asabiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
asabiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2023 Perşembe

‘Tanrı Türkü korusun’ diyenlere aldanma, Allah, müslümandan başkasını korumaz!

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sonra da ‘birbirinizi tanıyasınız diye’ milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız en ziyade takvâ sahibi olanınızdır. Allah ise herşeyi bilir. Herşeyden haberdardır.” (Hucurât sûresi, 13)



Mustafa Kutlu ‘Babam Cemil Meriç’ isimli eserde diyor ki:

“Biz bir hafıza kaybına uğradığımız için, irfanî bilinç kaybı yaşadığımız için, Cumhuriyet eliti Türklüğü hâlâ rakı şişesinde arıyor. Kimi Moğollara uzanmaya çalışıyor. Oysa zoraki kimlikler tutmaz. Avrupalılar, 1600 prenslikten 30 devlete, 30 devletten tek birliğe geldiler. Biz bir devletten 30 devlet çıkardık. Şimdi bu 30’u da parçalayıp 300’e gitmeye çalışıyoruz...”

Peki bu neden böyle oluyor? Yani ‘milliyetçilik’ Avrupa’ya böyle şifa(!) verirken İslam dünyasını neden zehirliyor? Bunun cevabı galiba ‘üstkimlik-altkimlik’ ilişkisinde saklı. Avrupalılar, milliyetçiliğin yükselişinden önce, hristiyanlık üzerinden çok zayıf bir üstkimlik oluşturabilmişlerdi. Cahiliye kabileciliği, daha doğrusu klancılığı, faaldi. Bu yüzden milliyetçilik ‘ulus fikri’ ile çıkıp geldiğinde onda yalancı bir şifa buldular. Dağınıklıklarını bu çeşit ‘hayalî cemaatlerle’ bir nebze topladılar. Fakat iki dünya savaşının ardından ulusçuluk da yetmemeye başladı onlara. Şimdi gözlerini ‘Avrupa Birliği’ dedikleri bütünleşmeye diktiler. Başarabilirler mi? Bediüzzaman’ın Lemeat isimli eserinde zikrettiği ‘ikiz iki deha’ analizi öngörüyor ki: Böyle bir şey mümkün olmayacak. Çünkü özlerinde bir fayhattı var. Tastamam asla barıştırılamayacak. İşte iki dünya savaşı bu fayhattının depremleriydi.

“Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev'emdi. Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti. Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı. Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdetâ o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu. Güya bir nevi tenasuh başlarından geçmişti. Ey birader-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı. Birbiriyle döğüştü; hiç de barışmadılar.”

Avrupa yine de fikr-i milliyetten alabileceğini aldı. Lakin müslümanlar fikr-i milliyeti yanlış bir hayranlıkla, adeta tangocu bir kadın libasını hocaya giydirmek gibi, beğenerek sinelerine bastılar. Halbuki, Avrupalıların aksine, ‘üstkimlik’ sorununu ta en baştan çözmüşlerdi. Çin’den İspanya’ya kadar bütün müslümanlar kendilerini ‘İslam’ üstkimliğinde buluşturuyorlardı. Kurdukları devletler de, belki binlerce kavimden derlenmiş, rengarenk ümmeti idare edebiliyordu. Hatta onlara asıl kavim kimliğini de dinleri yenibaştan kazandırıyordu. Tıpkı Bediüzzaman’ın Türkler hakkında dediği gibiydi durum:

“Türk milleti, anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”

Bu, Türkler için böyle olduğu gibi, Araplar için de böyleydi. Kürtler için de böyleydi. Bütün İslam kavimleri böyle düşündüğü için sünnet-i Resulullah aleyhissalatuvesselam üzere birleşebiliyorlardı. ‘Selamün aleyküm!’ deniliyordu merhabalaşılırken ezan okunan her yerde. Kudsî kelimeler anıldığında herkes birbirinin kalbinden geçeni anlıyordu. Fakat fikr-i milliyeti matah birşey sanıp alınca bu defa, Mustafa Kutlu’nun isabetle dikkatimizi çektiği, o facia yaşandı: Zaten sahip olunan üstkimlik yıkılma alametleri gösterdi. 1’imiz 30 oldu. 30’umuz da 300 olmaya zorluyor. Kimin yüzü gülüyor peki? Elbette kâfirlerin. Zira karşılarında duracak bir kalabalık birliktelik görmüyorlar. Ufak lokmalara böldükleri herkesi yutuyorlar. Eğer ittihad-ı İslam güneşiyle uyanmazsak varacağımız akıbet ortadadır.

Tamam, bunları yazdık ya, İslamiyette hiç mi fikr-i milliyetin yeri yoktur? Hiç mi insan kendi milliyeti ile sevinmez? Hiç mi onun aidiyetini hissetmez? Arkadaşlar, İslam fıtrî olan hiçbir ahvali terketmez, fıtrattan olan hiçbir bağı koparmaz. İslam’da bir milliyet şuuruna sahip olmanın elbette meşru bir zemini vardır. Lakin bu meşru zemin, o asabiyetin, kendisinden daha üstkimliği (veya bu kimliği kazandıran öğeleri) gördüğü zaman erimeye yatkınlığıyla ilgilidir. Yani: Eğer buz parçası hükmünde olan enaniyetini, buna ‘millet, kavim, cemaat, parti, memleket enaniyetleri’ de dahildir, ümmet havuzunda eritmeye bakmıyorsan, o asabiyetin artık parçalayıcıdır. Yemekte erimemiş tuz kristali gibidir. Dişi-dili taciz eder. Müsbet değil menfidir. Meşru değil gayrımeşrudur. Öldürücüdür. Hoşgörülemez. Ölçüsünü yine Bediüzzaman’ın bir talebesiyle ilgili aktardığı hatırasında buluruz:

“Ben Van'da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: ‘Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?’ dedim. Dedi: ‘Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.’ Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.’ Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur. Ey sual soran meb'uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.”

