Bir sarhoşu, ayık birisinden nasıl ayırırsınız? Konuşmasından, yürüyüşünden, mimiklerinden? Hepsinden biraz var aslında. Fakat bunların içinde ve özünde, ben, sarhoşluğun bir 'dikkatini toplayamama' hali olduğunu düşünüyorum. Yani odaklanamama.
Sarhoşluk bir odaklanamama halidir. Muhabbet ettiğiniz zaman; onu bir tema, bir halet-i ruhiye, düz bir çizgi üzerinde tutmakta zorlanırsınız. Cümlesinin sonunda, başladığı yerden farklı bir amaca varan; sorduğu soruların cevaplarını bile merak edemeyen (edecek kadar ardında kalamamış) bulanık bir zihin vardır karşınızda. Ağlamaları ve gülmeleri arasında keskin geçişlere rastlanır. İkna edilmesi güçtür, fakat inadından veya kötülüğünden değil. İkna için, cümleleri birbirine ekleyip birikmiş manayı kafasında tutması gerektiğinden. Bunu yapamayacak bir halde olduğu için ikna edilemez. Siz ikinci cümleyi kurduğunuzda birinci cümle çoktan başını alıp bir meçhule gitmiştir.
Bu açıdan sarhoş, ne kadar hareketsiz görünürse görünsün, içinde yoğun bir hareketin yaşandığı; bir nevi dikkat kanseri, temadan temaya sıçramalarla faal bir haldedir. Bu trafikten dolayı çabuk yorulur ve sızar. Sarhoşluğun sere verdiği hoşluğun böylesi bir hoşluk olduğunu düşünüyorum. Bir gezgin hoşluğu. Ah, hayır, hiç sarhoş olmadım. Bu açıdan tefekkürüm zannidir. Ama evet, sarhoş arkadaşlarım olmuştur. Bu noktada bilişimin somut dayanakları var. Büsbütün spesifik sayılmaz. Hepsinde farkettiklerim birbirine benzer. Şöyle birşey olmadı asla: Birisi sarhoş olunca dikkatinin açıldığını ve daha net düşünebildiğini görmedim. Bunu 'düşünmemek için içiyorlar' şeklinde de bulmadım. Hayır, düşünmemek için içmiyorlar, düşündükleri şeyler üzerinde uzun süre kalmamak için, kaçış hızını arttırabilmek için içiyorlar. Yani dikkat etmemek için, odaklanmamak için, bağlanmamak için. Bu tıpkı közler üzerinde yalınayak yürümeye benziyor. Ne kadar hızlı yürürseniz, ateşi o kadar az hissedersiniz. Aldığınız mesafe aynı olsa da hızınızın fazlalığı duyarlılığınızı azaltır. Hislerin de anlamak/yaşamak için zamana ihtiyacı vardır çünkü. Lokmanın bile tadını tam anlamak için ağzınızda biraz dolaştırırsınız. Olmadı, birkaç lokma daha yersiniz, eksik/fazla olan şeyi yakalayabilmek için.
Üstelik hız, nesnelerin üzerinizde bıraktığı tesiri de değiştirir. Saniyede onbeş adım atabilseydiniz suyun üzerinde koşabilirdiniz. Yani suyun kaldırma kuvvetini, daha farklı bir şiddette 'tatmış' olurdunuz. Közün sıcaklığı size dokunmadığı gibi, suyun batırıcılığı da size dokunmazdı. Bu noktada hızın, bir şekilde eşya ile muhatabiyetimizi etkilediğini biliyoruz. Bunu hiç denemedim, ama ortaokuldaki fizik öğretmenim anlattığı için inanmayı seçiyorum. Hızla dönen bir topaca su sıksanız, durduğunda hiç ıslanmadığını görürsünüz. Kendisi bu örneği güneşe en çok yaklaştığımız ayların neden kış ayları olduğunu açıklamak için kullanmıştı. "Güneşe yaklaştıkça hızımız artıyor çocuklar, bu yüzden daha az ışıkla temas ediyoruz!" Umarım kandırılmadım.
