faşizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
faşizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2018 Pazartesi

Osmanlı'nın andımızı yoktur!

Bir dönem İşçi Partisi'nin yönetiminde de görev yapan iktisatçı-düşünür İdris Küçükömer'in en çok bilinen görüşü Türkiye'de sağın ve solun yanlış yerleştiği iddiasıdır. Ona göre; CHP, Avrupa'daki sağ-sol kavramlaştırmalarına kıyasla, sağ bir parti iken, sekülerleştirmesi üzerinden 'sol' olarak tanımlanmıştır. Halbuki devletçilik, totaliterlik, faşistlik gibi başlıklar altında yönetimi boyunca sergilediği tavır, Avrupa'da sağın sergilediği tavırdır. Tarık Buğra da, belki biraz bu nedenle, İbiş'in Rüyası isimli meşhur romanında Sadi karakterine şöyle çıkışır: "Hani sen Nazi idin? Yakını ise, Serbest Fırka değil, Halk Fırkası oğlum."

Serdar Kaya'nın "Endoktrinasyon ve Türkiye'de Toplum Mühendisliği" isimli kitabında da, hatırımda kalan, şöyle bir 'alan çalışması' var. Öğretmenler üzerine yapılan sosyo-kültürel bir çalışma bu. Kaldığı kadarıyla arzedeyim: Türkiye'de bir grup öğretmene o günlerde okutulmakta olan ders kitaplarından belirli parçalar seçilerek incelemeleri isteniyor. Fakat, işin içinde bir iş var, bu metinler orijinal hallerinde değiller. Üzerlerinde çeşitli değişiklikler yapılmış. Mesela: 'Türk' kelimesi 'İngiliz' kelimesiyle veya 'Türkiye' kelimesi 'İngiltere' ile değiştirilmiş. (Yanlış hatırlamıyorsam daha farklı milletlerle yapılan değişiklikler de vardı.) Metinlerin geri kalanına ise dokunulmamış.

Ve bu metinler öğretmenlere okutulup ne düşündükleri sorulmuş. Değerlendirmelerde bulunmaları talep edilmiş. Araştırma seçkisinde yeralan öğretmenlerin neredeyse tamamı bu metinleri 'faşizan' bulmuş. 'Irkçı bir tutum' takınıldığından bahsetmiş. 'Dayatmacı' üslûplarından yakınmış. Sonra, bu öğretmenlere, okudukları metinlerin aslında ders kitaplarından alındığı söylenmiş. Orijinal halleri de teslim edilmiş. Bunları da okumaları istenmiş. Öğretmenler, şaşırtıcı bir şekilde, orijinal metinleri okuduklarında kanaatlerini değiştirmişler. Aynı faşizan tavrı, ırkçılığı veya dayatmacılığı bu metinlerde hissetmediklerini ifade etmişler. Mezkûr değişimi sağlayan sadece 'İngiliz' ve 'İngiltere' gibi kelimelerin yerine 'Türk' ve 'Türkiye' gibilerinin yerleştirilmesiymiş.

Aslında şaşırmamak gerekir. Çünkü faşizmin sorunu/körlüğü tam da burada saklıdır: Faşizm 'fetişizmini yaptığı şeye dair vurguları' aşırılık olarak görmez. Gereklilik, olması gereken ve hatta iyilik olarak tasavvur eder. Hitler için Almanlaştırma çalışmaları aslında bütün dünyaya yapılan bir iyiliktir. Öldürülmek çingelere, yahudilere ve diğer 'neidiğibelirsiz' kavimlere iyi gelir. Böylece hastalıklı varlıklarından kendileri de kurtulmuş olurlar. Hitler'in demeçlerine dikkat edin. İşgallerinin tamamı onun açısından birer 'kurtarma'dır. Yine İngilizlerin, Fransızların veya İspanyolların sömürdükleri ülkelerde yokettikleri yerel diller, kültürler, halklar veya devletler aslında kendi yüce makamlarından dünyaya yaptıkları birer iyiliktirler. (İsrailliler de bugün aynısını Filistinlilere yaptıklarını düşünürler.) Bu sosyal darwinizmin bir sonucudur. Evrim, her zaman, zayıf türün/bireylerin yokolup güçlü olanların ayakta kalmasıyla (doğal seleksiyon) devam eder. Bu açıdan sömürgeleştirmek Batı'nın insanlık üzerindeki hakkıdır. Çünkü halkanın en sonunda kendisi vardır(!).

