesi nüfustur."

Hocanın paylaşımına elbette hakveriyoruz. Nüfus meselesi mühimdir. Fakat bir şerh düşmeden edemiyoruz. Zira, bizce, her meselenin altındaki mesele, her nedenin altındaki neden, her derdin altındaki dert, 'iman'dır. "Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir." İman zaafiyeti nedeniyle Türkiye, veya gönülleri olsun Türkler, bereketlerini kaybetmişlerdir. Eskiden sürekli harpte-darpte olunduğu halde, maşaallah, bu topraklarda nüfus krizi yaşamamıştır. Böylesi bir durağanlığa uğranılmamıştır. Ancak şimdi, "Yurtta sulh, cihanda sulh!" şartları sağlandığı halde, kimse çocuk sahibi olmak, hatta evlenmek, evlenirse de evli kalmak istememektedir. Nüfus krizi sorunun görünüşlerinden-sonuçlarından birisidir sadece. Asıl mesele Türkiyeli müslümanların eskisi kadar müslüman olamamasıdır.

Jared Diamond'ın "Çöküş: Toplumlar Başarısızlığı ya da Başarıyı Nasıl Seçerler?" isimli eserini yıllar önce okumuştum. Kitapta tarih sahnesinde bir dönem 'çok yüksek medeniyet misalleriyle' varolmuş, sonra 'neredeyse hiç izi kalmayacak şekilde' kaybolmuş, toplumlar inceleniyordu. Sonra da bugünün medeniyetinin ömrünün ne kadara olabileceğine dair çıkarımlar yapılıyordu. İlginç bilgiler vardı. Alıntılarla sizi boğmayayım. Ben, Jared Diamond'ın okumalarında, azaba uğramış kavimlerin kıssalarına benzer şeyler gördüm.

Yani aslında Kur'an-ı Hakîm de, nurlu kıssalarıyla, bize bunu anlatıyordu defaatle. Evet. Hiçkimse "Bir zamanlar biz şöyleydik!" övünmelerine güvenmemeliydi. Bugün ne olduğuna, ne yaptığına, neler yapabileceğine bakmalıydı. Eğer haktan sapılırsa 'dağları oyup sapasağlam evler yapanlar' bile 'korkunç bir sesle' helak edilebilirlerdi. Hatta, yine Kur'an'ın haber verdiği gibi, kendilerine lütfedilen emanete sahip çıkamayanlar da, toplu bir şekilde görevden alınıp yerlerine başkaları getirilebilirdi. Bediüzzaman Hazretlerinin, bu manadaki ayetlerden birisini, İslam'ın sancaktarlığının 'Araplardan Türklere geçmesi bağlamında' değerlendirişi gayet manidardır:

"İşte, ey ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur'ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur'ân'ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur'ân'a ve İslâmiyete kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ 'Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar Allah'ı sever. Onlar mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzetlidirler; Allah yolunda cihad ederler; dil uzatanın kınamasından da korkmazlar. Bu Allah'ın lütfudur ki, dilediğine verir. Allah ise lütuf ve keremi pek geniş olan ve herşeyi hakkıyla bilendir.' (Maide sûresi, 5:54) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız."

Tekrar dikkat buyurunuz lütfen. Bahsin ahirinde musırrane şöyle uyarıyor mürşidim: "(...) âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız." Ben, şimdilerde yaşadığımız nüfus krizinin de, mezkûr hikmetler üzerinden okunabileceğini düşünüyorum. Kabul edelim: Kemalizmin Türkiye'ye yaptığı yüzyıllık kötülükle hesaplaşamadık. Herkes putlarını yıktı. Heykellerini kırdı. Kendi diktatörüne sevdasından vazgeçti. Biz hâlâ vazgeçemedik. Veremediğimiz bu imtihanın bedeli olarak artık geriletiliyoruz.

