Ölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ölüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Mart 2022 Pazartesi

Biz bu âlemin sancısıyız

'Hayat' diyoruz fakat hakikatte 'ölmeye başlamak'tır. Evet. Hepimiz gitmeye başlıyoruz dünyaya gelirken. Nasıl ki lokmanın lezzeti daha yutarken terkediyor, aynen öyle de, hayat da 'ömür' süreci içinde terkediyor bizi. Bu hikmetle belki de Kur'an-ı Hakîm buyuruyor: Asıl hayat sahibi ahiret yurdudur. Ne kadar açık. Ne kadar isabetli. Ne kadar uyandırıcı. Ölüm olmayandır hayat. Ebediyeti olmayan hayat ölümdür. Yani varolduğu an 'ölme süreci'ne dönüşür. Biz de şuradaki faniliğimizle bir tür ölme sürecindeyiz. Hayata yalnızca dokunduk. Acılarımızın kökeninde bu var.

Hayat ölüm olmayandır. Bu nedenle batıp giden herşeyden kıvamı bozulur. Tadı kaçar. Çünkü sonunu sezer. Elindeki balon patlayınca ağlayan çocuk da, cebindeki harçlık bitince canı sıkılan genç de, sıhhatini arayan hasta da (ve daha nice şekillerde hepimiz) ölümü an an teşhis edebiliyoruz. Birşeyler gidiyor. Birşeyler hep gidiyor. Hiçbirşey elde kalmıyor. Sevmek hareket halindeki bir trenden dikenli tellere asılmak gibi. Ne kadar severseniz o kadar yara. Dünyacı sevmeler böyle. O yüzden vaktiyle yazmıştım bir ajandaya: Zamana yayılmış bir intihar gibiydi seni sevmek.

 Hayat, varolduğumuz bütünlük içinde, ayrıca bir bütün olmaktır. Âlem bir bütün. İnsan da bir bütün. Âlem, bütünlüğü içinde varolan bu kardeşini, tekrar bütünleşmeye çağırıyor. Sistem sistemi yutuyor. Bu yutuş süreci tamamlandığında topraktan gelen toprağa dönüyor. Peki ya topraktan gelmeyen yanlarımız? İçimizde bir sonsuzluk aşkı var. Bu dünyada bulunmayandan karılmış harcımız. Cennete basmışlığımızı hatırlıyor ayaklarımız. Maddeden aşkın açlıklarımız varsa bu dünyaya ait değiliz demektir. Çünkü sırf ondan yaratılmış olsaydık onu aşamazdık. Nitekim hayvanların faniliğin üstünde tahayyülleri yoktur. Bu özlem bizdedir.

Özlem varsa tanışıklık da var. Tanımadığını özlemez kimse. Hayal bile varoluştur. Fanilik canımızı bu yüzden çok yakıyor. Biz sonsuzluktan haberdar edilmiş fanilikleriz. Bizi yaratan el-Bakî'nin hayata varan tasarrufu, tecellisi, bağışı gözümüzü açtı. Hamdolsun. Ötelerde bir varlık daha düşleyebiliriz. Eğer bu düşümüzün hakikati verilmeyecektiyse neden ufkumuza düşürülsün? Bediüzzaman ahiretin varlığına buradan da bir delil çıkarıyor. Vermek istemeseydi istemek vermezdi. Evet. İstememizi istemeseydi düşlemek vermezdi. Hayatın bizim şiddetimizdeki varlığı bu dünyadan ibaret olmadığının delilidir. Hayvanların hayatından ibaret kalsaydı dünya faniliği içinde kararlılığı bulmuş olurdu. Sancıyan hiçbir yanı kalmazdı. Biz bu âlemdeki varlığın sancısıyız. Hayatın ölüme layık olmadığını ölme sürecini yaşarken biliyoruz. Bu bilmek eğer Allahsızsa delirtiyor bizi.

Kimse sonu idam bir yolculukta sofralarla avunamaz. Ya sonunu unutacak kadar mestolacak yahut da delirecek. Veyahut bir yol daha var: Sürecin yüzeyden ibaret olamayacağını kavrayacak. Perdeyi aralayacak. Hayatın ölüme layık olmadığını yara yara sezdiğimiz doğru. Peki ne zaman sezgimizin mesuliyetini alacağız? Peşini bırakmak da sezginin ölümü değil midir? Nihayetinde küfür 'örtmek' manasına geliyor. Dünyayı kapatacak örtü yok bizde. Fakat içimizde katlettiğimiz ne çok hayat var bir görsen.

16 Şubat 2018 Cuma

Allah bizi seviyorsa sevdiklerimizi neden öldürüyor?

Çocukluk 'olabileceklerin' çağıdır. İslam büyüklerinin hayatlarını öğrenmeye çocukken pek meraklı idim. Onların varlığı, sanki uzaklarımda değildi, içimde de şahitleri vardı. Bana, bir ütopyadan değil, fıtratımdaki bir zenginlikten haber veriyorlardı. Menkıbelerinin zikri/tahatturu, nefs-i emmare tırtılıma, 'çalışırsa güzel birşeye dönüşebileceğini' ihtar ediyordu. İçimdeki potansiyelin, dolayısıyla asl-ı insanımın, hakikatine iman ediyordum onları okumakla. Günahlarımla ümitsizliğe düşmüyordum. Ahirzamanın tozları arasında kaybolmuş kalbim bir yerlerde 'ahsen-i takvim' cevheri bulunduğunu anımsıyordu. Demek başlangıcım iyiydi benim. Bu anımsama elbette özüme gelecek için ümit veriyordu.

Olgunluk 'olmuşların' çağıdır. Şimdi tohum büyüdü. İhtimalleri azalttı. Artık kendisini koca incir ağaçlarıyla karıştıramaz karaçalı. Ben de karıştırmıyorum: Onlar semaya doğru yer tutup bize gölge etmek için varolmuşlar. Tohumları böyle bir tohum imiş. Biz sayelerinde rüzgârlardan korunmak için varolmuşuz. Tohumumuz öyle bir tohum imiş. Ancak yine de, o hayatlara dair yeni her ne okuma yapsam, anlatılanların olmuşluğuna şahitlik ediyorum. Bu değişmiyor. Çünkü içimdeki şahitlerinin şahitliği bitmiyor. Hem onların varlığından cennete de bir delil buluyorum. Öyle ya! Yalnız hatıraları yâdedilmekle gönlümüze cennet esintileri getiren şu salihler, herhalde, gittikleri yeri de cennet ederler. Ve yine, herhalde, ebediyyen varolacakları yeri de cennet ederler. İnşaallah.

Şimdi, bu vesileyle, o kitaplardan birisinde, İmam Ebu Yusuf'a (r.a.) atfen okuduğum birşeyin hakikatine yıllar sonra nasıl eriştiğimi de anlatayım sana. Hafızamda yanlış kalmamışsa, İmam, çok sevdiği bir yakınının cenazesinde şöyle demiş çevresindekilere: "Allah eğer bir kulunu seviyorsa önce sevdiklerini alır..." Bir saniye. Bir duralım.

Nasıl yani? Sevdiğinin sevdiklerini almak? Ve bununla aslında sevgini ifade ediyor olmak? Bu nasıl olabilir? Doğrusu; bu mesele, çocukluğumdan büyüklüğüme, kafamı epeyce meşgul eden şeylerden olmuştur. Çünkü bana hep şöyle gelmiştir: Sevdiklerinden önce ölmek, en azından, onların ölümünü/acısını görmemekle sana verilmiş bir hediyedir. Böylece ilk giden sen olursun ve senin acın onlara kalır. (Biraz bencilce, tamam, ama haksız da diyemezsiniz.) Eğer sen sona kalırsan, bu demektir ki, onların acısı sana kalacaktır. Peki sevdiklerinin acıları kucağına bırakılmakla bir insan nasıl sevilmiş olur? Bu nasıl bir seviştir?

Sonra bir gün, mürşidimin, kendisinden önce vefat eden salihlere dair bir tefekkürünü okuduğumda, İmam'ın sözünün hakikatine gözüm hafifçe açılır gibi oldu. O metin de şurasıdır:

"Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadır diye ziyaretine bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncil'de Ahmed, Tevrat'ta Ahyed, Kur'ân'da Muhammed ismiyle müsemmâ iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmed'lerle muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatâdır." Hem yine başka bir yerde diyordu: "Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister?"

Ben bu metinler eşliğinde İmam'ın sözünü artık şöyle yorumladım: İnsan her nereye kendisinden önce sevdiklerini gönderirse oraya ülfetini de göndermiş oluyor. Yani büsbütün yabancımız olan bir yere alışmak önce sevdiklerimizi oraya göndermekle oluyor. Veya olabiliyor. Nasıl? Mesela: Gurbette, askerde veya bir seyahatte, tastamam yabancı olduğumuz bir mevkide, dost bir yüzü, sesi, hatırayı bulmak nasıl oradaki yabancılığımızın bir kısmını alıp götürüyor; aynen öyle de; sevdiklerimizin bizden önce ölüm ötesine alınmış olması da, tastamam bir sevgi ifadesi olarak, ölümün görünürdeki karanlık yüzünü munisleştiriyor. Sevimli kılıyor. 'Büsbütün bilinmezlik'ini 'kısmî aşinalık'a çeviriyor. Yani: Sevdiklerimizinin bizi orada bekliyor olması, onlarla orada tekrar buluşabilme ümidi, bu dünyada yarım kalan hayatımıza bir teselli sunuyor.

Bu meselenin birinci tarafıydı. Bir de ikinci tarafı var. Ki onu da bana düşündüren yine mürşidimin bazı metinleridir. Mesela bir yerde talebelerinden birisine diyor: "Cenâb-ı Hak bir abdini severse, dünyayı ona küstürür, çirkin gösterir. İnşaallah sen de o sevgililerin sınıfındansın." Hem yine ehl-i beytin yaşadığı acıları analiz ederken diyor: "Hasan ve Hüseyin (r.a.) ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem'i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular."

Ben de fanilikle yaralı kalbime diyorum ki şimdi: Senden önce dünyanın ölmesi, senin dünyandan önce ölmenden yeğdir. Zira ikincisinde dünya senin faniliğine belki aldırır. O binler ölümler içinde belki (o da çok zayıf bir belki) önemser. Fakat birincisinde sen dünyanın faniliğini mutlaka farkedersin. Sevdiklerinin acısıyla bir arayışa girersin. Belki bu arayış sayesinde hakikate de erersin. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Bu gidenlerin/gidişlerin acısı sana gidilecek yere yönelik hazırlıklı olmayı öğütler. Hatta içinde bir yerde körükler. Bu öğütleme ve körükleme sayesinde insan ölüme hazırlıklı yaşama fikri edinir. Bu fikir ve eşliğinde geliştirilecek gayret sayesinde, inşaallah, ahiretini kurtarmış olur. Kendisinden önce gönderdiği güzel dünyaya yeniden kavuşmuş olur.

Şimdi, ister yakınlarının ölümlerine, ister hayatlarına hayran olduğun büyüklerin vefatlarına, ister her an ölüp gitmekte olan güzel anlarına bu nazarla bak. Allah, seni sevdiklerinin ölümüne şahit kılmakla, sana bir kötülük etmiyor aslında. Yani ayrılıklarını, acılarını, özlemlerini kahrolasın diye omuzlarına vermiyor. Zulmetmiyor. Hâşâ! Esasında olay şu: Gitmesi kaçınılmaz olan bir yer var. Düşmesi kaçınılmaz bir çukur var. Ve sen oraya çok hazırlıksızsın. Hiç gidecek gibi durmuyorsun. Hiç gidecek gibi hazırlanmıyorsun. Hiç gidecek gibi aldırmıyorsun. Rabb-i Rahim'in, senden önce gidenleri sana göstermekle, bu kaçınılmaz yolculuğu hatırlatmış oluyor. Yani: Hem hatırlatıyor, hem özletiyor, hem de hazırlıyor. Şimdi bunları da hesaba katıp düşün arkadaşım: İmam'ın sözünde çok büyük bir hakikat var öyle değil mi?

