Neşe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Neşe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Nisan 2017 Perşembe

Sarılmak en hızlı kabul edilen duadır

Bahar geldi. Gelişiyle pekçok güzelliği de beraberinde getirdi. Bir kere çiçekler var. Yeşillikler var. Koşup oynayan çocuklar var. Bunların herbiri hayatta kalma sebebi. Tutunacak dallar. Başkasının hayatı bizim parçamızdır. Başkasının hayatı bizim sığınağımızdır. Başkasının mutluluğu bizim tutunacağımızdır. En çok filmler yaşatır şunu bize. Belki biraz da romanlar. Kendi yaşanmamışlığımızdan onların yaşanmışlığı ile intikam alırız. Kendi acılarımızı onların neşesiyle döveriz. Kendi hayallerimize onların hayatlarıyla cansuyu dökeriz. Onları okudukça hayatlarını yaşamış gibi oluruz. Nasıl midemizin doymaya ihtiyacı var, hayalgücümüzün de var. Ve hayalgücümüz, kendisine, hayal ettiklerinin 'olabileceğini' gösteren/hatırlatan şeylerle besleniyor. Hayalin rızkı masallardır.

Tebessümü sadaka olarak haber veren Aleyhissalatuvesselam ne güzel buyurmuş. Hakikaten de, yüzümüze gülen her güzel, bize hayatta kalmamızı sağlayacak bir sadaka verir. 24 altınımız daha olur 24 saati atlatabilmek için. Onun yüzüsuyu hürmetine günümüz güzel geçer. Onun yüzüsuyu hürmetine gönlümüz neşeden haberdar olur.

Bir başkasının neşesinden haberdar olmak kendi neşemizin ocağına odun atmaktır. Başkasının mutluluğu bizi de mutlu eder. Çünkü işlerin yolunda gittiğini/gidebileceğini söyler. "Bir başkası başarıyorsa biz de başarabiliriz!" umudunu verir. Hem zaten, tevhidî düzenin parçaları olarak, bir başkası zaten bizim parçamızdır. Onun mutlu olması bir parçamızın mutlu olması gibidir. Kardeşin mutluluğu ablanın mutluluğu gibidir. Parçanın mutluluğu bütünün tamamına sirayet eder. Tıpkı ailenin bir ferdinin neşesinin diğerlerini de neşeli kılması gibi. Şu bir diğerimizin neşesiyle ilgili yaşadığımız güzellik aslında tevhidin de delilidir.

Güzel şeyleri çoğaltalım. Güzel öyküleri, güzel fikirleri, güzel yüzleri, tebessümleri... Bunları dünyaya ekmekten kimseye zarar gelmiyor. Ve ettiğimiz her tebessüm başkasından önce kendimize sadaka. Gülümsemek önce bize iyi geliyor. Bir parçamızı tebessüm vasıtasıyla mutlu etmek nasıl sinemizde "İyi birşey yaptın!" hissi uyandırıyorsa, yüzümüzün iyi birşey yapması da kalbimize "İyi birşey yapıyorsun!" mesajı ulaştırıyor. Sadece kalpten yüze değil mesajların iletimi. Bazen yüzden de kalbe mesaj gider. "Sarılmak en hızlı kabul edilen duadır!" diye okumuştum bir kitapta. Hakikaten de sarılmak fiilî bir duadır. Bunlar tesirine karşıkonulmaz şeyler. Neden dünya daha iyi bir yer olsun diye daha fazla dua etmeyelim? Duanın ağırlığı yok ki!

3 Kasım 2015 Salı

Hüzün de güzeldir

"Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır." Barla Lahikası'ndan.

2015 yapımı Ters Yüz (Inside Out), izlemekten sadece keyif almadığım, aynı zamanda birşeyler de öğrendiğim bir animasyondu. Bir enfüsî tefekkür çalışmasıydı bana göre. Sair derslerini bir kenara bırakırsam, filmde en çok vurgulanan şey, hüznün gerekliliğiydi. Neşe, üzüntü, öfke, nefret gibi duyguların anlaşmazlıkları ve insanın halet-i ruhiyesine hâkim olma çabaları çok güzel anlatılmıştı filmde. Neşe, diğer hisler bir tarafa, üzüntünün 'sahibine' (Riley) iyi gelmediğini düşünüyordu. Hiçbir şeye dokunmamasını arzu ediyordu. Fakat o duramıyordu. Birşeyleri rengine bulamak istiyordu. Riley'nin ailesiyle birlikte San Francisco'ya göç etmesinden sonra da bu arzusu artmıştı.