Ne manada geriletiliyoruz? Sanayi değil. Ekonomi değil. Bunlar aşılır. Aşarız da... İşte, evvela hazır misal, nüfus manasında. Türkiye halklarının nüfusu azalıyor. Engel olamıyoruz. Mecburen, tıpkı aynı sorunu yaşayan Avrupa'nın yaptığı gibi, göçmen alıyoruz. Daha da alacağız. Alacağımız göçmenler illa başka tutumlara sahip olacak. Evet. Ve, ne mutlu, kemalizmin zihnî prangalarıyla bağları kurulamayacak. (En azından hepsinde tutmayacak.) Zira bir kere 'Türkiyeli' değiller. Resmi tarih, milli eğitim vs. endoktrinasyonlarına bizim gibi nesillerdir maruz kalmamışlar. Göçmenler olarak adaptasyon konusundaki dezavantajları ikballeri için avantaja dönüşebilir.

Yani, belki de, hem Hakîm hem Kadîr olan Rabbimiz, hikmeti ve kudretiyle, verdiği emaneti koruyamayan bizleri, bu mübarek topraklardan silecek, yerimize başkalarını getirecek. Ancak ümmet-i Muhammede aleyhissalatuvesselam vaadettiği rahmeti şânıyla hepimizi birden azabına uğratmayacak. Birden ortadan kaldırmayacak. Yavaş yavaş, gıdım gıdım, azala azala biteceğiz. Ve nihayet emanetin asıl sahipleri gelip bizim beceremediklerimizi becerecekler. Kemalizmden kurtulacaklar. Filistin'i kurtaracaklar. Tekrar şu cihanın başına İslam'ın sarığını saracaklar. Bu mutlaka olacak. Ahirzaman rivayetleri bunun mutlaka olacağını bize haber veriyor. Fakat bizimle olup olmayacağını söylemiyor. Eh, eğer kendimize çekidüzen vermezsek, herhalde iş bizimle olmayacaktır. Yine de Hüda'nın rahmetinden dileriz ki, mübarek ceddimiz hürmetine, bizi çöllerde mahvettirmesin. Rüşdümüzü tekrar ilham etsin. Âmin. Âmin. Âmin.

11 Ocak 2025 Cumartesi

Kürtler ittihad-ı İslam'a nasıl vesile olacaklar?

Bediüzzaman Hazretlerinin "Kürtler, gelecekte, tıpkı Yavuz Sultan Selim Han döneminde olduğu gibi, ittihad-ı İslam'a vesile olacaklar!" dediği, hem Muhsin Alev hem de Abdülkadir Badıllı abilerden nakledilir. (Allah, hem Üstada, hem talebelerine rahmet eylesin.) Peki bu 'vesilelik' nasıl olacaktır? "En doğrusunu Allah bilir..." kaydıyla söyleyelim:

Kanaatimce, bu vesilelik, Kürtlerin yaşadıkları coğrafyalarda 'ulus devlet sistemlerine' getirdikleri tenkidle mümkün olacaktır. Evet. Kürtler; İran, Irak, Suriye, Türkiye gibi ülkelere dağılmış bir şekilde çoklukla bulunuyorlar. Toplam nüfuslarını 50 milyon da söyleyen var ama biz makuliyetten ayrılmayıp '35 milyon civarı' diyelim. (Yalnız Türkiye'de 12 milyon civarı Kürt olduğu söyleniyor.) Ve bu Kürtlerin tamamı bölgelerine dayatılmış modern rejimlerle kavgalılar. Zira o rejimler, ulusçu kökenlere sahip olmalarından dolayı, azınlık saydıkları kavimlerin 'baskılanması' üzerine kurulmuşlar. Belki içlerindeki birçok küçük kavim de az-çok bu rejimlerle barışmış. İtirazları kalmamış. Durumu kabullenmişler. Ancak Kürtler kabullenmek istemiyorlar. Kendilerine dair bir kavmiyet bilincine sahipler. Vazgeçmeye razı olmuyorlar. Erimiyorlar. İşte, mevzuun hem bir 'imtihan' hem de bir 'imkan' olan noktası burasıdır.