21 Eylül 2017 Perşembe

İlhamların kesilmesinden neden korkarız?

Vahiy ile ilhamın hem bir arkadaşlığı hem de çok büyük farkları var. Mürşidim de, başta umum-husus meselesi olmak üzere, pekçok açıdan bu farkları izah eder. Hemen yazının başında bunu ifade edeyim ki kavramlar ve karşılıkları karışmasın. Karıştırdığım sanılmasın. Şunu yazmaya bir cesaret buldum. Çünkü Bediüzzaman da insanı kainatın misal-i musağğarı (küçük bir nümunesi) olarak anmakla bana bu cesareti veriyor. Hatta burada da bırakmıyor. Levh-i mahfuz ile hafıza arasında, âlem-i misal ve rüya arasında, lümme-i şeytaniye ile şeytanın zatı hakkında öyle ilginç benzerlik ilgileri kuruyor ki, bencileyin, böylesi ilgilerin peşine düşmeden edemiyorum. İşte, bu yazıda, onlardan birisine dair aklımdan geçenleri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Sürç-i lisanlarımız baştan affola. Fakat önce, ne demek istediğimi anlamanız için, yine mürşidimin bu benzerliği ortaya koyduğu bir yerden damlacık olsun alıntılayayım. Yemeğimiz onun tuzuyla ballansın:

"İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. İnsanda bulunan nümunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ, nasıl ki insanda kuvve-i hafızanın vücudu, âlemde levh-i mahfuzun vücuduna kat'î delildir; öyle de, insanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini, hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat'î bir delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerîrenin vücudunu ihsas ederler."

Şimdi, kendimce kurduğum benzerlik ilgisine gelirsem, evveliyetle şunu ifade etmeliyim: Bu tefekkürüm aslında bir korkumdan besleniyor. Ben, ancak yazarak bir işe yaradığıma inandığım için, başıma gelecek en büyük musibetlerden birisinin ilhamlarımın kesilmesi olduğunu düşünürüm. Ne zaman, beyaz bir sayfayı açıp içini dolduracak birşey bulamayarak kalkarsam başından, aynı endişeyi tekrar yaşarım: "Bu hep böyle sürecek mi?"

Şükürler olsun. Sürmez. Rabbim bana hemence rahmet eder. Elimi uzun süreler boş çevirmez. Her yazımdan sonra içimden gele gele 'Elhamdülillah' derim demesine ama mutluluğumun huzuru da, tevekkülde zayıf olduğundan, pek kısadır. Bir-iki günü geçince yeniden "Hâlâ orada duruyorlar mı bakalım?" diye kontrol etmek için elimi klavyeme atarım. Beyaz sayfayı yine açarım. Kendimi yeniden test ederim: "Hâlâ yazabiliyor muyum? Hâlâ kalbime birşeyler fısıldanıyor mu? Hâlâ umutlanabilir miyim kendimden?" Bu halim tıpkı parkta oynayan çocuğunu kollayan anneye benzer. Her neyle uğraşıyor olsa dikkatinin bir kenarı oradadır, parktadır, evladındadır.

Şunu da yadsımıyorum: Hayatımı devam ettirebilmem için yazının dışında da devam etmesi gereken birçok şey var elbette. Her birine de ayrı ayrı muhtacım. Bazılarına yazıdan çok daha fazla muhtacım. (Nefes gibi an an lazım olan şeyler var.) Hiçbirini 'hazır cepte' sanamam. Fakat her nedense yazıda bu muhtaçlığımın daha bir şuurundayım. İhsan dairesinden musluk açılmazsa aklıma hiçbir güzel şeyin gelmediğini biliyorum. Deliriyorum. Böyle kabızlıklar yaşadım. Daraldım. Defter parçaladım. Tuşları tartakladım. Fakat yoksunluklarını da hikmetsiz görmedim. Onları da vahyin kesildiği dönemde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nasıl bir sıkıntı çektiğini anlamaya pencerem yaptım.

Bediüzzaman bir yerde nimetin devamının o nimetle tanışmaktan daha büyük bir nimet olduğunu söylüyor.  Böyle münkabız vakitlerde daha iyi idrak ediyorum sırrını o bölümün: "Ve kezâ, Esmâ-i Hüsnâdan 'Vâris' isminin tecelliyatı adedince ve babalar gibi usulün zevâlinden sonra bâki kalan fürûatın sayısınca ve âlem-i âhiretin mevcudatı adedince ve uhrevî mükâfatları almaya medar olmak üzere hıfzedilen beşerin amelleri sayısınca, sadâsı ile şu fezayı dolduracak kadar büyük bir 'Elhamdülillâh' ile hamd edilecek Hafîziyet nimetidir. Çünkü, nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. Ve hâkeza..."

Bir nimeti tatmak, eğer devamı yoksa, tastamam beladır. Ayrılığı cefadır. Arızanın ta kendisidir. Çünkü özlenilecek bir yâr ile daha tanışılmış olur. Mecnun birdir. Ama Leyla 'devam etmeyenler kadar' çoktur. Bu nedenle Risale-i Nur'da denir ki: Nimetlerin nikmetlere dönüşmesini engelleyen şey öncelikle ahirettir. Tadı damağımızda kalmayacaksa hiçbirşeyin, bu, ancak ahiret sayesinde olur. Ahiret de Allah'ın ilmi, iradesi, rahmeti, kudreti vs. sayesinde olur. Allah'a iman ile ahirete iman tam da bu noktada birbirine bağlanır. Ölümü nimet haline getiren dahi bu gidişlerin sancısıdır: "Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır." (Vahiy gibi bir nimetin tamam olduğunu haber vermesinden Aleyhissalatuvesselamın gideceğini çıkaran Hz. Ebu Bekir (r.a.) ne ferasetlidir!)

Biraz dağıttım yine. Tefekkürüme geri döneyim. İşte böyle 'devamsızlık' korkusu çektiğim anlardan birinde, yanlış hatırlamıyorsam Ebubekir Sifil Hoca'nın kıyamet alâmetlerine dair dersinde dinlediğim, birşeyi hatırladım: "Kıyamet alâmetlerinden birisi de (belki de ilki) Ahirzaman Nebisî aleyhissalatuvesselamın gelişidir!" diyordu Ebubekir Sifil Hoca. Hakikaten öyleydi. O, hem Kur'an'ın hem de hadislerinin ifadesiyle, peygamberliğin mührüydü ve ondan sonra artık peygamber gelmeyecekti. Vefatıyla dünyadan vahiy 'geri dönmemek üzere' kesilmişti. Onun gelişiyle varlığın kıyamet eşiğine iyice yaklaştığı anlaşılıyordu. O zirveydi. Sonrası düşüştü. Zirveler kendilerinden sonraki düşüşü haber verirdi. Bu bana şunu düşündürdü: Birşeyin sonu yaklaştığında galiba ondan ilhamlar da kesiliyor. Kelamın kesilmesi fenanın habercisi oluyor.

Yaşlanmış güvercinler yuvalarını bulmakta zorlanıyorlar. Ölümü yaklaşan arılar kovanlarına dönmeyi beceremiyorlar. Hayvanlar âleminden ilham ile haşır-neşir hangi örneği kaldırsanız az-çok şunu görüyorsunuz: Vazifelerinin bitmesi yaklaştığında birşeyler oluyor şu masumcuklara. Birden boşluğa düşer gibi bir halet yaşıyorlar. En iyi yaptıkları görevleri bile yerine getirmekte zorlanıyorlar. Huyları değişiyor. Ahlakları değişiyor. Alışkanlıkları değişiyor. Aptallaşıyorlar. Sadece yaşlılık mı bunun sebebi? Bence değil. Ahirzamanlarının gelmiş olmasının da bunda payı var. Ötelerden, belki müekkel melek dillerden, görevlerini güzelce yerine getirmeleri için fısıldanan haberler kesiliyor. Varlıkları hikmetini eda edip bitiriyor. İnsan için de bu biraz böyle.

Nasıl ki, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dar-ı bekaya gidişiyle vahiy kesildi ve büyük âlemin ölümü yaklaştı, (ki bir hadis-i şerifte de şahadet ve orta parmaklarını göstererek kendisiyle kıyametin yakınlığını onlarla ifade ettiği aktarılır), öyle de misal-i musağğar olan insanın ölümü kendisinden ilhamların kesilmesiyle yaklaşıyor. Kalbimizin en derininde hissettiğimiz o ses kısılmaya başladığında belki de bu yüzden korkuyoruz.

Eskisi gibi üretemediğimizde, yazamadığımızda (özellikle şiir yazamadığımızda), âşık olamadığımızda veya güzel heyecanlar hissedemediğimizde içimiz ürpertiyor: "Yoksa o güzel ses kesildi mi?" Kendimde varolagelen bu korkunun böyle bir zeminden beslendiğini düşünmeye başladım.

Hatta bazı ihtiyarların yaşlandıkça gençlere özenmesinde de böyle bir hissedişin payı olduğunu hissediyorum. Yanlış yerde aranan bir hayat. Alıntıyla ayakta kalmaya çalışan bir yazar. Haberin kaynağını orada sanıyorlar. Sesin menbaını bu dünyada zannediyorlar. Peki bu bağ nasıl diri tutulacak? Bir yolu yok mu şunun? Ayet-i kerime onu bize güzelce müjdeliyor zaten: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur."

"Birinizin elbisesi eskidiği gibi göğsündeki imanı da eskir. Öyle ise Allah'tan kalbinizdeki imanı tazelemesini dileyiniz!" buyruluyor bir hadis-i şerifte. Yüz kere söylüyorsak bin kere, bin kere söylüyorsak onbin kere, Allah'ı anışımızı, zikrimizi, tefekkürümüzü çoğaltmamız lazım. Kalbimize o eski heyecanlar, ilhamlar, güzel sesler gelmiyor; çünkü gitmemiz yaklaştıkça voltajımız düşüyor. Bu düşüklüğün tedavisi geçmişe özlem duymakta değil yedek bataryaların sayısını arttırmakta. 'Ahirzamanda yaşlı kadınların dinine tâbi olmayı' tavsiye eden hadisin belki böyle bir yanı da var. En çok zikrullah ile meşgul onları görüyoruz çünkü. Kalplerinde kısıldığını hissettikleri sesin desibelini kendi dualarıyla arttırıyorlar. Zaten acz de şu hissedişi arttırmanın aracı değil midir? "Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar." Şefaatçiye ihtiyacımız var. İlk şefaatçilerimiz; onun vahyi ile bize öğrettiği kelimat-ı mübarekedir, söylenmesini sevdiği kelimelerdir.

22 Mart 2017 Çarşamba

Kötülük neden var?

"Bahçıvan fidanlar yücelsin ve meyve versin diye muzır dalları budar. Sevgilinin ağrıdan ve hastalıktan kurtulması için hekim çürük dişi çekip çıkarır. Ben, birisini ağlatırsam rahmetim coşar, ağlayıp taşan da nimetine erişir. Rahmetim o ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı, rahmet denizi kabarmaya, dalgalanmaya başlar." Mevlana Celaleddin-i Rumî (k.s.)

Gizli Güzellik (Collateral Beauty) filminde, kızını kanserden kaybetmiş ve bunu atlatamamış bir babayı (Howard) canlandıran Will Smith ile sevgiyi canlandıran Keira Knightley arasında geçen bir diyalog var. Sevgi ondan 'kendisine tekrar güvenmesini' istediğinde Howard şöyle cevap veriyor:

"Güveneyim mi? Güvenmiştim zaten. Ama bana ihanet ettin. Seni her gün kızımın gözlerinde gördüm. Her gülüşünde seni duydum. Bana her 'baba' deyişinde seni hissettim. Ama bana ihanet ettin. Kalbimi kırdın." Sevginin buna cevabı ise şöyle: "Ben her yerdeyim. Karanlığım, ışığım, güneşim, fırtınayım. Evet, haklısın, kızının gülüşlerinde vardım. Ama şu an acında da varım. Ben herşeyin sebebiyim. Tek neden benim. Bensiz yaşamaya çalışma. Lütfen çalışma."

