Depresyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Depresyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2020 Cumartesi

Onu unutmak unutkanlığı nasıl arttırır?

Ben de bu mevzuya Mehmet Fatih Kaya Hoca'nın Hadis Usûlünde İhtilat isimli eserini okumakla vâkıf oldum. 'İhtilat' ne demek, merak ettiyseniz, altbaşlığı okuma zamanınız geldi: Râvinin Akıl ve Hâfıza Fonksiyonlarının Zarar Görmesi ve Bunun Rivayetlerine Etkisi. Kitapta ilerledikçe hayretler içinde kaldım. Gıptayla damağımı şaklattım. Hadis ilminin ne denli geniş bir vüsate sahip olduğunu sahiden bilmiyoruz. Bilginin doğru aktarımında gözetilmesi gereken hiçbir detayı ıskalamamış didik didik bir hassasiyet var karşımızda. Üstelik bu hassasiyet kişilerde kalmamış. Usûllere de bağlanmış. Yani sistemleştirilmiş, nizamlaşmış, kaideleri oluşturulmuş. Üzerine kitap telif edilen 'ihtilat'sa bu detaylardan sadece birisi. Ancak yazı 'ihtilat' konusuna dair olmadığından burayı hızlı geçeceğim.

Yazıya lazım olan kısmıyla şu: Bazen, hafıza kuvvetiyle meşhur insanlar dahi, yaşadıkları kimi hâdiseler nedeniyle yeteneklerinde körelebiliyorlar. Sözgelimi: Yaşadıkları acı bir kayıpla, bir kazayla veya bunama gibi rahatsızlıklarla ister istemez nakillerinde hatalar yapabiliyorlar. Hadis âlimleriyse bu insanî durumu görmezden gelmiyorlar. Râvilerini bu yönleriyle de sık sık sınıyorlar. Yani bir kişiden ne duysalar alıp sonrasında onu kendi haline bırakmıyorlar. Ara ara tekrar ziyaret edip daha önce rivayet ettiği hadisleri tekrar rivayet etmesini istiyorlar. Bazen de başkasından duymuş gibi yaparak kendisine haber veriyorlar. Eğer râvi bu hadisleri hatırlayamaz yahut tekrar aktarırken hata yaparsa âlimler onun isminin yanına durumunu anlatır notlar düşüyorlar. Ve bu notları birbirlerine haber vererek yayıyorlar: "(...) tarihe kadar hafızası kuvvetliydi. Fakat bir kaza geçirdi. Ondan sonra rivayet ettiği hadislere güven olmaz..." kabilinden bir güvenlik önlemi alıyorlar. Böylece rivayet ilminin istikametini de layıkınca korumuş bulunuyorlar. Elhamdülillah. Allah herbirine amellerinin ecrini kat kat versin. Âmin. Âmin.

Hafızanın 'yaşanan acı hâdiselerle veya 'büyük korkularla' veyahut 'zorlu süreçlerle' zarar görebildiğine dair yakın tarihimizden de bazı misaller biliyorum. Örneğin: İmam Zahid el-Kevserî Hazretlerinin bir deniz yolculuğu sırasında boğulma tehlikesi geçirdiğini, bu dehşetli tecrübenin ardından "Unutmak nedir bilmiyorum!" dediği hafızasına nisyan arız olmaya başladığını, hayatıyla ilgili eserlerden okuyoruz. Ve Bediüzzaman Hazretlerinin de aynı derecede meşhur belleği hakkında şöyle ifadeler kullandığını biliyoruz: "Hem kuvve-i hafızam musibetler neticesi olarak sönmüştü." 

Psikiyatri uzmanları depresyon dönemlerinde de unutkanlığın arttığını söylüyorlar. Hatta buna 'yalancı bunama' adını veriyorlar. Bense kendimce şöyle bir ilgi kuruyorum: İnsanın unutmak istediklerinin sayısı arttıkça hafızası da zayıflıyor. Arzusu dua yerine geçiyor. Sanki kalbinin bir köşesinden kendine şöyle vird u telkinde bulunuyor: "Unut! Unut! Unut!" Depresyon dönemleri de işte biraz böylesi dönemlerdir. Depresyon geçirenler gündelik yaşamlarında kaldıramadıkları her ne varsa bunları dışarılarında bırakmaya çalışırlar. Etkisizleştirmeye gayret ederler. Bu 'dışarıda bırakma'nın yollarından birisi de unutmaktır. Unutmak bir korunma yoludur. Tecrübeyi bir tür gafletle örterek sessizleştirir. Büyük şoklar yaşayan insanlar da bazen olanları hatırlamazlar. Mürşidim yine bu sadedde bizlere der: "Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir. Müterâkim olmuş âlâmı unutturur." 

Yine Bediüzzaman Hazretlerinin 'ahirzamanda artan unutkanlık' ile 'harama nazar' arasında (İmam Şafiî rahmetullahi aleyhten nakille) kurduğu bir bağ vardır. Hatta mevzuyu götürüp ahirzamanla ilgili bir hadis-i şerifin ihbar-ı gaybîsiyle de ilişkilendirir. Devamını yerinden okuyalım: "İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadis-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor: 'Âhir zamanda, hafızların göğsünden Kur'ân nez'ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.' Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur'ân'a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek, o hadisin tevilini gösterecek." 

Arkadaşım, ben, yukarıda söylediğime benzer bir okumayı burada da yaparım: "Harama nazar etmek de insanda unutmak istediği şeyleri çoğaltır!" derim. Dediğime de şunu eklerim: İnsanın baktığı her güzelliğe karşı içinde 'sahip olma' isteği uyanır. Ancak bu sahiplik elbette hep mümkün değildir. İmkânsızlığın ateşinden bir kıskançlık, hased ve garet dumanı tüter. O şey artık bir yoksunluktur. Bir küçük isyandır. Bir haksızlıktır. Ve insan bunları biriktirerek yaşamak istemez. Fakirliğini çoğaltarak yürümek istemez. Ya ne yapar peki? Unutur. Yahut da unutmayı diler. İster. Arzular. Bunu kendisi farketmese de içine söyler. Tıpkı şok yaşayanların olayın hemen ardından bu unutkanlığa muvaffak olabildikleri gibi o da gıdım gıdım sarsıntılarla bu muvaffakiyet emelini Sahib-i Hakiki'sine bildirir. Cenab-ı Hak da hikmetine binaen bazen tekerrür eden bu duayı kabul eder. Sahibini unutkanlaştırır. Belki depresyonun kaynağı da böylesi bir dua birikimidir. Yani 'müterâkim olmuş âlâm'la ilgilidir.

Buradan da şu ayetin semasına bir merdiven dayayalım istiyorum: Haşir sûresinde kısa bir mealiyle buyruluyor ki: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Onlar hep yoldan çıkmış kimselerdir." Ben bu mananın da yukarıdaki konuştuklarımızla alakalı olduğunu düşünmekteyim. Hatırlayalım: Bediüzzaman nisyanın nimet olduğu yer hakkında ne demişti: "Ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir." Sözgelimi: Bir insan ahlaksızlığıyla 'sahip olamadığı şahitlikleri' çoğaltıyorsa, Cenab-ı Hakkın bu insana unutkanlık vermesi, bir yönüyle nimet değil midir? (Allahu'l-a'lem.) Yahut da en azından bu çoğaltımın sonucunda gönlünde biriken sıklet Allah'tan kendisine bir unutkanlık gelmesi için ettiği dua değil midir? Çünkü bu yük ancak unutkanlıkla hafifler. Müterakim olmuş elemler ancak unutularak azaltılır. Gâfil unutkanlığı diler. Fakat biz de unutmayalım ki: Bu nisyan ancak bir devekuşu saadeti sağlar. Evet. Başını sokacak kum kalmadığında gaflet de biter. Sarhoş ayılır. Bu açıdan mezkûr ayetin cümle uykuların açılacağı, gafillerin ayılacağı, kumların dağıtılacağı 'haşir'le müsemma sûrede geçmesi ne kadar düşünülesidir!

Tevbenin gafletten farkı da burada bize gözkırpıyor. Tevbe hafızayı gerekli kılar. Günahını hatırlayan insan tevbeye yatkınlaşır. Pişmanlık hafızasız olamaz. Üstelik bu hatırlamanın mesaisi bir de Allah'la ilgili olmalıdır. Onun marifeti, isimleri, sıfatları, şuunatı akılda-kalpte diri tutulmalıdır. Bu diri tutma sağlanırsa ardından tevbe gelir. Yani, yine ayetin semasına uzanırsak, Allah'ı unutmayanın kendisini unutmaya ihtiyacı kalmaz. Hayatındaki hâdiseleri Onun kemaliyle, kemaldeki isimleriyle, marifetiyle bağlayacağı için koyulması gereken yere bırakacaktır. Ahirete inandığı için, mesela, sevdiklerinin kaybıyla büyük şoklar yaşamayacaktır. Unutuşa ihtiyacı azalacaktır. Hadisin ifadesiyle: Allah'ın ahlakıyla ahlaklanılacaktır. Böylece ahlaksızlığın muhtaç olduğu nisyana gerek kalmayacaktır. 

Şunun da altını çizerek bitirelim: Burada Allah'ın ahlakıyla kastedilen yaratışta gözettiği nizamdır, rahmettir, hikmettir. İnsan, Zülcelali ve'l-İkram'ın yaratışta gözettiği güzelliği kavrarsa, zaten makam-ı huzurda 'huzur'u yaşar. Herşeye doğru anlamları verir. Boşluğun eleminden kurtulur. Böylesi bir makamda unutulması gereken birşey kalmaz ki, âdem, kendisini unutmaya versin! Yine de, arkadaşım, âdemiyetin her şubesi hepimizin zaman zaman uğradığı yerlerdir. İmtihansız kulluk olmaz. O Rahman u Rahim'den bize her imtihanında huzurundan bahşetmesini, gafletinin yalnızlığından uzakta tutmasını, marifetinin ahlakıyla donatmasını dileriz, isteriz, dileniriz. Âmin. Âmin. Âmin.

