14 Kasım 2023 Salı
Sen asla tek kişi değilsin
Ateş yakarsa kurbanın kabul olur. Fakat kederi kimse tekbaşına yemek istemez. Zakkumdur. İlla paylaşacağı damaklar arar. Omuzlar arar. Gözünün yaşını azaltmasa da yaşlı gözler arar. Kederin kardeşliği ihlaslıdır bu yüzden. Kötü gün yâreninin dostluğuna daha çok inanırsın. İyi gününde yanında olmak kolaydır. Niye olmasın? Neyi eksilir? Mutluluğu paylaşmak bilabedel mutluluktur. Paylaşanın da varlığına bir varlık katar. Kederi paylaşmak öyle midir ama? Ya, evet, hiç. Keder bize hiçliği hatırlattığı için kederdir. 'Hiç' paylaşılır mı hiç? Önce nefsimle konuşmalıyım bu yüzden. Hayatına ışık olacakların karanlığına da talip olması gerekiyor. Karanlığına bakıyorsa o ışığın oluyor. Işıksa karanlığını bulur zaten. Göğsü güneş olana herkes çiçeğini çevirir. Ya yanan bir karadelikse? O zaman... Ya o zaman?
Güneş karanlığımıza bakmaya cesaret ettiği için güneştir. Fakat güneşin ilk baktığı karanlık bizimkisi değildir. Güneş önce kendi karanlığına meydan okumuştur. Öyle bir meydan okumuştur ki, yanmıştır, nur kesilmiştir. Yanmadan nur kesilmek mümkün olmamıştır. Allah 'el-Nur' isminin de sahibidir. Şüphesiz, yangını da güneşin, ışığının ancak bahanesidir. Aynanın bahanesi güneşe karşı tutulmaksa güneşin bahanesi de karanlığına karşı tutulmaktır. Karanlığına karşı tutulmayı göze almışın nuru parlatılır. Kendini karanlıkta hissetmeyenin, karanlığını hissetmeyenin, karanlığı hissetmeyenin nuru yoktur. Özgürlüğünden korkmayanın Allah'ı olmaz.
Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur. Karadeliğinin büyüklüğüyle yüzleşmen lazım. Boşluğunu cehennem görmelisin. Ama önce 'boşluğun cehennemini' görmelisin. Boşluğun yanında cehennem bile boşluk değildir. Varlıktır. Hoşluktur. Ademe kıyasla vücuddur. Neticesinde vücudda kalan bir sonsuzluktur. Mekanlı olabilmek için sınırlar gerek. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar çoğunluk kendini de öldürüyor. Neden? Düşmesi bitmiyor çünkü. Cennetinden düşmesi bitmiyor. Cehennemden kurtuluyor(!) gerçi. Fakat boşluğu büyüyor. Her ne ki sonsuzca geri dönmüyorsa boşluğadır. Boştur. Düşürür. Çeker. Anlamını bulamadığımız herşeyde bir karadeliğe çekiliyoruz. Sen de farketmişsindir hatıralarının karanlığına bakarken. İçimizin deliklerini ancak sonsuzluk kapatır. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar umutlarındaki sonsuzluğu da öldürüyor. Hele sor bakalım: Kalplerini tatmin edecek başka zikirleri var mı?
Mâide sûresindeki o sır: "Kim bir cana kıymamış yahut yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir..." Şöyle bir yerden de yaklaşabiliyorum ben ona: Kendi hayatını kurtaramayan kimsenin hayatını kurtaramıyor. Nur kesilmeye niyetlenen yanmaya da niyetlenmeli. Ve niyetlenmeli ki kendisinde bir karanlık var. Acz var. Fakr var. Kusur var. Fanilik var. Sınır var. Körlük var. Günah var... Nefsiyle konuşmaya başlamalı. Karanlıklarını karanlık bilerek yüzleşmeli. Eğer muvaffak kılınırsa, yani ki basınçlanırsa, o zaman Rabbi nurundan bahşedecektir. Kendisine bulduğu deva, yaralarının benzerliğinden dolayı, cümlesine deva olacaktır. Fakat, arkadaşım, tersi de vardır: İnsan karanlığını çoğaltmaya yol öğrenirse onun da bütün insanlığa zararı dokunabilir. "Her kim de İslam'da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin de günahı yükletilir. Fakat günahlarından da hiçbir şey eksilmez..." buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz dikkatlerimizi bu yöne de çeviriyor.
Evet. Ya güneşiz ya karadelik. Ortası yok. İmtihan büyük. Nihayetinde en büyük yıldızlardı bir zamanlar karadelikler. Meleklerin hocasıydı bir zamanlar şeytan. Karanlığını unuttun mu yutuldun. Kaçmadın mı kapıldın. "Vücudunda adem, ademinde vücudu var." Yine öyle buyuruyor ya kısa bir mealiyle Hak Teala: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." İşte, mürşidim de, belki bu sadedde diyor şöyle: "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Kendini tek bulup da azlığına güvenme. Sen asla tek kişi değilsin.