Risale-i Nur'dan "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer ise cüz'îdir..." dersini almış bizler için, sanırım, şu diyalog ilginç şeyler söylüyor. (En azından ben kalbimde ve kulağımda öyle hissediyorum.) Hakikaten de 'kötülük' dediğimiz şey aslında 'kuşatamadığımız iyiliklerin' nazarımıza sığan ve pek de hoşumuza gitmeyen kısımlarından oluşuyor gibi. Gözümüz küllî olana ulaşamayıp cüz'îde boğulduğunda kötülüğü görüyoruz. Ne demek bu? Bir gül örneğiyle zihinlerinize yakınlaştırmaya çalışacağım:

Gülü güzel yapan nedir? Çiçekleri, tomurcukları, yaprakları, dikenleri, dalları ve onların birbiriyle uyumundan oluşan 'bütünlükteki sanat' öyle değil mi? Gül bu bütünlükle güzeldir. Ve ancak bu bütünlükle devam eder. (Dalından koparılmış gülün ömrü kısadır.) Peki bu bütünün parçalarının ayrı ayrı güzelliği yok mudur? Vardır. Hele bazılarının güzelliği bütünün güzelliği ile yarışacak cinstendir. Örneğin: Gülün tamamı ne kadar güzelse çiçeği de o kadar güzeldir. Hatta o bütünün güzelliği büyük oranda şu parçanın güzelliğine mütevakkıftır. İtibarı ondandır. Yaprakları, dalları ve tomurcukları yine bu güzelliğe birçok güzellik katar. Bu güzelliğin bütünlüğünden birer parça taşır. Bu, en azından, gülü hissettirdikleriyle değerlendirenler için böyledir.

Ancak her parçanın birbirinin eşiti olduğunu, en azından hissediş boyutunda, söylemek mümkün değildir. Örneğin: Dikenin güzelliği gizli bir güzelliktir. Çiçeğinki kadar bariz görünmez. Dokunulduğunda onunki gibi kadifemsi bir şekilde hissedilmez. Koklansa rayiha vermez. Bu parça da bütünün güzelliğinin lazımıdır, devamı için gereklidir, ama bütünün güzelliğini tastamam üzerinde taşı(ya)maz. Varlığının amacı bu değildir. Hatta biraz haddini bilmezlikle denilebilir ki: Gül güzel fakat dikeni çirkindir. Bu dar düşünce dilimize/zihnimize o kadar sirayet etmiştir ki denilir: "Gülü seven dikenine katlanır." Demek: Seven gülü sever. Diken sadece gül adına katlanılandır.

Bu hissediş boyutunda böyledir, ama aklediş boyutunda da böyle midir? Akıl, hikmet okumayı öğrendiği zaman, onun hissin zevkedişlerinden ayrı/üstün birşey olduğunu kavrar. Kur'an buyurur: "Kime hikmet verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir." Çünkü Kur'anî hikmet 'parçayı' değil 'bütünü' okumayı öğütler. Mana-i ismî değil mana-i harfî ile bakmasını öğretir. İnsan oradan baktığında gülün hiçbir parçasını diğerinden ayırıp önceleyemez olur. Hatta, dikenden okuduğu hikmet çiçekten okuduğu hikmetten fazlaysa, akleden kalbinin hesabına, dikeni çiçeğe önceleyebilir. Diyebiliriz ki: Aklın nazarında, hikmeti iyice okunmuş bir diken, hikmetine dair uyanış bulunmayan gülden yeğdir, yani o şundan daha güzeldir. Elhamdülillah.

İşte, bu noktada, 'kötülük ve iyilik' veya 'şer ve hayır' arasındaki ilişki başkalaşıyor. Biz, bütüne/küllîye baktıkça (büyük resmi gördükçe) iyiliğe ve hayra yaklaşıyoruz. Aslolanın o olduğunu görüyoruz. Taziye Risalesi'nde mürşidimin dikkatimizi çektiği gibi, küçük yaşta vefat eden çocuklar, cennette kavuştukları nimetler düşünüldüğü zaman, bütünde erişilen bir güzelliği ediniyorlar. Bakanın kalbi de rahatlıyor. Diken gülüyle beraber görülmüş oluyor. Ahiret boyutu herşeyin bütünlüğünü/vücudunu bu âlemde görünenden aşkın hale getiriyor. Aşkınlaşan artık sadece bu dünyadaki bilişlerle açıklanmaz oluyor. Minik cesetleri bomba ile parçalanmış olsun, canınızı o kadar da yakmıyor, çünkü o parçalanış sonsuz bir cennette birleşmek için. Tohumun toprakta çürümesi, yeşermek için, kocaman bir ağaç olabilmek için.

Bir kitap hakkında yapacağınız yorumlar, o kitabın sadece yarısı veya birkaç sayfası elinizdeyken, epey haksızlık ve eksiklik içerebilir. İşte, bu parçalılıklar/kuşatamazlıklar içinde, bizim eksik gördüklerimizdir kötülükler. Kötülük iyiliğin eksik görünüşüdür. Bütüne uyanamayışımızla yaşadığımız düşünsel arızalardır stresler ve gerilimler. Kaçırdığımız uçağa üzülürüz, ta ki, o uçağın kaza yaptığını öğrenene kadar. Hakikatin bütününe dair edindiğimiz hikmet, bizi, yaşadığımız parçalara dair okumalarımızda zengin kılar.

"Malûmdur ki, insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini belâdan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever."

Kocamanız. Hatta koskocamanız. Hepimiz birer deviz. Sevdiğimiz herşey kadar vücudumuz var. Sevdiğimiz herşeyle ilgiliyiz. Sevdiğimiz herşeyin yarası bizim yaramız. Bu anlamda varlığımızı 80 kilo bir etten/kemikten ibaret görmemeliyiz. Sevdiklerimizin yaralarına kadar uzanır yaralarımız.

Buzullar arasında sıkışmış balinalar, nesli tükenen hayvanlar ve hatta ışıklarının dünyamıza gelmesi yüzyıllar süren yıldızlar hakkında telaşlarımız var. Dikkat edersek: Aslında onlar hakkındaki her duygulanımımız onlara duyduğumuz sevgiden ve ilgiden kaynaklanıyor. Mürşidimin 11. Lem'a'daki ifadesiyle; "Fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecâtına göre o muhabbet tezayüd eder. Aşkın en müntehâ derecesine kadar gider. Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir."

Cemal, kemal ve ihsanları bizi onlara ilgili ve sevgili kılıyor. Bu sevginin bir tezahür ediş şekli 'sevmekse' bir tezahür ediş şekli de 'üzülmek.' İnsan sevgisiyle tanıştırılmadığı hiçbirşey hakkında hüzünlenemez. Ayrılık acısını çekmeyi öğrendiğimiz herşeyin önce sevmesini öğrendik. Sevmesini öğrendiğimiz herşeyin bedeli endişesi oldu. Tatmak yoksunluğun kardeşiydi.

Anne çocuğu için endişelendi. Âşık yâri için endişelendi. Bugün yarın için endişelendi. Bu endişeler bizi gayretli kıldı. Mutluluğumuz varlığının şahidi olduğu gibi hüznümüz de yokluğunun şahidi oldu. Ve bu anlamda, yokluğuna şahid olmak da aslında yoksunluğuna şahid olmaktı, yani varlığına şahid olmaktı. Çünkü yoksunluğu çekilen şey mutlaka bir zamanlar vardı. O artık bir ihtiyaçtı. Mutlak yokun şahitliği olmazdı.

Sorsana bir kalbine: Bir zamanlar varolan, Allah'ın hikmetine ve rahmetine yakışır mı ki, yokluğa atılarak 'boşuboşunalığa' indirgensin? Böyle hikmet sahibi bir Allah boşuboşuna yaratır mı? Cennette yedirmeyeceği helvayı bu dünyada tattırır mı? Diken güzel görünmeyebilir. Ama gülün bütünlüğü, o bütünlüğün güzelliği ve o güzelliğin devamı için varlığına gerek var. Gülüşümüz de sevgiden, gözyaşımız da... Sevgiden başka âlemde ne var?

"İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir' demişler."

9 Aralık 2016 Cuma

Ahiret olmasaydı keşkelere nasıl katlanırdık?

Ecelin kalın bir kalemi var ve hep 'keşke'lerin altını çiziyor. Yahut da şöyle: Azrail aleyhisselam, yakınımızda birisine uğrayıncaya kadar, ona dair endişelerimizin sahiciliği olmuyor. Babanıza yeterince hürmet göstermediniz mi? Aman canım, daha zaman var, gösterirsiniz. Annenize yeterince "Seni seviyorum!" demediniz mi? Aman canım, daha vakit çok, illa ki dersiniz. Amcanızı yeterince aramadınız mı? Aman canım, günler torbaya mı girdi, elbette ararsınız. Böyle ertelemeli tesellilerle ömür geçiyor. Sonra? Sonra ecel ansızın gelip çatıyor. Boş sayfası bol sandığınız defterin altına bir çizgi çekiliyor. Sayfa bitiyor. Hesap kapanıyor.

Sınavın vakti doldu. Kağıtlar toplandı. O dakikadan itibaren yukarıda ufaktan ufaktan sızısını hissettiğiniz herşey korkunç çığlıklara dönüşüyor. Artık telafileri mümkün değil. Artık zaman kalmadı. Önceleri sadece birer ihtimaldiler ama artık hakiki ihmaller. Ölüm geldiği zaman böylesi tüm ihtimalleri gerçeğe dönüştürüyor. Yerlerini doldurulmaz kılıyor. Ve siz, vicdan azabınızın "Ama... Ama..."larını "Yaa... Yaa..." olarak işitmeye başlıyorsunuz. "Ben demiştim!" diyor size. Siz de dediğini hatırlıyorsunuz. Bir yakınınız öldüğü gün, onunla ilgili amellerinizin defteri ya sağınızdan ya solunuzdan veriliyor. Mahşerde de bunun olacağına aynelyakîn bir şekilde iman ediyorsunuz.

Üniversite sınavına girenler iyi hatırlarlar o psikolojiyi. Son dakikalar gelinceye kadar zaman herşeye yeter görünür. İlk sorulara daha geniş zaman dilimleri ayrılarak cevap verilir. Acele edilmez. Son dakikalar yaklaştığında farkedersiniz ki: Daha cevaplanması gereken birçok soru ve pek az süre var. El-ayak dolaşmaya, kafa karışmaya, telaş taşmaya başlar. Tekrar bakılmak üzere kenarına işaret konulmuş sorulara dönülemez. Ya yetişir ya yetişmez. Bir de sorunun şöyle katmerli olduğunu düşünün: Sınavın kesin süresini bilmiyorsunuz. İstediğiniz kadar uzatabileceğinizi sanıyorsunuz. Ağırdan alıyorsunuz. Birden öğretmeniniz kağıdı istiyor. Hatta çekip alıyor. Şok oluyorsunuz.

Hem babamın hem amcamın vefatlarını duyduğumda aynı şeyi yaşadım ben de. Sanıyordum ki: Onlar hep oradalar. Hep yanımda olurlar. Doğduğum günden itibaren onları arkamda birer dağ gibi gördüğüm için dağsızlığın nasıl birşey olduğunu/olacağını tahmin edemiyordum. Hakîm ve Rahim olan Allah'ın takdiri yetişip, önce babamı, şimdi de amcamı aldığında seslerini bastırdığım bütün sızılar çığlık olup kulaklarımda toplandı. Daha sık aramalıydım. Evet. Daha çok ilgilenmeliydim. Evet. Daha çok yanlarında/etraflarında kalmalıydım. Dertlerini/sorunlarını daha sık kollamalıydım. Evet. Evet. Evet.