Evet. Bir müslüman Türk, müslümanlığı hakkı için, İslam’a onca hizmet etmiş milliyetini sevse, o milliyetin asabiyetini dinine muhabbete sevketse, bu milliyetçiliğe meşru bir alan açabilir. “Ben öyle bir kavme mensubum ki, onlar İslam’a bin sene hizmet etmişler, cihad bayrağını taşımışlar, ben de onlara layık bir torun olarak İslam’a hâdim olmalıyım!” dese, burada asabiyet, İslamiyete hizmet etmiş sayılır. Zira ona sevgisi diğerine sevgisi içindir. Dolaylıdır. Araçsaldır. Aynısını Araplar, Kürtler ve sair milletler için de düşünebiliriz. Maksadı İslam’ı sevmek iken asabiyetini bir vesile/vasıta gibi sevkediyorsa bu meşrudur. Hatta Bediüzzaman’ın elmas-kale misalindeki duruma benzetebiliriz bunu:

“Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal'anın taşlarını kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakane bir cinayettir. İşte, ey ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur'ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur'ân'ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur'ân'a ve İslâmiyete kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. (…) Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.”

Kale Türklüğümüzdür, Araplığımızdır, Kürtlüğümüzdür, Çerkesliğimizdir vs... İslam’a hizmetle geçmiş tarihimizdir. Mücahid dedelerimizdir. İliklerimize kadar işlemiş İslamiyet dokusudur. Kanımıza kadar işlemiş kokusudur. Elmas ise İslamiyettir. Bu asabiyet elması korumak için kullanılacaksa ne âlâ! Yoksa, elmasın yerine geçse, bu defa bizi hem dinimizden hem dünyamızdan hem de devletimizden edecek zehir hükmüne geçer. Yani ki: Milliyetçiliği, dostumuzu yoketmek için değil, düşmana karşı sertliğimizi arttırmak için kullanmalıyız. İslam’a cibilli taraftarlık için amel etmeliyiz. Zira, mürşidim, seyyidlerin bile ümmet içindeki nurdan mevkilerinin, böylesi bir cibilli damardan geldiğini söylüyor:

“Evet, Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir burhan ile sonra iltizam eder.”

Arkadaşım, milliyetçiliği sinende tutuyorsan, bari onu İslamiyete hâdim eyle. Bütünlüğe hizmet ettir. Parçalayıcı olma. Eğer parçalamaya istimal edersen en nihayet dininden de olursun. Çünkü İslam öyle bir milliyetçiliği bünyesinde barındırmaz. İlla kusar. (Hatırlarsan: Kavim kavim yaratılış da Kur’an’da, tıpkı bir ordunun taburları gibi, birleştirmeye vesile olarak zikredilmiştir. Ayrılmaya kullanmak caiz değildir. Hilafa istimal eden fıtrata itiraz eder.) Ve sen illa İslamlığını kusarsın. Tamam. Şu dünyada soydaşlığın bir parça şevketi konuşuluyor olabilir. Ama mezarında herkes yalnızdır. ‘Tanrı Türkü korusun!’ yazanlara aldanma sakın. Allah müslümandan başkasını korumaz.

14 Mayıs 2019 Salı

Aşk şefkate ne zaman yenilir?

Şefkatin bir sırrı var. Sevgide olmayan bir sır bu. Birşey şefkatle sahiplenildiği zaman üzerinde mülkiyet kavgaları yaşanmıyor. Çünkü bireysel menfaatler aranmıyor. Mesela: Hiçbir anne çocuğuna gösterilen şefkati, eğer gösterenle ayrı bir hesabı yoksa, kıskanmıyor. Bir çocuk üzüldüğünde, yaralandığında veya kaybolduğunda herkesin oluveriyor. Herkes o çocuğu kendi çocuğu gibi görüyor. Öylece kederleniyor, öfkeleniyor, gayretleniyor. Ve bu durum yakınlarını asla rahatsız etmiyor. Aksine sevindiriyor. Halbuki sevgi bu koşulsuz barış ortamına sahip değil. Sevginin sahipleniciliği ortaklığı kolay kolay kaldırmaz. Yani sevdiğini paylaşmak istemez. Kimi durumlarda saldırı olarak da görür bunu. Ama şefkat böyle görmez.

Mürşidim Mektubat'ında diyor ki: "Hazret-i Yakup aleyhisselâmın Yusuf aleyhisselâma karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir, belki şefkattir. Çünkü, şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbuplara ve mahlûklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor." Arkadaşım, işte, ben bu ifadeleri yukarıdaki pencereden bakınca bir parça daha anlayabiliyorum. Şefkatin makam-ı nübüvvete sevgiden layık oluşu, nezih oluşu, ulvi oluşu, keskin ve parlak oluşu, bütün bunlar aslında bir açıdan 'mülkiyet algımız'la da ilgili şeyler gibi geliyor. Evet. Zaten insanın şu hayatta yaşadığı sınanmaların çoğu 'emaneti sahib-i hakikisine satmak' ile ilişkili görünüyor.

Peki nasıldır bu ilişki? En kolayı misaldir. Onu deneyelim. Hatta bu misalde 'sevgi' ile 'şefkat' arasına bıraktığımız nüansın rengini de belli etmeye çalışalım. Öncelikle yardıma muhtaç bir kadına karşı duyduğumuz şefkati düşünelim. Bu kadına başkalarının da yardım etmesi bizi rahatsız eder mi? Hayır. Aksine. Başkalarının yardım etmesi, eğer sinemizdeki şey hakikaten şefkatse, bizi ancak mutlu eder. Çünkü zaten arzuladığımızdır bu. Böyle baktığımız zaman o kadına yardım edenleri yardımcılarımız gibi görürüz.

Fakat bir de farklısını düşünelim. Bu kadına iyiliği şefkatle değil sevgiyle yapmış olalım. Sevgi işin içine girerse mutlaka beklenti de girer. Menfaat de girer. Hatta diyelim ki: Biz bu kadına âşığız da kalbini kazanmak için şunca iyiliği yapıyoruz. Bu defa başka yardım edenler ne oldu? Bu defa yardım edenler, eğer türdeş beklentilere sahiplerse veya potansiyelleri varsa, rakibimiz oluverdiler. 'Yardımcı'lıktan 'rahatsız edici'lik konumuna düştüler. Kardeşliğimiz bozuldu. Epeyce canımızı sıktılar. Niçin? Çünkü sevgi denilen şey nesnesi üzerinde hemen bir mülkiyet davasına girişti. Bu iddianın başladığı yerdeyse ortaklığın geçer akçesi yoktur: "Hâkimiyetin en esaslı hassası istiklâldir, infiraddır. Hattâ hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi, istiklâliyetini muhafaza etmek için, gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez."

Mülkiyet kavgalarının yaşadığı yerde ne nezahet, ne ulviyet, ne de parlaklık kalır. Makam-ı nübüvvete layık olmayışının, Allahu'l-a'lem, bir vechi de budur. Ha bu arada şunu da hemen ifade edelim: Sevginin insana veriliş hikmeti biraz da bu mülkiyet meseledir zaten. Yani insan 'Benim!' diyebileceği şeylere bu sevgi sayesinde bağlanır. 'Benim!' diyeceği şeyler olmadan da kimse Allah'ın eşyadaki sahipliğini anlayamaz. İzafî de olsa sınırlar tayin edilmelidir ki bazı kıyaslamalar yapılabilsin. 'Benim!' diyemeyen insan da şirkin Cenab-ı Hakkın nazarında nasıl kerih bir iş olduğunu takdir edemez. Öyle ya, sahipliğine ortak koşulduğunda rahatsız olmayan, Allah'ın kendisine ortak koşulmasına neden gazaplandığını nasıl anlasın? Şirk toplumlarında kıskançlığın zayıflaması sadece bir tesadüf mü?

Peki şefkat niye var o zaman? Niye böyle hünerli kılınmış? Neden makam-ı nübüvvete daha layık olan o oluyor? Bu da sınırların asabiyete dönüşmemesiyle ilgili birşey. Asabiyet demekle neyi kastediyorum? Mesela: Allah beni Kürt, seni Türk, ötekini Arap yaratmış diyelim. Elbette sen-ben-o üzerine yaratıldığımız şeyler olarak bu kimlikleri seviyoruz. Sahipleniyoruz. Onlar sayesinde bir duruş sahibi oluyoruz. Veya varlıktaki adresimizi/konumumuzu biliyoruz. Her şekilde bunlarla bir bağımız var. Fakat bu bağ bizi birbirimizden koparacak mı? Bence koparmamasını şefkat sağlıyor. Yani sevgi ile şefkat, tıpkı güneş etrafında dönen gezegenlerin, bir yandan sinesine düşmeye bir yandan da ondan uzaklaşmaya çalışarak dengede kalmaları gibi içimizde bir denge sağlıyor.

Şefkat sayesinde mülkiyet kavgalarından kurtulmuş zeminlerde birbirimize kavuşuyoruz. Kıskanmıyoruz. Esirgemiyoruz. Sakınmıyoruz. Sevgi sayesinde bizi 'biz/ben' kılan sınırları koruyoruz. Şaşırmıyoruz. Aşırmıyoruz. Aşırtmıyoruz. Allah'ın fıtramızda tayin ettiği yörüngede yaşamaya çalışıyoruz. Sevgi ile şefkat beraberce bu fonksiyonu görüyorlar.

Makam-ı nübüvvet meselesi ise bence daha çok makam-ı irşad ile ilgilidir. Başkalarının hidayetini dileyen elbette onların hidayetine vesile olacak şeyi kendisine saklamaz. Sakınmaz. Esirgemez. Kıskanmaz. Yakub aleyhisselam da oğlunu kardeşlerinden elbette 'kendine münhasır kılmak için' değil 'herkesin istifade edebileceği bu güneşten gelecekte mahrum kalınmasın' diye sakınıyordu. Sakınışı şefkatindendi. Hasreti şefkatindendi. Durmayan ağlaması bundandı. O hem Yusuf aleyhisselamı hem onun hidayet mesajına muhtaç olan ümmetini düşünüyordu. Sadece kendisi ile Yusuf'u düşünmüyordu.

Yine, Bediüzzaman'ın, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e duyduğu büyük sevginin hikmetini izah ettiği metni hatırlayın. Orada da dikkatimizi çektiği şey, bu sevginin, 'makam-ı nübüvvete uygun bir türde' olduğu değil miydi? Hatta bir yerinde diyordu: "Hazret-i Hasan'ın (r.a.) başını öpmesinden Şah-ı Geylânî'nin hisse-i azîmesi var." Evet. Yakub aleyhisselamın hasretinde de Yusuf aleyhisselamın irşadıyla hidayet bulacakların hisse-i azîmesi var. Yani o, Yusuf aleyhisselamı kendisi için değil, ümmeti için özlüyor, merak ediyor, ağlıyor. Allahu'l-a'lem.

26 Temmuz 2018 Perşembe

Cemaatler ne zaman tehlikeli olur?