28 Ekim 2022 Cuma
Sahi bu çiçekler niye gülüyor?
Hariç tutarsan bizi dünyanın neşesi yerinde. Nereden mi biliyorum? Çiçeklerinden. Yeryüzü de çiçek çiçek gülümsüyor arkadaşım. Farkedilmek istiyor. Muhabbetin tezahürü tebessümdür. Kim sevilmek istese tebessüm eder. Kim görülmek istese süslenir. Tebessüm daima öncesinden güzelidir. Öncesinden güzel ne görsek tebessüm bilmeliyiz. Etrafımızda tebessüm edenleri görmüyor musun? Bu kadar hüsün amaçsız olabilir mi? Toprak neden bu kadar takıştırıyor? Ki görünmemek güzelliği hikmetsiz kılar. Evet. Görünmeyecekse daha güzelin anlamı yoktur. Yoksa Hüda çiçeksiz de bitkileri çoğaltabilirdi. Meyvesiz de ağaçlar varolabilirdi. Kuru kozalağı çam ağacına yetmiyor mu? Şeftalinin güzelliğine ne mecburiyeti var?
Hem nice çiçeksiz şey var da yayılmakta zorlanmıyorlar. Arzın herbir köşesini dolduruyorlar. Bunlar böyleyken onlar neden öyle? Galiba yüzleşmemiz gereken asıl soru şu arkadaşım: Varolan güzel olmaya mecbur mu? Varolmak güzel olmayı zaruri kılar mı? Güzel olmayanlar varolamıyorlar mı? Bir de üstüne çiçek kadar cennet olmaya ne gerek var? Sahi ya. Çiçek minyatür cennettir. Bahçen cennetin bir misal-i musağğarıdır. Bunu yaratanın ötekini de yaratacağından şüphe edilmez. Madem toprağı gül yapabilecek kudreti/sanatı vardır. Madem kışı bahar kılabilecek hikmetin sahibidir. Bu evreni de cennete çevirebilir. Belki biraz da bu yüzden mürşidim der: "(İnsan) Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de; hadsiz ebedî Cenneti dahi müştakane sever." Çünkü sevmek bir kanundur. Kütleçekimi gibi. Çakıl taşını çeken göktaşını da çeker. Sevmeyi bilen güzelliği bilir. Ve güzellik de sevilmekten haberdardır sanki. Yârini beklemektedir.
Zâhirin doğruluğu güzelliktir. Bâtının güzelliği doğruluktur. Cemîl-i Mutlak şu dünyada ilk güzelliği muhatap kılmıştır bize. Güzele baktığımızda ölümü unuturuz. Mü'min-kâfir hepimiz hemfikir bir şekilde meftunu oluruz. Her neyi sevsek ona bir tahayyül beka sûreti veririz hatta. Sonsuzlaştırdığımızı severiz. Sevdiğimizi sonsuzlaştırırız. Doğruysa faniliğimizi hatırlatır. Doğru olan güzelliğin asıl sahibine işaret eder çünkü. Diğer parmağıyla da aslolmadığımızı imâ eder. Doğruya dair anlaşmazlıklarımız bitmez bir türlü. Neye güzel dediğimizse o kadar tartışılmaz. Bir çiçek herkes için güzeldir mesela. Bir bebek herkes için neşedir. Ama anlamı herkese bir değildir. Celle Celaluhu güzellikle tanıştırır önce. Güzel herkesi çağırır kendine. Mü'min-kâfir güzel hakkında tartışmaz. Sınav böyle başlar. Bitmesiyle başka şekildir. Onun umumî daveti içinde doğruyu aramaktır hüner. Doğru hatta bazen güzelden vazgeçmeyi de gerektirir.
Biz de bir kâfir gibi güzeli sevmekle başlıyoruz işe. Çiçeği seviyoruz işte. Fakat onu doğrunun kapısı kılmakla da terketmeye başlıyoruz. Çiçek kendisi için olmamakla terkediliyor. Mazruftan zarfa dönüşüyor. Güzelden geçmek zor imtihan. Burada sınanıyoruz. Bu güzelliğin amacında mesaj görüyoruz. Hayretimiz hevamıza galip geliyor. Oyalanmıyoruz. Aşıyoruz. Okuyoruz. Bu kadar güzel olmaya mecbur olmayan herşeyin güzelliğinde mesaj var. Arkasına yöneliyoruz. Her tasarımın arkasında bir matematik yok mu? Her matematiğin arkasında bir ilim görünmez mi? Üstelik her çiçeğin matematiği diğerinden başka. Lalelik başka, güllük başka, şebboyluk başka. Bir irade ile muhtemel matematikler içinde bir seçim gerekmez mi? Onları varlığa çıkarmaya kudret lazım değil mi? Bu ilme, iradeye, kudrete bir sahip bulmak gerek doğrusu.