Peki, gelmek istediğim noktaya biraz daha yaklaşalım: Közde neler olduğunu gördük, suyu da öğrendik, ya insan? İnsanlarla muhatabiyetimiz de hızlı ve 'alışmadan' olsaydı daha az canımız yanmaz mıydı? Örneğin; merhum bir yakınımız, onunla yıllarımızı geçirdiğimiz bir dinginlikte değil de, birkaç andan ibaret bir hızla hayatımıza girip çıksaydı, ölümüyle bu denli yıkılır mıydık? Bence hayır. Neden mi? Çünkü önemsediği kadar canı acır insanın. Ve paylaştığınız zaman dilimi miktarınca tesiri vardır ayrılığın. Zaman bir varlık konaklamasıdır. Uzaktaki akrabalarımızın ölümüyle yakınımızda olan dostlarımızın ölümü arasındaki 'acı vericilik' farkı bize bundan haber veriyor. Nihayetinde insan şahit olmak için yaratılmış. Şahit olduğu kadar bağ kurabiliyor. Bu da bir zaman ve varlık paylaşımı. Kelime-i şahadet getirmeden müslüman olmak yok.
"Hep hareket halinde, hep bir meşguliyet içinde olmalıydım, yapmam gereken bir sürü şey olmalıydı. Bir hayat boyu kaçıyordum, koşuyordum, korkularımdan, hiç geçmeyen bir melankoliden ve depresyondan saklanmaya çalışıyordum. Sessizlikten. Yalnızlıktan. Hep birşeylerle uğraşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sürekli bir projenin içinde olmaya ihtiyacım vardı, kendimden uzak durmak için meşgul olmaya. Her an. Yalnız başıma yaşamaya başladığım ilk zamanlar çıldırıyordum. Yemek masasında otururken mesela, çünkü bizimkilerle ve televizyon açık yemek yemeye alışmıştım. Yalnız yemek yediğim ilk akşam, daha fazla dayanamayıp telefon etmeye başladım insanlara. Yapayalnız ve sessizlik içinde çiğnediğim lokmanın sesini duyuyordum."
Francesco 'hareketin sarhoşluğunu' böyle tarif ediyor, Fabio Volo'nun Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'unda. Bu bana nedense az evvel sarhoşlukla hareket arasında kurduğum bağlantıyı hatırlatıyor. İnsan sadece içerek mi sarhoş olur? Bence yukarıda konuştuklarımızdan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İnsanı odaklanamayacak hale getiren herşey sarhoş eder. Odaklanmamak, hızlanmak, acıların tesirini azaltır çünkü. Sizi dokunulamaz yapar. Hissizleştirir. Közde koşanlar gibi olursunuz yahut suda batmayanlar gibi. Varlıkla temasınız, onu hissedecek, onda dinlenecek, onu dinleyecek, ona bağlanacak veya ona şahit olacak kadar uzun olmadığı için yanmazsınız. Dokunur geçersiniz, tüketir gidersiniz, unutur (veya hatırda kalmayacak kadar onunla olur) ve yolunuza devam edersiniz. 'Bağlanma korkusu' da buradan beslenir. Hayatınız tek gecelik bir aşk gibidir. Sabah neler olduğunu bile hatırlamazsınız. Sarhoşluk, o gezginlik içindeki ilgisizliğiyle size böyle bir mutluluk(!) sağlar. Eğer asıl mutluluğun bu olduğunu düşünüyorsanız. Neyse, Allah'tan Volo bize Francesco'nun nasıl ayıldığını da tarif ediyor:
"Bu çarkın işleyişini görüyordum. Diğerlerinden daha zeki ya da daha duyarlı olduğumdan değil. Belki sadece bir şekilde biraz hızını kesebildiğim için. O taşıyıcı şeritten inmiştim biraz. Ve oradan inen kim olursa olsun, benim düşündüklerimi düşünürdü. Çünkü o, ortak bir hastalıktı. Herkesin hastalığı. Ruhun hastalığı. Hayatımda bir sürü uyuşturucu denedim ve deneyimledim, ama açık bir zihnin aralarında en iyisi olduğunu söylemeliyim. Bakmak, anlamak, düzenin işleyişini ve davranışları gözlemlemek ve sonuçları önden tahmin edebilme noktasına varmak. Harika uyuşturucu buydu."