"Milan Kundera andımızı okur muydu?" başlıklı yazımda da bu noktaya dikkat çekmeye çalışmıştım. 'Efendilerin empatisi' aslında bir empati değildir. Bir 'kendini dayatma'dır. Kafasındaki doğruyu tartışmaya açmayan bir 'kendileştirme hamlesi'dir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'tangocu kadın elbisesini cami hocasına giydirmeye çalışmak'tır. (Ne de olsa elbise o kadına yakışmıştır. Cami hocasının 'Ben kendime yakıştıramıyorum!' demeye hakkı olabilir mi hiç?) Türkiye'deki andımız tartışmalarında da aynı 'efendi empatisi'nin izleri görülür.

Örneğin: Bu tartışmalar sırasında andımızın meşruiyetini savunan insanlara, yukarıda Serdar Kaya'dan aktardığım şekilde, metnin 'Türküm' kısmını değiştirip 'Almanım,' yine 'Ey büyük Atatürk!' kısmını değiştirip 'Ey büyük Hitler!' veya "Varlığım Türk varlığına armağan olsun!" kısmını değiştirip "Varlığım Alman varlığına armağan olsun!" şeklinde okutsanız, kesinlikle o metni faşizan bulurlar. Çin'de Uygurlara, Kuzey Irak'ta Türkmenlere, Sırbistan'da Boşnaklara böylesine farklı versiyonlarıyla okutulduğunu söyleseniz oldukları yerde hırslarından parende atarlar.

Ama kendi ülkelerine, metinlerine, vurgularına, halklarına geldiklerinde işler değişir. İşte bu faşizmin çalışma şeklidir. Faşistin dünyasında iki türlü dünya vardır. 1) Fetişizmini yaptığı şeyin hâkim olduğu dünya. 2) Fetişizmini yaptığı şeyin mazlum olduğu dünya. Bu nedenle, bir Türk, dünyanın herhangi bir yerinde andımız muamelesine maruz kalırsa mazlumdur, ama Türkiye'de başka hangi halk aynı muameleye maruz kalırsa kalsın, eğer itiraz ediyorsa, haksızdır.

Sanıyorum, tam da bu noktada, İslam'ın "Dinde zorlama yoktur!" buyuran güzelliğini de anmak gerekiyor. Başladığı noktadan en son vardığı yere kadar, İslam, hiçbir yerde 'farklı olanın' yaşamına müdahalede bulunmamıştır. Kendisini değiştirmesini istememiştir. Osmanlıların yönetimi altındaki hiçbir azınlık/kavim asimilasyon yaşamamıştır. Hatta Balkanlar için Yavuz Sultan Selim'in biraralık böyle birşeye niyetlendiği ancak dönemin Şeyhülislam'ı tarafından bir hayli paylandığı anlatılır. Zaten asırları aşan kardeşçe yaşamın sırrı da budur. Osmanlı bir imparatorluktur. Çünkü onun 'andımız'ı yoktur.

26 Temmuz 2018 Perşembe

Cemaatler ne zaman tehlikeli olur?

"Parçalaştığın kadar ihlaslısın..." yazımda 'asabiyet' ile 'ihlas' arasındaki bir nüansa dikkat çekmiş, fakat üzerinde yeterince durmamış, koşarak uzaklaşmışım. Şimdi, biraz da 'konuşulması iyi gelir bir zamana' denk geldiği için, durmak istiyorum. Öncelikle, azıcık hatırlayalım, biz o yazıda ihlası nasıl bir çerçevede tarif etmiştik? İhlası 'parçanın bütündeki vazifesi için kendi vurgusundan vazgeçebilmesi' olarak düşünmüştük. Peki bu ne demekti? Bu 'en büyük resimde' tevhidin parçası olmakla tatmin/mutlu olmaktı. Onu amaçlamaktı. Ve 'bütünler bütününe' dahil oluş süreci ancak rıza-i ilahî ile yaşanılırdı. Bu nedenle ihlaslı olmak aslında Allah'ın rızasını (öncelikle) amaçlamak ve (sonra) kazanmaktı.