Allah'ı bulduktan sonra da iş bitmiyor. Çiçek kadar güzel birşey, onu yaratabilecek kadar güzel bir Allah, sanatını hiçlik çamuruna atmaya kıyar mı? Onca hikmetten sonra böyle hikmetsizlik işler mi? Hakîm olan emeğini abes eder mi? Ahiret gözkırpmaya başladı şimdi arkadaşım. Bitmedi. Yürüyelim. Güzellik görünmekle tamam olur. Halbuki gözümüzün yetmediği ne güzellikler var şu çiçekte. Onları görmek için de başka gözler gerekmez mi? İşte melek kardeşlere de iman ediverdik. Bitti mi? Hayır. Var. Bizimle bu kadar çiçek çiçek mektuplaşan Allahımız peygamberle de haberleşmez mi? Şu zor okunanların 'elif-ba'sını bir muallim vesilesiyle öğretmez mi? Öğretmezse şunca mektubu okunmamış kalmakla ziyan olmaz mı? Peygamberlere ve kitaplara iman de geldi dünyamıza işte. Durmayalım. Cennete bir kapı bulduk. Koşalım. 'İlim' dedik. Çiçekte ne güzellikler takdir edilmiş anladık. Kâfir-mü'min hepimiz güzelliğine hakverdik. Peki, çiçeği yaratan, 'çiçeğin nasıl birşey olacağını önceden bilmeden' onu yaratabilir mi? Takdirsiz, ölçüsüz, tayinsiz, bilmeksiz çiçeklik mümkün mü? İşte kadere imana da "Hoşgeldin!" demelisin artık arkadaşım.
Daldan dala atlayan şu yazı için beni hoşgör. Avuçlarım küçük. Doğruya yer vermeye çalıştıkça güzellikten kaybediyorum. Örtünüyorum. Halbuki güzelin tebliği daha umumîdir. Güzel doğrudan önce gelir. Güzelin doğruluğunda herkes hemfikir. Fakat doğrunun güzelliğinde hemfikir değiliz. Bu yazı güzel olsaydı daha çok sevilecekti. Fakat doğru olanı da Allah daha çok seviyor. Tesettür, mütesettirin, doğruyu güzele tercih ettiğinin resmidir. Allahım, senin sevgini, nâsın sevgisine tercih ediyorum. Sen de hakkımda rahmetini azabına tercih et. Taksiratımı affet. Âmin. Ve'l-hamdülillahi Rabbi'l-âlemîn.
11 Eylül 2021 Cumartesi
Senai Demirci nereye düşüyor?
"Narsizm, kişinin ilgisini kendisine yöneltmesinin karanlık yüzüdür, ancak çoğunlukla özsaygıyla karıştırılır. (...) Günümüzde herşeyi kendimiz için yaptığımızı söylemek istiyoruz. Başkaları için fedakârlık yapmak istiyorsanız, hele de kadınsanız, bu bir çeşit zayıflık olarak görülüyor. (...) Bütün yaşamları boyunca kendilerine 'çok özel' oldukları söylenen gençler, çaresizce özsaygılarını korumaya çalışıyor ve birçoğu da eleştirelliği ve karamsarlığı zırh olarak bürünüyor. (...) Ben Nesli aşırı övgüyle büyüdü. Bu nesil sorumluluk duygusu ile motive olmaz. Çok çalışmak kendi içinde bir erdem değildir. Ancak toplumda onları diğerlerinden ayırıyorsa o zaman uğraşmaya değer."
Jean M. Twenge, Ben Nesli kitabından...
İmam Zahid el-Kevserî Hazretlerinin ehl-i bid'a hakkında bir sözü vardı. Ebubekir Sifil Hoca'nın kaleminden okuduğumu anımsıyorum. Aynıyla ezberimde değil maalesef. Manaca nakledeceğim. Diyordu ki merhum: Bir insan ehl-i sünnetten ayrılan görüşlere sahipse illa bir yerde kendisiyle, söylemiyle, iddiasıyla, kurgusuyla, uydurmasıyla çelişkiye düşer. Bizcesini söylersek işin: Saçmalar. Tutarsızlığını açığa vurur. Rezil olur. Hakikaten de gün geçtikçe bunun misallerini daha bir sıklıkla görüyoruz. İşte onlardan bir tanesini de Senai Demirci vasıtasıyla gördüğümüzü düşünüyorum.