Hayatın kendisiyle yüzleşmek ve onu dingince yaşamak, Francesco mutluluğu burada buldu. Uyuşturucu olarak tarif etmesinden alınmayın, hakikatin teskin ediciliği elbette sarhoşluktan/odaklanamaz bir hareketten ziyadedir. Bu yazıyı neden yazdığıma gelirsem: Bu sıralar biraz daha televizyonculuğa yakın bir iş yapıyorum. Elim yine metinlerde olsa da yüzüm daha fazla ekrana dönük. Şöyle bir tabir var, sık kullanılıyor: 'Hareket katmak.' Kamera açıları değiştirilerek, görseller/görüntüler eklenerek, programcıya hareket katılarak, sürekli akan yazılar/reklamlar konularak ölü ekran daha canlı bir hale getirilmeye çalışılıyor sürekli. Her bir anın bir öncekinden daha çok farkla ayrılması sağlanmaya çalışılıyor. Bunun ifade edilişi de daha çok böyle: 'Ekrana hareket katmak.'
Daha özel terimleri varsa da bilmiyorum. Dediğim gibi, sektörde yeniyim. Ama bunun ne için yapıldığını anlayabiliyorum. Seyircinin ilgisi daha fazla tutulmaya çalışılıyor ekranda. Eskiden bu kadar harekete gerek yoktu. İnsanlar, daha durağan ekranları saatlerce seyredebiliyorlardı. Sabırlıydılar. Suyu üç yudumda içerlerdi. Daha az/yavaş değişime razıydılar.
Fakat sinema sektörü ve ona bağlı olarak bütün görsel alanlar gelişti. Artık birkaç saniyeden fazla hiçbir açıda veya kadrajda kalmıyor filmler/diziler. Sürekli ve hızlı bir şekilde değişen açılardan, seslerden, tepkilerden tanıyoruz aksiyon filmlerini. En sevdiklerimiz de onlar. Öyle alıştık ki bu hızlı değişime, daha yavaş değişenler üzerinde dikkatimizi toplamakta(!) zorlanıyoruz. Mesela yönetmen sinemasında, sanatsal yapıtlarda, sıkılıyoruz. Bir mürşidin oturduğu yerden size anlattığı bir irşadı düşünün mesela. Nasıl katlanılır hiç açısı değişmeden böylesi bir tedrise? (On sayfa bir oturuşta nasıl okunur?) Söyledikleri mi? Onların ehemmiyeti yok. Onlarla ilgili değilsiniz ki, artık. Çünkü odaklanamıyorsunuz. Sarhoşsunuz. Birkaç saniyede bir kadrajın değişmesi gerekli. Kadraj değiştikçe tatmin oluyorsunuz. Kalmamak, daha az acı veriyor. İhtiyarlardan sıkılmamız da biraz bundan galiba. Yavaşlıklarından.
"Küfür ve dalâlet, bütün kâinatı ehl-i dalâlete binler müthiş düşmanlar taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut, ta kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar bîçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telâş vermesiyle, küfür ve dalâlet bir cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içine koyduğunu; din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye o Rüstem ve Herkül'ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermediğini, yalnız iptal-i his nev'inden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor."
Haydi, koşun! Damarlarımıza biraz daha sefahet sûretinde hareket enjekte edelim. Bu hayat, bu kadar dikkatle ve dinginlikle yaşanmaz. Odaklanmak bir cesaret işidir çünkü. Herkes birşeylerden kaçarken "Neden kaçıyoruz?" diye sormak, durmayı gerektirir. Herkesi bu kadar 'kaçışır' halde kılan, anneye çocuğunu unutturan, kaçtığımız o şey, yani o azap, ne?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder