Hüzün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüzün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2023 Çarşamba

Amentünün gizli maddeleri...

"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir." Mesnevî-i Nuriye'den. 

İnsanın İslam'la şereflenebilmesi için kendisini 'detaylaştırmaya' hazır olması gerekir arkadaşım. Evet. Bunda tereddüt ettiği ölçüde hidayetten uzaklaşır. Buna elverişli olduğu seviyede nasibi artar. Tevhidin 'başlangıç' beklentisi budur bizden: Madem ki, herşeyi yaratanın bir Zat-ı Samed olduğuna iman ettin, o halde sen artık bir detaysın. Yaratıcılıkta yerin yok. Yaratılanlardan birisin. Aslolanda yerin yok. Yansıtanlardan bir tanesisin. Gösterilen O, gösteren sensin. Gösterilen kendisini herşeyle gösterebilir. Gösterebilense herşeyi gösteremez. Bunu kabul etmek, yıllardır büyüttüğün iddiaların varsa içinde, hakikaten yürek ister. Ağrı dağının başından ta Konya ovasına düşmek gibi olur. Nasıl derinlik (yükseklik değildir o) korkusu olanlar aşağıya bakamazlar, çekinirler, başları döner; aynen öyle de; böylesi bir kibre sahip olanlar da İslam'ın güzelliğine bakmaya çekinirler. Davet ettiği şeyden uzaklıklarındandır korkuları. Hatta belki, tıpkı cahiliyede yapıldığı gibi, kelamullahı duyduklarında kulaklarını kapayarak kaçışırlar.

İnsanın iki 'fıtratı' vardır: 1) Üzerine yaratıldığı. (Gerçek.) 2) Kendisini alıştırdığı. (Sahte.) İnsanın iki 'kendisi' vardır: 1) Hakikatte olduğu. (Gerçek.) 2) Kendisini sanrıladığı. (Sahte.) Tamam. Kabul ediyorum. Yaşarken 'mış gibi'lere tutunmamak olmuyor. Zira sebepler dairesinde işler biraz böyle yürüyor. Tarlayı ekmezsen mahsûlünü alamazsın. Dersini çalışmazsan sınavını geçemezsin. 'Ben' demezsen yer, 'Benim' demezsen mülk, 'bence' demezsen mana tutamazsın. Hepsi doğru. Lakin bu 'sürece riayet' seni gerçekten 'yaratıcı' yapar mı? Yaratmak böylesine kolay birşey mi? Yahut daha ilerisini de soralım arkadaşım: 'Sürece riayet' dediğin de sadece 'duadan ibaret' birşey olmasın mı? Tek farkı: Bunların kabulü daha genel. Daha umumi bir şekilde, Allah, sebeplere riayet edenlerin istediklerini bağışlıyor. Mü'min-kâfir ayırmıyor. İşte bu 'kabul edilme sıklığı' da beşeri yanılgıya sokuyor: "Hep olduğuna göre belki de yaratan benimdir ha?" 

Halbuki birşeyin yaratıcısı olmak, vücudu için lazım herşeyin cümle detaylarına ilmen, iradeten, kudreten vâkıf, dahil ve hâkim olmaktır. (Elektriği yaratan lambanın düğmesine basan değildir yani.) Yani, onu, yokluğunda 'hiçten çıkarabilecek' durumda olmaktır. Her bilgisine sahip olmaktır. Her seçimini irade etmektir. Her sonucunu kudretle vücuda çıkarmaktır. Evet. Hiçten çıkaramayanlar yaratıcı sayılamazlar. Ancak emanetçisi sayılırlar mülkün. Arabayı kullanıyor olman seni yaratıcısı yapmaz. Galeri sahibi de 'Asıl yaratıcısı benim!' diyemez. Üretimi için gerekli elementleri yaratamayan firma da hakiki yaratıcısı değildir üstelik. Alınıp satılan yalnızca emanetçiliktir. Emanetçiler, emanetleri, başka emanetçilerle el değiştirirler.

Amentünün açık maddeleri olduğu gibi zımnında buyurduğu gizlileri de var. 'Emanetçiliğe iman' da bunlardan birisidir. Emanetçilik, 'sahiplik sanrısını' kırdığı gibi, 'merkezlik sanrısını' da kırar. Elhamdülillah. Doğrusu da budur zaten. Şeyler ancak onları yaratanın takdir buyurduğu merkeziyette şekillenirler. (Kadere imanın zımnında bu merkeziyet de vardır.) Hatta yaratılış sürecindeki şahitliklerimiz de, her nesnenin, sinesinden koptuğu şeyin yörüngesinde takılması şeklindedir. Dünya, güneşin sinesinden koptuğu için, onun merkeziyetinde döner. Güneş, her neyin sinesine aitse, ona ait bir yörüngede akıp gitmektedir. Çocuklar ebeveynlerinin yörüngelerindedirler. Telif müellifin yörüngesindedir. Sanat sanatkârının yörüngesindedir. (Onun kişiliği, kabiliyeti, kültürü, hayalleri vs. merkezinde şekillenir.) Bu yörünge-merkez düzeni, şecere-i hilkatin topyekün hayale geldiği bir zeminde, mekandan/zamandan münezzeh olarak elbette, Cenab-ı Hakkın takdirini varlığın merkeziyetine koyar. Varlık, Allah onların nasıl olmasını murad ediyorsa, o şekildedir. Ne yöne doğru akmalarını emretmişse oraya akmaktadır. Hangi kemali tayin etmişse oraya şevklidirler. Hakikatte durum, başkası teklif dahi edilemez şekilde, böyledir.

 Lakin hodbin için hakikat sanrısıyla sınırlanmıştır. Herşeyi kendi varlığıyla bildiği için (Ben yoksam benim için hiçbirşey yok!) bilmesindeki bu araçsallığını yaratıcılıkla karıştırmıştır. Tamam. Öyledir, kendisi varlığa çıkmasaydı, bilmesi gerekenleri bilemezdi. Dili olmasaydı tadamazdı. Kulağı olmasaydı duyamazdı. Gözü olmasaydı göremezdi. Tamam. Fakat bu araçsallıklarından hiçbirisi onu yaratıcı yapmıyor. Yapamaz. Neden? 'Nedenlerden bir neden' olmak 'nedenlerin tamamını hiçten çıkarabilmek' anlamına gelmiyor da ondan. Yani yaratılışın küçük bir detayı 'bütün detayların yaratıcılığı' yerine geçmiyor. Geçemez.  (Geçeceğini mâkuliyetini yitirmemiş hiçbir akıl kabullenmez.) Fakat bu mahiyette sanrılar aklî değil hevesîdir. Kolay bırakmaz. Kurtulamamak da insanı 'ait olmadığı bir âlemde yaşamak zorunda' bırakır.

Psikolojinin üç kurucu babasından biri sayılan Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı'nda, bu marazî durumun biteviye mutsuzluğun kaynaklarından birisi olduğuna dikkat çekiyor: 

"Kimsenin katlanamayacağı bir gerilimin içine sürüklenirler. Ayrıca başkalarıyla her karşılaşmaları onlar için olağanüstü bir olay olup çıkar. Birinin onlara seslenişi, yöneltilen bir söz, yergi veya yenilgi açısından yorumlanıp değerlendirilir hep. Aralıksız bir savaş sürer gider. Kendini beğenmişlik, hırs ve büyüklenme özelliklerini yaşam modeli yapanların önüne habire yeni güçlükler çıkarır bu savaş. Yaşamın gerçek sevinçlerinden yoksun bırakır. Çünkü, ancak koşullar benimsendiği zaman, yaşamın sevinçleri ele geçirilebilir. Bu koşulları bir kenara iten kimse, kıvanç ve mutluluğa götüren yolu, kendi eliyle kendisine kapatır. Başkaları için memnunluk ve mutluluk kaynağı herşeyden ister istemez el çeker. Düşler ve hayaller kurarak, başkalarından yüce ve üstün olduğu duygusunu yaşatır içinde, ama bu duygunun hiçbir yerde gerçekleştiğini göremez. Bir şekilde böyle birşeyle karşılaşsa bile saygınlığını yadsımaktan zevk duyan yeterince insan bulur karşısında. Bunu önleyecek hiçbir çare yoktur. Kimse bir kişinin üstünlüğünü benimsemeye zorlanamaz. Dolayısıyla, kendisini beğenmiş kişiye, kala kala kendisi hakkında vereceği tümüyle kesinlikten uzak ve büyüklenmeyle dolu yargısı kalacaktır." 

Bediüzzaman da Hakikat Çekirdekleri'nde şöyle birşey söylüyor arkadaşım:

"Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür."

Kibir yorucudur. Bütün bir hayatı 'rol kesme'ye dönüştürdüğü için yorucudur. Zıplayarak yaşamak kanguru olmayanı yorar. Yorgumluğumu biraz da buradan tartmaya başladım şimdilerde arkadaşım. Hatta, sadece kendiminkini değil, neslimin yorgunluğu da. Elimizi korkak alıştırmayalım. Daha büyük resme de bakmaya çalışalım. Herkes yorgun. Ahirzamanın herkesin omuzlarına yüklediği bu türden bir yorgunluk var. Evet. Biz olmadığımız şeyler gibi görünmeye çalışıyoruz. İmajı hakikatten daha çok önemsiyoruz. 

Hediyeleri üzerinden hediye sahibine karşı iddialara girişmişiz. Bahşedilenler Karun gibi bozmuş bizi. Âlemlere 'Âlemler Rabbi'nden başka merkezler atıyoruz. En başta da kendi merkeziyetimiz var elbette. En büyük kıyak(!) yine kendimize. Birşeyi arzuladığımız zaman herşey çekilip yol versin bekliyoruz. Hem de değerimizi bilsin. Saygıda kusur etmesin. Bizi övsün. Hâşâ, Allah'ı bıraksın da, yalnız bize hamdetsin. Bizden bahsetsin. Biz güneş olalım da herşey gezegenimiz olsun. Fakat hakikatte hiçbir zaman böyle olmuyor tabii. Âlemler, bizim gibi hadsizler rağmına, Âlemler Rabbinin takdiri etrafında dönüp duruyorlar. Maşaallah. O ne buyurursa onu yapıyorlar. O emretmişse bize yol veriyorlar. Menetmişse kapıyorlar. Eğer sahte/kurgu merkeziyetimizi terkedip hakiki merkeze bağlansak kardeşleşeceğiz. Yörünge kardeşliği bizi birleştirecek. Bu kardeşliği küçümsediğimiz için şeyler sayısınca hasım sahibi oluyoruz. Hüznümüz de buradan kaynıyor. Tatsızlığımız da buradan. Yorgunluk da hakeza... Akıntıya karşı yüzen elbette çabuk yorulur arkadaşım. Suç akıntıda değildir. İçimizdeki sürtünme katsayısı arttıysa, ilk bakmamız gereken yer burası olabilir, vesselam.

22 Mart 2017 Çarşamba

Kötülük neden var?

"Bahçıvan fidanlar yücelsin ve meyve versin diye muzır dalları budar. Sevgilinin ağrıdan ve hastalıktan kurtulması için hekim çürük dişi çekip çıkarır. Ben, birisini ağlatırsam rahmetim coşar, ağlayıp taşan da nimetine erişir. Rahmetim o ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı, rahmet denizi kabarmaya, dalgalanmaya başlar." Mevlana Celaleddin-i Rumî (k.s.)

Gizli Güzellik (Collateral Beauty) filminde, kızını kanserden kaybetmiş ve bunu atlatamamış bir babayı (Howard) canlandıran Will Smith ile sevgiyi canlandıran Keira Knightley arasında geçen bir diyalog var. Sevgi ondan 'kendisine tekrar güvenmesini' istediğinde Howard şöyle cevap veriyor:

"Güveneyim mi? Güvenmiştim zaten. Ama bana ihanet ettin. Seni her gün kızımın gözlerinde gördüm. Her gülüşünde seni duydum. Bana her 'baba' deyişinde seni hissettim. Ama bana ihanet ettin. Kalbimi kırdın." Sevginin buna cevabı ise şöyle: "Ben her yerdeyim. Karanlığım, ışığım, güneşim, fırtınayım. Evet, haklısın, kızının gülüşlerinde vardım. Ama şu an acında da varım. Ben herşeyin sebebiyim. Tek neden benim. Bensiz yaşamaya çalışma. Lütfen çalışma."

Risale-i Nur'dan "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer ise cüz'îdir..." dersini almış bizler için, sanırım, şu diyalog ilginç şeyler söylüyor. (En azından ben kalbimde ve kulağımda öyle hissediyorum.) Hakikaten de 'kötülük' dediğimiz şey aslında 'kuşatamadığımız iyiliklerin' nazarımıza sığan ve pek de hoşumuza gitmeyen kısımlarından oluşuyor gibi. Gözümüz küllî olana ulaşamayıp cüz'îde boğulduğunda kötülüğü görüyoruz. Ne demek bu? Bir gül örneğiyle zihinlerinize yakınlaştırmaya çalışacağım:

Gülü güzel yapan nedir? Çiçekleri, tomurcukları, yaprakları, dikenleri, dalları ve onların birbiriyle uyumundan oluşan 'bütünlükteki sanat' öyle değil mi? Gül bu bütünlükle güzeldir. Ve ancak bu bütünlükle devam eder. (Dalından koparılmış gülün ömrü kısadır.) Peki bu bütünün parçalarının ayrı ayrı güzelliği yok mudur? Vardır. Hele bazılarının güzelliği bütünün güzelliği ile yarışacak cinstendir. Örneğin: Gülün tamamı ne kadar güzelse çiçeği de o kadar güzeldir. Hatta o bütünün güzelliği büyük oranda şu parçanın güzelliğine mütevakkıftır. İtibarı ondandır. Yaprakları, dalları ve tomurcukları yine bu güzelliğe birçok güzellik katar. Bu güzelliğin bütünlüğünden birer parça taşır. Bu, en azından, gülü hissettirdikleriyle değerlendirenler için böyledir.

Ancak her parçanın birbirinin eşiti olduğunu, en azından hissediş boyutunda, söylemek mümkün değildir. Örneğin: Dikenin güzelliği gizli bir güzelliktir. Çiçeğinki kadar bariz görünmez. Dokunulduğunda onunki gibi kadifemsi bir şekilde hissedilmez. Koklansa rayiha vermez. Bu parça da bütünün güzelliğinin lazımıdır, devamı için gereklidir, ama bütünün güzelliğini tastamam üzerinde taşı(ya)maz. Varlığının amacı bu değildir. Hatta biraz haddini bilmezlikle denilebilir ki: Gül güzel fakat dikeni çirkindir. Bu dar düşünce dilimize/zihnimize o kadar sirayet etmiştir ki denilir: "Gülü seven dikenine katlanır." Demek: Seven gülü sever. Diken sadece gül adına katlanılandır.

Bu hissediş boyutunda böyledir, ama aklediş boyutunda da böyle midir? Akıl, hikmet okumayı öğrendiği zaman, onun hissin zevkedişlerinden ayrı/üstün birşey olduğunu kavrar. Kur'an buyurur: "Kime hikmet verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir." Çünkü Kur'anî hikmet 'parçayı' değil 'bütünü' okumayı öğütler. Mana-i ismî değil mana-i harfî ile bakmasını öğretir. İnsan oradan baktığında gülün hiçbir parçasını diğerinden ayırıp önceleyemez olur. Hatta, dikenden okuduğu hikmet çiçekten okuduğu hikmetten fazlaysa, akleden kalbinin hesabına, dikeni çiçeğe önceleyebilir. Diyebiliriz ki: Aklın nazarında, hikmeti iyice okunmuş bir diken, hikmetine dair uyanış bulunmayan gülden yeğdir, yani o şundan daha güzeldir. Elhamdülillah.

İşte, bu noktada, 'kötülük ve iyilik' veya 'şer ve hayır' arasındaki ilişki başkalaşıyor. Biz, bütüne/küllîye baktıkça (büyük resmi gördükçe) iyiliğe ve hayra yaklaşıyoruz. Aslolanın o olduğunu görüyoruz. Taziye Risalesi'nde mürşidimin dikkatimizi çektiği gibi, küçük yaşta vefat eden çocuklar, cennette kavuştukları nimetler düşünüldüğü zaman, bütünde erişilen bir güzelliği ediniyorlar. Bakanın kalbi de rahatlıyor. Diken gülüyle beraber görülmüş oluyor. Ahiret boyutu herşeyin bütünlüğünü/vücudunu bu âlemde görünenden aşkın hale getiriyor. Aşkınlaşan artık sadece bu dünyadaki bilişlerle açıklanmaz oluyor. Minik cesetleri bomba ile parçalanmış olsun, canınızı o kadar da yakmıyor, çünkü o parçalanış sonsuz bir cennette birleşmek için. Tohumun toprakta çürümesi, yeşermek için, kocaman bir ağaç olabilmek için.

Bir kitap hakkında yapacağınız yorumlar, o kitabın sadece yarısı veya birkaç sayfası elinizdeyken, epey haksızlık ve eksiklik içerebilir. İşte, bu parçalılıklar/kuşatamazlıklar içinde, bizim eksik gördüklerimizdir kötülükler. Kötülük iyiliğin eksik görünüşüdür. Bütüne uyanamayışımızla yaşadığımız düşünsel arızalardır stresler ve gerilimler. Kaçırdığımız uçağa üzülürüz, ta ki, o uçağın kaza yaptığını öğrenene kadar. Hakikatin bütününe dair edindiğimiz hikmet, bizi, yaşadığımız parçalara dair okumalarımızda zengin kılar.

"Malûmdur ki, insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini belâdan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever."

Kocamanız. Hatta koskocamanız. Hepimiz birer deviz. Sevdiğimiz herşey kadar vücudumuz var. Sevdiğimiz herşeyle ilgiliyiz. Sevdiğimiz herşeyin yarası bizim yaramız. Bu anlamda varlığımızı 80 kilo bir etten/kemikten ibaret görmemeliyiz. Sevdiklerimizin yaralarına kadar uzanır yaralarımız.

Buzullar arasında sıkışmış balinalar, nesli tükenen hayvanlar ve hatta ışıklarının dünyamıza gelmesi yüzyıllar süren yıldızlar hakkında telaşlarımız var. Dikkat edersek: Aslında onlar hakkındaki her duygulanımımız onlara duyduğumuz sevgiden ve ilgiden kaynaklanıyor. Mürşidimin 11. Lem'a'daki ifadesiyle; "Fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecâtına göre o muhabbet tezayüd eder. Aşkın en müntehâ derecesine kadar gider. Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir."

Cemal, kemal ve ihsanları bizi onlara ilgili ve sevgili kılıyor. Bu sevginin bir tezahür ediş şekli 'sevmekse' bir tezahür ediş şekli de 'üzülmek.' İnsan sevgisiyle tanıştırılmadığı hiçbirşey hakkında hüzünlenemez. Ayrılık acısını çekmeyi öğrendiğimiz herşeyin önce sevmesini öğrendik. Sevmesini öğrendiğimiz herşeyin bedeli endişesi oldu. Tatmak yoksunluğun kardeşiydi.

Anne çocuğu için endişelendi. Âşık yâri için endişelendi. Bugün yarın için endişelendi. Bu endişeler bizi gayretli kıldı. Mutluluğumuz varlığının şahidi olduğu gibi hüznümüz de yokluğunun şahidi oldu. Ve bu anlamda, yokluğuna şahid olmak da aslında yoksunluğuna şahid olmaktı, yani varlığına şahid olmaktı. Çünkü yoksunluğu çekilen şey mutlaka bir zamanlar vardı. O artık bir ihtiyaçtı. Mutlak yokun şahitliği olmazdı.

Sorsana bir kalbine: Bir zamanlar varolan, Allah'ın hikmetine ve rahmetine yakışır mı ki, yokluğa atılarak 'boşuboşunalığa' indirgensin? Böyle hikmet sahibi bir Allah boşuboşuna yaratır mı? Cennette yedirmeyeceği helvayı bu dünyada tattırır mı? Diken güzel görünmeyebilir. Ama gülün bütünlüğü, o bütünlüğün güzelliği ve o güzelliğin devamı için varlığına gerek var. Gülüşümüz de sevgiden, gözyaşımız da... Sevgiden başka âlemde ne var?

"İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir' demişler."

13 Mart 2017 Pazartesi

Din kimin elinde sopalaşır?

"Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez. İman etmişlere gelince: Onlar böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: 'Allah böyle misal vermekle ne murat eder?' derler. Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır (çünkü bunlar birer imtihandır)." (Bakara sûresi, 26)

Buharî'de, Tevhid bölümünde geçen bir hadis-i şerif var, okudukları Kur'an'ın gırtlaklarından aşağıya inmeyeceği kişilerden haber veriyor. Ben, haber verilen bu hakikatin bir vechini, bencileyin, 'İslamî her tür bilgiyi salt bir entelektüellik aracı haline getirenlerde' görüyorum. Hakikaten de böylesi insanlardan bugün mebzul miktarda var. Bunlar için, emek verdikleri meslek veya meşrep, bir kemal ve iman yolculuğunun sahil-i selamete çıkaracak gemisi değil, bir başka mesleğe veya meşrebe tefevvuk etme aracı. Hadi, şunu edepli söyledim, daha edepsizini de diyeyim: Caka satmak için dine emek veriyorlar. Üzerinden birşey olmak için onunla meşgul oluyorlar.

Kur'an'ı da okusalar böyle. Hadislere de müracaat etseler böyle. Fıkıh da öğrenseler böyle. Tarikata da intisap etseler böyle... Böyle, böyle, böyle oğlu böyle... Hakikati inhisarları altında almalarından tanıyorsunuz onları. Eylediklerinin gırtlaklarından aşağıya inmediğini ise en çok 'merhamet ve muhabbet zayıflığından' teşhis ediyorsunuz. Dilleri bıçak gibi. Elleri yapmaktan çok yıkmaya meyyal. Yumrukları havada. Herbiri dinimizin bir güzel tarafı olan bu mesleklerden hangisine el atsalar, diğerlerinin kafasını sopalamaya kullanıyorlar onu.

Dert; şu örgütten, bu cemaatten, falanca dernekten, filanca tarikatten olmaktan ötede bir yerde. Onları kibrin aracı kılmakla başlıyor sorun. Hangisini kullandığınız çok da önemli değil. Hepsinden elinize uyacak bir sopa yapabiliyorsunuz. Ders verdikleri hakikatle içinizde bir yere varmaktan öte, nüfuzları vesilesiyle dışınızda birilerini ezmeyi amaçlamanızla gösteriyor kendisini arıza.

Kim/neyi tutarak bir diğerini dövüyor olursa olsun, hakikat değişmiyor, dininin artık seküler bir amacı var. Üzerine mesai sarfettiği şey uhrevî de olsa, onla bu dünyada bir zafer arzuluyor. Konumunu kaybettirecek olana öfkeleniyor. Dilindeki kalbinin amacı değil çünkü. Dilindeki gırtlaktan yukarısının amacı. Dünyasının amacı. Dünya herkese yetmediğinden üzerinde boğuşmak kaçınılmaz. Eğer kalbine inseydi böyle olmazdı.

Kalbine inseydi duygulanırdı. Kalbine inseydi Kur'an da, sünnet de, fıkıh da, tasavvuf da, tarikat de, nurculuk da bir diğerine karşı merhamete ve muhabbete vesile olurdu. Bir bütünün parçaları gibi hissettirirdi. (Bu noktada Kur'an okurken duygulanmayı öğütleyen ayetleri ve hadisleri hatırlayalım.) Biz, herhangi bir filmi izlerken bile, 'kalbimize indiğini' duygulanmaktan anlıyoruz. Bir söz kalbimize girmişse orada bir fırtına estiriyor. Bazen gözlerimiz yaşarıyor. Bazen gönlümüz kanatlanıyor. Bazen de korkuyoruz. Bunların hepsi duyguya dair şeyler. İnsanı değiştiren şeyler. Dakikleştiren şeyler.

Ancak dilindekinin gırtlağından aşağıya inmediği insanda bu böyle mi? Bilakis. Onlarda din kalp katılığını arttırmaya bir vesile. Daha çok öğrendikçe daha da merhametsizleşiyor. Daha çok okudukça daha da fazla nefret ediyor. Daha çok öğrenmek daha kolay kusur bulmaya bir araç. DAİŞ'te İslamî metinleri sizden-benden daha çok bilen birileri yok mudur? Mebzul miktarda vardır. Peki onlardaki arıza nedir? İşte, bence, arıza budur. Kur'an'ın Furkan oluşu, yani doğruyla yanlışı birbirinden ayırışı, sadece hakikatin doğrusunu ve yanlışını ortaya koyuşuyla değil, ona yaklaşan niyetin doğruluğunu veya yanlışlığını ortaya koyuşuyla da delilleniyor.

Kim Kur'an'a hangi niyetle yaklaşsa niyetine göre birşeyler alarak uzaklaşıyor. Fasığın fıskı artıyor. Mü'minin imanı artıyor. Kafirin küfrü artıyor. Onunla başkalarına tefevvuk etme niyetinde olanın da bulduğu 'başkalarını dövecek araçlar' oluyor. Bu, sadece Kur'an'ın kendisi için geçerli değil, Kur'anî olan herşey için geçerli. Dinî her ilmin böyle bir yanı var. Ona ne niyetle yaklaşırsanız onda eliniz bollaşarak uzaklaşıyorsunuz.

Bugün fıkıh ile tasavvufu, tasavvuf ile fıkhı, nurculuk ile tasavvufu, tasavvuf ile nurculuğu, hadis ile fıkhı, Kur'an ile hadisi, cemaatle tarikati, tarikatle cemaati dövmeye çalışanların arkaplanı başka nasıl açıklanır ki? Bence, bu tür sapmalar, DAİŞ'in yaşça küçük biraderleridir. Dini, öncelikle kendi içinde kemale ve Allah'ın rızasına varma yolcuğu olarak algılamayanlar, onunla sosyolojik düzlemde bir yerlere varmaya çalışırlar. Bu, hangi meşrepte veya meslekte görülse görülsün, arızadır. Allah bizi istikametten ayırmasın.

3 Kasım 2015 Salı

Hüzün de güzeldir

"Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır." Barla Lahikası'ndan.

2015 yapımı Ters Yüz (Inside Out), izlemekten sadece keyif almadığım, aynı zamanda birşeyler de öğrendiğim bir animasyondu. Bir enfüsî tefekkür çalışmasıydı bana göre. Sair derslerini bir kenara bırakırsam, filmde en çok vurgulanan şey, hüznün gerekliliğiydi. Neşe, üzüntü, öfke, nefret gibi duyguların anlaşmazlıkları ve insanın halet-i ruhiyesine hâkim olma çabaları çok güzel anlatılmıştı filmde. Neşe, diğer hisler bir tarafa, üzüntünün 'sahibine' (Riley) iyi gelmediğini düşünüyordu. Hiçbir şeye dokunmamasını arzu ediyordu. Fakat o duramıyordu. Birşeyleri rengine bulamak istiyordu. Riley'nin ailesiyle birlikte San Francisco'ya göç etmesinden sonra da bu arzusu artmıştı.

En nihayet, anlaşmazlıklarından kaynaklanan bir aksaklık 'hatıralar diyarına' düşmelerine neden oldu. Ve merkezlerine dönmeye çalışırken yaşadıkları, neşeye, üzüntüyle bir bütünün iki parçası olduklarını öğretti. Üzüntü olmadan neşe de sahibini koruyacak kadar güçlü olamıyordu. Finale yakın sahnede, neşenin eline aldığı bir 'kalıcı hatıra küresi' Riley'nin, ailesine en çok üzüntülüyken ihtiyaç duyduğunu gösterdi. Ve neşe, kumanda masasının üzüntüye bıraktı. Böylece, evden kaçmak üzere bir otobüse binmiş olan Riley'i ailesine dönmeye ikna ettiler.

Bu hafta Holografik Bakış'ta Abdurreşid Şahin ve Zübeyir Tercan abiler de böyle bir konuyu işledikleri için hatırladım Ters Yüz'ü.[1] Üçüncü Söz'de geçen 'rahat-ı kalp ve vicdan' ifadesinin tefekkürünü yaparken ikili, söz, istemsiz bir şekilde hüzne kaydı.