Mevzu nedir peki? Efendim, mevzu aslında göründüğünden derindir, hazindir. Ahirzamanda insanlar üzerine çevrilen manipülatif dümenlerin tezahürüdür. Düğümlere üflemektir. Evet. Bu asır, Bediüzzaman'ın da ifadesiyle, 'enaniyet asrı'dır. Benliklere öylesine kitlesel/bireysel mağduriyetler-üstünlükler fikri aşılanmaktadır ki artık hiçbirisi ele-avuca sığmamaktadır. (Jean M. Twenge "Ben Nesli" eserinde hastalığın kökünü birkaç nesil öncesine kadar taşır. Yani bugün görülen arızalar yüzyıllara yayılmış bir tahribatın sonuçlarıdır. Kitabın altbaşlığıysa bu noktada çok ilginçtir: "Bugünün gençleri niçin bu kadar özgüvenli, iddialı fakat bir o kadar da depresif ve kaygılı?") Faşist ekollerin ırkçılık zemininde yücelttikleri 'toplum'la Liberal çizginin övgüsüyle yükselttiği 'birey' aynı 'ben'e hizmet ederler. Birincisinde "Ben üstünüm!" daha bir "Biz üstünüz!" sosuyla süslenmişken ikincisinde anamesaj daha ortadadır. Ancak, Bediüzzaman'a göre, ikisiyle de aranılan aynı şeydir:
"Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle adeta ene olur. Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder."
İşte, bugün, ister 'feminizm'in bizzat kendisi ister daha 'modernist İslamî' versiyonları olsun, aynı manipülasyona çalışmaktadırlar: Kadın üzerinden bir mağduriyet edebiyatı/zemini oluşturup bu mağduriyetin mesuliyetini yükledikleri geleneksel/kimliksel her öğeyi 'enaniyetin intikamcı coşkusuna' dövdürmek. Zincirlerinden boşanan bu duygusallıkla yerli-yerleşik olanın konumunu elverdiğince geriletmek. Gözden düşürmek. Ezdirmek. 'Kadına şiddet-kadın cinayeti' konulu haberlerin 'erkeğe şiddet-erkek cinayeti' (zaten böyle başlıklar yoktur) mevzulu haberlerden daha belirgin şekilde basında yeralmasından tutun, benzer kurgudaki sanatsal ürünlerin medyada 'egemen/tekil söylem' haline gelmesine kadar, her noktada bu manipülasyonun izlerine rastlamak mümkündür.
Eh, evet, küresel zeminde hal böyleyken Senai Demirci gibi İslam modernistlerinde de benzer söylemlere rastlamak normal karşılanmalı artık. Ki kendisi twitterda sormuş: "Hiç merak ettiniz mi cennetle müjdelendiği söylenen on sahabe içinde neden hiç hanım yok?" Böyle bir muğalatayı Demirci'ye sorduran nedir? Hakikaten bilmiyor mu? Hayır. Doğrusu buna inanmayı 'kendimi aptal yerine koymakla' eşdeğer sayıyorum. Senai Demirci elbette cerbezesinin cevabını biliyor. Fakat o böyle argümanları dillendirmekle altyapısı olmayan sevenlerinde bir algı operasyonunu başarabileceğini düşünüyor. Nedir? Belki böylelikle o kitlede hadis-i şeriflere karşı bir önyargı inşa edebilecektir. Madem ki, 'sadece erkekleri' cennetle müjdeliyordur, o halde bir kadın hadislere nasıl inanır? Öyle ya. Taktik taktiktir efendim. Mü'minler olmasa da mü'mineler belki bir parça gaza gelirler. Ya Nasib.
Bir takipçisinin itirazı üzerine de iddialarını şöyle genişletiyor: "1) Peygamberimiz bile cenneti garanti görmezken 'cennetle müjdelenmek' nasıl mümkündür? 2) Hadi bu mümkün diyelim, listeye Mekkeliler girer de, Yesriblilerin girmemesi nasıl açıklanır? 3) Hadi bunu da anladık diyelim, hiçbir kadın cennetle müjdelenmeyi haketmez mi?" Doğrusu bu cümleleri okuyunca kendimi "Bir insan giderek cahilleşir mi?" sorusu karşısında buldum. Neyse. Takipçilerine hürmeten kısaca cevaplayalım:
1) Cennetle müjdelenen on sahabe içinde neden hiç hanım yok?
Çünkü 'cennetle müjdelenen on sahabe' rivayeti bu kadarcıktır. Tam liste açıklaması değildir. Hem zaten, standart bir müslümanın bildiği üzere, cennet müjdeleri bu hadisten ibaret değildir. Kişilerin kimliği ve de sayısı ise bu müjdeyi paylaştığı şartlarla ilgilidir. Sözgelimi: 'Cennet hanımlarının efendileri' hadisinde de hiç erkek yoktur. Yine münhasıran bir hanımın veya erkeğin cennetle müjdelendiği hadislerde de o hanım veya erkekten başkası yoktur. Bu tarz hadislere sanki Aleyhissalatuvesselamın hasmıymış gibi "Gördün mü bak şunları anmadı!" imâsıyla bakılmaz. Bu fitne/husûmet imâsıdır. Çirkefçe açık aramaktır. Ben eminim ki: Medine münafıkları bu hadis-i şerifi Demirci kulağıyla işitseler, böyle bir manipülasyonun iş yapacağını da düşünseler, aynı şeyi salyalar akıtarak dillendirirlerdi. Onlara da bu çok görülmezdi. Meslekleri budur. Fitne çıkarmaktır. Ya Senai Demirci'ninki nedir? Demirci Bektaşî misali rivayetlerin yarısını yutarak neyi amaçlamaktadır?
2) Peygamberimiz bile cenneti garanti görmezken 'cennetle müjdelenmek' nasıl mümkündür?
Aleyhissalatuvesselamın mizac-ı beyanına aşina olmayan birisi böyle şeyler söylese denir ki: Bilmiyor. Cahil. Yazık. Halbuki Demirci bu konularda malumatlı birisi. Hadi, kendisi okuduğunu-yazdığını unutacak bir yaşa geldi diyelim, çevresinden de mi uyaran olmuyor? Elbette Efendimiz aleyhissalatuvesselam cennetliktir. Bütün peygamberler cennetliktir. Kendisi de vaad-i ilahî ile cennetlik olduğunu bilmektedir. Hakkın bildirmesiyle haberdardır. Bunda şüphesi olan mı vardır? Onun endişe bildiren hadis-i şerifleri öncelikle 'irade-i cüziyesine' sonra da 'tedris-i ümmete' bakar. Yani kul nefsi/sa'yi üzerinden cenneti garantileyemez.
Bu ucbdur. Manevî bir hastalıktır. Ancak Allah lütfederse cennete girer. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz lütf-i ilahî ile cennete gideceğinden haberdar edilmiştir. Lakin bunun kendi iradesinde olmadığını beyan sadedinde, hem de ümmetine ders olması için, endişe arzetmiştir. Yani birisinin mevzuu 'fıkh-ı bâtın'dır. Diğerinin mevzuu 'fıkh-ı zâhir'dir. Sözgelimi: Bir insan şartlarına riayet ederek zekatını verse, sonra ona sorulsa, "Zekatın oldu mu?" Elbette zâhire göre "Oldu!" diye cevap verecektir. Fakat bu şartların ötesinde "Allah bu amelinden razı oldu mu?" diye sorulsa nasıl "Evet!" diyecektir? Bunu bilemez ki. İşin bu tarafı iç terbiyeye dönüktür. İçin tekinliği amelinden emin olmamaktadır. Dışın tekinliği şartlarına uyulan amelden şüphe etmemektir. Dönüp iade etmemektir. Tevekküldür. Ötekinde aksidir. Birisinin makamı havftır/korkudur. Diğerininki recadır/ümittir. Eskilerin tabiriyle manevî alanda "Oldum!" demek "Öldüm!" demektir. İç-dış şartları birbirinden başkadır.
Millete çarşaf çarşaf 'esma' öğrettikten sonra tutup kendinde unutmak taaccüb edilecek bir iştir. Elbette Cenab-ı Hakka kullukta birçok ismin gölgeleri bulunmaktadır. Bu gölgelerde haller başka başka olmaktadır. Allah'ın Sadıku'l-Vaad isminin tecellisinde beyan edilen hakikatle ism-i Ğâfûr'un secdesinde edilen dua bir olmaz. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın cennet için edeceği şefaat de haktır akıbeti için duyduğu endişe de... Hiçbirisi diğerine nakise getirmez. Kemal katar. Senai Demirci bunları unuttuysa mahallesindeki çocukların ellerinden tutsun da camilerdeki Elif-Bâ derslerine devam etsin. Belki eksiklerini tekmil eder.
3) Hadi bu mümkün diyelim, listeye Mekkeliler girer de, Yesriblilerin girmemesi nasıl açıklanır?
Bunu Senai Demirci değil de din düşmanlığı açık birisi dese ağzımın dolusuyla "Alçaaak!" diye bağırırdım. Çünkü buradaki alçaklık pek açıktır. Azıcık hadis-i şerifleri karıştırmış herkes bilir ki: Medinelilerden de cennetle müjdelenen çoktur. Hatta onlara dair iltifatları toplansa kitap olur. Senai Demirci, haydi bütün bunları unuttu diyelim, Hz. Hasan ile Hüseyin'in (radyallahu anhum ecmain) Medineli olduklarını da mı bilmez? Evet. Onlar Medine'de doğmuşlardır. Ve cennet gençlerinin efendileridirler. Ha, yok, iş daha da çirkefleşiyor da bu hadislerde bir 'kabilecilik' güdüldüğü imâ ediliyorsa, buna da ancak gülerim. Kabileciliği (bir fitne aracı olarak) dibine kadar kullanmaya çalışan Medine münafıklarının o gün bulup gösteremediklerini Demirci bugün mü bulup göstermektedir?
Dördüncü soruya değinmeyeceğim. Çünkü cevabını birinci soruda verdik. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hanımları da cennetle müjdelediği pekçok hadis-i şerif bulunmaktadır. Senai Demirci'nin burada yaptığı bir markette manav reyonunun önünde durup "Burada et düşmanlığı yapılıyor!" diye bağırmak kadar saçmadır. Şarlatanlığı kesip azıcık ilerlese kasap reyonuna gelecektir. İddialarının ne kadar boş olduğunu görecektir. Ama elbette 'görmek isteyen' görecektir. Bile-isteye kör olanın kalbi mühürlenmiştir. Allah onlara hakkı göstermez. Güneşe baksalar da ışıktan hisseleri olmaz.
En başa dönersek, arkadaşlar, ahirzaman fitnesi 'enaniyet/benlik' üzerine çalışıyor. Herbirimizi 'benbenci' bir hale getirmeye gayret ediyor. Irkçılık bunun bir versiyonu. Feminizm başka bir versiyonu. Modernizm daha başka bir versiyonu. Liberalizm bambaşka bir versiyonu. Hangisinin arkasına düşseniz kendini 'en doğruyu bilen' ve 'en az kıymeti bilinen' olarak görüyor. Varlık hiyerarşisinin zirvesinde kendisini konumlandırıyor. Dışındaki âleme de parmak sallıyor. İş öğretiyor. Din öğretiyor. Oradan aldığı enerjiyle başka herşeyin üzerine gidiyor. Bediüzzaman'ın ahirzaman terbiyesinde acz/fakr bilincini en başka koyması belki de biraz bundan ötürü. Çünkü ilk önce 'benlik bilincinin' doğru yerde konumlanması lazım. Bozulma oradan başladı. Düzelme de ancak oradan olacak. Cenab-ı Hak ehl-i sünnet ve'l-cemaat istikametinden ayaklarımızı ayırmasın. Âmin. Âmin.
27 Nisan 2021 Salı
İhsan'ın Eliaçık, dininin ucu açık...
Duymuşsundur sen de: Evvelce kırdığı cevizler kesmemiş olacak ki en nihayet ateistleri de cennete iteklemeye kadar vardırdı işi. Gerçi, Allah var, ateistlerin böyle birşey arandığı yok. Ricacı olmuş da değiller. Zaten inanmıyorlar ki adamlar. Neye ricacı olsunlar? Hem niye ricacı olsunlar? Cennet-cehennem enterese etmiyor ki onları. Fakat Eliaçık'ın eli Suyudurmaz Çeşmesi gibi. Durmuyor. Duramıyor. Akıyor. Dağıtıyor da dağıtıyor. Paylaştırıyor da paylaştırıyor. Katolik kilisesi bile cennetten arsa ayarlarken bu kadar bonkör değildi be arkadaşım. En azından bir çorba parası olsun tokatlıyordu rahipleri. Eliaçık o kadarına bile bakmıyor. Damat gibi sırtlarına vura vura sürüklüyor adamları. İlla gireceksin! İnanmıyor musun? Yahu boşver. Ne önemi var? İhsan'ın eli açık ya. Tü, tü, tü. Yani hocamızın hem eli açıktır hem de dininin ucu açıktır. Dün deistleri sokar, bugün ateistleri, yarın da kimbilir? Azıcık nazını çekerse İblis'i bile içeri alabilir.
Aaa, zulmetmeyelim, elbette böylesine zırvalarken dayandığı argümanlar var. Mesela diyor ki: "Kur'an'da ateistlerin cehenneme gireceğini söyleyen ayet yok." Sahi. Bektaşî gibi gönülsüzce aranınca "Hakikaten yok!" diyebilirsiniz belki. Yani arkadaşım 'ateist' kelimesi Kur'an'da gerçekten hiç geçmiyor. Ama, fakat ve de lakin. Mevzuu lügat cambazlığından biraz uzaklaştırınca insan uyanıyor ki: Müşriklerin cehenneme gideceğine dair çok ayet var. "Eee?" Yani Allah'a ortak koşanların cezalandırılacağını söylüyor Kur'an. "Eeee?" Yahu ne 'Eeee'si? "Bu işin ateistlerle ne ilgisi var?" diye mi soruyorsun bir de! Cık, cık, cık. Yahu ateistler de müşrik değil mi? "Nasıl yani?" Şöyle yani: Ateistler de tıpkı müşrikler gibi tek olan Allah'ı inkâr ettikten sonra onun mülkünü, sıfatlarını, isimlerini, yaratışlarını, tecellilerini başkalarına/sebeplere dağıtıyor değiller mi? "Eveeet. Aaaa. Saahiii." Yaaaa. Şimdi derkettin işte. Ateistler aslında politeistlerdir. Bir Allah'ı inkâr ettikleri için sebepler sayısınca ilahları kabul etmişlerdir. Bakma Eliaçık'ın aptala yattığına. Onun gözü ancak işine gelmeyenlere açılmıyor. Yoksa şapkasından ne tavşanlar çıkardığını tanıyanlar bilir.
Bediüzzaman da bu konu hakkında diyor ki: "Hem nasıl ki bulutsuz gündüz ortasında güneşin deniz yüzünde, bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek ne derece acip bir divanelik hezeyanıdır. Çünkü, o vakit birtek güneşi inkâr ve kabul etmemekle, katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince hakikî ve bil'asâle güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor. Her zerrecikte—ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde—koca bir güneşin hakikatini içinde kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen öyle de, şu sıravâri içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp Hâlık-ı Zülcelâli evsâf-ı kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede, bir ulûhiyet-i mutlaka kabul etmek lâzımdır."
Yani bu anlamda ateizm müşrikliğin dibidir. Zirvesidir. En rezilidir. 1000 tanrıya taptıkları söylenen Hititler bile bu kadar aptallaşmayı göze alamamışlardır. Yalnız Allah'ın hesabına eli açık Eliaçık da şu tezadı görmezden gelmektedir: Kur'an, Mekke müşriklerini cehenneme sokmaktan çekinmezken, ondan bin beter müşrik olan günümüz ateistlerini mi sokmaya kıyamamaktadır? Neden? Hangi mecburiyetle? Eliaçık'ın tevili hazırdır: Çünkü 'ateist' kelimesini Kur'an'da bulamamaktadır. Bana öyle geliyor ki arkadaşım: Kelimeyi apaçık bulsaydık da Eliaçık eli açıklığı bize izin vermeyecekti. Hatta Eliaçık eli açıklığını daha ileri vaziyetlere götürecekti. "Mesela?" Mesela: İsimleri bizzat Kur'an'da cehennemlikler olarak geçmeyen ateistleri kıyıp sokturmayacaktı. Ebu Leheb'in bizzat adı geçmese, ihtimaldir, Eliaçık ona da cehennemi kondurmayacaktı.
Tabii ki tevil cambazlarında tevil tükenmez. Eliaçık'ta da teviller tükenmiyor. Ateistleri bile cennete sokarak 'dinin gönderilmesini amaçsızlaştırdığını' farketmiyor. Farkediyorsa da önemsemiyor. Allah'ı abesle itham ediyor. Kendisinin ikinci bir argümanı da şöyle şekilleniyor arkadaşım: "Bir ateist ahlaklı olduktan sonra Allah'a inanmasa da olur. Zaten Allah'ın istediği gibi bir kul olmuştur." Ooo... Görüyor musun tesbiti. Vay, vay, vay. Hey gidinin kilolu Gandhisi hey. Nasıl da yakıştırdın kendine böyle bir panteizmi? Neyse, o pehlivan cüsseni tartmayalım da, ettiğin lafların cirmini tartalım. Tartalım ama kendi sözümüzle tartmayalım. Sen daha sosyalizmin 's'sini söyleyemezken Marksizmin tahsilini yapmış, davasını savunmuş, bedelini de ödemiş bir filozoftan alıntı yapalım. Bilgiler Kitabı'ndaki söyleşisinde diyor ki Leszek Kolakowski:
"Sekülerleşme çağında yaşıyoruz. Ki bu da kendi içinde çelişik bir olgudur. Etkisini ancak birkaç on yıldır tam anlamıyla yaydığından, geleneksel dinin tamamen unutulduğu, yitirildiği, gömüldüğü bir toplumun neye benzediğini bilmiyoruz. Bunun ahlakî ya da entelektüel kalıntılar biçiminde varlığını sürdürebileceğinden sözetmiyorum. Ama eğer her türlü dinden arınmış bir toplum hayal etmeye kalkışırsak, bu, birçok noktada, muhtemelen bir tiranın yönettiği, kaygının ve tamahkârlığın egemen olduğu Thomas Hobbes'un geometrik modeline benzer. Dinsel miras fiilen yok olursa iyi ile kötü arasındaki ayrım da geçerliliğini yitirir. Ama bunu kanıtlayamam. Çünkü zorunlu amprik koşullar yerine getirilemez."
Yani, işin kitabını yazmış filozof-profesör Kolakowski "Dinsiz ahlak da varolamaz!" diyor, ama bizim kenardan sosyalist müslüman Eliaçık'ımız "Ahlaklı olduktan sonra dine gerek yok!" deyu ahkâm kesiyor. Vay arkadaş vay. Elbette merakı olan sormadan edemiyor: İyi de 'akide' olmadıktan sonra 'ahlak' neyin üzerinde duracak? Bir ateist için bir hamamböceğiyle insan arasında varoluşsal hiçbir ayrım yokken ikincisine neden ayrı bir saygı gösterilecek? Neden malından çalınmayacak? Neden canı yakılmayacak? Neden kendisinin tanrısı olduğu bir düzlemde insan başkasını nefsine tercih edecek? Hangi kutsala(!) boyun bükecek? Hangi ahirete erteleyecek? Ateist ahlakının sahiden dayanağı var mı? İyiliğin de kötülük kadar hiçliğe gittiği bir inanışta 'iyi olmaya çabalamanın' ontolojik bir anlamı bulunabilir mi?