"Parçalaştığın kadar ihlaslısın..." yazımda 'asabiyet' ile 'ihlas' arasındaki bir nüansa dikkat çekmiş, fakat üzerinde yeterince durmamış, koşarak uzaklaşmışım. Şimdi, biraz da 'konuşulması iyi gelir bir zamana' denk geldiği için, durmak istiyorum. Öncelikle, azıcık hatırlayalım, biz o yazıda ihlası nasıl bir çerçevede tarif etmiştik? İhlası 'parçanın bütündeki vazifesi için kendi vurgusundan vazgeçebilmesi' olarak düşünmüştük. Peki bu ne demekti? Bu 'en büyük resimde' tevhidin parçası olmakla tatmin/mutlu olmaktı. Onu amaçlamaktı. Ve 'bütünler bütününe' dahil oluş süreci ancak rıza-i ilahî ile yaşanılırdı. Bu nedenle ihlaslı olmak aslında Allah'ın rızasını (öncelikle) amaçlamak ve (sonra) kazanmaktı.

Bu tarifi bencileyin önemsiyorum. Çünkü ihlas en nihayetinde 'en büyük resmin parçası olmakla' hakikatini buluyor. İnsan, Allah'ın Esmaü'l-Hüsna'sına ayna olmak için yaratıldığını farkettiğinde, kainatın geri kalanı da aynı vazifeyi yaptığı için, bir bütünlüğe dahil oluyor. Bu bütünlüğün daha üstü yok. Bu tam anlamıyla evrenin kardeşliği. Herşeyle kardeşlik. Taşla, ağaçla, kuşla, çiçekle, böcekle, yıldızlarla, galaksilerle... Herşeyle kardeşlik.

Tek hakiki bütünlük bu olduğu için, bundan gayrı bütünlükler (ne kadar büyük olurlarsa olsunlar) ancak bu bütünlüğün parçaları mesabesinde kalabildikleri için, ihlas da en kemal manada bu bütüne parça olmakla yaşanıyor. Biraz da bu nedenle bütünün amacını 'iman ile' bilen elbette bilmeyenlerden ihlaslı oluyor. En azından bu ihtimale güzel bir kapı açılıyor. Kıymetini bilene...

Evet. İman öncelikle bütünün anlamından haberdar olmaktır. Bu haberdar oluş sayesinde kişi, ne kadar küçük bir alan işgal ederse etsin, evrenin parçası olur. Tevhide iman eden tevhidin parçası olur. Evvelinde parçası değil midir? Parçasıdır fakat şuurunda değildir. Cenab-ı Hak biz gibi iradeli mahluklarından diğerlerinden istediğinden bir fazlasını ister. Nedir o fazladan istediği? İrademizi, şuurumuzu, dikkatimizi, sevgimizi, aklımızı ve kalbimizi bu bütünlüğün farkındalığıyla doldurmamız. Biraz derinlikli bakıldığında ibadetlerin öğrettiği de budur. Hem tefekkür de aslında bunun içindir.

Tamam. İhlası hatırladık. İhlas en büyük bütünün parçası olmak. Ok. Peki 'asabiyet' ne? İşte, ben, asabiyeti de ihlasın rağmına bir tarifle 'daha küçük bütünlükler için vurgudan vazgeçme' olarak tanımlıyorum. Asabiyetlerde bir ihlas kokusu var mı? Var. Hatta bazen, mürşidimin Ermeni fedaileri örneğinde dikkat çektiği gibi, kendi hayatlarını o bütünlük için acılar içinde sonlandıracak kadar bir 'bütünlük aşkı' taşıyabilir asabiyetçiler. Milletleri için ölebilirler. Takımları için helak olabilirler. Mahalleleri için kanlarını dökebilirler.

Fakat asabiyetçilerin hayatlarını adadıkları bütünlükler, en nihayetinde, kocaman bir okyanustaki 'erimeyen buz parçaları'dır. Yani: Daha büyük bir bütünlüğe bakmaz onların adandıkları bütünlüklerin yüzleri. Adandıkları, bütünler bütünü sandıkları, öyle iman ettikleri 'parça-bütünlük' için geçerler kendi hayatlarından, vurgularından, bencilliklerinden.

İşte, asabiyetleri, milliyetçilikleri, ırkçılıkları, cemaatçilikleri, grupçulukları, takımcılıkları, particilikleri hep burasından tutup ayırırız: Onlar daha büyük bir bütünlükte erimeye yatkın değildirler. Kendi buzlarının varlığını koruma temayülündedirler. Hatta yeri geldiğinde daha büyük bütünlükleri bu parça-bütünlük adına yıkarlar. Bir kardeşliği devirip bir bencillik kurarlar. Sahte ihlasları, gölge samimiyetleri, kurgu hamiyetleri sayesinde başarırlar da bunu. Hatta uzaktan bakanlar bunu da bir tür ihlas sayarlar.

Fakat mürşidim ne güzel der: "Müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal'anın taşlarını kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakane bir cinayettir."

Hayır arkadaşlar hayır. Bu ihlas değildir. Bu, hadis-i şerifin tabiriyle, asabiyet-i cahiliyedir. Çünkü yüzü tevhidde değildir. Bir müslüman ister takım tutsun, ister parti, ister mahalle; bütün bunlarda yüzü daha büyük parçaya bakmaktadır/bakmalıdır. O bütünlüğün içinde erimeye yatkın bir şekilde şu parçalılığı yaşamaktadır/yaşamalıdır. Bu nedenle ehl-i sünnet ve'l-cemaatten olmak bizim için tüm altgruplardan daha üstündür. Tasavvuf mesleğinde olmak bir tarikate mensubiyetten daha üstündür. Müslüman olmak her millete mensup olmaktan daha üstündür. Metinden istifadeyle söylersek: İçerideki elmasın değeri kalenin taşlarından elbette daha üstündür. Zaten kale elması korudukça güzeldir.

Daha büyük bir parçayla daha küçük parçanın sınandığı bir anda biz tercihimizi mutlaka 'daha büyük parça' adına kullanırız. (Kullanmalıyız.) Çünkü daha büyükten daha büyüğe bir yolculukla en büyüğe, yani tevhide, ulaşabileceğimizi biliriz. Namaz kılınacağı zaman, imam ister Hanefi olsun ister Şafii olsun, arkasında diziliriz. Ehl-i sünnet olmanın zamanı gelmiştir diye inanırız. Orada daha küçük parçamızı eritiriz. Hangi tarikatten olursak olalım birbirimizin mürşidine hürmet ederiz. Zikrine rağbet ederiz. Varlığına dua ederiz. Kendi parçamız adına bütün bozulsun istemeyiz. Erimeye yatkın yaşarız. Erimeye yatkın yaşamakla ihlasımızın asabiyete dönüşmesine engel oluruz. Bediüzzaman'ın 'buz parçası olan enaniyet' tabirinden hareketle söylersek 'daha büyük bir buz parçası olan cemaatimizi' de büyük havuzlar içerisinde eritiriz.

Bu eşiği çok önemsiyorum. Çünkü ihlas ile başlayan gruplaşmalar biraz da bu nüans gözetilmediği için bir süre sonra 'parçacık asabiyetine' dönüşüyorlar. Daha büyüğü içinde erimek yerine, kendi küçüklüğünü bütüne dayatmayı deniyorlar, o da elbette olmuyor. Bünye kabul etmiyor. Küçük büyüğü yutamıyor. Bütün kendisiyle uyumsuzluk gösteren parçayı reddediyor. Cemaatler olarak varlığımızı sürdürmemiz biraz da bu nüansı aklımızda-kalbimizde-hayatımızda tutabilmemizle mümkün. Parçalığımızın şuurunda olabilmeliyiz ki bütün bizi tükürmesin. Dışlamasın. Reddetmesin. Cenab-ı Hak, hepimize, böylesi bir hakiki kardeşliği yaşamayı nasip etsin. Âmin.

4 Nisan 2017 Salı

İnsan iblisten neler öğrenmeli?

"Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." 20. Söz'den.

Ben böyle anlıyorum. Mürşidimin 20. Söz'deki izahlarında da bunu anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Hz. Âdem aleyhisselama meleklerin secde etmesi ve şeytanın bundan sakınması kıssasında şöyle bir ders veriliyor bizlere: Kainat genel olarak insanın yanındadır. Varlık umumen insanın hayrınadır. 'Şey'ler insanla düşman olmaya değil dost olmaya çalışır. Müekkel melekleri insana secde ettikleri gibi, o şeyler de, yaptıkları hizmetlerle insanın varoluşuna secde ederler. Yani yardım ederler. Yani hizmet ederler. Yani bir bütünün parçalarıdırlar ve insan şirretlik yapmadığı (şeytana uymadığı) sürece uyumlu çalışırlar. Fakat iblis öyle değildir. Fakat iblis istisnadır. Fakat iblis cüz'îdir.

"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."

Muhakemat'ta mürşidime şöyle söylettiren belki de bu kıssadan okuduğu sırdır: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir." Hakikaten de, varlığımızı devam ettirmemiz, bu cümlelerin işaret ettiği hakikate bağlıdır. İnsan gibi zayıf bir canlının binlerce yılı aşkın bir ömrü ve milyarları aşkın bir bereketi olması ancak varlıkla arasındaki bu uyum ile açıklanabilir. Melekler ve onların sorumlu oldukları şeyler insanın yanındadır ki, insan, kendi aczine rağmen varlık serüvenini sürdürebilmektedir.

Bu, aynı zamanda, Hz. Âdem aleyhisselama daha yolun başındayken yaşatılanın, Cenab-ı Hakkın ona (ve onun üzerinden oğullarına/kızlarına) bir algı dersi verdiğini gösteriyor. İnsan kendisinden önce varolanlara nasıl bakmalı? Veyahut beraber varlık sahasında yeraldığı diğer şeylerle nasıl bir ilişki kurmalı? Onlarla kurduğu mecburî bağda hangi önyargılara sahip olmalı? Suizan mı etmeli? Yoksa hüsnüzan mı kuşanmalı? Ötekilerini düşman görüp kafasına ve keyfine göre bozmaya/düzenlemeye mi çalışmalı? Yoksa zaten dost olduklarını düşünüp mümkün olduğunca zarar vermeyerek aradaki sıcaklığı mı korumalı?

Hz. Âdem aleyhisselama verilen dersin içeriğinde varlığın kendisinin yanında/uyumlu olduğu şuurunu edinmek ve korumak da var. Melek kardeşler, talim-i esma ile, 'sonra varolanın önce varolanları geçebileceğini' öğrenirlerken; Hz. Âdem aleyhisselam da 'sonra varolmanın önce varolanlarla düşman olmayı gerektirmediğini' öğreniyor. Burada dersini kaçıran tek kişi var. O da İblis.

İblis varlık sahasında 'sonradan gelen' olarak gördüğü insana pek kötü bir asabiyetle/milliyetçilikle yaklaşıyor. Kendisinin ateşten yaratılmasını bir üstünlük vesilesi saydığı gibi, (Çünkü, Allahu'l-alem, ateş topraktan çok daha önce kainatta vardı. Dünyamız gibi gezegenler soğumalarından önce birer ateş topu idiler. Yaratılıştaki bu durum, iblise, 'önce yaratılanın kıdemli olması gerektiğini' düşündürmüştü. Tıpkı bugün dünyanın değişik yerlerinde evsahibi halkların mülteci veya muhacir halklar hakkında düşündükleri gibi.) 'önce yaratılan' olmasını da bir üstünlük vesilesi saymıştı. Fakat hayır öncelikte-sonralıkta değil Allah'ın seçtiğinde idi. İblis de bunu öğrenecekti.