Ama bu sorular her canlandığında acı ile üzerlerine bastırdım. Ne yapabilirdim? Verecek cevabım yoktu. Allah yokluklarını tattırana kadar nimetlerini anlayamayacak kadar gafildim. Beni yalnız sanmayın. Her insan, belki şu an siz de, en az bu kadar gafilsiniz bazı konularda. Her evladın bir veya birçok 'keşke'si vardır. Keşkesi olmayan evlat anasının veya atasının kıymetini anlamamıştır. Fakat burada şunu da ifade etmeliyim: Keşkeler her zaman vefasızlığın delili olmayabilir. Bazı keşkeler vardır ki, onlar tamamen insanlığımızdan, sınırlarımızdan, zaaflarımızdan ileri geliyor. Çünkü ahiret olmadan bu dünya bize yetmiyor. Mürşidim bu sadedde diyor ki:

"Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zevâl ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat iptal-i his nev'inden bir çare bulur. Çünkü, meselâ valide, ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere mâruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belâlardan kurtaramayan evlâtlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder.

Buna kıyasen, bu dağdağalı, kararsız hayat-ı dünyeviyede, o mes'ut zannedilen aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder. Ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut eder. Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak. Ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karâbet ve muhabbet, kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette, saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa..."

İşte şimdi, tam da dert yakınıma isabet etmişken, şu devayı daha iyi idrak ediyorum. Öpüp öpüp yarama çalıyorum. Hakikaten de 'kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermiyor.' Gücüm bu yüzden yetmiyor. Bu yüzden sık sık geç kalıyorum. Onlar bu hizmeti ve muhabbeti vermediğinden yetişmek istediklerime yetişemiyorum. Benim ahirete ihtiyacım var. Babamın ve amcamın yokolmamasına ihtiyacım var. Onlarla irtibatımı sürdürmeliyim ki, bu 'keşke'ler, devasız dertlere dönüşmesin. Cennetimin cehenneme dönüşmemesi veya devekuşu ahmaklığıyla bulunmuş bir teselliden ötesi ancak bununla mümkün. Babamın veya amcamın ayrılığının içimde bir yara olmaması benim onları ahirette yeniden bulmamla, orada onlarla geçireceğim (inşaallah) güzel zamanlarla teselli bulabilir. Orada onlara kendimi affettirebilirim.

Hem ilacım yalnız bu kadar da değil. Madem onları yokluğa göndermedim. Madem onlar sadece mekan değiştirdiler. O zaman dualarım, ibadetlerim, amel-i salihlerim ve hatta selamlarım Cenab-ı Hafîz tarafından korunup kendilerine iletilebilir. Ölmeleriyle onlara ulaşabilmemin yolu kapanmadı ki. Ölüm yokluk değil ki. Hadis-i şerifte de buyrulduğu gibi, inşaallah, ben onların kapanmayan bir defteri olabilirim, onlar adına yazmaya devam edebilirim. Salih bir evlat olabilirsem bu mümkün. Benim yaptığım her iyilikten onların, elhamdülillah, bir hakkı/hissesi var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bu müjdeyi vermiş. Yapabileceğim her hayırla onlara manevî hediyeler gönderebilirim. O halde 'keşke' ateşi beni yakamaz. Ancak gayretlendirir.

5 Kasım 2016 Cumartesi

Bir 'niyet çoğaltıcı' olarak sosyalmedya

Daha evvel de yazmıştım hakkında. "Ölüm hayatın bereketidir..." demiştim. Bunu derken dayanağım şu idi: Ölümün varlığı ile 'doldurulası' oluyordu hayat. Kabın sınırlılığı doldurulacağı fikrini doğuruyordu. (Kimse dibi olmayan kovayı doldurmak istemezdi.) Onun müphem bir son olarak ufukta duruşu ufuktan öncesini yeterlilik noktasında telaşlı kılıyordu. Hatta demiştim ki: Nasıl ki; tuzağın belirsizliği, dikkatimizi, karşımıza çıkabilecek her türden tehlikeye açık tutar ve rızkımızın biteceği korkusu bizi her gün çalışmaya iter; aynen öyle de; imtihan süresinin belirsizliği de her anın kıymetini anlamamızı sağlar. Zamanın sınırlanmasıyla sorulara ayrılan zaman bereketlenir.

Zamanın bereketi çokça fiildir. Fiilin tetikçisi bir önceki fiilin bitişidir. Tek başına yeterli olmayışıdır. Ölümüdür. Tek bir cevapla imtihan bitmez. Yüzlerce soru vardır. Her yeni soruya geçtiğinizde bir önceki sorunun cevabı ölür. Geçmişte kalır. Zaman devam eder. Bu gidişler karşısında insan bant işçisine dönüşür. En doğru cevaplar en kısa sürede verilmeye çalışılır. Ölümün ensemizdeki bereketli soluğudur bu. İmtihanın ne zaman biteceğini kesin bir şekilde bilemeyişimiz, ama her an bitebileceğini kesin bir şekilde bilişimiz, sorulara karşı bizi diri ve gayretli tutar. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Sonsuzluk arzumuz ve fena korkumuzdur bütün gayretlerimizin kaynağı. Arzu koşturur. Korku sakındırır. Biz de böylece yaşarız.

Mülk sûresinde buyrulduğu gibi: "Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi sınamak için ölümü de hayatı da yaratan Odur." Çünkü 'güzel işler yapmak' kendisini hayat kadar ölüme de borçludur. Kabın bir dibinin olması, yani doldurulması gerektiği hissi ve bitebileceği korkusu, oradan gelen sınırlılık/yetmeyebilirlik endişesi, 'daha fazlası' için bizi koşturur. Mü'minler hayırda yarışır. Kafirler şerde... Fakat en nihayetinde ölüm olmadan ve hatta bu ölüm 'müphem' olmadan bulamayız bu bereketi. Mürşidim bu sadedde der ki:

"İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen. Ramazan'da münteşir bir leyle-i zû-kadîr. Esmâü'l-Hüsnâ'da muzmer iksir-i ism-i Âzam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen, iphamda izhar eder, ihfâda ispat eder. Meselâ, ecelin iphamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan. Kefeteyn-i havf ü recâ, hizmet-i ukbâ-dünya tevehhüm-ü bekâî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene müphem bir ömür olsa ahsen, nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin. Şey'en şey'en üzülmek ve hem de teselli vermez; sen de rahat etmezsin."

Burada bir nefes alalım. Mevzuyu değiştireceğiz. Fiil çoğaltmaktan (bu iyi birşeydi) niyet çoğaltmaya (bu kötü birşeydir) geçeceğiz. Bu bahsin başında Bediüzzaman der ki: "Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme..." Ne demektir bu? Burada bir ironi vardır aslında. Malumunuz üzere 'taayyün' birşeyi açığa çıkarmaktır, 'zulm' ise kökeni itibariyle 'karartmak' anlamına gelir. (Kötülük/haksızlık gibi manalar kelimeye sonra katılan anlamlardır.) Peki birşey açığa çıkarılmakla nasıl karartılmış olur? Yahut da açığa çıkartmakla karartma yapılabilir mi? Metnin devamı bu zulmün nasıl işleneceğini de tarif eder:

"Ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsan ve bereketi. Herbir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celb eder bir nazar-ı hürmeti. Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin, ihvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus zalim birer emirdir. Sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün. Nerede kaldı yalancı tasannu ve riyâ ile kisb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlâhî, hem o nizam-ı ahsen. Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev'i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen."

Sosyalmedyada yapılan ilan-ı aşklar üzerinden şöyle birşey karalamıştım vaktiyle: "Göstere göstere âşık oluyordu. Öyle ki; âşık olduğu gösterdiği miydi, gören miydi, göstermek miydi, belli olmuyordu."

Has dairede olanların 'göstere göstere' yaşanılmasında böyle bir riski hep görüyorum. Göstermenin pek kolaylaştığı bir çağın çocuklarıyız. Hatta gösterdiğimiz şeyin beğenisi ile itibar arıyoruz. Ancak şu tehlike hepimizin paylaşımlarında dolaşıyor: Göstermek o hissin asıl amacını ve hatta 'aslını' öldürüyor. Biraz cür'etle şöyle de diyebilirim: Başkalarına gösterme arzusu her niyetin şirki oluyor. Burada şirkten kastettiğim Allah'a eş/ortak koşmak değil, niyete eş/ortak koşmak. Çünkü mürşidimin de dediği gibi: "Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur."

İhlassızlık amelin ölümüdür. Yapıldığı kadar kalmasıdır. Bizim de eylediklerimiz ellerimizde ölüyor. Çünkü onları ikincil niyetlerden koruyamıyoruz. (Koşmak durmanın ölümüdür. Durmak koşmanın...) Her fiilin ölümü bir diğerinin başlangıcı olduğu gibi her bir yeni niyet de bir diğerinin ölümü oluyor. Özellikle nafile ibadetlerimizi 'göstere göstere' yapmaktan sakındıran hadis-i şerifler bizi bu açıdan da düşündürmeli. Şunu doğru tayin etmek lazım: İnsan niyetini karar alarak değiştirmiyor. Ancak ikinci niyetler için aynı fiili istimal ettikçe, mesela gösterdikçe, fiilin amaçlarını çoğaltmış oluyor.

Amaçların çoğalışı fiilin bu amaçlardan hangisine yönelik işlendiği konusunda bir tehlike alanı oluşturuyor. İhlasın 'göstermekle' imtihanı burada. 'Sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi' sırrı bu. Göstermek bir niyet çoğaltıcıdır. Âşık olduğunuzu gösterdiğinizde asıl âşık olduğunuz göstermek midir, gösterdiğiniz midir, gören midir? Sevgilinize aldığınız çiçeği paylaştığınızda çiçeğin amacı çoğalır. 1) Sevgilinizi mutlu etmek için. 2) Sizin sevgilisine çiçek alan bir erkek olduğunuzu göstermek için. 3) Bu paylaşımı görenlerin takdirini kazanmak için... Sizinkisi hangisinde kalacak? Değiştirip soralım: Fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulacak mı? Bulmadığını söyleyecek babayiğit az olduğundan ikinci niyetlerin hayat bulacağı alanlardan kaçınmak önemli. Kalbimize sahip çıkamıyoruz çünkü.

27 Haziran 2016 Pazartesi

Ölüm hayatın bereketidir

Ölüm hayatın bereketidir. Eğer gün gelip sonlanacağını düşünmesek hayatın içini fiillerle doldurmazdık. İmtihanı 'imtihan' kılan şey sadece sorular değildir çünkü. Bir de süresi vardır. Çoğunlukla ucu ucuna yeten bir süredir bu. 'Süre' ve 'soru' birlikte imtihanı bereketli kılar. İmtihanla başarılan imtihansız başarılabilecek olandan fazlasıdır her zaman. Süreyle başardığın süresizken başardığından fazlasıdır. Kaç kere yaşadın. Soruyla ve süreyle sınandığında 'kendinden başka' ve neredeyse 'kendinden aşkın' birşey haline geldiğini gördün.

Dünya imtihanın da böyle sürüyor bu yüzden. Fakat bu imtihanda daha üst birşeyler de var. Hem sorular hem süreler belirsiz. Her an değişerek karşına çıkıyor. Bazen bir 'musibetle' sınanıyorsun bazen de 'nimetle.' Bazen ölümü yanıbaşında hissediyorsun bazen de kıyamet kadar uzağında görünüyor. Yani bu imtihanda salt soruyla ve süreyle bir sınanma yaşanmıyor. Aynı zamanda sorunun 'soru' ve sürenin de 'süre' olduğunu aklında tutman gerekiyor. Çünkü öyle cazibedar bir salonda düzenlenmiş ki bu imtihan, girenler çoklukla salonda yaşananlara dalıyorlar, dikkatlerini imtihanda tutamıyorlar.

Öyle bir sınav düşün ki; sorular 'soru' olduklarını süreler 'süre' olduklarını unutturuyorlar. Hatta imtihan bunun üzerine dönüyor. Bu imtihana girenlerin cevaplayacağı sorular o kadar da zor değil. Süreleri de geniş geniş. 24 saatten 1 saati namaza ayırsalar yetiyor mesela. 12 aydan 1 ayı oruca ayırsalar kurtarıyor. Hem ne namazı ne orucu ne de başka bir ibadeti/yasağı bedene güç gelen şeyler değil. Peki, bu imtihanın güçlüğü neresinde? Bu imtihanın güçlüğü sarhoş ediciliğinde. Rüya görürken rüyada olduğunu farketmek/akletmek kolay mıdır? Biz belki de en çok bu 'ayıklığı' korumakla sınanıyoruz.

'İçkiliyken namaza yaklaşmak' yasaklandığında ilk işaretini aldık bunun. Soru olduğunu unutmaya müsaitken soruya yaklaşılmazdı. Sonra tümden sarhoşluk yasaklandı bize. Çünkü bu hayattaki herşey bizim için birer soruydu. "Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir..." derken Haşr sûresi, 'imtihanda olup imtihanı bilmez' halimize dikkat çekiyordu belki. Yolda kalmak yolda olduğunu hatırlamaksızın mümkün değildi ki! Allah'ı hatırda tuttukça bu dünya yoldu. Onu unuttuğumuzda yolcu da yoldan çıkıyordu. Hodbin'in gözünde varlık içinden 'çıkılası' Hüdabin'in gözünde 'kalınasıydı.'

"Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. (...) Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. (...) Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor..."

Ölüm hayatın bereketidir. Sorunun belirsizliği nasıl ki dikkatimizi her an karşımıza çıkabilecek yeni bir soruya karşı açık tutar; sürenin belirsizliği de benzeri bir şekilde 'her anın' kıymetini anlamamızı sağlar. Sınırlanmasıyla sorulara ayrılan zaman bereketlenir. En doğru cevaplar en kısa sürede verilmeye çalışılır. Ölümün ensemizdeki bereket soluğudur bu. İmtihanın ne zaman biteceğini kesin bir şekilde bilemeyişimiz, ama her an bitebileceğini kesin bir şekilde bilişimiz, sorulara karşı bizi diri ve gayretli tutar.

Mülk sûresinde belki biraz da bu hikmetle mealen buyrulur ki: "O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır." Eğer ölüm olmasaydı 'hangimizin daha güzel davranacağı' sınanabilir miydi? Sürenin varlığıydı hayatı bereketli kılan. Onun kıyıcılığından kurtarmak ve bâkileştirmek için doldurduk anlarımızı güzel fiillerle. Bu yüzden diyorum ki: Ölümden razı ol arkadaşım. Ölüm hayatın bereketidir. Hem şunu da aklında çıkarma: Birşeyin 'yol' kalması için sadece 'yola çıkılan' bir noktaya değil, 'varılacak bir nokta'ya da ihtiyaç vardır. 'Ölümü' ve 'hayatı' yaratan Cenab-ı Hak, işte tam da bu iki noktayı birden yaratarak, varlığını yola çevirmiş olmadı mı?

1 Haziran 2016 Çarşamba

Kışta ölmek de zordur

Ne kadar çok acı var dünyada arkadaşım. Hangi birine üzüleceğini şaşırıyorsun. Bir kalp bu kadar sancıya yeter mi? Bilmiyorsun. Bitmiyor da. Dönüp dönüp tekrar geliyor savdığını sandıkların. Hatta bazen biri bitmeden öteki başlıyor. Hak Teala hassas yüreklilerin yardımcısı olsun. Işığı görmeden tünele sabretmek zordur üstelik. Sonu kestirilemeyen acılar daha bir can yakar. Korkarım onlardan en çok. Korkarım karanlıktan aklıma da hükmettiğinde. Felak sûresinde emredildiği gibi derim: “Sabahın Rabbine sığınırım. (...) Karanlığı çöktüğünde gecenin şerrinden.” Bir azap ki, sonu gelmez, yani ki nihayeti kestirilemez. Sûreti cehenneme benzemiş demektir. Cehennemse tehdit edildiğimiz en büyük ceza. Sanki sabahı olmayan bir gece.

Ben yalnızca insanım. Ben yalnızca insanım. Ben. Yalnız. İnsan. Korkarım yalnızlığımdan. “Beni bana bırakma!” dilerim Rabbimden. Taşıyamayacağımı yüklemediğini bildiğim halde korkarım kendimden. İnsan akıldan ibaret değil ki. Kalbi de var. Hem sabır yalnız akıl işi değil ki. Sabretmesi gereken başka çok yanım var. Çok yaram var. Merhemleri bir değil. Dualanırım: “Bırakma bizi yalnız bu kadar acı karşısında ya Rabbi! Zarar gerçekten bana dokunacak diye korkarım. Sana olan tevekkülüme halel getirecek, kadere rızamı feci sınayacak, kalbim nefsime söz geçiremeyecek diye korkarım. Ya geçemezsem? Ya Mehmed Âkif gibi ciğerim çatlar da dersem: ‘Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?/Ağzım kurusun...’ Yok. Ben diyemem.

Yahut Musa aleyhisselam efendim gibiyim. Bana vereceğin her hayra muhtacım. Çünkü sabretmek giderek zorlaşıyor. Manipülatörler çoğalıyor. Hergün bin şeytan nefsime endişelerini fısıldıyor. Bin yeni yokluk/yoksunluk öğreniyorum hergün. Bin yaram daha kanamayı belliyor. Sabrı ‘amelsiz bekleyiş’ sanmamı da sana şikayet ediyorum üstelik. Zalimden, zulümden, mazlumiyetimden önce zeliliyetimi şikayet ediyorum. Hatalıyım. Bu kadar eğilmesem enseme basılmazdı. Bu şahitlik çok yorucu. Unutmamak çok yorucu. Hergün ekranda parçalanmış ümitlerimizi görmek çok yorucu. Onları şehadetle yanlarına alıyorsun Allahım. Amenna. Hüküm Senin. Asker Senin. Terhis Senin. İmtihanları bitiyor. Bizimkisi sürüyor. Yıllardır böyleyiz. Ellerimiz açık beklemekteyiz. Dilemekteyiz. İstemekteyiz. Ellerimizi ümmete dua işinden azat et Allahım. Çünkü başka hiçbirşey yapamadan dua etmek de pek dokunuyor.

İnsan bir kere o kısırdöngüye kapıldı mı dünyayı hâzâ karanlık görür. Güzellik bakanın gözlerindedir. Zalimin zulmetle sıfatlanması biraz da onun beşerde yaptığı tesire işarettir. Zulmet karanlıktır. Müslümanların karamsarlığında bu zalimlerin, yani küresel karanlık üreticilerinin, payı yok mu? Onlar siyah bulutlar salıyorlar. Göğümüzü bizden çalıyorlar. Yıldızları, Ay’ı, Güneş’i unutturuyorlar. “Gökyüzüne bakmazlar mı?” buyruğuyla aramıza set oluyorlar. Bulutları yüzünden ümidimizi yitiriyoruz. Belki sislerine takılarak manzarada hata yapan da bizleriz. Fakat cidden acziyetteyiz. Bizi bu ümitkıranların ellerinden kurtar Allahım. Daha ne kadar sürecek bu talimimiz? Ramazan bile otuz gün sürer. Biz kardeşlerimizin mutluluğuna aç daha kaç yıl oruç tutacağız? Öncekiler iftarı göremeden gittiler. Ben onlardan daha acizim. Açım. Çaresizim. Kışta ölmek de istemiyorum. Ne olur bize bir bahar göster.

Acı zamanları zordur. Sana malumuz. Üzerimize üzerimize geliyor sanki dünya. Azap günleri daha uzun kalıyor hafızamızda. Yazık. Pek yazık. Güzel günleri çabuk unutuyoruz. Âdemoğlu yapılan iyilikleri kötülüklerden daha çabuk unutur. Biz de bize ferec verdiğin günleri daha çabuk nisyana atıyoruz. Siliyoruz. Nankörlük ediyoruz. Belki bu yüzden umutsuzluk gösteriyoruz. Zira umutsuzluk rahmete dair şahitlikleri hatırlamamaktan çıkar. Ümit, bir bebeğin sütten kesilmesi gibi, rahmetten kesilir önce. Ve, evet, ümit kesilmeden önce rahmetin aynamızdaki sûreti kesilir. O güzel yüzü tekrar hatırladığımızdaysa Bediüzzamanca kendimize kızıyoruz: “Herkese dünya terakkî dünyası olsun; yalnız bizim için mi tedennî dünyasıdır?” Neden böyle olsun ki?

“Ahirzamandır. Gittikçe daha fenalaşacak!” diyen yanıma bu soruyla karşı koyuyorum. Ama bunlar, bütün bu karşı koyuşlar, bir yere kadar. Nasıl söylesem? Bediüzzaman değilim. Hiçbirimiz onun kadar ehl-i ümit değiliz. Bizi kışta gelip kışta ölenlerden eyleme Allahım. Elbette hayat acılardan ibaret değil. Gülen her çocuğun yüzünde bir küçük cennet var. Ve her çiçekte bahar. Sen bize pek güzel günler de gösterdin üstelik. Belki tedavimiz de burada saklı. Onları hatırlamakta saklı.

“Sizi vaktiyle bütün milletlere üstün kılmış olduğumu hatırlayın.” Bizi de üstün kılmıştın. Fakat şimdi o kadar uzak görünüyor ki o günler. Oturup yâd etmekle kalbe bir teselli geliyor gerçi. Peki gözümüzü nasıl cennete götüreceğiz? Bu göz nereye gitse orası sanki cehennem olur. Bu hafızayla insan mutlu olamaz ki. Yüreğimizi açtık. Yalvarıyoruz: Darda kalmış müslümanlara ve bize yardım et. Güzümüzü baharınla şenlendir. Gözümüzü nuruna aç. Fethini göster. El açmaktan başka birşey yapamayışımızı da sana şikayet ediyoruz. Rüşdümüzü yeniden ilham et. Âmin.

19 Mart 2015 Perşembe

Yalnız neden yalnızdır?

"Sonbahar geldiği zaman çiçeğin bile arzusu dünyadan göçmektir..." Lazar İştvan, Vesta Rahibesi'nden.
 
Anladım. Özüne doğru bastırmışlar seni tıpkı bir çamaşır sepeti gibi. İçindekini dökemiyorsun. İçine çöküyorsun. Işığın sende yitiyor karadelik misali. Çıldırırsan bunun için çıldırırsın. Mezarına böyle gitmemelisin arkadaşım. Kefenin kararsızlığını sarmamalı. Sessizlik tüm acabaların yankılandığı yerdir. Korkmalısın o sessizlikte duyacaklarından. Burada, bu kalabalık dünyada, gözden yittiğini düşünebilirsin. Fakat acaba hakikatte öyle mi? Yitirdiler mi seni? Yalnızlıkta işte bunu sınarsın.

Atala/Rene'de Chateaubriand'ın dediği gibi: "Eğer kalp heyecanlarından korkuyorsan ıssız yerlerden sakın! Büyük ihtiraslar sessizlik içinde yaşarlar. Onları çöle götürmek kendi muhitlerine kavuşturmak demektir."

İmansızlık boşluktur. İtikadsızlık kararsızlıktır. Âdemoğlunun/kızının en yaman karadelik tecrübesidir. Yıldızının sönmesidir. Varlığının çökmesidir. Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Bu boşluk diğerlerinin de annesidir. Düşmelerden tattığın ne varsa. Tutunamadığını düşündüğün ne yaşıyorsan. Mesela: Varacağın bir yer olmadan yürümek. Memleketini bilmeden sılayı özlemek. Diğerleri ondan haber verdikleri kadar boşturlar. O boşluk, meşgul olacak başka birşey kalmadığında, birkaç metrelik bir çukurda bir de, alabildiğine sessiz, alabildiğine karanlık, alabildiğine sen ve sen ve yine sen. İşte öyle bir yerde artık kendinden kaçamazsın.