Abdurreşid abi, 'rahat-ı kalp ve vicdan' halinin çılgınca bir neşe (bir 'Haydi eller havaya!') hali değil, insaniyete dair her hissin kıvamınca yaşandığı (huzur makamında yaşandığı) bir durum olduğunu dile getirdi. Çünkü hüzün de insaniyetin bir parçasıydı. İnsan, bir başkasına sığınmaya, ancak hüznü sayesinde ihtiyaç duyardı. Böylece hüzün bizi kendi kendinelik kalemizden çıkmaya zorluyordu. Uyandırıyordu. Öyle ya, varlığın azameti karşısında aczini hissetmeyen insan, varlığın sahibini tefekkür etmeye veya sığınmaya ihtiyaç hisseder miydi? (Bediüzzaman'ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür sıralamasında aczi öncelemesi, bu açıdan, ne kadar anlamlıydı.)

Zübeyir abi, bu noktadan alarak, açlık ve doyurulma arasındaki ilişkinin hüzün ve affedilme/sığınma arasında da bulunduğuna dikkat çekti. İnsan, nasıl ki açlıkla kendisini doyuracak birine ihtiyaç duyuyordu, hüzünle veya pişmanlıkla da kendisini affedecek veya kendisine sığınılacak birisini arıyordu. Ters Yüz'ün finalinin verdiği ders de buydu tam olarak. Neşe, elinden gelen bütün gücü sarfetmesine rağmen, Riley'i ailesine sığınmaya ikna edemiyordu. Fakat hüzün, kumanda masasına müdahele ederek, Riley'i korudu. Riley'i, zâhirde hüznün ellerinde doyasıya ağladı. Fakat ağlamasının hemen ardından kalbine bir sürûr yayıldı. Nihayet evden ayrılmanın onu ne kadar etkilediğini ifade edebilmişti. Neşenin aldığı ders de tam olarak buydu. İnsan neşeliyken veya neşeli olmaya çalışırken zayıflıklarını veya yaralarını ortaya çıkarmaz. Yaralarımızı görmemiz için üstüne hüznün mürekkebini dökmemiz lazım. Ne der Bediüzzaman: "Bir dert görünürse, devası âsândır." Tedavi için görünmeleri gerek.

Aczi konuştuk. Fakra da geçelim. Risale-i Nur'da kafama en çok takılan ifadelerden birisi de 'fakrın tezyidi' tabiri. Görünüşte anlamı 'ihtiyaçların arttırılması' ancak Bediüzzaman'ın metninin tamamına baktığınızda kastedilenin 'daha çok şeye ihtiyaç duyma' değil, 'ne kadar muhtaç olduğunun farkında olma' meselesi olduğu anlaşılıyor:

"Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."

Ancak asıl sorun öylece ortada durmaktadır: 'Muhtaç olma şuuru' nasıl arttırılır? 'Fakrın tezyidi' nasıl sağlanır? İmanlı her insan Allah'a muhtaç olduğunun bilincindedir. Bu bilinç, bir farkındalık olarak, nasıl daha üst düzeye çıkarılır? Esas soru budur.

Ben, bu sorunun cevabını, yakınlarda izlediğim bir Kahve Bahane'de aldığımı düşünüyorum.[2] Hasan Söylemez, bu programda, sekiz buçuk ay süren Anadolu yolculuğunun hikayesini anlatıyor. Bir bisikletle ve parasız yapılıyor bütün yolculuk. Karadeniz bölgesinden Doğu ve Güneydoğu'ya, oradan diğer bölgelere... Dile kolay, tam sekiz buçuk ay sonra İstanbul'a dönüyor Hasan Söylemez. Hayata Yolculuk (Hayy Kitap) kitabında da bu yolculukta yaşadıklarını ve öğrendiklerini anlatmış. Kitap da okunmayı bekliyor. Ancak ben, bugün, o yolculuk hakkında Hasan Söylemez'in anlattıklarından aldığım dersi aktarayım:

Neden yolculuğu parasız gerçekleştirdiğini izah ederken, Söylemez, 'paranın bir duvar olduğunu' ifade ediyor. Sadece hayallerin önündeki bir bahane olarak duvar değil, insan-insan ilişkilerinde de duvar oluşturduğunu düşünüyor paranın. Pazarlık yapmadığınız, parayı verip hemen ürünü aldığınız alışverişlerde, satıcının, değil kendisini tanımak, yüzüne bile dikkatle bakmadığımıza dikkat çekiyor. (Pazarlığın neden sünnet olduğuna dair bir okuma da çıkar mı buradan?) Fakat o, bu yolculukta insanları da tanımaya karar vermiş. Marifetini arttırmanın yolunu da iletişimini arttırmakta bulmuş. Kendisini daha fazla iletişime mecbur etmek için de yanına para almamış.

Parasız seyahat etmenin güçlüklerini düşünün. Her maddi zorluk, hatta karnınızı doyurmak bile, sizi başka insanlarla etkileşime mecbur kılıyor. Hasan Söylemez bu parasızlığın çok öğretici bir parasızlık olduğunu söylüyor bu yüzden. Ve paranın sandığı kadar 'olmazsa olmaz' birşey olmadığını da böylece anladığını ifade ediyor. İnsanlardan hiçbir şey dilenmediğinin de özellikle altını çiziyor. Karşılığında yardımını sunmuş onlara. Bahçelerinde çalışmış, bulaşıklarını yıkamış, yüklerini taşımış vs... Misafir olduğu her evin bir parçası olmuş.

Aldığım derse gelirsem: Söylemez'in iradeli bir şekilde 'fakrını tezyid' ettiğini düşünüyorum. İhtiyaçlarını arttırmış. Bunu salt bir şuur halinde yapmamış. Bilfiil kendini mecbur ederek de yapmış. Üstelik, çok özel bir farkındalıkla, her muhtaçlığın aslında bilmeye bir yol olduğunu farkederek/görerek yapmış.