İblisin dersini alamayışı da bizim için bir ders oldu. Sayısız sayıda melek dostumuz yanında artık bir iblis düşmanımız var. Yani; hayır küllî, ama şer cüz'î. Hayatımızdaki herşeye akseden bir yönü var Hz. Âdem kıssasının. Mesela: Ateşin insana yüzlerce faydası var. Ancak onu kötü amaçlarına vesile kılanlar için zararı da var. Bıçağın insana yüzlerce faydası var. Ancak onu kötü amaçlarla kullananlar için zararı da var. Yağmurun saymakla bitmeyecek faydaları var. Ancak evini dere kenarına yapanlar için zararı da var. Yani varlık; tıpkı melek kardeşlerimizin atamız Hz. Âdem aleyhisselama secde ettiği gün olduğu gibi, genel olarak yanımızda ve hayrımıza; ancak bazı kötü niyetler, ihmaller, aceleler, hırslar, nefretler ve arzular küçük şerlerle muhatap olmamıza sebep oluyor.

İblis bizi kendisi gibi parçalarda boğuyor. Sabah gözlerinizi açmanızdan tutun akşam kapamanıza kadar size yardım eden, akışında giden, intizamını bozmayan, yanınızda olan milyonlarca detay var. Hayatınız bu sayede devam ediyor. Ancak siz yalnız kaçırdığınız otobüse bakıyor ve mutsuz oluyorsunuz. Psikolojik sıkıntıların çoğu da bu 'parçada boğulma'lardan dolayı yaşanıyor. Halbuki Rahman ve Rahim olan sahibimiz bize daha yolun en başında şunu öğretmedi mi? Melekler arkadaşımızdır. Ve onların sorumlu oldukları varlıklar genel olarak bizim yanımızda ve yardımcımızdır. Bize secde ederler ve cidden severler. O halde iblisçiklerin itaatsizliklerine takılıp moral bozmak niye? Büyük resme baksak ya biraz? Yani Hz. Âdem kıssasının öğrettiği büyük resme...

13 Ocak 2015 Salı

İnsan kurgusunda hapsolmuştur

Tasannu sahibini asabileştirir. Takva, eğer içten dışa bir süreçle, dimağdaki meratibin tamamı aşılarak itikada dönüşmemişse, yani özünden (güzel olana dair bir gönül razılığından) can bulan bir hal değilse, yaşarken strese dönüşür. Öyle olmadığınız halde öyleymiş gibi yapmak, takvanın doğasında olan 'varlığa/fıtrata uygun adım atmak' değil, varlığınızla (evvelen kendi varlığınızla) savaşmaktır. İz'an etmediğiniz, hatta belki tasdik seviyesinde dahi sorunlarınız olan 'doğrulara' davranışsal tebaiyet göstermek (iltizam), 'basamakları atlamış olmanın yanetkilerini' sıkletiyle göstermeye başlar. Tavuğun yorulmadan serçeyi taklidi birkaç saniyedir.

Doğru şekilde atlatılmamış süreçler şeytan için kullanışlı malzemelerdirler. Vesvese bu boşluktan, yani ki cehaletten, yararlanır. Aleyhissalatuvesselam buyurur: “İblis safların arasındaki boşluklara girer.” Şer zaten ademîdir. Yokluksaldır. Varlığı boşluklara bağlıdır. Bu zaaftan yakalanmış bir insanın üzerinde toplum mühendisliği de kolayca yapılır. Yönlendirmelere açıktır çünkü. İltizamına tasdik veya iz'an aramayı akıl edemediği için aklı da fonksiyonunu hakkıyla icra edemez.

Ne olur? Başkalarının aklına teşne olur. Kendi yargıları netleşmediğinden havadan kanaat kapar. Umutsuzluk kapar. Öfke kapar. Manipüle olur. Değerini başkalarına ölçtürür. Onların gözünden kurgusunu izlemeyi sever. Takdir hastasıdır. Neyi ‘Allah rızası için’ neyi 'kalabalık ondan istiyor veya küser' diye yaptığı içdünyasında karışmıştır. Kalabalıkla, ama günübirlik kalabalıkla, birlikte hareket etmeye meftundur. Kemiyet ölçebildiği tek meşrulaştırıcıdır onun için. Menfaati de zaten kalabalığın kuyruğuna takılıdır. Hem asabiyet, hem kalabalık tutkusu, hem menfaat. Linç kültürü buradan beslenir. Kalabalık ‘ben’sel sorunların müsekkinidir.

Yalanın kötülüğünü bizzat içinde görmemiş, dili acılığına değmemiş, kötülüğüne 'mış gibi' iman etmiş bir müslümanın onu söylememek için verdiği savaş ‘kaplumbağanın kabuğuyla verdiği savaş’a benzer. ‘Yanlıştır’ demek istemiyorum. Kesinlikle demem. Yanlışla savaşmak asla yanlış olmaz. Ama usûlü zordur. Bazı zaman olur ki; böylesi zorlu kavgalara girenler, en nihayet pes eder, kabuğu benimserler. "Şeytan hem ye'sini, hem o zayıf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir; ya divane olur, yahut 'Her-çibâd-âbâd' der, dalâlete gider."

Risale-i Nur'u bir mürşid olarak bulmadan önce neden namaza başlayıp başlayıp tekrar bırakıyordum? Her tevbemin ömrü neden kısaydı? Neden müslümanlığım bana kurgusal/tasannu gibi geliyordu? Neden gaflet tekrar tekrar üzerine basıp düştüğüm, bazen irademle de aradığım, aynı muz kabuğuydu? Neden hayatım günahlar ve tevbeler döngüsünde sene-i devriyesini tamamlayamadan kıyameti kopan gezegenler gibiydi? Neden fısk mü’minlikten daha albeniliydi ve ona karşı direnemiyordum?