22 Aralık 2017 Cuma

Güzele bakmak yaradır

Ebubekir Sifil Hoca, Riyazü's-Salihîn derslerinden birisinde Talak sûresinin 2. ayetinde geçen "Kim Allah'tan ittika ederse (Ona karşı gelmekten sakınırsa/korkarsa) Allah ona bir çıkış yolu nasip eder..." mealini izah sadedinde 'günümüz insanın psikolojik problemlerine' değiniyor ve onlardan da çıkışın ancak 'takva' ile olacağı vurgusunu yapıyor. Hayatın modern insan için giderek daha boğucu/bunaltıcı bir hale gelmesinin halihazırdaki günahkârlığıyla da bir ilgisi olduğunu, bu halinden uzaklaştıkça, yani takvaya çalıştıkça, dertlerinin de gideceğini ders veriyor. (Merak edenler için: https://www.youtube.com/watch?v=tCkDNRyULOg)

Bu tesbite can u gönülden katılıyorum. Hatta şimdi, şu yazıda, mürşidimin birkaç cümlesinin hayatımda gördüğüm yansımalarını aynı sadedde paylaşmak istiyorum. İstiyorum. Çünkü belki Ebubekir Sifil Hoca'nın izahına bir delil/dayanak oluşturacak. Anlamayı kolaylaştırıcı bir yol açacak. O cümle de Lemeat'ta geçer. Şudur:

"Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları..." Cümleler bunlar. Hissettiğim ise şudur:

Varması helal olmayan şeylere temayül göstermek veya (en somut haliyle) bakması helal olmayan güzelliklere hasr-ı nazar etmek, ele geçmeyecekleri için, ruha bir çizik atıyor. Bir yara bırakıyor. Bir iğne batırıyor. Velev (Allah saklasın) haram-helal hassasiyeti gözetmeyen, takvadan nasipsiz, fasık birisi olsun bahse konu olan kişi. Yine de kaçınamıyor. Bu yaralar insaniyetinde açılıyor. Çünkü o da her tanıştığına erişemez. Eriştiğine kavuşamaz. Kavuştuğuna sahip olamaz. Sahip olduğunu elinde tutamaz. O da en az dindar bir birey kadar heveslerinin zararlarına maruzdur. Kavuştuğunun zahiren fazlalılığı yaralarını gidermez. Ayrılıklarının sayısını ve/veya miktarını arttırır.

Şunu demek istiyorum: İmansızlık, fısk veya gaflet bu türden kesikleri kesinlikle gidermiyor. Sadece önemsetmiyor. Acısını bir süre hissettirmiyor. Önemsememek ise etkiye engel birşey değildir. Anestezi ameliyata engel olmaz. Size atılan kurşunu "Aman canım boşver!" demekle durduramadığınız gibi harama temayülü de 'önemsememekle' etkisizleştiremiyorsunuz. Ancak 'nazarımda yoktur'laştırabiliyorsunuz.

Cesaretle yüzleşelim: İnsan şahit olduğu her güzelliğe bir açlık duyuyor. Bu açlıkların herbirisi bir tür yara. Bir tür ihtiyaç. Bir tür özlem. Bir tür kavuşma isteği. Bir tür yokluk acısı. Hatta yine mürşidimin tabiriyle: "Hatta, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir."

Bu eşikte durup diyebilirim ki: Takvasız bir yaşam sürekli yara alınan bir yaşamdır. Süregiden bir ayrılıktır. Hele hele benim gibi kendini korumayı beceremeyenler için gözden dahi ruha uzanan kesikler vardır. Bu pencereden bakınca; her yeni bakış, yeni bir farkediş ve yeni bir yoklukla tanışmadır. Ve yitirişin, şuurunda olunsun-olunmasın, sancısını çekmedir.

İnsan büyük bir acıyla yüzleştiğinde onu tam yaşar. Tesirini tam hisseder. Çözümünü tam arar. Yaşadıklarını ondan bilir. Fakat küçük küçük acıların 'insanı uyandırmayan' bir gerginliği vardır. Üstelik böylesi gerginlikler, doğru adresleri bilinmediği için, başka adreslere de yansıtılır. Zararı giderek katlanır.

Hafiften devam eden bir dişağrısını (veya kaşıntısı demeli) çektiğim günlerde nasıl gergin olduğumu hatırlarım. Dişçiye gitmedim. Çünkü dayanabiliyordum. Ancak etkilenmediğim konusunda kendime dahi yapmacıktım. Çünkü geriliyordum. Çabuk kızıyordum. Konsantre olamıyordum. Dikkatimi veremiyordum. Kanaatimce günümüz insanı takvadaki eksikliği nedeniyle böyle bir 'yoksunluk stresi' yaşıyor. Her gün bin Leyla'yı teklifsiz gönlüne sokuyor ve aynı anda bin Leyla'nın yokluğunu taşıyor. Bu bizi her gün biraz daha denizin dibine çekiyor. Mecnun olmadığımıza şükretmeli.

Mürşidimin 'bu asrın hırçın yüzünde' suretperestliğin izini görmesi boşuna değil. Artık sayamayacağımız kadar çok Leyla var. Hepsi de bir 'tık' uzağımızda. Cep telefonunda her an taşınır/ulaşılır halde. Afişlerde, posterlerde, reklamlarda, her yerde!

Gönlümüzden içeri girenlerin sayısını arttıran şu 'perestlik' belalı birşey. Hayatın sabit fon müziği gibi sürekli yokluk şarkıları söylüyor. Gıptamızı arttırıyor. Özlemimizi körüklüyor. Yoksunluk yarasını büyütüyor. Ve bazen hasetle söylettiriyor. (Hatta isyan ettiriyor.) Yani: Hayatı 'sürekli kaybeden olarak yaşadığımızı' fısıldıyor bu yara.

Müslümanın takvaya sarılması bu açıdan, tam da Ebubekir Sifil Hoca'nın kastettiği şekilde, bir korunmadır. Önleyici tedbirdir. Ruh sağlığını korumasını da sağlar. Psikolojimizi düzeltir. Yaralarımızın çoğalmasını engeller. 1. Lem'a'nın verdiği ders ile düşünürsek: Her günah içinde küfre giden yolun 'yoksunluk kapısını' daha sık kullanmasını engellemez mi takva? Ne diyelim: Allah bizi günahlarıyla yoksunluk yarasını büyütenlerden eylemesin. Firavun'unu şükrüyle ezenlerden eylesin. Âmin.

22 Haziran 2017 Perşembe

Oblivion'dan içimizdeki boşluklara: Ağır hafiflikler...

Bir zamanlar "Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır!" demiştim. Bir yazımın başlığıydı bu. Hiç geçmeyen boşluk hissimizin kaynağına işaret ediyordu. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ayetini anlamaya çalışıyordu. Ve diyordu ki: "Sonsuzun doğurduğu boşluk ancak sonsuzla dolar." Bugün, ona devamla, 'boşluk' ve 'hafiflik' arasındaki farkı konuşmak istiyorum. Soruyla başlayalım: Biz 'boşluk' ile 'hafifliği' birbirinden nasıl ayırıyoruz? Yani ikisi de yoklukla ilişkili olan bu kavramların tanımlarındaki ayrım ne? Kalbimizdeki karşılıklarını farklı kılan ne? Bencileyin bu soruya şöyle cevap buldum diyebilirim: Hafiflik 'yokluğundan memnun kalınana' karşı duyulan bir histir. Boşluk 'yokluğunda eksik kalınana' karşı duyulur.

Evet, cevabımın arkasındayım, çünkü böyle hissediyorum. Her yokluk yükümü hafifleştirmediği gibi, her hafiflik de boşluğumu arttırmıyor. Hayatımda öyle şeyler var ki, onlar eksilse, bir daha tamam olmam ben. Yokluklarından kaynaklanan bir yük çekerim. Hafiflemem. Lakin öyle de "Hayatımdan çıksın!" istediğim şeyler var ki, onların yokluğu da bir boşluk hissettirmez bana, hakikaten hafiflik olur. Genel olarak şöyle söylenebilir belki: Gereksizin yokluğu hafifliktir. Gereklinin yokluğu boşluktur. Bu 'yokluğu boşluk doğuranlar' ve 'yokluğu hafiflik olanlar' bahsi beni ister istemez mürşidimin 3. Söz'üne götürüyor.

"O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür."

Ah, ama acele ettim, hikayemizin başını alıntılamadım. Onu da dinleyelim: "Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der: Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."

Sağa gideni, ağırlığına rağmen, silahı taşımaya iten neydi? Sola gideni, yoldaki rahatlığa rağmen, mutsuz kılan ne oldu? İşte bu temsilin detayları içinde 'hafiflik' ve 'boşluk' arasındaki nüans bize gülümsüyor. Ve belki bir kafa karışıklığının da adresi belli oluyor. Biz insanlar 'hafiflik' ve 'boşluk' ayrımında şaşırıyoruz. Boşluğunu hissedeceğimiz şeylerin her zaman hafifliğinin olmadığını unutuyoruz. Hatta boşluk hissini besleyen her yokluğun hafiflikten birşeyler götürdüğünü, omuzlarımızdaki yükü arttırdığını, işimizi zorlaştırdığını kaçırıyoruz.

Bediüzzaman'ın bu temsili ibadetler sadedinde vermesi boşuna değil. İbadetler bize her eylemin yük olmadığını öğretir. Rahmet olan zahmetler de vardır. Mesela farzlar yokluklarından hafiflik değil boşluk doğan şeylerdir. Allah'ı ve ona karşı sorumluluklarını öteleyen insanın boşluğu öyle bir noktaya varır ki sonunda kendisini yutar. Bu katlanılmaz çekilişten kurtulmanın yolunu karadeliğe karşı duyarsızlaşmayla aşmaya çalışır. Kuyuya düşerken duvarlardaki nakışlarla meşgul olur. Ki bunu da 3. Söz'ün ilk cümlesi bize söylüyor: "İbadet ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle..."

Fısk ve sefahet arkadaşlığı biraz da fıskın ortaya çıkardığı 'ağır hafifliklerin' farkındalığından başka yüklerle kurtulma çabası değil midir? Allah'ı hayatımızdan çıkardığımızda öyle bir boşlukla karşılaşırız ki, buna dayanabilmenin tek yolu, her an uyuşmaktır. İlla alkol ve uyuşturucu da kullanmak gerekmez bunun için. Hareketin de bir sarhoşluğu vardır. Modern insan dikkat dağıtıcılarla öyle sarınmıştır ki, bu toprak altındaki kafa, ellerinden toprağı alınıncaya kadar gözünü güneşe açmaz. (Toprağın alınmasının üzerine toprağın atıldığı ana denk gelişi ne ilginç bir ironidir.) Boşluğu hissetmez. Çünkü boşlukla yüzleşmez. Boşluğu oluşturan hafifliklerle elde ettiği 'zahirî hıffet'i modern medeniyetin yapmasını önerdiği meşguliyetlerle doldurur. Oruç tutmaz. Ama sürekli rejime başlar/bozar. Namaz kılmaz. Fakat yogası vardır. Camide vaaz dinlemez. Lakin sinemada başka kürsülerin sessiz müstemisi olur. Yaşadığı 'hafiflik' değil 'boşluk'tur çünkü. Ve bu boşluk dolmadığı her anda azap verir.