Mürşidim 'bir yalnızlıktan kurtarıcı' olarak imanın altını çok çizer. Evet. Ona göre 'vahşet-i mutlaka'dan kurtarıcımız imandır. Nasıl? Belki şöyle: Dosta (c.c.) iman etmekle mülkü olan herşey dostlaşır. Hiç tanımadığınız arkadaşlarınız olur varlığın uzak illerinde. Birşeyleri görmek değildir iman sadece. Birşeylerle tanışmak değildir iman sadece. Birşeyleri anlamak değildir iman sadece. Kuşatamasak da bütünün bir amacının olduğunu bilmektir. "Bütünün amacına iman etmek!" Tevhid biraz da bu. Öyle ya. Herşeyi 'bir olan Zat' yaratıyor. O zaman herşey "Bir'in amaca dönük" gayrette. Biliyorsun artık: Gayede bir olanlar anası bir olanlardan fazla kardeştir.

İman kardeşliği önce 'tanım' kardeşliği. İlk adım kardeşliği. Sonra amaç kardeşliği. Son adım kardeşliği. Tanımlarımız-amaçlarımız birbirinden uzaklaşıyorsa imanımıza tekrar bakalım. Orada ayrılma olmamışsa amaçlarımız ancak zâhiren ayrılmıştır. İhtilaf sûretindeki görev paylaşımıdır. Aynı duvarın tuğlaları hükmündeyiz. Aynı rıza kapısında dileniyoruz. O halde neden yalnızlıkta birikelim? Bize yakışır mı bu çeşit hüzün? Yalnızlık hissi bir tür 'bütünden kopuş' değil midir?

"Yalnız neden yalnızdır?" diye sorarım sana. Kendisiyle konuşulmadığından mı? Sevilmediğinden mi? Etrafında varlık olmadığından mı? Bence bütün bunlar yalnızlığın şubeleri. Kaynağı ise daha gerilerde, içerilerde, kalpte.
 
Yalnızlığın madeni yitirmek. Tanımını yitirmek. Amacını yitirmek. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne için varolduğunu yitirmek. 'Nereye gittiği anlaşılmayan çok yollar' içinde şaşkın kalmak. Dikkat ettin mi hem? Cevabını veremediğinde yalnız kalıyorsun. Cevapsızlık hep yalnızlığa dönüşüyor. Anlamı varsa herşey yerli yerinde. Herşey dost. Kabirde Münker ile Nekir'i bile bize ahbab edecek sırdır bu: Cevapları bilmek. Ama yalnızken cevapları toparlayacak kadar merak etmiş miydin hayatta? 'Neden?' demiş miydin hayatta? Dikkat etmiş miydin hayatta? Yani demem o ki arkadaşım: Dersini zamanında çalışanın sınav yerinden korkmasına gerek yok.

19 Ocak 2015 Pazartesi

Hepimiz neden Ermeniyiz?

"Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur." Maide sûresi, 32'den...

"Hürriyet budur ki; kanun-u adaletten başka kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hukuku mahfuz kalsın." Münazarat'tan...

Fakat anlamıyorsun, neden isyanlardayım? Seni de ikindi vakti vurursa birileri. Seni de sırf milletin için, sırf ırkın için, sırf yazdıkların için, sırf farklı konuştuğun için mahkûm ederlerse ölüme. Senin de ardından boynu bükük bakarsa evlatların. Senin de eşin, eşiğin ağlarsa arkandan, her yıldönümünde, ölüm gününün. O zaman senin arkandan da; “Haketti şu Türk!” derse birileri. O zaman insafsızlaşırsa dünya sana, tıpkı bugün olduğu gibi. O zaman da adalet yerini bulmaz, kan kurumaz, akıllar yatışmazsa. İnan bana, imanım olsun, hem imanın olsun; o gün ben senin arkandan da yas tutacağım. Tıpkı bugün Hrant’ın arkasından olduğu gibi.

Mevzu bir millet değil, mevzu bir ideoloji değil, mevzu bir dil değil, mevzu üç beş gen, farklı bir ten, bir koku, bir renk değil. Mevzu bir mucize-i hilkat, bir insan, bir hayat. Öyle ikindi vakti, öyle nedensiz kıyılan bir can! “Neden böyle şeyler yazıyorsun?” diye soruyorsun. Sormamalısın! Ben Türkiyem, ben ülkem, ben İstanbul, ben Sivas, ben Anadolu, ben dünya bu kadar kolay can alınan bir yer olmasın diye uğraşıyorum. Hem bu kadar kolay, nedensiz ve pisipisine ölünen bir mezarlık olmasın. Yalnız kendim için de istemiyorum. Yalnız Ermeniler için de istemiyorum. Yalnız Kürtler için, yalnız Türkler için, yalnız Lazlar için, yalnız Çerkezler için de istemiyorum. Hepimiz için, hepimizin çocukları için, hatta o silahı tutan ellerin çocukları için de istiyorum. Türkiye bu kadar kolay, bu kadar rahat, bu kadar hissiz, bu kadar övgüyle adam öldürülen ve bununla ayrıca da kuytu köşelerde iftihar edilen bir yer olmasın. Yalnız buna dua ediyorum. Yalnız buna çabalıyorum.

Şimdi sen soruyorsun; “Üzerinize neden öyle şeyler yazdınız? Hepimiz Ermeniyiz falan?” Arkadaşım, bizi değiştiren üç beş gen olsa da; üç beş harflik yazıyla bir millet değişmez. Fakat o küçümsediğin üç beş harf sayesinde belki bir milletin bahtı değişir. Bir kafa değişir, bir arıza değişir, bir zihniyet değişir, bir yanlış değişir, bir mevsim değişir.

Sana daha nasıl anlatayım hislerimi? Ben bugün, tıpkı halifeliğinin ilk gününde minbere çıkmış Hz. Ebu Bekir (r.a.) gibiyim. Ve aynı cümleyle haykırıyorum yüzlere: “Benim yanımda, hakkını alıncaya kadar, en zayıfınız, en kuvvetlinizdir! Ve benim yanımda, üzerindeki hakkı teslim edinceye kadar, en güçlünüz, en zelilinizdir!” Ben işte bu haykırıştan cesaret alıyorum o cümleyi söylerken, yazarken, telaffuz ederken. Bugün tıpkı onun gibiyim. Bu yüzden cesaretliyim. “Evet” diyorum. “Evet, Hrant’ın hakkı alınıncaya kadar, en güçlümüz odur, onun ruhudur ve adalet sağlanıncaya kadar hepimiz Ermeniyiz.”



Not: 2012'de yazdığım bir yazı. Birkaç küçük dokunuşta bulundum sadece. Bence bu blogda olması gereken bir yazıydı.

1 Ocak 2015 Perşembe

Lezzetlerin ölümü...

Dünya gülümserken de ona 'hayır' diyebilmenin bir yolunu bulmamız lazım. İmtihan bunun üzerine dönüyor. O gülümsemezken, hatta surat asarken 'hayır' demek kolay. Kollarını açtığında nasıl 'Dur!' diyeceğiz? Ona değil, kendimize. Kendimizi, kuvvelerimizi, hislerimizi, nefsimizi nasıl durduracağız o böyle kolları açık 'Gel!' derken. Sınanmadığımız günahların takvası kolay oluyor. Korunmuş alanların içleri kısmen güvenli. Ya ateşe tutulursak? Ateşteyken elimizi 'kalmaya' ikna edebilir miyiz?

Benim aklımı çok kurcalıyor bu. Çünkü bunu başaramazsam geri kalan hayatımın kurgusal kaldığını düşünüyorum. İyi, neden iyi? Kötü, neden kötü? Mış gibi yapmaya düşman oldum her zaman. Kur'an'a ve sünnete teslim olmamak değil bu. Fakat istiyorum ki; Kur'an'ın kötü veya iyi dediğini bizzat kötü veya iyi olarak göreyim, bileyim. Bizzat günahın kendisinden soğuyayım. Bizzat günahın kendisi bana mantıksız gelsin. Anlamsız gelsin. Canım istemesin.

Evet, yine Markar Esayan'nın sözüne geldim. Ben bunu istemiyorum aslında: Kötülüğü canım istesin, ama yapmayayım yine de; bunu istemiyorum. "Canım da istemesin, çünkü o zaten kötü!" diyebilmek istiyorum. İçimdeki bu zıtlık, benim sorunumdur büyük ihtimal. Allah'ın varlığı yaratışında (hâşâ) bir çelişki yok. O vakit, kötü bana iyi geliyorsa; iyi bana kötü geliyorsa; birşeyleri gözden kaçırmamdan olmalı. Bu sorunu nasıl çözeceğim? Kötüyü kötü görmeyi nasıl başaracağım?

"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sûreten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Aslı öyle olan ve aslında öyle olan bana neden sûreten böyle görünüyor? Bu ikircik, savaşılması gereken alan, çünkü nefsin iknası böyle olur. Eskiler nefsin gırtlağına çökerek aşmışlar bu engeli; fakat ben denedim, başaramıyorum. 'Daha kolay bir yolu olmalı' diye düşünüyorum. Genele daha yakın bir yol, bir kolaylık. Nefis, aptal değil. Aceleci, ama kesinlikle aptal değil. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlayabiliyor. Fakat kısavadede yapıyor bunu, hemen gerçekleşebilecek bir menfaatin taraftarı. Hızlı olanın, hemen olanın, çabuk ele geçenin aslında kârlı olmadığını anlatabilecek bir dil bulabilsem, pekâlâ sözden anlayacak gibi.

"His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker; ve bir saat sefâhet keyfiyle, bir nâmus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur."

Psikoloji zaten neyi yapıyor? Bunu yapmıyor mu? Nefsin, aklın diliyle ikna olabildiğini görmüş birileri. Doğruyu ve yanlışı, yeterli bir dille, yeterli şekilde, yeterli zamanda anlatırsan/gösterirsen, o da anlıyor bu işte bir tuhaflık olduğunu. Acele olanın kâr getirmediğini farkediyor. Bütün rehabilitasyonlar, terapiler, bağımlılık tedavileri bunun üstüne. Aklını ikna etmek değil bunlarla yapılmak istenen. Akılla kötü olduğu kabul edilmezse, zaten insanı tedavi edemezsin. "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar..." diyor Irvin Yalom. Aklın bildiğini bir lisan-ı münasiple nefse de anlatmak. Kuvve-i akliyenin dilini kullanıp kuvve-i gadabiye ve şeheviyeye ders işittirebilmek. En sağlam tedavi burada sanki.

"Nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir; öyle de, gayr-ı meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes’uliyetinden ve kabir azabından ve zevâlinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücazatlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübeyle tasdik eder."

'Aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu akla gösterebilmek...' Aradığım cevap bu. Şehvetin, gadabın, hislerin vs. ifrat etmek için her malzemeye sahip olduğu bir zamanda ahiret mesuliyeti veya kabir azabı ile bir nefis ne kadar ikna olabilir? Bana şu anda, şu günde, şu görünende; o kem işe doğru giderken, o kem işi hayal ederken, o kem iş bana gülümserken ağzımın tadını kaçıracak birşeyler öğretmen/hatırlatman lazım. O lezzetin, günahtaki o arsız lezzetin aslında zehrolduğunu bilmem gerek. Camilerde ve her irşadda böyle bir dil geliştirmeye muhtacız. Kısavadede iyi gibi gözükenin, aslında kısavadede de kaybettirdiğine ikna edebilecek bir dil. 'Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikretmek' tavsiyesi içinde 'her lezzetin ölümünü' zeval-i lezzet ile hissetmek/hayal etmek; bence Bediüzzaman bu işi çok başka anlamış. Tefekkürümüzün tahtası eksik, ardından yürüyemiyoruz.

4 Kasım 2014 Salı

Yalan zamana yayılmış bir intihardır

Hepimiz bir parça ebeveynlerimizin gerçekleşmemiş düşleriyiz arkadaşım. Evet. Yaşayamadıkları yıllarıyız. Bu yüzden yapamadıklarını üzerimizden yapmak istiyorlar. Ömrümüzü ömürlerinin uzantısı sayıyorlar. Hem hepsinin de birçok hayali var. Hiçbirisi de elenebilir değil onlara göre. Ama bizim de sonsuzluğu kazanmamız gereken tek hayat var. Ehadiyeti, üzerimizdeki bize özel nakışları, ancak bu hayatla idrak edebileceğiz. Kendine sor bir arkadaşım: Tek kağıtta kaç kompozisyon yazılabilir? Bir tuvale kaç resim sığdırılabilir? Bir ömre kaç kişinin düşü birden sığar? Eğer başkalarının rüyası olursak bizimkilerin tâbirinde ne anlam kalır?