Bu tarifi bencileyin önemsiyorum. Çünkü ihlas en nihayetinde 'en büyük resmin parçası olmakla' hakikatini buluyor. İnsan, Allah'ın Esmaü'l-Hüsna'sına ayna olmak için yaratıldığını farkettiğinde, kainatın geri kalanı da aynı vazifeyi yaptığı için, bir bütünlüğe dahil oluyor. Bu bütünlüğün daha üstü yok. Bu tam anlamıyla evrenin kardeşliği. Herşeyle kardeşlik. Taşla, ağaçla, kuşla, çiçekle, böcekle, yıldızlarla, galaksilerle... Herşeyle kardeşlik.

Tek hakiki bütünlük bu olduğu için, bundan gayrı bütünlükler (ne kadar büyük olurlarsa olsunlar) ancak bu bütünlüğün parçaları mesabesinde kalabildikleri için, ihlas da en kemal manada bu bütüne parça olmakla yaşanıyor. Biraz da bu nedenle bütünün amacını 'iman ile' bilen elbette bilmeyenlerden ihlaslı oluyor. En azından bu ihtimale güzel bir kapı açılıyor. Kıymetini bilene...

Evet. İman öncelikle bütünün anlamından haberdar olmaktır. Bu haberdar oluş sayesinde kişi, ne kadar küçük bir alan işgal ederse etsin, evrenin parçası olur. Tevhide iman eden tevhidin parçası olur. Evvelinde parçası değil midir? Parçasıdır fakat şuurunda değildir. Cenab-ı Hak biz gibi iradeli mahluklarından diğerlerinden istediğinden bir fazlasını ister. Nedir o fazladan istediği? İrademizi, şuurumuzu, dikkatimizi, sevgimizi, aklımızı ve kalbimizi bu bütünlüğün farkındalığıyla doldurmamız. Biraz derinlikli bakıldığında ibadetlerin öğrettiği de budur. Hem tefekkür de aslında bunun içindir.

Tamam. İhlası hatırladık. İhlas en büyük bütünün parçası olmak. Ok. Peki 'asabiyet' ne? İşte, ben, asabiyeti de ihlasın rağmına bir tarifle 'daha küçük bütünlükler için vurgudan vazgeçme' olarak tanımlıyorum. Asabiyetlerde bir ihlas kokusu var mı? Var. Hatta bazen, mürşidimin Ermeni fedaileri örneğinde dikkat çektiği gibi, kendi hayatlarını o bütünlük için acılar içinde sonlandıracak kadar bir 'bütünlük aşkı' taşıyabilir asabiyetçiler. Milletleri için ölebilirler. Takımları için helak olabilirler. Mahalleleri için kanlarını dökebilirler.

Fakat asabiyetçilerin hayatlarını adadıkları bütünlükler, en nihayetinde, kocaman bir okyanustaki 'erimeyen buz parçaları'dır. Yani: Daha büyük bir bütünlüğe bakmaz onların adandıkları bütünlüklerin yüzleri. Adandıkları, bütünler bütünü sandıkları, öyle iman ettikleri 'parça-bütünlük' için geçerler kendi hayatlarından, vurgularından, bencilliklerinden.

İşte, asabiyetleri, milliyetçilikleri, ırkçılıkları, cemaatçilikleri, grupçulukları, takımcılıkları, particilikleri hep burasından tutup ayırırız: Onlar daha büyük bir bütünlükte erimeye yatkın değildirler. Kendi buzlarının varlığını koruma temayülündedirler. Hatta yeri geldiğinde daha büyük bütünlükleri bu parça-bütünlük adına yıkarlar. Bir kardeşliği devirip bir bencillik kurarlar. Sahte ihlasları, gölge samimiyetleri, kurgu hamiyetleri sayesinde başarırlar da bunu. Hatta uzaktan bakanlar bunu da bir tür ihlas sayarlar.