Bediüzzaman, aczi ve fakrı neden bu kadar önemsiyor? Neden tefekkürün öncesine onları koyuyor? Çünkü ihtiyaç bilmenin yoludur. Biz, ancak ihtiyaçlarımız sayesinde varlıkla etkileşime geçeriz ve onlardan birşeyler öğreniriz. Her etkileşim bir marifet kapısıdır. Allah, bizi çok şeye muhtaç ederek bize bir kötülük yapmamıştır. Bizi çok şeye muhtaç ederek aslında daha çok şey bilmemize yollar açmıştır. Hz. Âdem'in acziyetinde İblis'in yanlış anladığı, fakat talim-i esma üzerinden meleklerin doğru okuduğu, budur: Daha çok şey dilememize. Daha renkli dualar etmemize. Daha çok duygu yaşamamıza. Daha çok şey tatmamıza/düşünmemize. Daha çok Ona sığınmamıza vs... Hepsine ihtiyaçlarımız vesile olur. Muhtaç olmak güzeldir. Çünkü muhtaç olduğunuzu ancak bilirsiniz. Ve bilmenin kendisi ihtiyaçtır.

Belki de bu yüzden Hasan Söylemez'in kitabının üstbaşlığı şu cümle: "İnsan, insana ve tabiata dokundukça insan kalır." Söylemez'in bu cümlesinden mülhem belki şunu söyleyebilirim: "İnsan, muhtaç olduğunun farkında oldukça insan kalır." Ve tam bu noktada bir ayet geliyor aklıma. Âlâk sûresinden: "Gerçek şu ki; insan azar, kendini ihtiyaçtan uzak (veya kendi kendine yeterli) görürse..." Mezkûr perspektiften bakınca, insanı kendisinden başkasına muhtaç hissettiren, yani ki kendisinden başkasına yüzünü çeviren, hüzün ne kadar da anlamlıdır. Bir yazımın başlığı idi. Onunla bitireyim: Sahilde çay içerken hepimiz aciziz.



[1] Hüzün kalbe neler öğretir? http://www.tv111.com.tr/programlar/holografik-bakis/holografik-bakis-69-bolum-huzun-kalbe-neler-ogretir-1027.html
[2] Kahve Bahane/Hasan Söylemez: http://www.tv111.com.tr/programlar/kahve-bahane/kahve-bahane-31-bolum-hasan-soylemez-gazeteci-gezgin-1026.html

5 Haziran 2015 Cuma

Hüzün de bir başlangıçtır

Zaman geçiyor, Allah'ın seni düşürdüğü tüm yoksun kılışların aslında koruyuş olduğunu anlıyorsun. Pişmanlıktan yerin dibine geçesin geliyor. Ettiğin kem kelamlar, sitemler, isyanlar aklına geliyor; utanıyorsun. Kendi cahilliğinden, hamlığından, aptallığından tiksiniş; Allah'a bir daha âşık olmak. Kendi güzelliğinden gelen bir kibirle değil bu sefer, çirkinliğinden tiksinerek; "Nasıl hâlâ sevmeye devam ediyor?" diye âşık olmak. Karanlığa/karanlığına bakıp, başardığı şeyden dolayı ışığa âşık olmak. O güzellik karşısında sarhoş olmak. Sevebilme kudreti karşısında bir hayrette kalış. Sürekli tekrar etmek belki, kendi kendine, tek bir cümleyi: "Bu nasıl birşey Allahım, bu nasıl birşey?"

Çok asil bir sevme bu ikincisi. Çünkü bunda mülkün kalmamış. İddia edeceğin, hakettiğini düşündürecek hiçbir şeyin kalmamış. "Belki" diyorsun, "yaşadıklarımın da amacı buydu. Şahadet ettim, şahit oldum böylece. İddia olarak kullanabileğim herşeyi tükettim böylece. Fenalarını gördüm, fenalıklarımı gördüm böylece. Yalanlarıma şahit oldum. Günahlarıma şahit oldum. En çirkin yanlarımla kendimi gördüm. Birisi anlatmadı bana, beni. Yaşadım, gördüm. Tattım, gördüm. Duydum, gördüm. Baktım, gördüm. Allah'ın güzel, benim çirkin olduğumu; benim her haltı yiyecek kadar denî, Onunsa her zaman O kalacak kadar yüce olduğunu gördüm. Bana cennet verilse ve yalnız bir ağaçtan uzak kalmam istense, o ağaca meyledecek kadar terbiyeye muhtaç olduğumu gördüm."

Bir Veysel Karanî (Allah ondan razı olsun) duası yaşamak böyle bakınca. O, duasını kaç yaşında etmiştir, bilmem. Ama ben otuzlarımda onun bastığı yerlere önce yüzümü sürüyor, öpüyor; sonra peşinden 'sadakte' diyerek adımlıyorum: "Allahım, sen Rabbimsin; bense kulunum. Sen Halıksın, bense mahlukum. Sen Rezzaksın, bense merzukum. Sen Maliksin, bense memlûkum. Sen Azizsin, bense zelilim. Sen Ganisin, bense fakirim...." Yani Sen hep Sensin, ben hep benim.

Hepsinde sen haklı çıktın Allahım. Emirlerinin/nehiylerinin hepsinde sen haklı çıktın. Hiçbir istisnası yaşanmadı. Ve ben buna yaşayarak şahit oldum. Üzgünüm. Beni bu kadar sevdiğini farkedemedim. Bu kadar geç kaldığım için üzgünüm. Yarattığın herşey mutlu etmek için gözümün içine bakarken, beni sevdiği göremediğim için üzgünüm. İkramlarını ve ihsanlarını üzerime alınamadığım için üzgünüm. Baharı/kışı üzerime alınmadığım için üzgünüm. Pencereme konan güvercini, alnıma düşen yağmur damlasını, ayağıma sürtünen kediyi, gülümseyen yüzleri, yardım eden elleri, dua eden dilleri senden bilmediğim için üzgünüm. Verdiğin herşeyi tüketip sen yokmuşsun gibi davrandığım için üzgünüm. Elma için ağaca teşekkür edip seni hatırıma getirmediğim için üzgünüm. Çarptığım ve öfkelendiğim, beni durduran her taşın aslında benim iyiliğime olduğunu, taşa çarpmamışların akıbetini görmeden farketmediğim için üzgünüm. Ama hüzün de bir başlangıçtır Allahım. Ve pişmanlık tevbedir.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Hangi daire keyfe kâfi demiştiniz?