Bense böyle sualler sorduğum yaşları aştım artık. Kandım. Uyandım. Yıprandım. Kıvamlandım. Onlara saygı duyacak kadar duvarlara çarptım. Yıllarımı dört başlıkla ayırıyorum şimdi: Olmaya çalıştığım, olmadığına şaşırdığım, olmamasıyla savaştığım, olmamasıyla barıştığım çağlar. Evet. Doğrudur. Bir zamanlar sevenlerimin hayallerini gerçekleştirmeye mecbur bilirdim kendimi. Algı bozukluğu de istersen. İstersen galat-ı his. Onların hayalleri benim geleceğim gibiydi. Öyle gelirdi. Ben de o aynaların rağbetini kaybetmemeye çalışırdım. ‘İstedikleri’ olur ‘olduğumdan’ uzaklaşırdım. Sonra birgün mürşidimin Sözler’i ayılttı beni:

"Senin bu galat-ı hissin ve mağlâtan şu misale benzer ki: Bir adam, elinde olan aynasını bir hane veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa, misalî bir hane, bir şehir, bir bahçe, o aynada görünür. Ednâ bir hareket ve küçük bir tagayyür aynanın başına gelse, o misalî hane ve şehir ve bahçede hercümerc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakikî hane, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana fayda vermez. Çünkü, senin elindeki aynadaki hane ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız aynanın verdiği mikyas ve mizanladır."

Önceleri ümit ümit neşe, sonraları yeis yeis eziyet dolu zamanlardı, inan bana. Çizikleri hâlâ duruyor. Yüzümdekinden fazla kalbimde kırışıklıklar. Saçımdan çok bahtımda ak var. Bugün bile ‘Hayır!’ demekle ilgili sorunlar yaşıyorum. ‘Hayır!’ diyeceğim insanlara cevap vermemeyi, sükûtumla onları uyandırmayı, zamana yaymayı tercih ediyorum. Görmezden gelmek yanıt vermekten kolay geliyor. Biraz incinmelerinden korkuyorum. Daha çok da incinmekten. Ama hepsinin ötesinde itiraf etmeliyim: ‘Hayır!’ demekten korkuyorum. ‘Hayır!’ dersem dünya dönmeyi bırakır gibi geliyor. Halbuki iradenin varlığını isbat edebilmesi için ‘Evet’ler kadar ‘Hayır’lara da ihtiyacı vardır. Cemal dengesini celalle bulur.

‘Evet’ başarılmıyor değil. Yanlış anlama. Ama her gönülsüz ‘Evet’te paralel bir hayat yeşeriyor. Hayat ikileniyor. Çatallanıyor. Çelişkileniyor. Birincisi ‘isteyerek yaptıklarımdan’ ikincisi ‘mecbur kaldıklarımdan’ iki Ahmed oluşuyor. Düşün: Sevmediğin, zayıf bulduğun, asıl senden çaldıklarına kızdığın ve hatta tiksindiğin bir insan daha var içinde. Bir sen daha var senin yanında. Beraber soluk alıp veriyorsun üstelik. Kalbiniz beraber atıyor. Yemeniz-içmeniz ayrı gitmiyor. Bu ikinci Ahmed’in her amelinde bir ölüm kokusu burnu deliyor. Nasıl bir ölüm bu bahsettiğim? Fıtratın ölümü. Aslın ölümü. Belki de Bediüzzaman’ın şurada söylediği: "Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi niyet bir cihetle fıtri ahvalin ölümüdür. Mesela: Tevazua niyet onu ifsad eder. Tekebbüre niyet onu izale eder. Feraha niyet onu uçurur. Gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza kıyas et." Buradan bakınca doğruluğun hayatın hayatı olduğu fikri kuvvet buluyor. Kendine dürüst olamayanın hayatı da bir parça ölüm.

Dışımızdaki dünya bizim içimizde nasıl varolur? Dünyaya tuttuğun aynada/aynanda görüntü nasıl oluşur? Buna dair cevabım duygular üzerine. Ruhun etkilenme biçimi budur bence. Mesela: Dışında duran bir güzelliğin içindeki görüntüsü 'hayranlık'tır. Öyle görür kalbin. Hadi biraz daha ileri gidelim: Muhabbettir. Büsbütün zincirleri çözelim: Aşktır. Yani sen hayatındaki hiçbir nesneyi olduğu gibi görmezsin. Robot değilsin. Hissettiğin şekilde görürsün. Kalbin yüzleri böyle kategorize eder.

Bu yüzden hislerin yanılması, galat-ı his denilen şey, yorumları da etkiliyor. Hissedilen dünya ile gerçek dünya arasındaki mesafeyi akıl algılamalı. Bunu yapması için ona geniş bir açı vermen gerek. Anda takılıp kalmamalı. Diyelim: Birşeyde sarhoş olmaya meylin var, yani onda yitmeye meyillisin, bırak aklın arkasına dolansın. Ölümüne kadar koşsun. Büyük resme varsın. Eğer sana ölümünü gösterebilirse hislerini ikna edebilir. "O, bunu haketmiyor!" diyebilir. Yoksa mahvolduğunun resmidir. Ölüme çarptığında bütün aynalar kırılır. Çünkü onun diğer adı: Ayna-kırandır. Ve kırılacakların arzularına göre bir hayat yaşadığında aslında yaşamamışsın demektir. Aklın varsa kırılmayacak olanın rızasında kemalini ara. Merak ettiysen kim olduğu şu ayette görünüyor: “Şahit olarak Allah yetmez mi?”

31 Ekim 2014 Cuma

"Sen ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun."

"O Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." Haşr sûresi, 19.

Ah, bu boşluk, burada göğsümde hissettiğim bu korkunç boşluk! Sık sık düşünüyorum: Onu bir defa olsun, yalnız bir defacık şu bağra basabilsem, bütün bu boşluk dolardı..." diyor Goethe, Genç Werther'in Acıları'nda. Sanmam ki dolsun. Boşluk, savaşılması en zor şeydir. Zorluk, eğer arkasında ulaşılacak bir varlık varsa, varlığa erişmek içinse eğer, zorluk sayılmaz. "Her zorluk içinde kolaylık vardır." Zorluk içinde bu türden bir kolaylık da var. Ulaşılacak olan, her zaman yanınızda olmasa da, 'ulaşılabilir' oluşuyla, yani hayaliyle, hep yanınızda. Ama boşluk, boşluk öyle değil. Hem düşmek, hem tutunamamak, hem tutunacak yeri olmadığını bilmek, hem dibi bilmemek. Sabır, sonunu bildiğin şeye karşı olur, kestiremediğine değil.

Neye ulaşacağını bilemediğin gibi, ulaşmak için ne yapacağını da bilemiyorsun onda. Bediüzzaman'ın şer ile ademîlik arasında kurduğu ilgiye gelirsem; zaten şer dediğimiz şey de bu boşluğun/yokluğun içine düştüğümüz şeylere/yerlere tekabül ediyor. Bu, başımıza da gelebilir (mazlum); birilerinin başına getiren biz de olabiliriz (zalim); netice değişmez: Boşlukta ve yoklukta hissettiren herşey bir nevi şerdir. İmansızlık bu yönüyle şerlerin en büyüğüdür. Çünkü onda kayboluşun en şiddetlisi yaşanır. Kur'an bu kayboluşu/tutunamayışı şöyle anlatır: "Zalimlerin yardımcısı yoktur."

Tuhaf ama, şimdi aklıma geldi: Bediüzzaman da "İman bir intisabdır" demiyor mu? Peki bu intisab, yani bağlanmak/bağlanış/tutunma ne için? Elbette kaybolmamak için. Kesretin içinde kaybolmamak. Boşluğa düşmemek. 11. Lem'a, benzer bir ifadeyi sünnet-i seniyye için kullanır:

"(...) Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. (...) İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbânînin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim."

Herkesin hayatında bir nokta vardır kayboluşunu farkettiği. Zaten kayboluşu farketmek 'nokta' işidir. Yani noktalamak, durmak ve "Nereye gidiyorum?" sorusunu sormak. Sorabilmek için önce durmak gerek. Sarhoşluk da seçebileceğin şıklardan birisi. İçki ile olanından bahsetmiyorum sadece. Boşluğa düştüğünü unutturan herşey sarhoş eder aslında seni. Hatta hareket etmek de bir nevi sarhoşluktur. Hem sarhoşu da bilmez ki, ne menem bir sarhoşluktur.

"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya. Her an. Yalnız başıma yaşamaya başladığım ilk zamanlar çıldırıyordum. Yemek masasında otururken mesela, çünkü bizimkilerle ve televizyon açık yemek yemeye alışmıştım. Yalnız yemek yediğim ilk akşam, daha fazla dayanamayıp telefon etmeye başladım insanlara. Yapayalnız ve sessizlik içinde çiğnediğim lokmanın sesini duyuyordum."

Francesco karakteri 'hareketin sarhoşluğunu' böyle tarif ediyor, Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'unda. Bu durma ve uyanış halinin insanda yaptığı şeye, Gorki'nin, Yararsız Bir Adam'da söylediği gibi: 'Hayatın yaralarını patlatmak.'

Uyuşturucu, içki, zina, türlü eğlence, her türlü çılgınlık var onun hayatında. Boşluğu hissetmemesini sağlayan şeyler. Fakat geceleri yalnız kaldığında ölmekten çok korkuyor. Korkudan uyuyamayacak hale geliyor. Peki, Francesco bu sarhoşluktan uyanabilecek mi? Volo'ya göre, evet. Ancak yaşadıklarının 'yaşamak' olmadığını birisinden duymaya ihtiyacı var. Kızsa da, gücense de, ona bunu söyleyen birisi olmalı. Şöyle diyor Francesco'ya doktor arkadaşı: "Sen ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Ve Francesco, önceleri alaya aldığı bu düşünceye sonraları hak veriyor. Veriyor ki; kitabın ilerleyen sayfalarında şöyle dediğini okuyoruz:

"Bu çarkın işleyişini görüyordum. Diğerlerinden daha zeki ya da daha duyarlı olduğumdan değil. Belki sadece bir şekilde biraz hızını kesebildiğim için. O taşıyıcı şeritten inmiştim biraz. Ve oradan inen kim olursa olsun, benim düşündüklerimi düşünürdü. Çünkü o, ortak bir hastalıktı. Herkesin hastalığı. Ruhun hastalığı. Hayatımda bir sürü uyuşturucu denedim ve deneyimledim, ama açık bir zihnin aralarında en iyisi olduğunu söylemeliyim. Bakmak, anlamak, düzenin işleyişini ve davranışları gözlemlemek ve sonuçları önden tahmin edebilme noktasına varmak. Harika uyuşturucu buydu."

Hayatı anlamlandırmak, detaylara uyanmak, bir uyuşturucu olabilir mi? Eğer kastettiğiniz kaybolmuşluktan kurtulmaksa, olabilir. İman da insanda bunu yapar aslında. Kainat ve zaman içinde durduğunuz yeri anlamlı kılarak sizi kaybolmaktan, unutmaktan kurtarır. Yine yüzümüzü Bediüzzaman'a dönelim, nasıl tarif ediyor gafilin çilesini?

"Meselâ, akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinânesini ve gelecek zamanın ahvâl-ı muhavvifânesini senin bu bîçare başına yükletecek yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'âc ve tâcizinden kurtulmak için gâliben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. "

Bu neden böyle? Biraz da hayatın bir özelliğinden. Hayat, bir'i bin'e dokunur ve bilir kıldığı gibi; bin'i de bir'e tesir edebilir kılıyor. Hayat sahibi olanlar, bu hayatın sırrından daha fazla hissedar oldukça, daha fazla etkilenir de oluyoruz. Bilmem kaç milyon ışıkyılı ötedeki galaksilerde veya atomaltı dünyada neler olup bittiğini bilebilmek, aynı zamanda o olup bitenlerden etkilenmek anlamına geliyor. Bilmenin bedeli etkilenmektir, duygulanmaktır. Daha duyarlı olanlar, daha çok şey bilmenin yanında, daha çok etkilenenlerdir aynı zamanda.