İmtihan, çünkü, buradan 'tefrika' da kök salabilir. Nitekim Kürt solu elinde meselenin aldığı şekil böyledir. Onlar hiçbir şekilde başka kavimlerle birlikte yaşamak istemiyorlar. Artık kendi devletlerini kurmanın zamanının geldiğini düşünüyorlar. Bu hususta epeyce sabit fikirliler. Dillerinde 'halkların kardeşliği' gezse de bu sadece bir 'zaman kazanma' bana göre. Nereden biliyorum? Ben de bir Kürdüm çünkü. Ve hasbelkader bu tarz insanlarla karşılaştım. Tecrübelerimin tarihçesinde kendimce bir kanaat sahibi de oldum. Başka hedefleri olmadığına inandım. İmtihan işte burada. Zira bu arkadaşlar savaştıkları şeyin aynadaki aksi gibiler. Kavga ettikleri kötülüğün kötü bir kopyasından ibaretler. Ulus devletin karşısına koydukları çözüm yine bir ulus devletten başkası değil. Üstelik sekülerleşmede kemalist veya baasçı rejimlerden geri kalmayacakları anlaşılıyor. Evet. Çizgileri, giderek koyulaşan bir tonda, İslam'a husumet barındırıyor.

Peki 'imkan' nerede? İmkansa dindarların duruşunda saklıdır bence. Dindar Kürtler iki şeyi birbirinden ayırma isabetini gösteriyorlar: 1) Kimliklerinin tanınması için ayrıca bir ulus devlet kurmayı şart görmüyorlar. 2) Ayrıca bir devlet kurmanın dünya-ahiret saadeti garantisi olmadığının farkındalar. Evet. Hakikaten de Kürt kimliğinin seküler rejimlerce uğradığı gadrin çözümü yine ulus devlet kurmak olamaz. Zira bu ulus devlet de 'farklılarına' aynı zulmü tekrarlayan başka bir 'problem alanı' oluşturacaktır. Anadolu, Arabistan veya Kürdistan coğrafyasında hiçbir kavim yalnız başına yaşamamaktadır. Hemen her yerleşim biriminde birçok kavmin ikameti sözkonusudur. Çözüm, yeni bir problem alanı inşa etmekte değil, problem alanlarını problem olmaktan çıkarmaktadır. Bu da ümmet tecrübesinden bize tevarüs eden ve dört mezhebin genişliğiyle şekillenen şer'î bir sisteme kavuşmakladır. Bu sistemde kavmiyetçilik asla esas edilemeyeceğinden devlet 'herkesin devleti' haline gelecektir. Ve her müslüman da aslî vatandaş muamelesi görecektir. Dindar Kürtlerin alelekser üzerine amel ettiği çözüm yolu budur. Devlet kurmaktansa mevcut devletleri Batı'dan ithal seküler kodlarından kurtarmaya çalışmaktır. İşte, evet, bu tenkidin ittihad-ı İslam'a vesile olması umulur.

İttihad-ı İslam mevcut devlet sistemlerini aynıyle muhafaza ederek sağlanamayacaktır. Bu çok açıktır. Arabı Türke, Türkü Araba, Kürdü Türke, Türkü Kürde, Kürdü Araba, Arabı Kürde... vs. düşman etmekten başka bir ideolojik angajmanı olmayan bu sistemler ingiliz-yahudi kurnazlığının bir mahsûlüdür. Türklere kendilerinden başkalarının 'iblis' gösterdiği gibi Araba, Kürde vs. de Türkü şeytan göstermiştir. Ancak, acıdır ki, ulus devlet sahibi olan kavimler bu zehirli balın tadından kolay vazgeçemiyorlar. Kendi iç eleştirilerini geliştiremiyorlar. Geliştirenlerin boğazına da çok çabuk çökülüyor. Yeterli etkiye ulaşmalarına izin verilmiyor. O yüzden Kürtlerin tenkidi kıymetli bir konum iktiza ediyor. Çünkü çok az Kürt bu kemalist rejimle tastamam barışacak kadar karaktersizlik gösterebilir. (Yani Metin Uca gibi tipler az çıkar Kürtlerden.) Genelin kimliğine cibilli taraftarlığı aksi yönde tutum sergilemelerine neden olacaktır.