En nihayet, anlaşmazlıklarından kaynaklanan bir aksaklık 'hatıralar diyarına' düşmelerine neden oldu. Ve merkezlerine dönmeye çalışırken yaşadıkları, neşeye, üzüntüyle bir bütünün iki parçası olduklarını öğretti. Üzüntü olmadan neşe de sahibini koruyacak kadar güçlü olamıyordu. Finale yakın sahnede, neşenin eline aldığı bir 'kalıcı hatıra küresi' Riley'nin, ailesine en çok üzüntülüyken ihtiyaç duyduğunu gösterdi. Ve neşe, kumanda masasının üzüntüye bıraktı. Böylece, evden kaçmak üzere bir otobüse binmiş olan Riley'i ailesine dönmeye ikna ettiler.

Bu hafta Holografik Bakış'ta Abdurreşid Şahin ve Zübeyir Tercan abiler de böyle bir konuyu işledikleri için hatırladım Ters Yüz'ü.[1] Üçüncü Söz'de geçen 'rahat-ı kalp ve vicdan' ifadesinin tefekkürünü yaparken ikili, söz, istemsiz bir şekilde hüzne kaydı.

Abdurreşid abi, 'rahat-ı kalp ve vicdan' halinin çılgınca bir neşe (bir 'Haydi eller havaya!') hali değil, insaniyete dair her hissin kıvamınca yaşandığı (huzur makamında yaşandığı) bir durum olduğunu dile getirdi. Çünkü hüzün de insaniyetin bir parçasıydı. İnsan, bir başkasına sığınmaya, ancak hüznü sayesinde ihtiyaç duyardı. Böylece hüzün bizi kendi kendinelik kalemizden çıkmaya zorluyordu. Uyandırıyordu. Öyle ya, varlığın azameti karşısında aczini hissetmeyen insan, varlığın sahibini tefekkür etmeye veya sığınmaya ihtiyaç hisseder miydi? (Bediüzzaman'ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür sıralamasında aczi öncelemesi, bu açıdan, ne kadar anlamlıydı.)

Zübeyir abi, bu noktadan alarak, açlık ve doyurulma arasındaki ilişkinin hüzün ve affedilme/sığınma arasında da bulunduğuna dikkat çekti. İnsan, nasıl ki açlıkla kendisini doyuracak birine ihtiyaç duyuyordu, hüzünle veya pişmanlıkla da kendisini affedecek veya kendisine sığınılacak birisini arıyordu. Ters Yüz'ün finalinin verdiği ders de buydu tam olarak. Neşe, elinden gelen bütün gücü sarfetmesine rağmen, Riley'i ailesine sığınmaya ikna edemiyordu. Fakat hüzün, kumanda masasına müdahele ederek, Riley'i korudu. Riley'i, zâhirde hüznün ellerinde doyasıya ağladı. Fakat ağlamasının hemen ardından kalbine bir sürûr yayıldı. Nihayet evden ayrılmanın onu ne kadar etkilediğini ifade edebilmişti. Neşenin aldığı ders de tam olarak buydu. İnsan neşeliyken veya neşeli olmaya çalışırken zayıflıklarını veya yaralarını ortaya çıkarmaz. Yaralarımızı görmemiz için üstüne hüznün mürekkebini dökmemiz lazım. Ne der Bediüzzaman: "Bir dert görünürse, devası âsândır." Tedavi için görünmeleri gerek.

Aczi konuştuk. Fakra da geçelim. Risale-i Nur'da kafama en çok takılan ifadelerden birisi de 'fakrın tezyidi' tabiri. Görünüşte anlamı 'ihtiyaçların arttırılması' ancak Bediüzzaman'ın metninin tamamına baktığınızda kastedilenin 'daha çok şeye ihtiyaç duyma' değil, 'ne kadar muhtaç olduğunun farkında olma' meselesi olduğu anlaşılıyor:

"Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."

Ancak asıl sorun öylece ortada durmaktadır: 'Muhtaç olma şuuru' nasıl arttırılır? 'Fakrın tezyidi' nasıl sağlanır? İmanlı her insan Allah'a muhtaç olduğunun bilincindedir. Bu bilinç, bir farkındalık olarak, nasıl daha üst düzeye çıkarılır? Esas soru budur.

Ben, bu sorunun cevabını, yakınlarda izlediğim bir Kahve Bahane'de aldığımı düşünüyorum.[2] Hasan Söylemez, bu programda, sekiz buçuk ay süren Anadolu yolculuğunun hikayesini anlatıyor. Bir bisikletle ve parasız yapılıyor bütün yolculuk. Karadeniz bölgesinden Doğu ve Güneydoğu'ya, oradan diğer bölgelere... Dile kolay, tam sekiz buçuk ay sonra İstanbul'a dönüyor Hasan Söylemez. Hayata Yolculuk (Hayy Kitap) kitabında da bu yolculukta yaşadıklarını ve öğrendiklerini anlatmış. Kitap da okunmayı bekliyor. Ancak ben, bugün, o yolculuk hakkında Hasan Söylemez'in anlattıklarından aldığım dersi aktarayım:

Neden yolculuğu parasız gerçekleştirdiğini izah ederken, Söylemez, 'paranın bir duvar olduğunu' ifade ediyor. Sadece hayallerin önündeki bir bahane olarak duvar değil, insan-insan ilişkilerinde de duvar oluşturduğunu düşünüyor paranın. Pazarlık yapmadığınız, parayı verip hemen ürünü aldığınız alışverişlerde, satıcının, değil kendisini tanımak, yüzüne bile dikkatle bakmadığımıza dikkat çekiyor. (Pazarlığın neden sünnet olduğuna dair bir okuma da çıkar mı buradan?) Fakat o, bu yolculukta insanları da tanımaya karar vermiş. Marifetini arttırmanın yolunu da iletişimini arttırmakta bulmuş. Kendisini daha fazla iletişime mecbur etmek için de yanına para almamış.

Parasız seyahat etmenin güçlüklerini düşünün. Her maddi zorluk, hatta karnınızı doyurmak bile, sizi başka insanlarla etkileşime mecbur kılıyor. Hasan Söylemez bu parasızlığın çok öğretici bir parasızlık olduğunu söylüyor bu yüzden. Ve paranın sandığı kadar 'olmazsa olmaz' birşey olmadığını da böylece anladığını ifade ediyor. İnsanlardan hiçbir şey dilenmediğinin de özellikle altını çiziyor. Karşılığında yardımını sunmuş onlara. Bahçelerinde çalışmış, bulaşıklarını yıkamış, yüklerini taşımış vs... Misafir olduğu her evin bir parçası olmuş.

Aldığım derse gelirsem: Söylemez'in iradeli bir şekilde 'fakrını tezyid' ettiğini düşünüyorum. İhtiyaçlarını arttırmış. Bunu salt bir şuur halinde yapmamış. Bilfiil kendini mecbur ederek de yapmış. Üstelik, çok özel bir farkındalıkla, her muhtaçlığın aslında bilmeye bir yol olduğunu farkederek/görerek yapmış.

Bediüzzaman, aczi ve fakrı neden bu kadar önemsiyor? Neden tefekkürün öncesine onları koyuyor? Çünkü ihtiyaç bilmenin yoludur. Biz, ancak ihtiyaçlarımız sayesinde varlıkla etkileşime geçeriz ve onlardan birşeyler öğreniriz. Her etkileşim bir marifet kapısıdır. Allah, bizi çok şeye muhtaç ederek bize bir kötülük yapmamıştır. Bizi çok şeye muhtaç ederek aslında daha çok şey bilmemize yollar açmıştır. Hz. Âdem'in acziyetinde İblis'in yanlış anladığı, fakat talim-i esma üzerinden meleklerin doğru okuduğu, budur: Daha çok şey dilememize. Daha renkli dualar etmemize. Daha çok duygu yaşamamıza. Daha çok şey tatmamıza/düşünmemize. Daha çok Ona sığınmamıza vs... Hepsine ihtiyaçlarımız vesile olur. Muhtaç olmak güzeldir. Çünkü muhtaç olduğunuzu ancak bilirsiniz. Ve bilmenin kendisi ihtiyaçtır.

Belki de bu yüzden Hasan Söylemez'in kitabının üstbaşlığı şu cümle: "İnsan, insana ve tabiata dokundukça insan kalır." Söylemez'in bu cümlesinden mülhem belki şunu söyleyebilirim: "İnsan, muhtaç olduğunun farkında oldukça insan kalır." Ve tam bu noktada bir ayet geliyor aklıma. Âlâk sûresinden: "Gerçek şu ki; insan azar, kendini ihtiyaçtan uzak (veya kendi kendine yeterli) görürse..." Mezkûr perspektiften bakınca, insanı kendisinden başkasına muhtaç hissettiren, yani ki kendisinden başkasına yüzünü çeviren, hüzün ne kadar da anlamlıdır. Bir yazımın başlığı idi. Onunla bitireyim: Sahilde çay içerken hepimiz aciziz.



[1] Hüzün kalbe neler öğretir? http://www.tv111.com.tr/programlar/holografik-bakis/holografik-bakis-69-bolum-huzun-kalbe-neler-ogretir-1027.html
[2] Kahve Bahane/Hasan Söylemez: http://www.tv111.com.tr/programlar/kahve-bahane/kahve-bahane-31-bolum-hasan-soylemez-gazeteci-gezgin-1026.html

21 Nisan 2015 Salı

Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın

Güzel görmek, eşyayı olmadığı bir hale sokmak, bunun için algımızı bükmek değil, olduğu hali görmektir. Yani zaten güzel olanı öyle görmektir. Evet. Varlık hayır üzere yaratılmıştır. Mü’minin imanı budur. Çünkü Allah Cemîl’dir, Hakîm’dir, Rahîm’dir. Bütün isimleri güzeldir. Kendisini hem Kur’an’ında, hem insandan hitabı nübüvvette, hem bizdeki nakşı vicdanımızda, hem de kainat kitabında böyle haber vermiştir. Her eserinde Esmaü’l-Hüsna’sının izleri bulunur. Varlıktaki güzellik kaçınılmazdır. 

Fakat, arkadaşım, zaten güzel olanı öyle görmek bile bir güzel nazar istiyor. Niyet istiyor. İman istiyor. Önceden hazırlanış istiyor. Biraz da büyük resmi kollamaya yatkın bakış istiyor. Yanlış anlaşılmasın. Burada ayıklamayı dilediğimiz şey baktıklarımızda değil. Sınırlarımızın kirleticiliğinden kurtulmayı diliyoruz biz. Eksik bilişimizin, hissedişimizin, görüşümüzün kusurlarından uzaklaşmaya çalışıyoruz. Güzel görmek mesaisi en azından bu. Çirkinlik sanrısının bizden kaynaklandığını anlamak. Ya bizzat yahut da neticeleri itibariyle güzel olanı farkedemeyenin biz olduğumuzu bilmek. Âlemi ‘kendimizde’ düzeltmek.

“Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Mürşidim böyle söylüyor. Bizi parçalara bakarken yaşayacağımız yanılgılardan korumaya çalışıyor. Bütünün cüzlerinin toplamından fazlası olduğunu hatırlatıyor. Şunu da unutmamak gerekir ki arkadaşım: Vahyin küllî öğretisiyle yumuşatılmamış akıl tahripçidir. Hırpalayarak anlar. Yoğunlaştığını parçalar. Kopardığını geri vermez. Birşeyi sırf akılla anlamaya çalışmak varlıktan gasıbane ayırmaktır. Konsantrasyon dediğimiz aslında bir nevi körelme. İhtisas, alanının dışına kapanma. Evet. Gayrısına körleşme. Sadece o olma. Sadece onda olma. Sadece onun sende olması. Hatta bu tahripçiliğin her duyumuza sirayet etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Demek sınırlı olanın fıtratında fethetmek istediğini de sınırlandırmak var. Hakkı olmasa bile. Emaneti aldığımız andan itibaren ‘çok zalim’ ve ‘çok cahiliz.’ Madem ki parçalamakla biliyoruz. İkisi de kaçınılmaz.

Dikkat etmemiz de parçalamaktır dikkat çekmemiz de. Vurgulamadan ele alamayız hiçbirşeyi. Avuçlarımız küçüktür. Vurgumuzsa parçayı bütüne hâkim kılmaktır. Veya en azından daha/ilk görünür kılmaktır. Zalimdir. Mahluk, madem ki mutlak olamaz, o halde her tasarrufu kayıtlarıyla yaralıdır. Sınırlarıyla berelidir. Cahildir. Bu halimizden korkmalıyız arkadaşım. Hem de çok korkmalıyız. Ârif şu karanlığını farkettiği için sezgisinden vahye kaçar. Kendisinden Allah’a sığınır. Keşfine mutlak şekilde güvenmez. “Allahu a’lem!” demeden zannını açmaz. Bir fikrin Kur’an’a ve sünnete uygunluğunu sınamak aynı zamanda bütüne uyumunu sınamaktır. Bütüne uymayan parça reddedilir. Hoşumuza gitse de gitmese de. Son minvalde hakikatin hükmü bütündedir.

“Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak ‘nazarında’ pek fena bir memlekete düşer. (...)Vicdanı azap içinde kalır.” Nazarında düşer fakat kendi parçası dahi bu parçalayışını onaylamaz. Çünkü şuurunda olmasa bile fıtratı/vicdanı bütününün farkındadır. Tecrübe dediğimiz şey de aslında biraz buna bakıyor. Evet. Tecrübe sahibi, olayları, ‘fiil’ değil ‘kanun’ olarak okumayı öğrenmiş demektir. “Bu böyle olduğunda mutlaka şöyle olur...” Tecrübe böylesi cümlelerinizin isabetine bakar. İşte ‘böyle olduğunda nihayetinde şöyle olduğu’ bilgisi biraz bütüne aşinalık istiyor. Bütüne aşinalığınız azaldıkça tecrübelerinizin güvenilirliği azalır. Gençlerin tecrübesizliğinden bahsedildiğinde kastedilen de budur.

Daha çok zamanda varolmanın daha çok şeyin farkında olmakla ve dolayısıyla daha çok an ve fiilin şahidi olmakla ilgisi var. Daha çok anın ve fiilin şahidi olmak ve bu daha çok an ve fiilin farkında olmak, onlar arasında kıyaslamalarda bulunup, kanunları keşfetmenizi sağlar. Yine mürşidim diyor ki mesela: “Kanun bir silsiledir; ef’âl onunla bağlıdır.” Demek, ne zaman fiilerin bağlı olduğu kanunu keşfettin, o zaman zamanın biraz daha ötesine uzanmış yargılarda bulunabilirsin. Çünkü bugün öyle olan muhtemelen yarın da öyle olacaktır. Bugün göğe attığın taşların düştüğünü görüp yarın atacaklarının da düşeceğini tahmin etmek kehanetten sayılmaz. Sen yalnızca bir âdetullahı yakalamışsın. Yani farketmişsin. Onu okuyorsun. Okuduğunu anlatıyorsun.

Peki kanun ne? Kanun Allah’ın tekrarlanan fiileri/emirleri. Onun, sıfat derecesinde hep öyle yaptığını, şuunat derecesinde hep öyle yapmayı sevdiğini farketmen. Sana açılmış bir fiilî dua yoluna uyanman. Tarlayı ekersen mahsûl bağışlanır. Allah’ın birşeyi hep öyle yapması, sana, duanın kabul olmaya yatkın olduğu yönü öğretiyor. “Hep öyle yapıyorsa öyle yapılmasını seviyordur!” diyebiliyorsun mesela. Tekrarını kastına yoruyorsun. Evet. Tekrar kastın delilidir. Bilişin, seçişin, iradenin işaretidir. Kastta bir muhabbet kokusu da var şüphesiz. Böylece fiillerden isimleri çıkardığın gibi kanunlardan da şuunatı okuyabiliyorsun.

“Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbinitemizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”

Evet, eser fiili, fiil esma-i ilahiyeyi gösterir. Fakat kanunlar şuunat-ı ilahiyeye aynalık eder. Şuunat okuması mü’minin pahabiçilmez tecrübesidir. Biz bu nevi tecrübeye ‘marifet’ de diyoruz. Elhamdülillah. Eğer, Allah’tan kopuk bir şekilde kainattaki bir kısım kanunları keşfetmişse bir münkir, o da bir tecrübedir, ama eksiktir. Tevhide imanı olsaydı, kanunlardan sonra şuunata, yani Allah’a, oradan da Vahid olanın yarattığı herşeye dair çıkarımlarda bulunabilirdi. Evet. Biz de imtihan sürecimizde bunun yollarını arıyoruz. Mürşidim yine bir yerde diyor: “Görüyoruz ki, herbir fiil-i icadî, ekser mevcudatı ihata edecek derecede geniş ve zerreden şümusa kadar uzun birer kanun-u hallâkıyetin ucu olarak görünüyor.” Fiilden kanuna, kanundan şuunata...