Onlara söyle ki: Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle-ancak bununla sevinsinler. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” (Yunus sûresi, 58)

Hüznün bizde iki kullanımı var. Birincisinde hüznü değersiz birşey olarak görürken ikincisinde onu önemsiyor ve olmazsa olmazımız olarak görüyoruz. Bu ikircikli dil, aklımızda bir karmaşaya sebep olmasının yanısıra, hayatı yaşarken de dini ne kadar sokabileceğimiz noktasında tereddütlü yaşamamıza neden oluyor. Çünkü fıtraten hepimiz neşeye müheyyayız ve onsuz da bir hayatın yaşanmayacağının farkındayız. Neşe, bu hayatı bizim için yaşanılır kılan şey. Kederse, eğer bir halet-i ruhiye halini almışsa, hastalık belirtisi. Hatta, içinden çıkılmaz bir hal alırsa, intihar habercisi...

Peki, bu ikircikli dil nasıl birşey ve nereden geliyor? Onu konuşalım. Bence bu ikircikli dilin kökeni sahabe mesleğinin tasavvuf mesleğine doğru yaşadığı kırılma ile yakından ilgili. Bu dillerden birincisinde dünya hayatı hüzünlenmeye değmez bir alan olarak eleştirilirken; ikincisinde Allah’a vasıl olamamaktan yaşanacak bir hüzün sürekli övülüyor. Hatta bu meşrepte yazılan eserlerde sahabe efendilerimizin kendi aralarında yaptıkları şakalaşmalar, dünya hayatını nasıl yaşadıklarına dair ‘lezzetle ilintili’ ayrıntılar ötelenirken; mesela ağlamakla, ızdırapla, açlıkla, hüzünle ilgili rivayetler daha çok nakloluyor. Hatta bir noktadan sonra gülmek, gülümsemek bile kınanır bir hal alıyor. Neşe, dindarlığa maniymiş gibi bir algı oluşuyor.

Ben, bu tarz bir rivayet kültürünün, tasavvuffun İslam coğrafyasında hâkim (neredeyse tek) ekol olmasıyla yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Bediüzzaman’ın Vahdetü’l-Vücut mesleğinin beslendiği kaynakları anlatırken de izah ettiği gibi; Allah’a aşk ile bağlanmanın sonucu, bu vuslat asla tam gerçekleşmediği için, aşkın yıkıcı bir hüzne dönüşmesi oluyor. Ve bu hüznün şiddetlisi, Ondan (celle celaluhu) ayrılmamak için, kişinin kendi varlık algısını bozmasına kadar gidebiliyor. Ondan ayrılmamak arzusu, Ondan ayrı hiçbir şey olmadığına iman etmekle kendisine kurtuluş yolu bulmaya çalışıyor.

Daha alt dairedeyse bu mücadele, çile adı verilen, kişinin kendisine acı çekmeyi öğrettiği; helal bile olsa lezzetli olduğu için çoğu şeyi terkettiği; hatta bazı ekollerde kendisini neşe anlamında hiçleştirdiği bir düzleme kadar devam ediyor.

İşte tam da bu noktada, Barla Lahikası’nın hemen başlarında yer alan Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’deki Dördüncü Sebeb’i çok önemli buluyorum. Sevinmenin caiz, hatta bir emr-i ilâhî olarak zikredildiği bir ayetle başlayan (Yunus sûresi, 58) bu bahis, içerideki izahlarıyla da bu hüzün/neşe bahsinde şeriatın hadd-i vasatını tarif ediyor. Üzerimizde tecelli eden nimet-i ilâhî ile ‘sevinmemenin’ de en az onu kendi adımıza ‘toplayarak sevinmek’ kadar yanlış olduğunu vurgulayan bu kısım; doğru olanın, onları inkâr etmemek, ama kendi adımıza da sahiplenmemekle mümkün olabileceğini söylüyor. Yani sevinmeyi, korkulması gereken birşey olarak değil, doğru uygulanması gereken birşey olarak öğretiyor.

Ancak bu bahsi ve ilgili ayeti anladığınız zaman Bediüzzaman’ın “Helal dairesi keyfe kâfidir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur” sözünü de idrak edebiliyorsunuz. Yoksa helali kendi ekolünüzün içinde varolan sınırlarla daralttığınız; sevinmeyi, gülümsemeyi, şakalaşmayı aşağıladığınız ve hatta daha pekçok caiz şeye haram muamelesi yaptığınız, kısacası; hiç hakkınız olmadığı halde takvayı dayattığınız bir düzlemde bu sözün de bir geçerliliği olmuyor. Şeriatı ve dindarlığı bir hüzün alanı, dindar insanları ise sürekli ağlayan/ağlamayı dayatan hocalar olarak gören insanlar, bu onlara fıtrî gelmediği için, elbette ondan uzaklaşıyorlar. Ve dindarlığa iştiyakı olup da neşesini silemeyenler de içlerinde hep bir suçluluk duygusu yaşıyorlar. İşte Yunus sûresinin 58. ayeti, Yedinci Risale olan Yedinci Mesele ile birlikte okununca bana bu dersi de veriyor: Sevin sevinebildiğince, ama Allah’ın lütfu ve rahmetiyle...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...