Bütün bunların şimdi, mürşidimin tabiriyle, ‘dimağdaki meratib’e uygun hareket etmeyişimin ve takvamın kurgusallığının sonucu olduğunu düşünüyorum. Ben doğruya birşeyleri sıçramış olarak iman ediyordum. İmanım herkesin imanı gibiydi. Herkes iman ettiği için ben de imanlıydım. Herkes doğrunun o olduğunu söylediği için doğru oydu. Yoksa ben bizzat sınamamış ve gerekliliğini (ve zaten ondan başkasının mümkün olmadığını) görmemiştim. Halbuki Kur'an beni uyarıyordu: "İçyüzünü bilmediğin birşeye nasıl sabredeceksin?" Hakikaten de sabredemiyorum. Çabuk pes ediyordum. Halbuki yine mürşidim diyordu: "İşte ey sabırsız nefsim! Sen, üç sabır ile mükellefsin: Birisi taat üstünde sabırdır, birisi mâsiyetten sabırdır, diğeri musibete karşı sabırdır." Taat üstüne sabır, o, sabrın dayandığı mantığı bilmek istiyordu. Şunu da kabul etmem lazım: O yıllarda ben ibadetlerimin Allah'a hediyeler olduğunu düşünüyordum. Bu yanlıştı. Çok yanlıştı. Hediye vermek verenin paşa gönlüne bağlıdır. Çok namaz bıraktım ardımda kılınmamış. Sonra anladım namaz kılmakla hediye alanın ben olduğumu. Zengin vermekte naz yapar amma dilenci almakta naz edemez.

"Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın." Açlık kazaya kalmaz. Hastanın gönlü 'paşa' değildir. Fakirdir. Dilencidir. Muhtaç olan sensen o namazı kılarsın. Şimdi bana ehl-i takva olduğu söyleyenen insanlarda sağlama yapmamın bir yolu var. Öfkesine/merhametine bakıyorum. Merhameti kinine baskınsa umudum var. Yok, garezi sönmeyen cinstense, "O takva derisi değil onun. Üzerine giydiği (üstelik bedenine de uymayan) bir giysidir!" diyorum. Merhamet insanı hayvan olmaktan koruyan ‘acaba’dır.

En nihayet diyeceğim şu: "Rahmetim gazabımı aşmıştır!" buyuran Allah, affedişin aslolan olduğunu söylüyor, yoksa (hâşâ) kendisi parçalar halinde de iki parçasını birbiriyle mukayese ediyor değil. Zaten biraz derin tefekkür edersen görürsün: Onun gazabı bile rahmetindendir. Ya taş atar çoban gibi koyunlarını yanlıştan çevirir. Yahut recmeder, şeytanları recmettiği gibi, onların zararlarından korur. Veyahut da mazlumların haklarını zalimlerden alır vs. Ama zalimin gözü, gafilin çeşmi, iblis nazarı öyle problemlidir ki, rahmet de onlara azap görünür. Bazı zaman cemal dahi şiddet-i zuhurundan celal görünür. Gelincik tarlasını uzaktan seyretmek gibi. Yağmuru taşıyan anaç bulutların yavrularını kara kara korkutması gibi.

Elini vicdanına koy da sen söyle bakalım arkadaşım: Öfken merhametinden mi geliyor? Yoksa merhametin öfkenin zararlarından dolayı mı sancıyor? Yani sen de ben gibi öfkeyle kem kelamlar ettikten sonra yalnız kalınca "Keşke demeseydim!" diyenlerden misin? Yoksa Allah Resulü aleyhissalatuvesselam gibi, kendi adına olan şeylerde merhametle bakan, ancak başka birisine zulmedildiğinde ona duyduğun merhametten dolayı zalime öfkelenenlerden mi sayılırsın? Al sana bir turnusol kağıdı, bir saykal, ayırmanı kolaylaştırır: Birincisi geçince canın acır. Pişmanlık yakar. İkincisi her hatırına geldiğinde memnuniyetinden/mesruriyetinden izzet kokar. Zira lezzet-i ruhaniye böyledir: Geçmez. Ruh gibi bâki kalır. Zevali yoktur ki ruha dokunanın, zeval-i lezzeti mümkün olsun da. elem versin. Dar gününde bir dostuna yardım ettin diyelim. Büyük bir müşkülünü giderdin. Maşaallah. O yardımdan aldığın lezzet hiç biter mi?

10 Kasım 2013 Pazar

Neden Hrant Dink?

"Irkçılık, değer yargılarımızı ne kadar etkiler?" 1996 yapımı Öldürme Zamanı (A Time to Kill) filminin gündemimize soktuğu en sağlam soru buydu. Çok sayıda ünlü oyuncuyu kadrosunda barındıran film, savunma avukatının mahkemede yaptığı konuşma ile meşhurdu. Siyahi bir kız çocuğunun ırkçı beyazların saldırısına uğramasının ardından yaşananları aktaran filmde, Matthew McConaughey'in canlandırdığı avukat, küçük kızın başına gelenleri aktardıktan sonra, sözlerini şöyle sonlandırıyordu: "Şimdi o çocuğun beyaz bir kız çocuğu olduğunu düşünün."

Bediüzzaman'ın Kur'an kıssalarına bakışta vurguladığı birşey var: Onları sadece kıssa olarak görmemeyi, içlerinde küllî düsturların aramayı öğütlüyor sıklıkla. 20. Söz'de en açık ifadesini bulan bu hakikat, sair sözlerde de (özellikle Kur'an'daki tekraratın hikmetinin anlatıldığı yerlerde) vurgulanıyor. 20. Söz'deki şekliyse şöyle: "(...) bil ki, Kur'ân-ı Hakîm'de bâzı hâdisât-ı tarihiye sûretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır."

Başka bir yerde bu küllî düsturların miktarını makam sayısınca da arttırıyor: "Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değildir. (...) o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelamlar, yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hatta kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belagattir."