Bu meselenin birinci yanıydı. İkinci yanını ise şu soru başlatıyor: İnsanda bu boşluk hissi neden var? Neden, hatta en mutlu olduğumuz anlarda bile, yakamızdan düşmüyor? Neden en başarılı zamanlarımızda bile 'doğru şeyi yapıp yapmadığımızı' sorguluyoruz? Ben bunun bir yanının insanın cennetten dünyaya yolculuğu ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Biz insanlar Formula pistinden köy yoluna inmiş Ferrari gibiyiz. Ferrari yola bir şekilde devam ediyor. Fakat hareketlerinde bir tuhaflık var. Altına taş çarpıyor. Engebeleri aşmakta zorlanıyor.

Kendisini yolla uyumsuz hissediyor. Bu uyumsuzluğu bazen kendi 'işe yaramazlığına' yoruyor. Boşluk hissini en çok buradan yaşıyoruz. Aczimiz ve fakrımız dünyaya indiğimiz günden beri ensemizde iki nasihatçi. Arabamızın altına her taş değişinde "Neden böyle oluyor?" diye soruyoruz. Hayallerimizde yüz kilometreye birkaç saniyede çıkmak var. Fakat bu şartlarda mümkün değil. Hayalimiz cenneti unutamamış yanımızdır. Korku. Endişe. Bu uyumsuzluk imtihanın başladığını haber verdi bize. Yaşadığımız yerle hatırladığımız yer arasında bir uyumsuzluk.

Oblivion filminde dünyayı sömürmeye gelmiş o devasa uzaygemisinin beyinlerini yıkamak istediği insanlara sorduğu soru neydi? (Ki filmin içinde bu soruyu hep Victoria [Andrea Riseborough] cevapladı.) "Uyumlu bir ekip misiniz?" Uzaygemisi endoktrine edeceği insanlarda bunu aradı. Ve diyebiliriz ki: İnsanlığı kurtaran da Victoria'nın bu soruya bir yalanla karşılık vermesiydi. Hayır, onlar aslında uyumlu bir ekip değillerdi, çünkü Jack Harper (Tom Cruise) ona değil Julia'ya (Olga Kurylenko) âşıktı. Rüyalarında onu görüyordu. Bu gerçek hayatla rüyaları arasında bir uyumsuzluk yaratıyordu. Bu uyumsuzluk bir sorgulamayı ve arayışı tetikledi. Bu sorgulama ve arayış sayesinde de insanlık kurtuldu.

Doğru yerde olmadığımız düşüncesi bizi arayışa iten ana sebeptir. Eğer durduğumuz yerle tastamam uyumlu olsak, hiçbir rahatsızlık yaşamasak, o zaman arayışa da girmeyiz. Şeytan bizim beynimizi rahatlıkla yıkar. Bizi bize düşman eder. Oblivion'da Jack hakikaten Victoria'ya âşık olsaydı duracaktı. Huzur duyacaktı. Hayatı ve rüyaları hakkında sorular sormayacaktı. Kendimize dönelim: İnsan da dünyada tastamam mutlu olsaydı cenneti aramayacaktı. Cenab-ı Hakkın bizi, aslımızı, atamızı önce cennetle tanıştırıp sonra dünyaya göndermesi büyük bir lütuf. Tanıştırıldığımız yoksunluklar sayesinde varolmakta kararsızlaştık. Bunlar bizi imtihan edilir kıldı. Eğer şu uyumsuzluktan doğan mübarek boşluk hissi olmasaydı hiç Allah'ı arar mıydık?

25 Ağustos 2016 Perşembe

Yaşamak düşmektir...

Mürşidim; "İnsan, yediklerine bir baksın. Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan daneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik—size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye..." (Abese Sûresi, 80:24-32.) gibi ayetlerin tefsiri sadedinde diyor ki: "Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder."

Bu bahsi seviyorum. Zira nicedir aradığım bir cevabı da içinde saklıyor. Durun, durun! Acele etmeyelim. Cevaptan önce soruyu zikredelim: İnsana Allah'ı aratan nedir? Bir dakika. Bu çok çabuk oldu. Daha öncesine gidelim: İnsanı varolduğu gibi varolmaktan, varolagelmekten, varolagitmekten alıkoyan nedir? Yaşamak neden yetmemektedir insanoğluna? Neden yaşamın anlamına dair bir mesaiyi/arayışı kaçınılmaz bulmaktadır? Veyahut en net şekliyle ortaya koyalım sorumuzu: "İnsan neden hayvan gibi yaşayamıyor?"

Yese, içse, yatsa... Uyansa, eğlense, uyusa... Neden bütün bunlar insana yetmiyor? Neden daha fazlasını arıyor? Bence bütün bu soruların cevabı olan 'kutsanası insanî kararsızlığın' el-esmaü'l-hüsna ile yukarıdaki gibi bir ilgisi var. İnsan hayvandan farklı olarak esmayı sezecek şekilde yaratılmış. Daha evvel de 'tutunmak' ile ilgili yazılarımda bu konuya dokunmuştum: İnsan boşluktadır. Yaşamak düşmektir. (Neden rüyalarımızda sıkça düşeriz?) Ayet-i celilenin ifadesiyle ahsen-i takvimde (en güzel kıvamda) yaratılıp esfele's-safiline (aşağıların en aşağısına) inerken yaşadığı düşme hissini gidermeye çalışır her türlü çabasıyla. Çünkü ayetin devamında haber verilen şeyin bu düşmeyi durduracağını bilir: "İman edenler ve salih ameller işleyenler müstesna..."

İman etmek ve salih amel işlemek... Bu ikisinden başka yol yoktur tutunmak için. Çevresini anlamlandırdığı ölçüde anlamdan duvarlara, mekanlara ve huzura ulaşır. Hayvan gibi sadece 'yapmak için yapmak' yetmez insanoğluna. O fiilin bir de amacı olmalıdır. Amaçlarının yüceliğinde inandıkça hayatında da bir lezzet hasıl olur. Fiilden alınan lezzet genelde nefsîdir. Amaçtan alınan lezzet ruhîdir.

Bazıları kendini sahte anlamlarla ve imanlarla kandırır. Tüm bâtıl akideleri bu başlık altında toplayabiliriz. Bazıları da kendini sahte amellerle ve çabalarla yanıltır. Fiillerin lezzetiyle ruhun açlığını bastırır(!) Bütün yıkıcılıkları, sefahati ve eğlentileri bu başlık altında toplayabiliriz. Ama nihayetinde, sapkın olsun mü'min olsun, her insanın varoluşu veyahut varoluşunun huzura kavuşması, 'amele' ve 'imana' bakar. Hiçkimse hiçbirşey yapmadan hayatta kalamaz ve hiçbir amaca hizmet etmeyen şeyleri de yapmak istemez.

Anlamlı olmaya açız. Ruhumuz ekmekten daha çok eylem ve anlam arıyor. Yüce bir amaç için yapıldığına inanmadığımız fiilerimiz zamanla omuzlarımızda biriken yüklere dönüşür. Amaç fiilin canıdır. Yahut da şöyle söyleyelim: İman amelin canıdır. O fiilin yalnız olmadığını, bir iman/amaç kardeşliğiyle-kanunuyla kendisiyle bitmeyecek bir silsileye bağlandığını hisseder insan yüce birşeye inanmakla. Bu onun sonsuzluk arzusunun zorunlu kıldığı bir çabadır. Allah bizi bir bütünün parçası olmaya müptela yaratmıştır.

Konuyu daha fazla dağıtmadan sadede geleyim: Bize hayvan olmadığımızı hissettiren şu 'kutsanası boşluğu' yaşatan nedir? İşte, bence o boşluk, Bediüzzaman'ın yukarıda altını çizdiği bu boşluktur: "(...) sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var." Evet, hakikaten var bu. Ve biz bu boşluğu hissettiğimiz/sezdiğimiz için huzurlu olamıyoruz. Ağaçtan elmayı, bebekten gülücüğü, anneden şefkati, arıdan balı, böcekten ipeği, buluttan yağmuru, sevgiliden aşkı... Bunların hepsini alırken aslında aldıklarımızın verdiklerini yaratamayacaklarını seziyoruz. Bu bizi huzursuz kılıyor. Hatta bazen almaya alışık olduklarımızın vermeyi kesmesi bu sebep-sonuç arasındaki mesafeyi daha şiddetli hissettiriyor. Bir dostun yüzünü asması neden huzursuz eder? Bir yârin ilgisizliği kalbi neden cehenneme çevirir? Çünkü hatırlanan boşluktur. Onlar sonuçları olan şeyleri yaratmaktan çok uzaktırlar.

Kutsanası insanî boşluk hayvan olmadığımızı hatırlatarak kararsızlığımızı coşturuyor. Bu kararsızlık bizi yeni arayışlara itiyor. Ve biz, bu arayışlar sayesinde, Alak sûresinin ifadesiyle 'bizi azgınlaştıracak istiğnadan' kurtularak, insanlaşıyoruz. Yani; vahyin esmaü'l-hüsna ile öğrettiği, sırtımızı yaslayacak duvarların, elimizi koyacak mekanların, tutunacak kulpların bilgisidir. Esmayı bilmek hayatta tutunacak daha çok kulba sahip olmaktır. Fiilleri sönmeyen ve yokolmayan anlamlarla bağlamaktır. Kur'an'ın kendisini 'sapasağlam bir kulp' olarak tarif etmesi içinde esmanın bize kattığı bu dengenin payı büyük. En nihayet demem o ki: Düşüyoruz arkadaşım. Tutunmamız gerek. Hayvandan en büyük farkımız: O düşmüyor. Biz düşüyoruz. Ne mutlu düştüğünü farkedene...

27 Ocak 2016 Çarşamba

İnsan dertleriyle uzaklaştıkça barışır

Yazmak, üzerinde oyalanmaktır. Bir meraklı tedirginlikle etrafında dolaşmaktır yazılacak şeyin. İnsan, yazdığı şeyi daha sanatlı hale getirmez/getiremez bence. Böyle bir gücü yoktur. Yoku bu kadar vücutsuz/sanal bir düzeyde dahi yaratamaz. Üzerinde oyalanmasıyla onda derinleşir. Oyalanmak dua yerine geçer. Dua eğleşmeyi dikkate dönüştürür. Toprak, kaşıkla bile olsun, kazmaya müsaittir. Üzerinde oyalananı bağrına basar. Gün gelir insanı da bağrına basar. İnsan, zaten ortada olanı ortaya çıkarır. Ortada olan malum olan değildir her zaman.

Malumiyet bir keşiftir. Bir arkada bırakmadır. Farkedilmediği sürece 'zaten ortada olan' pekçok şey bilinmez. Farketmek de aslında bir kuşatmadır. İnsanın ortaya çıkardığı herşey kuşattığıdır. Kalıba dökebildiğine bir isim takar. İsim takabildiğini hafızasında/zihninde bir yere bırakır. Bir yere bıraktığında, istediği zaman ona tekrar ulaşır. İnsan, istediği zaman ulaşabildiğine sahip olduğunu sanır. Sahip olduğunda ise varoluşunu arttırdığını düşündürür. Varoluşunu arttırmak, fenaya gittiğini hisseden var için bir tesellidir. Kuyuya düşerken kenarlardan tutunma çabasıdır.