Etkilenmek hareketi doğurur. Dışarıda olan, içeride de karşılığını bulur. İnsan bir taştan daha kabiliyetli, ama daha fakirdir bu yönüyle. Çünkü taşın ihtiyaçları insanınkinden azdır. "Hangisi daha çok hayata mazhardır?" derseniz, tartışmasız olarak 'insan' derim. Daha çok canlı olmanın daha güçlü veya daha mutlu olmak anlamına gelmediğinin altını çizerek. Mutluluk veya güç, ikincil bir yardıma, imanî bir bakışa da muhtaçtır.

"İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Mâdem öyledir, şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın. Evet, bu kelime öyle mübârek bir defînedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."

Dokunulmak deyince, aklıma, İtalo Svevo'nun Hayat İşte'sinde, intiharından hemen önce Alfonso hakkında söyledikleri geldi:

"Oysa Alfonso kendini yaşamaya yeteneksiz hissediyordu. Kaç kez boş yere anlamaya çalıştığı birşey vardı ki, hayatını zehirliyor; dayanılmaz hale getiriyordu. Sevmeyi de bilmiyordu, zevk almayı da; en iyi koşullar içindeyken başkalarının en acılı koşullarda duyduğundan fazla ıstırap çekmişti. Hiç hayıflanmadan terk ediyordu yaşamı. Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmanın yolu oydu. Düşlediği feragat oydu işte. Huzur nedir bilmeyen o vücudu yok etmek gerekiyordu; hayatta kaldıkça savaşmaya sürükleyecekti; çünkü oydu varlığının nedeni."

'Kuşkuların ve nefretlerin üstüne çıkmak...' bu biraz da tesir edilebilir olmaktan şikayet işte. Kolay kırılabilir, dokunulabilir, düşürülebilir, incitilebilir olmaktan şikayet ediyor aslında Alfonso. Tıpkı Mehmet Pişkin gibi. O da şöyle demiyor muydu acıklı intiharının bir köşesinde:

"Hayatın tatsız taraflarıyla çok başaçıkamadım herhalde. Çünkü nazik, neşeli, eğlenceli, akıl ve ruh olarak böyle bir incelik ve derinliğe sahip birisi olmayı çok önemsedim ve şu anda bunları korumak ve sağlamak ciddi bir yük haline geldi. Bu konuda takatimin tükendiğini ve işin o karanlık tarafının daha ağır geldiğini; taşıyamadığımı, bunun için gerekli donanımları da zamanı içinde çok geliştiremediğimi farkettim. Sarsıntılarda çok dağılıp, kendimi toplamakta gün geçtiktçe daha da zorlanıyorum. Bu da çok sıkıcı bir kısırdöngü açıkçası..."

Dokunulabilir olmanın sancıları bunlar. Duymanın ve duygulanmanın sağladığı derinliğin imanla birleşmezse sahibini yutan bir karadeliğe dönüşmesi. Gorki'nin Yararsız Bir Adam'ına, Yevsey'e dönelim tekrar. Onu nasıl tarif ediyordu Gorki, intiharına varan yolculuğunun başlarında:

"İnsanlardan korkuyor, bu yüzden de hep onlara birşeyler borçluymuş gibi davranıyordu. Tetikteydi hep. Beklerliydi. İnsanlar ona saldırdı saldıracak gibi görünüyordu. Kafasında kurduğu bu saldırıları önlemek için de kimsenin bir dediğini iki etmiyor; hiçbir işi, hiçbir buyruğu geri çevirmiyordu. Her an bir tehlike başgösterebilirdi. Bekliyordu Yevsey. Her an bekliyordu. Ve bu duygusu, dikkatini biledi, insanlara karşı inançsızlığını arttırdı."
Ve nihayetinde intihar bir güç veya cesaret değil, acizlik eylemidir. Boşlukla savaşacak gücü kalmayanların, "Böyle de yaşanmaz ki ama!" deyişidir. Genç Werther'den Yevsey'e, Yevsey'den Alfonso'ya kadar hep zayıflık izidir intihar, acz delilidir. Mehmet Pişkin inanmıyordu. Fakat Allah'a inanan bir insan da intihar edebilir. Eğer Ona 'tutunamadığını' düşünmeye başlamışsa.

Bunu garipsemem, çünkü isyan ile yaptıklarını düşünmüyorum bunu. Sadece güçleri yetmiyor artık ayakta kalmaya ve hayatta kalmanın savaşmak anlamına gelmediğini bilmiyorlar. Bilseler de bilmiyorlar. İdrak etseler de iz'an edemiyorlar. Van Gogh'un kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplarda (özellikle ilk mektuplarında) çok sık tekrar ettiği bir final cümlesi var: "Bana inan." İntiharı yaklaştıkça bu cümleyi kullanmayı da bırakıyor. Yerini şöylesi ifadeler alıyor:

"(...) tembellikten, karakter zayıflığından ve ruhsal boşluktan dolayı işe yaramaz insanlar vardır. Beni öyle biri olarak görmezsen sevinirim. Başka nedenlerle, bir işe yaramayan insanlar da olabilir. Faydalı olabilmeyi gerçekten isteyen ama tutuk oldukları, yaratıcı olmak için gerekenlere sahip olmadıkları, belki kötü kaderleri öyle istediği ve bir şey yapmak tümüyle imkansız olduğu için hiçbir şey yapamayan insanlar da vardır; böyle bir insan, ne yapabileceğini kendisi de bilemez, içgüdüsel olarak şunu hisseder: Durumumu değerlendirebiliyorum, iyi sayılırım. Bambaşka bir insan olabileceğimi biliyorum. Neyle uğraşmalıyım, neye hizmet etmeliyim? İçimde bir şey var ama nedir? Bu farklı bir işe yaramazdır. İstersen beni onlardan biri kabul edebilirsin."

Boşlukla savaşmayı öğretmenin yolu, yeni yükler yüklemede değil, "Allah hiçbir kuluna taşıyamayacağı yükü yüklemez!" ayetini ders etmede. Bizde Allah'ın 'görevlendirici' olarak tarifi var, fakat 'kolay kılışların Allah'ı' olduğunu ders vermek var mı? Francesco'ya doktorun dediği gibi: "Sen ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorsun." Yanlış anlama! Kötülerin değil, yaşamaktan korkanların eylemidir intihar.

17 Ağustos 2014 Pazar

Ayet: ‘Şimdi bak!’ Bediüzzaman: ‘Bir de şöyle bak!’

Bu yazı, bir yazı sayılmaz, belki ders notu sayılmalı. Malumunuz: 10. Söz, nam-ı diğeriyle Haşir Risalesi, Rûm sûresinde geçen şu ayet-i celile ile başlıyor: “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir.” İşte, Kenan Demirtaş abi, Haşir Risalesi’nin tamamının bu ayetin ders verdiği metodla yazıldığını düşünüyor. Kendisinin bunu formülize edişi (eğer doğru anladıysam) şöyle (Madde sayısını arttırmış olabilirim):
1) Yeryüzü her baharda diriliyor, bunu apaçık görüyorsunuz. 2) Her bahar yeniden dirildiğine göre, önce ölü bir halde olduğunu da kabul ediyorsunuz.  3) O halde her bahar yeryüzünde ölüler diriliyor. Dirilme fiili var. 4) Eserdeki bu fiil, failsiz mümkün olamaz. Her eser fiili, her fiil de faili gösterir. 5) O halde bu dirilmelerin arkasında bir dirilten (Muhyi) var. 6) Bu Muhyi (dirilten) o kadar güçlü/kâdir ki, bahardaki kompleks dirilişi bile hiç şaşırmadan her sene yapabiliyor. O zaman kabul etmek zorundayız ki, bu hayat veriş/diriltiş herşeye gücü yeten birinin (Kadîr) kudret elinde. 7) Herşeye gücü yeten (Kadîr) bir diriltici (Muhyi) otlar/ağaçlar gibi size göre daha az sanatlı şeyleri bile tekrar diriltiyorsa, sizin gibi harikalarını niye dirilmemek üzere hiçliğe göndersin? 8) O halde siz de diriltileceksiniz.
Bu kısmı zaten biliyordunuz. O halde asıl dersimize gelelim: Haşir Risalesi’nde bir de “Bu hakikate on iki kapıyla girilir…” diye başlayan hakikatler bölümü var. Ve o hakikatlerin her biri şöyle bir başlık içeriyor: “Bâb-ı Rububiyet ve Saltanattır ki, ism-i Rabbin cilvesidir…” veya “Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir…” veya “Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir.” Böyle devam edip gidiyor.
Şimdi derste farkettiğim şeyi, üçüncü hakikat üzerinden izah edeyim. Fakat önce kısmen alıntılamalıyım:
Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla Rububiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve o hikmet ve adalete iman ve ubûdiyetle tevfik-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin? Ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri te’dip etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.
Farkettiniz mi, Bediüzzaman Hazretlerinin baştaki ayetin şablonunu kullanarak burada ne yaptığını? Resmen cümleyi sabit tutup isimleri ve fiileri değiştirdi! Daha iyi tarif edebilmem için, gelin, bu hakikatte yapılanı ayetin mealine taşımaya çalışalım: “Şimdi bak Allah’ın adalet ve hikmet eserlerine: Yeryüzünü intizam ve mizanla nasıl yönetiyor? Bunu yapan, elbette (ceza almadan veya mükâfat görmeden göçüp giden) ölüleri de öylece diriltecektir. O herşeye hakkıyla kàdirdir.
1) Dirilme hakikatinde olduğu gibi, önce intizamı ve mizanı varlıkta kabul ediyoruz. 2) Bu intizamı va mizanı gördükten sonra, elbette, intizam ve mizan verme (Rububiyet) fiilini farkediyoruz. Eser, fiilsiz olmaz. 3) Fiile bir fail (Zat-ı Zülcelal) atfını kabul ediyoruz. Fiil, failsiz olmaz. 4) O failin sıfatı/ismi noktasında adalet ve hikmetin varlığını benimsiyoruz. Yani o neyi yapsa, adalet ve hikmetle yapıyor. Âdil ve Hakîm. 5) O herşeyi adalet ve hikmetle yaptığına göre, yani kainatın en basit kanunlarında bile bu adalet ve hikmetin izleri görüldüğüne göre, adaletsizlik ve hikmetsizlik gibi görünen şeylere müsaade eder mi? Mesela zalimlerin ceza almadan gitmelerine? 6) Kaçınılmaz bir şekilde: “Elbette etmez, niye etsin ki?” diyoruz. 7) “O halde ölüleri diriltecek; adaletin ve hikmetin tam sağlanması için bir mahkeme kuracaktır” diye böylece kabul ediyoruz.
Bu hakikatler boyunca yapılan: Ayetteki şablon aynı tutulup; isimlerin, fiilerin değişmesi ve o yeni isimler ve fiillerle hakikatin yeniden bize izah edilmesi. Bediüzzaman, bütün hakikatleri o ayetin şablonundan aldığı ilhamla izah ediyor. Ancak bize bu izah sırasında bir tefsir dersi daha veriyor: “İsimleri ve fiileri değiştirerek ayetin metodunu kullanmaya devam etme. Yeni bilgiler üretme. Marifeti genişletme.”
Bence bu yazının ardından Haşir Risalesi’nin hakikatler bölümüne tekrar bir bakın. O zaman şu üst başlıklardaki: ‘Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir’lerin niye konduğunu daha iyi anlarsınız. Tıpkı şunun gibi: “Şimdi bu ayeti, şu şu isimleri ve yansımalarını/fiilleri yerleştirerek tekrar yorumlayacağım.” 

Kaderin varsayımlarla işi olmaz

Arkadaşım 'fena ve fani adamların güzel ve bâki sözleri olabileceğini' cennetmekan mürşidimiz öğretti bize. Bu minvalde kalmak kaydı...