Yani kıssa-yı Musa hangi sûrede, hangi makamda geçiyorsa; oraya münasip bir küllî düsturu anlatıyor bizlere. Bir tane değil, çok tane. Kıssa aynı olsa da her yerde dersi farklı. (Burada parantez içi bir bilgi daha vereyim: Hz. Musa aleyhisselamın kıssası Kur'an'da en çok tekrar edilen kıssadır.)

Ben bu kıssa dersini ilk Kenan Demirtaş abiden aldığım için onun bir örneğini unutamam. Newton'un başına elma düşmesi hadisesiyle bu meseleyi izah eden Kenan abi, şöyle demişti o zamanlar: "Nasıl ki, Newton'un başına elma düşmesi, sadece bir elma düşmesinden ibaret değildir; yani kıssanın içini bilen hemen aklına yerçekimi kanununu getirir; öyle de Kur'an kıssaları da böyle küllî kanunların uçları hükmünde, her zaman ve her yerde geçerli dersleri saklarlar içlerinde."

Ben de Kur'an'a hep bu açıyla bakmaya çalışıyorum o dersten sonra. Bugünlerde okuduğum Müminûn sûresi de bana—belki sırf öyle baktığım için—bir güzel yüzünü daha gösterdi. Yine anlatılan kıssa-yı Musa'ydı. Kardeşi Harun'la, Firavun'a gittikten sonra, Firavun kavminin haklarında söyledikleri aktarılıyordu. Şöyle diyordu 47. ayeti: "Bu yüzden, 'Kavimleri bize köle iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?' dediler."

Daha önce de bu konu hakkında bir yazı yazdım. Okuyanlar bilirler. Hz. Musa ve Firavun'un kıssasında ırkçılık ve ulus-devlet zihin kodları bağlamında büyük dersler olduğunu düşünüyorum ben. Burada da duydukları hakikati reddeden bir kavmin, bunu reddediş gerekçesinin altı çiziliyor adeta: 'Kavimleri bize köle iken...' Adeta, muhatap oldukları mürşidlerin ait oldukları kavmin, o dönemde kendi kast sistemlerinde aşağıda olmasını, onların hakikatsizliklerine bir delil olarak anıyorlar. Ki bilirsiniz: O dönemde İsrailoğulları, Mısırlıların köleleri hükmünde alt bir sınıf idiler.

Ne ilginçtir ki; Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın Mekke'de başlayan tebliği de şirk önderleri tarafından yine sırf bu gerekçelerle inkâr edilmişti. Velid gibi, Ebu Cehil gibi bazılarının, peygamberliğini reddetmedikleri, ancak kendilerine değil de Haşimoğulları'nın yetimine nübüvvetin gelmesini kaldıramadıklarını rivayet edilir.

Galiba kendini üst gören kavimlerin, milletlerin uğradığı imtihanlardan birisi de budur: Aşağıda gördükleri kavimlerin içinden çıkan mürşidlerle irşad edilme. Tarih boyunca görülmüştür ki, üst sınıflar(!) bu imtihanı aşmakta zorlanmışlardır. Çünkü, Ene Risalesi'ndeki ifadesiyle; "(...) nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder." Sırf kendi milletinden olduğu için haksızı savunurken, yine kendi milletinden olmadığı için haklıyı haksız bulur. Hatta Allah'ı bile sırf kendi kavminin hakkını gözetmediğini düşündüğü için haksızlıkla suçlayabilir.

Şualar'daki mahkeme savunmalarında da Bediüzzaman, o zamanın Firavunları tarafından kimliği üzerinden geliştirilen benzeri iddiaları anar ve onlara cevaplar verir: "(...) bütün âsârıyla İslâmiyetin uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan (...) bir adam hakkında, sâbık vali resmî lisanla ihanet için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için 'O Kürttür, siz Türksünüz. O Şâfiîdir, siz Hanefîsiniz' deyip, herkesi ürkütüp ondan çekindirmeye çalışması (...) hangi kanun buna müsaade eder?"

Demek ki; başta sorduğumuz "Irkçılık, değer yargılarımızı ne kadar etkiler?" sorusu, aslında Kur'an'ın bize her zaman nefsimize sormamızı teklif ettiği ve cevabı "Evet, etkiler..." ise bununla mücadele etmemizi salık verdiği birşeydir. Ki, zikrettiğimiz sûrenin, aynı sayfadaki ilk ayeti şöyle der: "Hiçbir ümmet, kendi ecelinin önüne geçemez, onu geciktiremez de..." Yani insanlar gibi ümmetler de, milletler de ölümlüdür. Ölümün herkesi insan olmak zemininde eşitlediği bir dünyada, üstünlük hangi bulanık aklın iddiasıdır?

Belki bazılarına tuhaf bir bağlantı gibi gelebilir, ama yine Firavunane asabiyetlerin arttığı ve deşildiği bir dönemde, başka birisinin değil de Hrant Dink'in öldürülmesi bu noktada manidardır. Çünkü Hrant Dink, aynı zihniyet için sadece 'doğruyu söyleyen birisi' değil; aynı zamanda 'aşağı görülen bir milletten doğruyu söyleyen birisi'dir.

Hepimiz Türkiyeliyiz. Ve biliyoruz ki; bu topraklarda Ermeni demek, bir zamanlar bir hakaret etme şekli olarak kullanılırdı. (Belki bazıları için halen öyle.) Şimdi utanarak andığım bu hatıralar, Kur'an'a bakarken bazı bazı kurşun yemiş gibi sarsılmama neden oluyor. Biz bu kafada kalırsak, İsrailoğullarını aşağılayan kavm-i Firavun'dan ne farkımız olur? Matthew McConaughey'in o cümlesi, farklı versiyonlarıyla hepimiz için geçerli. Herkes elini kalbinin üzerine koysun ve kendi cümlesini düşünsün.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...