Şuunat bilgisi, yani Allah’ın hep öyle yapmayı sevdiğini öğrenme hali, mü’minin en büyük keşfidir. Statik esma bilgisinden dinamik bir şuunat düzeyine çıkıldığı zaman, Allah, rızası celbedilir bir Allah olur. Allah değişmez de senin kafandaki marifeti bir eşik atlamış olur. Sen değişirsin. Tıpkı Fatiha’da atlanılan eşik gibi. ‘Hesap gününün sahibi’ olduğunu gördüğün Allah’a kendini sevdirmenin de bir yolunu bulursun. “Hesap günü varsa, demek ki, hesaplanacak güzel şeyleri arttırmakta, kötü şeyleri azaltmakta fayda da var!” dersin. Bu da seni “Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz!” noktasına götürür.

Güzel görmek, işte, şuunatı böylesine yüce bilinen bir Allah’ın, suizannımızdaki gibi kötü şeyler eylemeyeceğini anlamaktır. Allah’tan (el-Emin’den) marifetiyle emin olmaktır. Cümlelerimin kusuruna bakmayın. Başka nasıl söylenir bilemiyorum. Kusurlu bir misal: Güzel görmek bahsinde kulun Allah’la olan hali, her görüştüğümüzde, “Bana ne hediye getirdin?” diye soran yeğenime benziyor. Elimdeki poşette hediye göremeyince ceplerimi karıştırıyor. Daha olmazsa tekrar tekrar soruyor. Hediye getirmenin huyum olduğunu biliyor çünkü. Bu bilgisinden dolayı hüsnüzannı üzerimden eksik olmuyor.

Kötülük yeğenimin hangi cebimde saklı olduğunu bilmediği hediyesini buluncaya kadar geçen zaman gibi. Güzel görmek de bana dair bir hüsnüzan. “Dayım böyle yapmaz. Kesinlikle bir hediye getirmiştir. Nerede acaba?” demek biraz. Hüsnüzan bütüne yöneliktir. Suizan parçada boğulmaktır. Kem bir sözü nakledildiğinde sevdiğinizin “O öyle şey demez!” demek, davet edildiğiniz yerde kapıyı kimse açmadıysa “Böyle yapmazlardı!” deyip sağa sola bakınmak, emin arkadaşınız beklettiğinde “Biraz daha bekleyeyim. Mutlaka gelir!” diyebilmek... Bu yaptıklarını Allah için de yaparsan, işte, o güzel görmek olur. Zaten el-Emin olan Allah’ın gölgesine sığınmak ‘güzel görmek’le olur. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

Bu bahiste Bediüzzaman’dan önce mürşidim Hz. Hatice radyallahu anha annemdir. Ki o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, nübüvvetin ilk müjdelerini aldığında cin çarpmasından endişelenince, kendisine şöyle demişti:

“Endişelenme! Yemin ederim ki Allah Teâlâ asla Seni mahcup etmez. Çünkü Sen akrabalık bağlarını gözetirsin, doğru konuşursun, zayıfların yükünü çekersin, yoksulların derdine derman olursun, misafirleri ağırlarsın, haksızlığa uğrayan kimselere yardım edersin.” Daha eşine nübüvvet gelmeden, devr-i cahiliye içinde böyle bir Allah marifeti olan, Onun şuunatı hakkında “O, Senin gibi iyi olana kötülük edecek bir Allah değildir, çünkü Allah öyle değildir!” tesbitinde bulunabilen bir anne, elbette, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın eşi olmaya bihakkın layıktır. Sana son birşey daha diyeyim mi arkadaşım: Mevzu Allah hakkında hüsnüzan, yarattığı hakkında güzel görmekse, Hz. Hatice annemizden daha delikanlımızı bulamazsın. Bunu da hatırında çıkarma.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...