Fakat mürşidim ne güzel der: "Müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal'anın taşlarını kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakane bir cinayettir."

Hayır arkadaşlar hayır. Bu ihlas değildir. Bu, hadis-i şerifin tabiriyle, asabiyet-i cahiliyedir. Çünkü yüzü tevhidde değildir. Bir müslüman ister takım tutsun, ister parti, ister mahalle; bütün bunlarda yüzü daha büyük parçaya bakmaktadır/bakmalıdır. O bütünlüğün içinde erimeye yatkın bir şekilde şu parçalılığı yaşamaktadır/yaşamalıdır. Bu nedenle ehl-i sünnet ve'l-cemaatten olmak bizim için tüm altgruplardan daha üstündür. Tasavvuf mesleğinde olmak bir tarikate mensubiyetten daha üstündür. Müslüman olmak her millete mensup olmaktan daha üstündür. Metinden istifadeyle söylersek: İçerideki elmasın değeri kalenin taşlarından elbette daha üstündür. Zaten kale elması korudukça güzeldir.

Daha büyük bir parçayla daha küçük parçanın sınandığı bir anda biz tercihimizi mutlaka 'daha büyük parça' adına kullanırız. (Kullanmalıyız.) Çünkü daha büyükten daha büyüğe bir yolculukla en büyüğe, yani tevhide, ulaşabileceğimizi biliriz. Namaz kılınacağı zaman, imam ister Hanefi olsun ister Şafii olsun, arkasında diziliriz. Ehl-i sünnet olmanın zamanı gelmiştir diye inanırız. Orada daha küçük parçamızı eritiriz. Hangi tarikatten olursak olalım birbirimizin mürşidine hürmet ederiz. Zikrine rağbet ederiz. Varlığına dua ederiz. Kendi parçamız adına bütün bozulsun istemeyiz. Erimeye yatkın yaşarız. Erimeye yatkın yaşamakla ihlasımızın asabiyete dönüşmesine engel oluruz. Bediüzzaman'ın 'buz parçası olan enaniyet' tabirinden hareketle söylersek 'daha büyük bir buz parçası olan cemaatimizi' de büyük havuzlar içerisinde eritiriz.

Bu eşiği çok önemsiyorum. Çünkü ihlas ile başlayan gruplaşmalar biraz da bu nüans gözetilmediği için bir süre sonra 'parçacık asabiyetine' dönüşüyorlar. Daha büyüğü içinde erimek yerine, kendi küçüklüğünü bütüne dayatmayı deniyorlar, o da elbette olmuyor. Bünye kabul etmiyor. Küçük büyüğü yutamıyor. Bütün kendisiyle uyumsuzluk gösteren parçayı reddediyor. Cemaatler olarak varlığımızı sürdürmemiz biraz da bu nüansı aklımızda-kalbimizde-hayatımızda tutabilmemizle mümkün. Parçalığımızın şuurunda olabilmeliyiz ki bütün bizi tükürmesin. Dışlamasın. Reddetmesin. Cenab-ı Hak, hepimize, böylesi bir hakiki kardeşliği yaşamayı nasip etsin. Âmin.

25 Şubat 2017 Cumartesi

Bediüzzaman neden 'Muhammed-i Arabî' (a.s.m.) diyor?

Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyorum internetten. Bunlardan birisinin (linkini yazının sonunda vereceğim) ahirinde şöyle bir hadis naklediyor Esad Coşan Hocaefendi merhum. Efendimiz aleyhissalatuvesselam Selman-ı Farisî'ye (r.a.) buyuruyor: "Ya Selman, bana kızma, yoksa dininden kopar gidersin." Hz. Selman (r.a.) bu emir karşısında şaşkınlıkla soruyor: "Sana nasıl kızılır ya Resulallah?" Efendimiz aleyhissalatuvesselam cevap veriyor: "Arap kavmine kızarsın. Bana da kızmış olursun." Mezkûr hadisin Tirmizî gibi kaynaklarda da yeralan 'hasen' bir hadis olduğunu nakleden Esad Coşan Hocaefendi, meseleyi bir dönem Türkiye'de ekilmeye çalışılan Arap düşmanlığına getiriyor ve ekliyor: "İmanlı kulun derecesi çok yüksektir. Allah'ın sevdiği kuluna düşmanlık besleyen iflah olmaz."

Merhumun ta 1987'de ettiği bu nasihatlere, sanıyorum, bugün bizim daha çok ihtiyacımız var. Çünkü o zamanlar devlet eliyle ekilmeye çalışılan jeo-politik, ideolojik ve seküler düşmanlığa bedel; bugün, Suriye'de yaşananlar nedeniyle ortaya çıkan sosyolojik sıkıntıdan nemalanmaya çalışan küresel/yerel güçler var. Dün, devletin Batılılaşma idealleri adına halka Arap düşmanlığı öğretilmeye çalışılırken, bugün herkesin gündelik yaşamında birebir karşılaştığı sıkıntılar üzerinden tutuşturulmaya çalışılan bir alev var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'Farisî bir sahabisine' 1400 yıl önce ettiği şu nasihate, 1400 yıl sonra gelen Türkî veya Kürdî ümmeti olarak, daha çok muhtacız. İslam'ı diğer kavimlere taşıyan 'sancağın ilk taşıyıcılarına' gereken hürmeti beslemek zorundayız.

İlginç birşeydir: Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur külliyatı boyunca, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkında en sık kullandığı ifade 'Muhammed-i Arabî'dir. Yıllar önce, Allah kendisine afiyet bağışlasın, Abdulhamid Oruç Hoca, Bediüzzaman'ın bu seçiminin o dönem için özellikle yapılmış bir tercih olduğunu ve halka ekilmeye çalışılan Arap düşmanlığını yenebilmek için külliyatta yoğun bir şekilde kullanıldığını ifade etmişti.

Şimdi, mezkûr hadis-i şerifle birlikte düşününce hakikaten de Bediüzzaman'ın şu seçiminin kastî olduğunu anlaşılıyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam nasıl ki Selman-ı Farisî'ye (r.a.) kendisinin de bir Arap olduğunu hatırlatarak 'Arap kavmine düşmanlığın kendisine de düşmanlık anlamına gelebileceğini' öğretiyor; onun bir talebesi olarak Bediüzzaman da, tedrisinde sık sık 'Muhammed-i Arabî' diyerek veya anarak, bu zamanın müslümanlarına aynı hakikati ders veriyor. Yani; Risale-i Nur külliyatında belki öylesine kullanıldığını sandığımızın bu terkibin, aslında 1400 öncesine uzanan şöyle bir hakikati var. Buradaki yankı oradaki sesten besleniyor. ('Allahu'l-alem' kaydıyla ifade etmiş olalım.) Hem Bediüzzaman'ın şu cümleleri de bu fikri desteklemiyor mu?

"Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa'nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur'ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur. İslâmiyet ve Kur'ân'a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!"

Agâh (uyanık) olalım abiler ve ablalar! Arap düşmanlığı, hangi argümanın üzerine bina edilirse edilsin, hadis-i şerifin ve mübarek hocalarımızın bize haber verdiği üzere, üzerine ırkçılık hamiyeti giydirilmiş bir İslam düşmanlığıdır. Şu yazı vesilesiyle iki mürşidime de rahmet duaları eder, Cenab-ı Hakk'tan, o güzellerin emsallerini şu muhtaç zamanda kesretle halketmesini niyaz ederim. Âmin.



Esad Coşan Hocaefendi'nin mezkûr dersi için: https://www.youtube.com/watch?v=6cGiZrF0ysY&list=PLFA94D30CDC4B3996&index=7

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...