Hz. Âdem, talim-i esmayı, ezberi iyi olduğundan değil, kuşatması iyi olduğundan kazanmıştır. Çünkü 'ene' ondadır. Emanet ondadır. Daha fazlasını mülk edinebilme/varlığını arttırabilme arzusu ondadır. Bizim halimiz de emanetçinin sarhoşluğudur. Emanetçi, elindekini mülkü sanmaya başlamış ve 'daha fazlasını' istemiştir. Halbuki sahiplik hüneri arzulamakla değil elinde tutabilmekle ortaya çıkar. İnsan sahip olduğunu elinde tutamaz. Emanetçi emanet verileni sonsuza kadar saklayamaz. O halde arzuyu yanlış anlamıştır.

Sonsuzun tanımı yoktur. Sınırlının zıttı olduğundan başka birşey bilmeyiz ona dair. Fakat kuşatabildiğimiz her alanı ondan koparmadan isimlendiririz. Emaneti böyle alırız. Sonsuzun parçalarını isimlendiririz. İsimlendirmek, koyduğumuz yerde bulmak için bize lazımdır. (Emanetçi, emanetleri bulabileceği yerlere yerleştirmeli.) Tarif etmek, aslında aklın/kalbin çekim kuvvetinde eşyayı bir yere oturtmaktır. Nasıl ki, yeryüzünün çekmesi sayesinde birşeyler olduğu yerde kalır. Bilmek de böyledir. Bildikçe emin oluruz nesneden. Korkularımız dağılır. Çünkü dönüp tekrar geldiğimizde onu aynı yerde bulacağımızı biliriz. Aynılık ünsiyettir. Aynılık kolaylıktır. "Din kolaylıktır." Çünkü din, ona iman etmiş tüm mü'minler için, aynı dili konuşmaktır. Allah'ın yarattığı herşeyin kuşdilini/fıtrat dilini konuşmaktır. Hz. Süleyman (a.s.) kadar barışık olmaktır herşeyle. Ve selam yayılır onların arasında...

Sen varlığa sahip olmadığı bir derinlik kazandıramazsın. Bunu deneyebilirsin. Fakat yatsı vakti geldiğinde tüm yalancı derinlikler söner. Zaman müfessirdir. Zaman, tüm yalancı derinliklerin katilidir. Çünkü derinlik bir yönüyle bekadır ve beka da Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'tekrar-ı vücud'dur. Zaman onu sürekli sınar: "Şimdi de varolabiliyor musun? Peki, şimdi? Peki, bir kez daha? Peki, bir kere daha? Peki ya şimdi?"

Peki, bunca derinlik nasıl konuşulabilir oluyor? Ki zaten 'hakkında konuşabilmek' derinliğin kendisidir biraz. Allah, Cenab-ı Hak'tır, çünkü varlığın hakkında yaratıldığıdır. Onun marifeti eşyanın en derin yeridir. Gerçek ancak bu en derin yere doğru eğimliyse hakikattir.

Bunu da şöyle anlayabilirsin iman penceresinden: Varlık zaten üzerine yaratıldığı hayrın derinliğine sahiptir. Hayır bir bütünlüktür. Şer bir parçalanmadır. Hayır vücudidir/varlıksaldır ve küllidir/bütüncüldür. Şer ise ademi/yokluksal ve cüzidir/parçacıldır. Her varlık derindir. Her varlık tevhid kadar derindir. Çünkü tevhid kadar bütündür. Derinlik bütünlükten gelir. Aşağıya doğru, içeriye doğru, öze doğru uyandığımız bütünlüğe derinlik deriz biz. Derinlik bizim için kabuğun dışında kalan bütünlüktür. Fakat biz sınırlıyız. Çoğu zaman batacak kadar, dalacak kadar, boğulacak kadar üzerinde eğleşmeyiz.

Hayatta sığ olan hiçbir şey yoktur. Fakat bakıştaki sığlık nesneyi de sığlaştırır. Hatta bir adım daha ileri gideyim mi? Kötülük de bir sığlaşmadır. Sıkıntı bir sığlaşmadır. Monotonluk bir sığlaşmadır. Ama nesnenin veya hadisenin veya fiilin sığlığı değildir o. Nazarın sığlığıdır. Ezelden, o nazar-ı âlâdan bakabilseydik herşeye, hiçbir şeyde hakiki kötülüğün bulunmadığını görecektik. Kader ve hayat kitabı tastamam önümüzde olsaydı, gözümüzü yoran hiçbir satır 'boşuboşuna' veya 'kötü' görünmeyecekti. Hatta kötülük bile iyilik şarkısının es'leri olacaktı bizler için. Belki şarkının en güzel/girift yeri. O kadar girift ki, güzelliği okunamaz olmuş yanındayken. Okunmazlıktan kötülük sanılmış. Uzaktan bakmak gerekiyor. Bilmenin uzaklığından bakmak gerekiyor. Tıpkı okumayı bilmeyen birisi için hiyeroglifin resimlerden ibaret olması gibi.

İnsan, dertleriyle onlardan uzaklaştıkça barışır. Çocukluğunu, ondan uzaklaştıkça sever. Hatıralar, onlardan uzaklaştığımız için tatlıdır. Ve uzaklaşmak bir açıdan kuşatabilmektir artık yaşadıklarını. Kuşatabildiğinle barışırsın, çünkü zaten kuşatamayışındır kavga sebebin. Dikeni kadar yakınken gül güzel gelmeyebilir. Eğer gurbet kadar yakınsan ona en güzel şehirlerde bile daralabilirsin. Sevdiğinin parmağına batacak kadar yakınsa sana kıymık, o kıymığa ve hatta dünyanın bütün kıymıklarına düşman olursun. Çünkü çok yakınsın. Yakınlık cemali celal gösterir. Celal de zaten kuşatılamayan bir cemaldir. Güneşteki patlamaları internetten izlerken hayretten ve keyiften başka ne var gönlünde? Fakat ayağının altı sallandığında dünya sanki kalbinin üzerine abanıyor.

Yani diyebilirim ki: Canını sıkan birşeyler varsa, demek ki yeterince uzaktan bakmıyorsun hala onlara. "Nevide celalidir, fertte cemalidir..." Uzaklaşırsan neviyi fert gibi görürsün. Ve cemal celalin ardından gülümser. Buradan seni Ene Risalesi'nin sonuna da götürmek isterim. Manevi asansörler neden rahatlıktı? Herşeyi yukarıdan gösterdiği için değil mi? Kur'an neden şifa ve rahmettir? Daha kuşatıcı bakışlar öğütlediği için değil mi? O halde mürşidimin dediği gibi: "Fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir." Zaten ışık nedir? Bütünü gösteren değil midir?

3 Kasım 2015 Salı

Hüzün de güzeldir

"Zaten musibetler, dergâh-ı İlâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır." Barla Lahikası'ndan.

2015 yapımı Ters Yüz (Inside Out), izlemekten sadece keyif almadığım, aynı zamanda birşeyler de öğrendiğim bir animasyondu. Bir enfüsî tefekkür çalışmasıydı bana göre. Sair derslerini bir kenara bırakırsam, filmde en çok vurgulanan şey, hüznün gerekliliğiydi. Neşe, üzüntü, öfke, nefret gibi duyguların anlaşmazlıkları ve insanın halet-i ruhiyesine hâkim olma çabaları çok güzel anlatılmıştı filmde. Neşe, diğer hisler bir tarafa, üzüntünün 'sahibine' (Riley) iyi gelmediğini düşünüyordu. Hiçbir şeye dokunmamasını arzu ediyordu. Fakat o duramıyordu. Birşeyleri rengine bulamak istiyordu. Riley'nin ailesiyle birlikte San Francisco'ya göç etmesinden sonra da bu arzusu artmıştı.

En nihayet, anlaşmazlıklarından kaynaklanan bir aksaklık 'hatıralar diyarına' düşmelerine neden oldu. Ve merkezlerine dönmeye çalışırken yaşadıkları, neşeye, üzüntüyle bir bütünün iki parçası olduklarını öğretti. Üzüntü olmadan neşe de sahibini koruyacak kadar güçlü olamıyordu. Finale yakın sahnede, neşenin eline aldığı bir 'kalıcı hatıra küresi' Riley'nin, ailesine en çok üzüntülüyken ihtiyaç duyduğunu gösterdi. Ve neşe, kumanda masasının üzüntüye bıraktı. Böylece, evden kaçmak üzere bir otobüse binmiş olan Riley'i ailesine dönmeye ikna ettiler.

Bu hafta Holografik Bakış'ta Abdurreşid Şahin ve Zübeyir Tercan abiler de böyle bir konuyu işledikleri için hatırladım Ters Yüz'ü.[1] Üçüncü Söz'de geçen 'rahat-ı kalp ve vicdan' ifadesinin tefekkürünü yaparken ikili, söz, istemsiz bir şekilde hüzne kaydı.

Abdurreşid abi, 'rahat-ı kalp ve vicdan' halinin çılgınca bir neşe (bir 'Haydi eller havaya!') hali değil, insaniyete dair her hissin kıvamınca yaşandığı (huzur makamında yaşandığı) bir durum olduğunu dile getirdi. Çünkü hüzün de insaniyetin bir parçasıydı. İnsan, bir başkasına sığınmaya, ancak hüznü sayesinde ihtiyaç duyardı. Böylece hüzün bizi kendi kendinelik kalemizden çıkmaya zorluyordu. Uyandırıyordu. Öyle ya, varlığın azameti karşısında aczini hissetmeyen insan, varlığın sahibini tefekkür etmeye veya sığınmaya ihtiyaç hisseder miydi? (Bediüzzaman'ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür sıralamasında aczi öncelemesi, bu açıdan, ne kadar anlamlıydı.)

Zübeyir abi, bu noktadan alarak, açlık ve doyurulma arasındaki ilişkinin hüzün ve affedilme/sığınma arasında da bulunduğuna dikkat çekti. İnsan, nasıl ki açlıkla kendisini doyuracak birine ihtiyaç duyuyordu, hüzünle veya pişmanlıkla da kendisini affedecek veya kendisine sığınılacak birisini arıyordu. Ters Yüz'ün finalinin verdiği ders de buydu tam olarak. Neşe, elinden gelen bütün gücü sarfetmesine rağmen, Riley'i ailesine sığınmaya ikna edemiyordu. Fakat hüzün, kumanda masasına müdahele ederek, Riley'i korudu. Riley'i, zâhirde hüznün ellerinde doyasıya ağladı. Fakat ağlamasının hemen ardından kalbine bir sürûr yayıldı. Nihayet evden ayrılmanın onu ne kadar etkilediğini ifade edebilmişti. Neşenin aldığı ders de tam olarak buydu. İnsan neşeliyken veya neşeli olmaya çalışırken zayıflıklarını veya yaralarını ortaya çıkarmaz. Yaralarımızı görmemiz için üstüne hüznün mürekkebini dökmemiz lazım. Ne der Bediüzzaman: "Bir dert görünürse, devası âsândır." Tedavi için görünmeleri gerek.

Aczi konuştuk. Fakra da geçelim. Risale-i Nur'da kafama en çok takılan ifadelerden birisi de 'fakrın tezyidi' tabiri. Görünüşte anlamı 'ihtiyaçların arttırılması' ancak Bediüzzaman'ın metninin tamamına baktığınızda kastedilenin 'daha çok şeye ihtiyaç duyma' değil, 'ne kadar muhtaç olduğunun farkında olma' meselesi olduğu anlaşılıyor:

"Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."

Ancak asıl sorun öylece ortada durmaktadır: 'Muhtaç olma şuuru' nasıl arttırılır? 'Fakrın tezyidi' nasıl sağlanır? İmanlı her insan Allah'a muhtaç olduğunun bilincindedir. Bu bilinç, bir farkındalık olarak, nasıl daha üst düzeye çıkarılır? Esas soru budur.

Ben, bu sorunun cevabını, yakınlarda izlediğim bir Kahve Bahane'de aldığımı düşünüyorum.[2] Hasan Söylemez, bu programda, sekiz buçuk ay süren Anadolu yolculuğunun hikayesini anlatıyor. Bir bisikletle ve parasız yapılıyor bütün yolculuk. Karadeniz bölgesinden Doğu ve Güneydoğu'ya, oradan diğer bölgelere... Dile kolay, tam sekiz buçuk ay sonra İstanbul'a dönüyor Hasan Söylemez. Hayata Yolculuk (Hayy Kitap) kitabında da bu yolculukta yaşadıklarını ve öğrendiklerini anlatmış. Kitap da okunmayı bekliyor. Ancak ben, bugün, o yolculuk hakkında Hasan Söylemez'in anlattıklarından aldığım dersi aktarayım:

Neden yolculuğu parasız gerçekleştirdiğini izah ederken, Söylemez, 'paranın bir duvar olduğunu' ifade ediyor. Sadece hayallerin önündeki bir bahane olarak duvar değil, insan-insan ilişkilerinde de duvar oluşturduğunu düşünüyor paranın. Pazarlık yapmadığınız, parayı verip hemen ürünü aldığınız alışverişlerde, satıcının, değil kendisini tanımak, yüzüne bile dikkatle bakmadığımıza dikkat çekiyor. (Pazarlığın neden sünnet olduğuna dair bir okuma da çıkar mı buradan?) Fakat o, bu yolculukta insanları da tanımaya karar vermiş. Marifetini arttırmanın yolunu da iletişimini arttırmakta bulmuş. Kendisini daha fazla iletişime mecbur etmek için de yanına para almamış.

Parasız seyahat etmenin güçlüklerini düşünün. Her maddi zorluk, hatta karnınızı doyurmak bile, sizi başka insanlarla etkileşime mecbur kılıyor. Hasan Söylemez bu parasızlığın çok öğretici bir parasızlık olduğunu söylüyor bu yüzden. Ve paranın sandığı kadar 'olmazsa olmaz' birşey olmadığını da böylece anladığını ifade ediyor. İnsanlardan hiçbir şey dilenmediğinin de özellikle altını çiziyor. Karşılığında yardımını sunmuş onlara. Bahçelerinde çalışmış, bulaşıklarını yıkamış, yüklerini taşımış vs... Misafir olduğu her evin bir parçası olmuş.

Aldığım derse gelirsem: Söylemez'in iradeli bir şekilde 'fakrını tezyid' ettiğini düşünüyorum. İhtiyaçlarını arttırmış. Bunu salt bir şuur halinde yapmamış. Bilfiil kendini mecbur ederek de yapmış. Üstelik, çok özel bir farkındalıkla, her muhtaçlığın aslında bilmeye bir yol olduğunu farkederek/görerek yapmış.

Bediüzzaman, aczi ve fakrı neden bu kadar önemsiyor? Neden tefekkürün öncesine onları koyuyor? Çünkü ihtiyaç bilmenin yoludur. Biz, ancak ihtiyaçlarımız sayesinde varlıkla etkileşime geçeriz ve onlardan birşeyler öğreniriz. Her etkileşim bir marifet kapısıdır. Allah, bizi çok şeye muhtaç ederek bize bir kötülük yapmamıştır. Bizi çok şeye muhtaç ederek aslında daha çok şey bilmemize yollar açmıştır. Hz. Âdem'in acziyetinde İblis'in yanlış anladığı, fakat talim-i esma üzerinden meleklerin doğru okuduğu, budur: Daha çok şey dilememize. Daha renkli dualar etmemize. Daha çok duygu yaşamamıza. Daha çok şey tatmamıza/düşünmemize. Daha çok Ona sığınmamıza vs... Hepsine ihtiyaçlarımız vesile olur. Muhtaç olmak güzeldir. Çünkü muhtaç olduğunuzu ancak bilirsiniz. Ve bilmenin kendisi ihtiyaçtır.

Belki de bu yüzden Hasan Söylemez'in kitabının üstbaşlığı şu cümle: "İnsan, insana ve tabiata dokundukça insan kalır." Söylemez'in bu cümlesinden mülhem belki şunu söyleyebilirim: "İnsan, muhtaç olduğunun farkında oldukça insan kalır." Ve tam bu noktada bir ayet geliyor aklıma. Âlâk sûresinden: "Gerçek şu ki; insan azar, kendini ihtiyaçtan uzak (veya kendi kendine yeterli) görürse..." Mezkûr perspektiften bakınca, insanı kendisinden başkasına muhtaç hissettiren, yani ki kendisinden başkasına yüzünü çeviren, hüzün ne kadar da anlamlıdır. Bir yazımın başlığı idi. Onunla bitireyim: Sahilde çay içerken hepimiz aciziz.



[1] Hüzün kalbe neler öğretir? http://www.tv111.com.tr/programlar/holografik-bakis/holografik-bakis-69-bolum-huzun-kalbe-neler-ogretir-1027.html
[2] Kahve Bahane/Hasan Söylemez: http://www.tv111.com.tr/programlar/kahve-bahane/kahve-bahane-31-bolum-hasan-soylemez-gazeteci-gezgin-1026.html

1 Eylül 2015 Salı

Depresyonun da bir hikmeti var

"Zamanın gereği buydu; çocukları sahip olduklarıyla görüntülemek, sonra belki de seyrek bakılacak bir albüme gömmek..." Sevinç Çokum, Gece Kuşu Uzun Öter kitabından.

Bazen hayat böyle birşeymiş gibi geliyor: İtinayla üstüste koymaya çalıştığın taşlar. Çok da hassaslar. Çok da uğraşıyorsun denk gelsinler diye. Dik dursunlar diye. Fakat işin biter bitmez ilk korkularını unutuyorsun. Asla yıkılmayacaklarını sanıyorsun. Kendini ve onları polattan görüyorsun. Çok güveniyorsun kendine ve onlara. Lakin hiç öyle değil. Hiç öyle değilsin. Bir üflemekle yıkılmaları mümkün. Bir üflemekle yıkılman mümkün. Bir hayalkırıklığı yetiyor dağlarını devirmeye.

Yine de hırsla ve yeniden taşları üstüste koymaya çalışıyorsun. Çünkü nefsin var. Nefsin seni hayata bağlar. Karınca kadar düşkünsün biriktirmeye. Biriktirdikçe daha güçlü olduğunu sanıyorsun. Aslında 'yitirme ihtimalini' de arttırıyor bu halin. Ne kadar çok yanın, malın, ilgin varsa o kadar çok canın var. Hangisine dokunulsa canın yanar. Sahip olmak, bu açıdan, varlığını büyütmektir. Sana dokunulabilecek yerleri genişletmektir. Yeni cepheler açmaktır zaten zorlandığın savaşta.

Kendine, kendi bedeninin çilesi yetmezmiş gibi, yeni bedenler/mülkler ekliyorsun. "Benim de olsun!" dediğin ne varsa can yarası. Hep kanayası. Olası varsa da can yakası. Yoksa zaten lebaleb elem. Her tahayyül bir 'farkedilmiş vuslat ihtimali' ve her gerçekleşmeyen ihtimal bir tür ayrılık. Yine de başka birşey yapmayı bilmeyiz. Dursak o da iyi gelmiyor sanki. Meşguliyeti bir uyuşturucu gibi kullanıyoruz. Meşgul olmak hayatta kalmamızı sağlıyor. Kulaç atmak suyun yüzeyinde tutuyor.

Anların 'şahitliğine' değil 'sahipliğine' talibiz. Bu yüzden yükümüz çok geliyor. Hem hayatı hakkında düşünerek yaşamak da çok zor. Romanlardaki gibi inceden inceye yaşanan hayatlarımız yok bizim. Bir duvarı bir sayfa tasvir etmekmiş, sevdiğini on sayfa anlatmakmış, hatırlamakmış ne giydiğini/söylediğini her defasında... O kadar vaktimiz yok bir kere. Ahirzamandayız. Herşey hızlandı. Dokunup geçmeliyiz. Dokunup geçmeliyiz. Hafızamızda yer kalmadı. Dün ne yediğimizi unutmalıyız. Her çiçekten bir parmak bal alıp, her güneşin altında bir an ısınıp, bir diğerine, fazlasına koşmalıyız.

Yanılgının kökü şurada belki: Daha çok anda varolmak daha çok varolmak gibi geliyor. Sanki o anlar bizde kalmışlar gibi. Bir an-ı seyyaleye razı olamıyoruz. Çünkü diğer bir yanımızla da hissediyoruz: "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." Allah'ı bilelim-bilmeyelim, rızasını arayalım-aramayalım, o tekrarı arıyoruz biz de. Domino taşlarının birbirlerine devrilmesi gibi geçiyor günlerimiz.

Tekrar nedir? Tekrar sen aynı iken şahitlerinin değişmesidir. Önceliğinin sonralığa taşınmasıdır. Arızînin bekasıdır. Daha çok yerde varolmak bu yüzden sonsuzluk gibi geliyor. Yaşadığımız anları tutabildikçe, yakaladıkça selfie selfie, kaydettikçe bir yerlere, iz bıraktıkça bir yerlerde, emin oluyoruz tekrar tekrar varolduğumuza. Bundan bir tür rahatlama yaşıyoruz. Albümlere bakmak da yok artık. Bitti. Bakılması gerekenler tekrar bakılmayacak kadar çok birikti çünkü. Paylaşır, şahidi kılar, geçeriz. Kendimize geri dönecek vakti bile bulamayız.

Çok apar topar bir hayat bu. Depresyona gebe. Ve bir yanıyla da modern insandaki boğulma hissinin neden arttığını anlatıyor. Hapsedildikçe varlığın dört duvar içine elinden bu apar topar hayat alınıyor. Meşguliyetin uyuşturucu etkisi çekiliyor ellerinden. Duruyorsun. Yani bir sen, bir zaman, bir de dikkatin. Zamanın geçmediğine belki de ilk kez şahit oluyorsun. Zaman açılıyor. Zaman uzuyor. Zaman ona dikkat edildikçe yavaşlıyor. Demek ki depresyonun da bir hikmeti var. Durduruyor seni.

Ömrümüz nasıl da çarçabuk geçti? Çünkü dikkat etmedik. Çocuğumuz ne çabuk büyüdü? Çünkü dikkat etmiyorduk. Daha fazlasını yapabilir miydik? Ona da bir cevabım yok. Ama bir hatamı biliyorum. Onu ya boşverdim yahut da çok fazla tutmaya çalıştım. Halbuki aynayla meşgul olmayı bırakmalı ve tutana bakmalıydım. Yapamadım. Çok kaviydi nedenlerim. "Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur. Şayet Allah'a vâsıl olsa da, vüsulü nâkıs olur."

Bazen ayna öyle güzel oluyor ki 'sadece yansıttığını' unutuyor insan. Cazibesine kapılıyor. Onda köreliyor. Gayrısına körleşiyor. Belki sen de öyleydin arkadaşım. Yüzümü çeviremeyince ben, bir kahr içre lütf ile, yani tecelli-i Zat-ı Zülcelali ve'l-İkram ile kırılman mukadder oldu. Gönlümle vermeyince ben, yine iyiliğim için, kırılarak alındı. Güzelliğine küsemedim. Çirkinliğine küstürüldü. Mevlana Celaleddin-i Rûmî (k.s.) efendim de böylelerin halini şöyle anlattı: "Evliyaya tuzak olan hayaller ilahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir."

12 Mayıs 2015 Salı

Depresyon da cennetin bir delilidir

Özleyecek/bekleyecek birşeylerimiz olması, bize bağışlanmış bir nimettir. Varılamasa dahi, içinde açlık olarak kalması, hayatı daha yaşanılır kılar. Yaratılmış olan için aslolan açlıktır, tokluk değil. Çünkü yaratılmışlık bizzat açlıktır. Yaratana ve yaratılmaya açlıktır. Umulan ve beklenen hiçbir şey kalmadığında insan bitmiştir. Sonsuzluk, elde edileceklerin sonuna gelinmiş bir düzlemde düşleniyorsa, sonsuzluk denmez ona. Vampirle Görüşme filmini anımsa. Seküler bir sonsuzluğun nasıl sıkıcı bir hal aldığını ölümü düşleyen/dileyen vampirlerden ders al. Gayba iman etmeden kurulan sonsuzluğun hayali tatlı gelse de kendisi eziyettir.

"Sonsuzluk, sonun yokluğundan daha fazlasıdır..." diyor Lars Iyer, Kuşku romanında. Evet, hakikaten sonsuzluk sonun yokluğunun bilinmesinden, yani sondan kurtulmaktan çok daha fazlasıdır.

Özlenecek hep birşeyler olacağının bilinmesi, öğrenilecek hep birşeyler kalacağının bilinmesi, tadılacak hep yeni şeyler yaratılacağının bilinmesi, görülmemiş daha pekçok güzelliğin varlığından haberdar olunulması, inanılması... Gayba iman... Bunlar da sonsuzluğa dairdir. İnsan sonsuz olmuş, ama dünyada bilinecek birşey kalmamış. İnsan sonsuz olmuş, ama okunacak kitapların bir sonu var. İnsan sonsuz olmuş ama görülecek sûretlerin/gözlerin sayısı sınırlı... Dostum, sen cehennemi nasıl tarif edersin bilmem ama, böyle bir yer benim için zaten cehennemdir. Hiç dikkatini çekti mi bilmem: İnsanın cennet hayali de sonsuzdur, cehennem dehşeti de. Sonlu bir cennet cennet olmayacağı gibi, sonlu bir cehennem de cehennem gibi gelmez bize. Acımızın da, neşemizin de dibi sonsuzluktur. Hem derdin dibi, hem deva, odur.

Bu yüzden ben cenneti öğrenileceklerin ve yapılacakların bittiği, sadece yan gelip yattığımız bir yer gibi düşlemek istemem. Öyle olsaydı muhtemelen cennette kafayı yerdim. Ben cenneti, burada yaptıklarımı daha üst düzeyde yapabileceğim bir yer olarak düşünürüm.

Mesela; burada hafızam zayıf. Dilerim Rahim olan Rabbimden ki, orada bana çok daha güçlü bir hafıza versin. Okuduğum herşey hatırımda kalsın ve onların arasındaki bağlantıları daha net ve sık şekilde görebileyim. Görebileyim ki, yazabileyim. Gördüğün gibi; ben cenneti yazacak ve okuyacak pekçok şeyin olduğu bir yer olarak düşlüyorum. Burada yaşaması sevdirilen, tadına baktırılan ama doyurulmadığımız şeylerin doyasıya yaşandığı bir yer olmalı cennet. Ancak böyle olursa cennet olur. Burada talim ettiğini, orada usta olarak yapmaya başlarsın.

Ki zaten yaratılış amacın da imtihanın bizzat kendisinde değil, imtihanın ardından yaşayacağın o sonsuzlukta saklıdır. "Ben insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!" buyuran Allah, herhalde şurada yaşadığın altmış-yetmiş seneyi kastetmiyor yalnızca. Cennet ehlinin memnuniyetinin de bir ibadeti var, cehennem ehlinin pişmanlığının da.

İkinci Söz'de Bediüzzaman'ın; "Diğer adam ise, mü'mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır..." diyerek işaret ettiği şey de budur. Burada yaşatılmamız, kötünün kötü, iyinin iyi olduğunu bizzat yaşayarak, tadarak, her bir latifemizle onaylayarak, asıl yaratılmış olduğumuz, vatan-ı aslîmiz cennete bir hazırlıktır. Dertlerimizden boşuna şikayet ediyoruz. Çünkü onlar, bizim gurbette olduğumuzu bize ihtar ediyorlar. Uyumsuzluk, tatminsizlik, karamsarlık, keder, monotonluk ve belki de depresyon... Üzerine yaratılmış olduğun âlemin bu âlem olmadığını gösteriyorlar sana. Hayatı yalnız dünyadan ibaret sanırsan, seni dürtüyorlar: "Bu doğru değil, bize acı çektiriyorsun!" Sende öyle istidatlar var ki, onları ancak cennet paklar. Cennet varolmasa, önce hayalgücünün gücüne gitmez miydi arkadaşım?

24 Şubat 2015 Salı

'Depresyondan saklanmak' üzerine...

"Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allah'ın azabı çok dehşetlidir!" Hac sûresi, 2.

Bir sarhoşu, ayık birisinden nasıl ayırırsınız? Konuşmasından, yürüyüşünden, mimiklerinden? Hepsinden biraz var aslında. Fakat bunların içinde ve özünde, ben, sarhoşluğun bir 'dikkatini toplayamama' hali olduğunu düşünüyorum. Yani odaklanamama.

Sarhoşluk bir odaklanamama halidir. Muhabbet ettiğiniz zaman; onu bir tema, bir halet-i ruhiye, düz bir çizgi üzerinde tutmakta zorlanırsınız. Cümlesinin sonunda, başladığı yerden farklı bir amaca varan; sorduğu soruların cevaplarını bile merak edemeyen (edecek kadar ardında kalamamış) bulanık bir zihin vardır karşınızda. Ağlamaları ve gülmeleri arasında keskin geçişlere rastlanır. İkna edilmesi güçtür, fakat inadından veya kötülüğünden değil. İkna için, cümleleri birbirine ekleyip birikmiş manayı kafasında tutması gerektiğinden. Bunu yapamayacak bir halde olduğu için ikna edilemez. Siz ikinci cümleyi kurduğunuzda birinci cümle çoktan başını alıp bir meçhule gitmiştir.

Bu açıdan sarhoş, ne kadar hareketsiz görünürse görünsün, içinde yoğun bir hareketin yaşandığı; bir nevi dikkat kanseri, temadan temaya sıçramalarla faal bir haldedir. Bu trafikten dolayı çabuk yorulur ve sızar. Sarhoşluğun sere verdiği hoşluğun böylesi bir hoşluk olduğunu düşünüyorum. Bir gezgin hoşluğu. Ah, hayır, hiç sarhoş olmadım. Bu açıdan tefekkürüm zannidir. Ama evet, sarhoş arkadaşlarım olmuştur. Bu noktada bilişimin somut dayanakları var. Büsbütün spesifik sayılmaz. Hepsinde farkettiklerim birbirine benzer. Şöyle birşey olmadı asla: Birisi sarhoş olunca dikkatinin açıldığını ve daha net düşünebildiğini görmedim. Bunu 'düşünmemek için içiyorlar' şeklinde de bulmadım. Hayır, düşünmemek için içmiyorlar, düşündükleri şeyler üzerinde uzun süre kalmamak için, kaçış hızını arttırabilmek için içiyorlar. Yani dikkat etmemek için, odaklanmamak için, bağlanmamak için. Bu tıpkı közler üzerinde yalınayak yürümeye benziyor. Ne kadar hızlı yürürseniz, ateşi o kadar az hissedersiniz. Aldığınız mesafe aynı olsa da hızınızın fazlalığı duyarlılığınızı azaltır. Hislerin de anlamak/yaşamak için zamana ihtiyacı vardır çünkü. Lokmanın bile tadını tam anlamak için ağzınızda biraz dolaştırırsınız. Olmadı, birkaç lokma daha yersiniz, eksik/fazla olan şeyi yakalayabilmek için.

Üstelik hız, nesnelerin üzerinizde bıraktığı tesiri de değiştirir. Saniyede onbeş adım atabilseydiniz suyun üzerinde koşabilirdiniz. Yani suyun kaldırma kuvvetini, daha farklı bir şiddette 'tatmış' olurdunuz. Közün sıcaklığı size dokunmadığı gibi, suyun batırıcılığı da size dokunmazdı. Bu noktada hızın, bir şekilde eşya ile muhatabiyetimizi etkilediğini biliyoruz. Bunu hiç denemedim, ama ortaokuldaki fizik öğretmenim anlattığı için inanmayı seçiyorum. Hızla dönen bir topaca su sıksanız, durduğunda hiç ıslanmadığını görürsünüz. Kendisi bu örneği güneşe en çok yaklaştığımız ayların neden kış ayları olduğunu açıklamak için kullanmıştı. "Güneşe yaklaştıkça hızımız artıyor çocuklar, bu yüzden daha az ışıkla temas ediyoruz!" Umarım kandırılmadım.

Peki, gelmek istediğim noktaya biraz daha yaklaşalım: Közde neler olduğunu gördük, suyu da öğrendik, ya insan? İnsanlarla muhatabiyetimiz de hızlı ve 'alışmadan' olsaydı daha az canımız yanmaz mıydı? Örneğin; merhum bir yakınımız, onunla yıllarımızı geçirdiğimiz bir dinginlikte değil de, birkaç andan ibaret bir hızla hayatımıza girip çıksaydı, ölümüyle bu denli yıkılır mıydık? Bence hayır. Neden mi? Çünkü önemsediği kadar canı acır insanın. Ve paylaştığınız zaman dilimi miktarınca tesiri vardır ayrılığın. Zaman bir varlık konaklamasıdır. Uzaktaki akrabalarımızın ölümüyle yakınımızda olan dostlarımızın ölümü arasındaki 'acı vericilik' farkı bize bundan haber veriyor. Nihayetinde insan şahit olmak için yaratılmış. Şahit olduğu kadar bağ kurabiliyor. Bu da bir zaman ve varlık paylaşımı. Kelime-i şahadet getirmeden müslüman olmak yok.

"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya. Her an. Yalnız başıma yaşamaya başladığım ilk zamanlar çıldırıyordum. Yemek masasında otururken mesela, çünkü bizimkilerle ve televizyon açık yemek yemeye alışmıştım. Yalnız yemek yediğim ilk akşam, daha fazla dayanamayıp telefon etmeye başladım insanlara. Yapayalnız ve sessizlik içinde çiğnediğim lokmanın sesini duyuyordum."

Francesco 'hareketin sarhoşluğunu' böyle tarif ediyor, Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'unda. Bu bana nedense az evvel sarhoşlukla hareket arasında kurduğum bağlantıyı hatırlatıyor. İnsan sadece içerek mi sarhoş olur? Bence yukarıda konuştuklarımızdan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İnsanı odaklanamayacak hale getiren herşey sarhoş eder. Odaklanmamak, hızlanmak, acıların tesirini azaltır çünkü. Sizi dokunulamaz yapar. Hissizleştirir. Közde koşanlar gibi olursunuz yahut suda batmayanlar gibi. Varlıkla temasınız, onu hissedecek, onda dinlenecek, onu dinleyecek, ona bağlanacak veya ona şahit olacak kadar uzun olmadığı için yanmazsınız. Dokunur geçersiniz, tüketir gidersiniz, unutur (veya hatırda kalmayacak kadar onunla olur) ve yolunuza devam edersiniz. 'Bağlanma korkusu' da buradan beslenir. Hayatınız tek gecelik bir aşk gibidir. Sabah neler olduğunu bile hatırlamazsınız. Sarhoşluk, o gezginlik içindeki ilgisizliğiyle size böyle bir mutluluk(!) sağlar. Eğer asıl mutluluğun bu olduğunu düşünüyorsanız. Neyse, Allah'tan Volo bize Francesco'nun nasıl ayıldığını da tarif ediyor:

"Bu çarkın işleyişini görüyordum. Diğerlerinden daha zeki ya da daha duyarlı olduğumdan değil. Belki sadece bir şekilde biraz hızını kesebildiğim için. O taşıyıcı şeritten inmiştim biraz. Ve oradan inen kim olursa olsun, benim düşündüklerimi düşünürdü. Çünkü o, ortak bir hastalıktı. Herkesin hastalığı. Ruhun hastalığı. Hayatımda bir sürü uyuşturucu denedim ve deneyimledim, ama açık bir zihnin aralarında en iyisi olduğunu söylemeliyim. Bakmak, anlamak, düzenin işleyişini ve davranışları gözlemlemek ve sonuçları önden tahmin edebilme noktasına varmak. Harika uyuşturucu buydu."

Hayatın kendisiyle yüzleşmek ve onu dingince yaşamak, Francesco mutluluğu burada buldu. Uyuşturucu olarak tarif etmesinden alınmayın, hakikatin teskin ediciliği elbette sarhoşluktan/odaklanamaz bir hareketten ziyadedir. Bu yazıyı neden yazdığıma gelirsem: Bu sıralar biraz daha televizyonculuğa yakın bir iş yapıyorum. Elim yine metinlerde olsa da yüzüm daha fazla ekrana dönük. Şöyle bir tabir var, sık kullanılıyor: 'Hareket katmak.' Kamera açıları değiştirilerek, görseller/görüntüler eklenerek, programcıya hareket katılarak, sürekli akan yazılar/reklamlar konularak ölü ekran daha canlı bir hale getirilmeye çalışılıyor sürekli. Her bir anın bir öncekinden daha çok farkla ayrılması sağlanmaya çalışılıyor. Bunun ifade edilişi de daha çok böyle: 'Ekrana hareket katmak.'

Daha özel terimleri varsa da bilmiyorum. Dediğim gibi, sektörde yeniyim. Ama bunun ne için yapıldığını anlayabiliyorum. Seyircinin ilgisi daha fazla tutulmaya çalışılıyor ekranda. Eskiden bu kadar harekete gerek yoktu. İnsanlar, daha durağan ekranları saatlerce seyredebiliyorlardı. Sabırlıydılar. Suyu üç yudumda içerlerdi. Daha az/yavaş değişime razıydılar.

Fakat sinema sektörü ve ona bağlı olarak bütün görsel alanlar gelişti. Artık birkaç saniyeden fazla hiçbir açıda veya kadrajda kalmıyor filmler/diziler. Sürekli ve hızlı bir şekilde değişen açılardan, seslerden, tepkilerden tanıyoruz aksiyon filmlerini. En sevdiklerimiz de onlar. Öyle alıştık ki bu hızlı değişime, daha yavaş değişenler üzerinde dikkatimizi toplamakta(!) zorlanıyoruz. Mesela yönetmen sinemasında, sanatsal yapıtlarda, sıkılıyoruz. Bir mürşidin oturduğu yerden size anlattığı bir irşadı düşünün mesela. Nasıl katlanılır hiç açısı değişmeden böylesi bir tedrise? (On sayfa bir oturuşta nasıl okunur?) Söyledikleri mi? Onların ehemmiyeti yok. Onlarla ilgili değilsiniz ki, artık. Çünkü odaklanamıyorsunuz. Sarhoşsunuz. Birkaç saniyede bir kadrajın değişmesi gerekli. Kadraj değiştikçe tatmin oluyorsunuz. Kalmamak, daha az acı veriyor. İhtiyarlardan sıkılmamız da biraz bundan galiba. Yavaşlıklarından.

"Küfür ve dalâlet, bütün kâinatı ehl-i dalâlete binler müthiş düşmanlar taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut, ta kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar bîçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telâş vermesiyle, küfür ve dalâlet bir cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içine koyduğunu; din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye o Rüstem ve Herkül'ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermediğini, yalnız iptal-i his nev'inden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor."

Haydi, koşun! Damarlarımıza biraz daha sefahet sûretinde hareket enjekte edelim. Bu hayat, bu kadar dikkatle ve dinginlikle yaşanmaz. Odaklanmak bir cesaret işidir çünkü. Herkes birşeylerden kaçarken "Neden kaçıyoruz?" diye sormak, durmayı gerektirir. Herkesi bu kadar 'kaçışır' halde kılan, anneye çocuğunu unutturan, kaçtığımız o şey, yani o azap, ne?

11 Şubat 2015 Çarşamba

Belki depresyonun da bir hikmeti vardır?

“Biz, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah herşeye kadirdir.” Bakara sûresi, 106.

Belirtilerinden birisinin de ‘unutkanlık’ olduğunu okumuştum arkadaşım. Evet. Depresyona girenler unutmaya yatkınlaşırlarmış. Bunu sürecin ‘acılarda sabitlenme’ durumuyla ilişkilendirince gerekçesini bir parça anlıyorum. Acılar mâziyle ilintili şeylerdir. Unutmaksa geçmişten kurtulmanın aracı. Anlamını bulamamış yara hep sancır. Mevsimlik sızılar hikmetle sarıp yerlerine kaldıramayınca kronik rahatsızlıklara dönüşür. Bir giden hep gider. Yani derim ki arkadaşım: Bilmek acıların da ilacıdır. Abestir en çok kalbe eziyet eden. Boşunalıktır. Yolculuklarına başlarken Hızır aleyhisselam da, sanki bu sırrı sezdirir gibi, Musa aleyhisselama der: “İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?”

Doğrudur. ‘İçine atmak’ tabirini genelde ‘duygularını belli etmemek’ bağlamında kullanıyoruz. Lakin bizdeki hissesi bu kadarcık değildir. Nasıl? Açayım: İçine attığın; yani anlamlandıramadığın, dosyasını kapatamadığın, arkanda bırakamadığın, rafına kaldıramadığın, ‘ne’liğini tayin edemediğin, ismini söyleyip geçemediğin… Evet. Bırakmak için ait olduğu yere karar vermen lazım. Bu koordinat tayini bir yönüyle ‘hikmetini bilmek’tir. Hikmeti bilinemeyenler hareket ettikçe daha derine batan kıymıklar gibidirler. Ardındaki soru işareti kaldırılmamış her cümle bir ‘içe atış’tan haber verir. “Neden böyle söyledi? Neden beni kandırdı? Neden öyle öfkelendi? Neden arkamdan konuştu? Neden yüzünü astı? Neden selamımı almıyor? Neden, neden, neden…” Bu birikmiş ‘neden’lerin sonucu depresyon olur. Arşivci masasındaki dosyalarda boğulur. Ve arkadaşım insanın dosyalardan kurtulmak için denediği şeylerden birisi de unutkanlıktır.

Mürşidim bu sadedde diyor ki: “Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir. Müterâkim olmuş âlâmı unutturur.” Demek unutkanlığın da hikmeti var. Kullanılması gereken yerler var. Yaratılmış hiçbirşey abes değil.

Bir de dalgınlık. Depresyonun bir eseri de dalgınlık. Bu da anlaşılır birşey. Yukarıdaki perspektiften bunu da çözebiliriz. İkisinde de ‘ilgisizlik’ var ne de olsa. Daha doğrusu her dokunanın acı verdiği ‘dokunaklı bir insan’ın (bunu ‘kolay etkilenir’ anlamında kullandım) kabuğudur dalgınlık. Ve unutkanlık. İkincisi geçmişe yönelik bir kabuktur. Birincisi bugüne kuşanılmış bir zırhtır. Bu kalkanları indirmeyerek ayakta kalmaya çalışır sabitlenmiş acıların sahibi. Fakat bence depresyonun ‘yeni bir doğuşa’ yaklaştığı eşik de tam burasıdır. Unutkanlık ve dalgınlık, bir yönüyle mevcudun yitimi iken, bir yönüyle de yeninin keşfidir. Açlığın yeniden uyanışıdır. Mürşidim bu sadedde de der ki:

“Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz—bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”

Unutkanlığı önceleri bir hastalık gibi görürdüm. Nefsimden misallendireyim: Özellikle tarihler, kişiler ve mekanlar konusundaki unutkanlığım hayatımı zorlaştırıyordu. Ama sonları farkettim: Unutkanlık bende güzel işler de yapıyor. Bereketli bir misafir kimi zaman. Peki nasıl? Onu da açayım: Mesela unutkanlığım yüzünden hayretim artıyor. Daha sık şaşırıyorum. Daha sık heyecanlanıyorum.

Bir çocuk dünyaya neden şaşırır? Bir bebeğin gözünde ebeveyninin yaptığı en sıradan şakalar/sürprizler bile neden bu kadar gülünesidir? Bir bebek (hepsinde denedim hep de işe yaradı) bir yere saklanıp “Ciiiğğğ!” diye ortaya çıktığınızda neden sevinir? Bence bunların altında tazeliğin hayreti var. Bir bebek elbette büyükleri kadar dünyayı bilmiyor. Daha hiçbir şeyi ezberine almamış ve almadığı için de sıradanlaştırmamış. Bu ‘sıfır sıradanlık’ dünyasında gördüğü herşey hayret verici. Herşey harika. Herşey kendisiyle ilk kez karşılaşılan bir mucize.

“Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar…” şeklinde çevrilen ama aslı “Her çocuk fıtrat üzerine doğar…” şeklinde olan hadis-i şerifin bir vechi de bu belki. Kevnî olarak fıtrat, dinî olarak İslam, ikisi de hayret mesleği üzerinedir. Yani hayreti kadar tefekkürü olur insanın. “Allahım hayretimi arttır!” diye dualayan Aleyhissalatuvesselamın da ihtar ettiği sır belki bu. Fıtratına dönüş çağrısı birnevi. Herşeye hayret ettiğin o güzel döneme. Miden kadar gözünün, aklının ve kalbinin de aç olduğu zamanlara. Belki Nilüfer Kuyaş’ın Serbest Düşüş’te tasvir ettiği o açlığa: “En son, annem ölünce, kırılganlık iyice arttı. Yalnız ve ölümlü olduğum duygusu tekrar önplana geçti. Sonra da bu açlık geldi işte, derin açlık. Hiçbir şeyin doyurmayacağını bildiğim açlık. Hiç kimsenin karşılayamayacağı, bu insanüstü sevilme ihtiyacı.”

İnsan çocukluğunu neden özler? Allahu’l-a’lem: İnsan çocukluğunu önce ayrıldığı hayretinden dolayı özler. Yaşlandıkça şaşılacak şeylerin sayısı azalır çünkü. Çocuklukta hiçbir şey monoton değildir. Anlar dahi sıradışıdır. Çocuk mutludur hep. Mutluluk dediğimiz şeyin büyük bir kısmı hayrettir zira. Yeni varlıklar ve onlarla beraber hisler/etkiler dünyamıza katıldıkça mutlu oluruz. Yeniden yeniden canlanırız. Heyecanlanırız. Faniliğimizi onlarla unuturuz.

Neyi görünce mutlu oluyoruz? Neyi duymak sevindiriyor? Nerede varolsak gönlümüz ferahlar? Karıştırsanız bu külün altından hayretin koru çıkar. Bizi mutlu eden, sevindiren, hayatımıza lezzet katan, yeni olandır ve yeniye hayretimizdir. Hayret ettiklerimizin sayısı azaldıkça sıkılmamız; bazı israf, bazı sefahet, bazı zahmet ile yeni hayretler peşinde koşmamız da bundandır. Sıkıntıysa hayretin yitimidir. Hayretini yitirdiğinde insan ölümüne yaklaştığını düşünür. Korkar.

Yine mürşidim diyor ki: “İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”

‘Yenileceklerin sayısını arttırarak’ hayretini diriltmeye çalışmak israftır. Açlığını koruyarak lezzete olan hayretini diri tutmak oruçtur, iktisattır, kanaattir, riyazettir. İstikamettir. Unutkanlığım da bende böyle bir açlık artımına neden oluyor. Sanki yorum yapabilme gücümün kaynağı bizzat bu unutkanlığım. Hiçbir şeyi ezber edip arkamda bırakamıyorum. Bazen öyle oluyor ki yazdıklarım hatırlatıldığında şaşırıyorum. Veya bazen ben okuyup şaşırıyorum. Önce bu huyumla savaştım. Kendisinden sıkıldım. Mutsuz oldum. Ama şimdi barışığım. Onun da bir hikmeti olduğunu düşünüyorum. Elbette Allah’tan hayırda kullanmak üzere daha güçlü bir hafıza dilerim. Daha güzeli istemek kulluğumun bir parçası. Fakat vermiş olduğu şeyden de razıyım. Belki de benim görevim tutmak değildir? Yorumlayıp gitmek üzere yaratılmışımdır? Zaten insanın şu dünya ile misali bir misafir hali değil midir? Misafir ikramdan ne kadarını elinde tutabilir? Evliya Çelebi’nin gezdiği onca yerde, elinde, Seyahatname’sinden gayrı ne kaldı?

4 Kasım 2014 Salı

Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır

"Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah'ın zikriyle tatmin olur." Ra'd sûresi, 28. ayetten.

Yürürken düşünmek tuhaf birşey. Herkeste böyle mi oluyor bilmiyorum elbette, ama bende şöyle bir durum var: Yürürken sağı solu izlemektense beynimin içini izlemek daha cazip geliyor. Yol boyunca gördüklerimin (buna 'gördüklerim' de denmemeli, daha çok nazarıma çarpanlar diyelim) yol bittiğinde aklımda olmuyor. Komik. Gözlerim boşta çalışmış gibi. Beni tanıyanlar bilirler, öylesine gittiğim yerleri tarif etmekte zorlanırım. Güzergâhını bile anlatamam çoğu zaman. Nereden gidilir? Nereden dönülür? Nasıl çıkılır? Anımsamam. Tıpkı metinlerimde manzaraları, mekanları, eşyaları, kişileri (kabuğuyla kişileri, yoksa özlerini bilirim) tarif etmekte zorlandığım gibi.

Maddi olan her zaman akılda tutulmaya değmez gelmiştir bana. Beynimde kalabalık eder gibi gelir. Onda bir mana yakalarsam, mesela hayatıma ve hayatlara ışık tutacak bir cümlecik, bak işte onu avlarım. Unutmam. Avlar ve saklarım bir beyaz sayfanın içinde. Sonra kalbime sararım çokça. Çünkü benim yaralarım var. Allah, karşıma çıkardığı her nesneyi bana öğretmen kılıyor. Elim kalbimin üzerinde, dolmayacak bir boşluğun açlığıyla bakındığımdan, gördüklerimin/duyduklarımın çoğu bana tesir eder. Ama cismiyle değil, manasıyla. Çünkü yaralarım manevi. Manen hastayım. Dolmayan bir boşlukla yaratılmışım.

"Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki; durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: 'Mâdem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip, ibkâ etmek çaresi yok mu?'"

Yaratılmak bizzat bu boşluğun kendisidir. Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır. Arızî; yani bir başkasının asıl olduğunu, ondaki vücudun zatî olduğunu; seninse onun gölgesinin gölgesi tarzında bir varoluşa, bir aynalığa sahip olduğunu bilmek; bunu aklen bilmesen de (gafillerden olduğunu varsayalım) derinlerde bir şuur olarak hissetmek, sancısını çekmek, ayaklarını yere basmaz kılıyor. Allah seni varetmediği an yoksun. Askıda hayatlar... Varlığının sana bağlı olmayışıdır seni kararsız kılan. Senden başka binlerce, onbinlerce nedene ihtiyacın var ve en çok da Allah'ın dilemesine. Boşluk, tutanın değil tutulanın sen olduğunu farketmenle ortaya çıkar. Havaya atılan bebeğin korkusu gibi birşey. "Ya babam beni düşürürse?"

"İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevâlini düşünse veya görse, derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır."

Kayyum isminin penceresinden bakarsan o kadar görmezden gelinesi birşeysin ki. Var mısın? Bunu yazabildiğine göre birşeyler var. Ama varlığın o kadar narin ki. Bu narinlik korkutuyor işte seni bazen. Düşmanın nihayetsiz geliyor. Yalnız uykularda (ve sarhoşluklarda) huzur var sana. Çünkü uykuların da senin yansımalarındır. Gölgelerinin gölgeleri. Asıl gölge, kendisi de gölge; daha derin bir gölgeler âleminde geçici bir huzur yakalıyor. Mış gibi. Var'mış gibi. "Bak, burada uçabilirim! Sonsuzca yaşayabilirim. Burada bana hastalık yok!" Ne mutlu sana! Evet, ama uyanacaksın. O zaman gölgenin gölgesi olduğunu hatırlayacaksın. Yine o boşluk dolacak içine.

Fısıltı değil, gökgürültüsü (ra'd), o boşluk dolarken çıkan ses. Bir depresyon! Depresyon kimisinde 'uykuya düşkünlük' olarak görünür, kimisinde uykusuzluk, kimisinde iştahsızlık, kimisinde aşırı yeme. Biri boşluğu unutmaya çalışıyor, diğeri boşluktan kurtulamıyor ki uyusun. Öteki yemekle/tüketmekle varlığı artar sanıyor, diğeri boşluktan kaçamıyor ki yesin. Keşke sana ayrılan süreyi, seni havaya atıp tutanı tanımaya da sarfetseydin! Tanısan güvenirsin, güvenirsen rahatlarsın çünkü. Boşluğun ilacı başka varlıkları yemek değildir, varedene güvendir. Havaya atılan çocuk 'havayı yemekle' veya 'havada sarhoş olmakla' güçlenmez. Karadelikler ancak sonsuzla dolar.

"Madem insan bekaya âşıktır; elbette bütün kemalatı, lezzetleri, bekaya tâbidir. Ve madem beka Bâkî-i Zülcelâle mahsustur. Ve madem Bâkînin esmâsı bâkiyedir. Ve madem Bâkînin aynaları Bâkînin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife, o Bâkîye karşı alâka peydâ etmektir ve esmâsına yapışmaktır. Çünkü Bâkî yoluna sarf olunan herşey bir nevi bekaya mazhar olur."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...