Böylece, tıpkı Kürtleri yuttuğu gibi, kendilerini de yutmakta olan seküler rejimden kurtulmak isteyen dindar Türkler dindar Kürtlerle çoğunluk teşkil edebileceklerdir. Eğer bu ittihad sağlanmazsa Türkler kemalizmin ağzında lokma oldukları gibi Kürtler de apoizmin tabağında çerez kalacaklardır. İki tarafın solcuları seslerini zorla bastıracaktır.

Kürtler hem İran hem Irak hem Suriye hem Türkiye vs. coğrafyalarında yaşadıkları rejimin kodlarına bir eleştiri geliştiriyorlar. İnsaflı hükümetler de bu sese kulaklarını kapatamıyorlar. Özellikle seçim sisteminin sağlıklı işlediği ülkelerde Kürtler 'oylarına ihtiyaç duyulan' bir vatandaşa dönüşüyorlar. Karşılıklı etkileşim arttığındaysa birlikte yaşamak için "Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!" bazı şeylerin 'değiştirilmesi' ihtiyacı gözkırpıyor. İslam coğrafyası gibi çok renkli bir toprak parçasında yaşamak, geçmiş İslam devletleri kadar, geniş gönüllü olmak zaruretini doğuruyor.

Farklı bir durumda değiliz. Sultan Alparslan merhumun Malazgirt'teki konumu neyse, Yavuz Sultan Selim Han'ın Çaldıran'daki hali ne idiyse, bizim de halimiz bugün odur. İki taraftan kuşatılmış bir varlık-yokluk kavgası içindeyiz. Bu varlık-yokluk kavgasında sünnilerin birbirlerine sarılmaktan başka çözümü yok. Miras kendisini tekrarlıyor. İhtiyaç tekerrür ediyor. Birbirimizin hamiyetine bu kadar muhtaçsak, o halde, burnundan kıl aldırmayan bağnaz rejimleri de sigaya çekmenin zamanı geldi. 100 yıllık arızalı ara dönemin ardından Osmanlı bakiyesine tutunmaktan başka çare görünmüyor. İşte, Kürtler, çoklukla yaşadıkları bölgelerde ulus devletleri değişime mecbur kılarak ittihad-ı İslam'a dolaylı hizmet ediyorlar. Fakat, aman, imkanın imtihana dönüşmemesi de yüzümüzün birliğe bakmasına bağlıdır. Parçalanmayı düşleyenin hareketi müsbet olmaz. Tenkidi de müsbet kalamaz. Allah sırat-ı müstakime hidayet eylesin.

25 Şubat 2017 Cumartesi

Bediüzzaman neden 'Muhammed-i Arabî' (a.s.m.) diyor?

Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyorum internetten. Bunlardan birisinin (linkini yazının sonunda vereceğim) ahirinde şöyle bir hadis naklediyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Efendimiz aleyhissalatuvesselam Selman-ı Farisî'ye (r.a.) buyuruyor: "Ya Selman, bana kızma, yoksa dininden kopar gidersin." Hz. Selman (r.a.) bu emir karşısında şaşkınlıkla soruyor: "Sana nasıl kızılır ya Resulallah?" Efendimiz aleyhissalatuvesselam cevap veriyor: "Arap kavmine kızarsın. Bana da kızmış olursun." Mezkûr hadisin Tirmizî gibi kaynaklarda da yeralan 'hasen' bir hadis olduğunu nakleden Esad Coşan Hocaefendi, meseleyi bir dönem Türkiye'de ekilmeye çalışılan Arap düşmanlığına getiriyor ve ekliyor: "İmanlı kulun derecesi çok yüksektir. Allah'ın sevdiği kuluna düşmanlık besleyen iflah olmaz."

