11 Şubat 2015 Çarşamba

Belki depresyonun da bir hikmeti vardır?

“Biz, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah herşeye kadirdir.” Bakara sûresi, 106.

Belirtilerinden birisinin de ‘unutkanlık’ olduğunu okumuştum arkadaşım. Evet. Depresyona girenler unutmaya yatkınlaşırlarmış. Bunu sürecin ‘acılarda sabitlenme’ durumuyla ilişkilendirince gerekçesini bir parça anlıyorum. Acılar mâziyle ilintili şeylerdir. Unutmaksa geçmişten kurtulmanın aracı. Anlamını bulamamış yara hep sancır. Mevsimlik sızılar hikmetle sarıp yerlerine kaldıramayınca kronik rahatsızlıklara dönüşür. Bir giden hep gider. Yani derim ki arkadaşım: Bilmek acıların da ilacıdır. Abestir en çok kalbe eziyet eden. Boşunalıktır. Yolculuklarına başlarken Hızır aleyhisselam da, sanki bu sırrı sezdirir gibi, Musa aleyhisselama der: “İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?”

Doğrudur. ‘İçine atmak’ tabirini genelde ‘duygularını belli etmemek’ bağlamında kullanıyoruz. Lakin bizdeki hissesi bu kadarcık değildir. Nasıl? Açayım: İçine attığın; yani anlamlandıramadığın, dosyasını kapatamadığın, arkanda bırakamadığın, rafına kaldıramadığın, ‘ne’liğini tayin edemediğin, ismini söyleyip geçemediğin… Evet. Bırakmak için ait olduğu yere karar vermen lazım. Bu koordinat tayini bir yönüyle ‘hikmetini bilmek’tir. Hikmeti bilinemeyenler hareket ettikçe daha derine batan kıymıklar gibidirler. Ardındaki soru işareti kaldırılmamış her cümle bir ‘içe atış’tan haber verir. “Neden böyle söyledi? Neden beni kandırdı? Neden öyle öfkelendi? Neden arkamdan konuştu? Neden yüzünü astı? Neden selamımı almıyor? Neden, neden, neden…” Bu birikmiş ‘neden’lerin sonucu depresyon olur. Arşivci masasındaki dosyalarda boğulur. Ve arkadaşım insanın dosyalardan kurtulmak için denediği şeylerden birisi de unutkanlıktır.

Mürşidim bu sadedde diyor ki: “Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona râcihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir. Müterâkim olmuş âlâmı unutturur.” Demek unutkanlığın da hikmeti var. Kullanılması gereken yerler var. Yaratılmış hiçbirşey abes değil.

Bir de dalgınlık. Depresyonun bir eseri de dalgınlık. Bu da anlaşılır birşey. Yukarıdaki perspektiften bunu da çözebiliriz. İkisinde de ‘ilgisizlik’ var ne de olsa. Daha doğrusu her dokunanın acı verdiği ‘dokunaklı bir insan’ın (bunu ‘kolay etkilenir’ anlamında kullandım) kabuğudur dalgınlık. Ve unutkanlık. İkincisi geçmişe yönelik bir kabuktur. Birincisi bugüne kuşanılmış bir zırhtır. Bu kalkanları indirmeyerek ayakta kalmaya çalışır sabitlenmiş acıların sahibi. Fakat bence depresyonun ‘yeni bir doğuşa’ yaklaştığı eşik de tam burasıdır. Unutkanlık ve dalgınlık, bir yönüyle mevcudun yitimi iken, bir yönüyle de yeninin keşfidir. Açlığın yeniden uyanışıdır. Mürşidim bu sadedde de der ki:

“Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz—bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”

Unutkanlığı önceleri bir hastalık gibi görürdüm. Nefsimden misallendireyim: Özellikle tarihler, kişiler ve mekanlar konusundaki unutkanlığım hayatımı zorlaştırıyordu. Ama sonları farkettim: Unutkanlık bende güzel işler de yapıyor. Bereketli bir misafir kimi zaman. Peki nasıl? Onu da açayım: Mesela unutkanlığım yüzünden hayretim artıyor. Daha sık şaşırıyorum. Daha sık heyecanlanıyorum.

Bir çocuk dünyaya neden şaşırır? Bir bebeğin gözünde ebeveyninin yaptığı en sıradan şakalar/sürprizler bile neden bu kadar gülünesidir? Bir bebek (hepsinde denedim hep de işe yaradı) bir yere saklanıp “Ciiiğğğ!” diye ortaya çıktığınızda neden sevinir? Bence bunların altında tazeliğin hayreti var. Bir bebek elbette büyükleri kadar dünyayı bilmiyor. Daha hiçbir şeyi ezberine almamış ve almadığı için de sıradanlaştırmamış. Bu ‘sıfır sıradanlık’ dünyasında gördüğü herşey hayret verici. Herşey harika. Herşey kendisiyle ilk kez karşılaşılan bir mucize.

“Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar…” şeklinde çevrilen ama aslı “Her çocuk fıtrat üzerine doğar…” şeklinde olan hadis-i şerifin bir vechi de bu belki. Kevnî olarak fıtrat, dinî olarak İslam, ikisi de hayret mesleği üzerinedir. Yani hayreti kadar tefekkürü olur insanın. “Allahım hayretimi arttır!” diye dualayan Aleyhissalatuvesselamın da ihtar ettiği sır belki bu. Fıtratına dönüş çağrısı birnevi. Herşeye hayret ettiğin o güzel döneme. Miden kadar gözünün, aklının ve kalbinin de aç olduğu zamanlara. Belki Nilüfer Kuyaş’ın Serbest Düşüş’te tasvir ettiği o açlığa: “En son, annem ölünce, kırılganlık iyice arttı. Yalnız ve ölümlü olduğum duygusu tekrar önplana geçti. Sonra da bu açlık geldi işte, derin açlık. Hiçbir şeyin doyurmayacağını bildiğim açlık. Hiç kimsenin karşılayamayacağı, bu insanüstü sevilme ihtiyacı.”

İnsan çocukluğunu neden özler? Allahu’l-a’lem: İnsan çocukluğunu önce ayrıldığı hayretinden dolayı özler. Yaşlandıkça şaşılacak şeylerin sayısı azalır çünkü. Çocuklukta hiçbir şey monoton değildir. Anlar dahi sıradışıdır. Çocuk mutludur hep. Mutluluk dediğimiz şeyin büyük bir kısmı hayrettir zira. Yeni varlıklar ve onlarla beraber hisler/etkiler dünyamıza katıldıkça mutlu oluruz. Yeniden yeniden canlanırız. Heyecanlanırız. Faniliğimizi onlarla unuturuz.

Neyi görünce mutlu oluyoruz? Neyi duymak sevindiriyor? Nerede varolsak gönlümüz ferahlar? Karıştırsanız bu külün altından hayretin koru çıkar. Bizi mutlu eden, sevindiren, hayatımıza lezzet katan, yeni olandır ve yeniye hayretimizdir. Hayret ettiklerimizin sayısı azaldıkça sıkılmamız; bazı israf, bazı sefahet, bazı zahmet ile yeni hayretler peşinde koşmamız da bundandır. Sıkıntıysa hayretin yitimidir. Hayretini yitirdiğinde insan ölümüne yaklaştığını düşünür. Korkar.

Yine mürşidim diyor ki: “İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”

‘Yenileceklerin sayısını arttırarak’ hayretini diriltmeye çalışmak israftır. Açlığını koruyarak lezzete olan hayretini diri tutmak oruçtur, iktisattır, kanaattir, riyazettir. İstikamettir. Unutkanlığım da bende böyle bir açlık artımına neden oluyor. Sanki yorum yapabilme gücümün kaynağı bizzat bu unutkanlığım. Hiçbir şeyi ezber edip arkamda bırakamıyorum. Bazen öyle oluyor ki yazdıklarım hatırlatıldığında şaşırıyorum. Veya bazen ben okuyup şaşırıyorum. Önce bu huyumla savaştım. Kendisinden sıkıldım. Mutsuz oldum. Ama şimdi barışığım. Onun da bir hikmeti olduğunu düşünüyorum. Elbette Allah’tan hayırda kullanmak üzere daha güçlü bir hafıza dilerim. Daha güzeli istemek kulluğumun bir parçası. Fakat vermiş olduğu şeyden de razıyım. Belki de benim görevim tutmak değildir? Yorumlayıp gitmek üzere yaratılmışımdır? Zaten insanın şu dünya ile misali bir misafir hali değil midir? Misafir ikramdan ne kadarını elinde tutabilir? Evliya Çelebi’nin gezdiği onca yerde, elinde, Seyahatname’sinden gayrı ne kaldı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir." İlk Dönem Eserleri'nden. Şahsen hiçbir kadına ...