Merhumun ta 1987'de ettiği bu nasihatlere, sanıyorum, bugün bizim daha çok ihtiyacımız var. Çünkü o zamanlar devlet eliyle ekilmeye çalışılan jeo-politik, ideolojik ve seküler düşmanlığa bedel; bugün, Suriye'de yaşananlar nedeniyle ortaya çıkan sosyolojik sıkıntıdan nemalanmaya çalışan küresel/yerel güçler var. Dün, devletin Batılılaşma idealleri adına halka Arap düşmanlığı öğretilmeye çalışılırken, bugün herkesin gündelik yaşamında birebir karşılaştığı sıkıntılar üzerinden tutuşturulmaya çalışılan bir alev var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'Farisî bir sahabisine' 1400 yıl önce ettiği şu nasihate, 1400 yıl sonra gelen Türkî veya Kürdî ümmeti olarak, daha çok muhtacız. İslam'ı diğer kavimlere taşıyan 'sancağın ilk taşıyıcılarına' gereken hürmeti beslemek zorundayız.

İlginç birşeydir: Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur külliyatı boyunca, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında en sık kullandığı ifade 'Muhammed-i Arabî'dir. Yıllar önce, Allah kendisine afiyet bağışlasın, Abdulhamid Oruç Hoca, Bediüzzaman'ın bu seçiminin o dönem için özellikle yapılmış bir tercih olduğunu ve halka ekilmeye çalışılan Arap düşmanlığını yenebilmek için külliyatta yoğun bir şekilde kullanıldığını ifade etmişti.

Şimdi, mezkûr hadis-i şerifle birlikte düşününce hakikaten de Bediüzzaman'ın şu seçiminin kastî olduğunu anlaşılıyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam nasıl ki Selman-ı Farisî'ye (r.a.) kendisinin de bir Arap olduğunu hatırlatarak 'Arap kavmine düşmanlığın kendisine de düşmanlık anlamına gelebileceğini' öğretiyor; onun bir talebesi olarak Bediüzzaman da, tedrisinde sık sık 'Muhammed-i Arabî' diyerek veya anarak, bu zamanın müslümanlarına aynı hakikati ders veriyor. Yani; Risale-i Nur külliyatında belki öylesine kullanıldığını sandığımızın bu terkibin, aslında 1400 öncesine uzanan şöyle bir hakikati var. Buradaki yankı oradaki sesten besleniyor. ('Allahu'l-alem' kaydıyla ifade etmiş olalım.) Hem Bediüzzaman'ın şu cümleleri de bu fikri desteklemiyor mu?

"Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa'nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur'ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur. İslâmiyet ve Kur'ân'a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!"

Agâh (uyanık) olalım abiler ve ablalar! Arap düşmanlığı, hangi argümanın üzerine bina edilirse edilsin, hadis-i şerifin ve mübarek hocalarımızın bize haber verdiği üzere, üzerine ırkçılık hamiyeti giydirilmiş bir İslam düşmanlığıdır. Şu yazı vesilesiyle iki mürşidime de rahmet duaları eder, Cenab-ı Hakk'tan, o güzellerin emsallerini şu muhtaç zamanda kesretle halketmesini niyaz ederim. Âmin.



Esad Coşan Hocaefendi'nin mezkûr dersi için: https://www.youtube.com/watch?v=6cGiZrF0ysY&list=PLFA94D30CDC4B3996&index=7

Altay tankı Kur'an'da geçiyor mu?

Bizi aptallaştıran hasma karşı hüsnüzannımızdır. Ancak bir aptal düşmanına karşı hüsnüzan eder. Ve başına gelecek felaketlere böylece daveti...