Tabii bu suallere İhsan Bey'den cevap bekleyemiyoruz. Onun böylesi çelişkileri çözmeden önce göbeğiyle Gandhiliği arasındaki çelişkiyi çözmesi lazım. Tok karna yaptığı sosyalistliği bir yere oturtması lazım. Das Kapital'i abdestle okumayı anlamlandırması lazım. İşi çok yani. Bitirip buralara gelemez. Sonra bir de artık kendi malından cömertlik yapmayı öğrenmesi lazım. Allah'ın razılığı bol keseden dağıtılarak cömert olunmaz. Öyle cömert olunsaydı, hele sen sıranı bil, İblis cömertlerin şahı olurdu. Çünkü o bin yıllar önceden başladı usûlsüzce dağıtmaya. "Dağıtıyorum!" deyu insanlığı kandırmaya. Cümle Eliaçıklar da bağışladıklarını yine ondan ders alıyorlar zaten. Fakat yaratamadıktan sonra vaadetmenin anlamı ne ki? Allah sahiden vermedikten sonra onun adına verilenlerin hakikati ne ki? Nereye götürür ki? Vesselam.
11 Ekim 2020 Pazar
Peki cennetten hangi soruları öğrenebiliriz?
Sual şuydu: "Virüsler kanser tedavisinde nasıl kullanılabilir?" Bu kadar. Siz de öğrendiklerinizden hareketle fikir yürütüp suali cevaplamalıydınız. Yani fikir üretmeliydiniz. Kafanızın çalıştığını göstermeliydiniz. Zorlamalıydınız. Yanlış da olsa bir teori kurmalıydınız.
Buradan şuraya geleceğim: 20. Söz Kur'an'da aktarılan peygamber mucizelerinin de böyle bir yanı olduğunu söylüyor. Yani onlar bizim yorum yeteneğimizi güçlendiriyorlar. Nasıl? "Yorumun başı hayaldir!" dersem belki özünü kavrarsınız. Evet. 'Dimağdaki meratip' üzerinden düşünürsek her fikir bizde öncelikle bir 'tahayyül' olarak şekillenir. Sonra sair aşamalardan geçerek somutluğunun bir yüzünü bulur: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir..." Peygamber mucizeleri de aslında beşeriyette böyle bir iş eyliyor. Tabir-i caizse insanlığın aklına karpuz kabukları düşürüyor. Gözünü açıyor. Sözgelimi: Süleyman aleyhisselamın havada seyahat edebildiğini duyduğunuzda hemen zihninize şöyle bir soru damlıyor: "Böyle birşey mümkün olabilir mi?" İşte artık siz de bir 'yorum sorusu'na sahipsiniz. Kişisel serüveniniz boyunca cevap arayabilirsiniz. Ve nihayet gün gelip uçabilirsiniz. Tıpkı insanlığın muvaffak olduğu gibi.
Bediüzzaman'ın dediği de biraz bu. Yani mucizeleri duymakla sahip olduğumuz soruların/merakların birçok keşifte 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiği: "(...) enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (aleyhisselâm)..."
Eh, evet, demiştim. Bunlar önce de anlattığım şeyler. Bugünün ilavesiyse şu: (Allahu'l-a'lem kaydıyla dersem:) Cennet tasvirlerinin de böylesi bir yanı olduğunu düşünüyorum ben. Fakat daha farklı bir tonda. Daha aşkın bir şekilde. Neden daha aşkın? Çünkü cennete dair haberler bilindik fiziğin sınırlarını da aşıyor. Bir yanlarıyla "Acaba mümkün mü?" diye sordursalar da diğer yanlarıyla alışılmışın duvarlarını da inceltiyorlar. Onun sarsılmaz sandığımız kaidelerinin de berhava edilebilirliğine kapı açıyorlar. Hayal seviyemizi yukarılara çekiyorlar. Misaller vererek uzatmayayım. Meraklısı şöyle bir araştırsa fazlasıyla bulacaktır. Özetle demem o ki: Peygamber mucizelerinin ayak izlerini öperek insanlık bugünkü birçok teknolojiye ulaştı. Gemi yaptı. Uçak yaptı. Zırh yaptı. Acaba cennet tasvirlerinin izlerini öpmekle de ulaşacağımız birşeyler var mı? Tefekkür etmeyi teklif ediyorum. Bu yazılık bu kadar muhterem kârilerim. Zira yazının makamı mevzuyu yarım bırakmayı iktiza ediyor.
14 Nisan 2020 Salı
Bir öğretmene verilecek 'en güzel hediye' nedir?
Otobüsle değil de uçakla gittiniz. Daha fazla para verdiniz. Ne kazandınız? el-Cevap: Hayat, gayret, zaman. Peki ödemede kullandığınız nakdi kazanmak için neyi harcamıştınız? Yine hayat, gayret, zaman. Bu açıdan Hulusi ağabeyin mürşidine ödediği bedel hiç de az değil. Bütün bir hayatını yoluna verdi. Çünkü ondan bütün bir hayat almıştı. İşittiği/okuduğu derslerle öyle bir ömür kazandığını düşünüyordu ki buna bir ömür feda edilebilirdi. Demek alacak-verecek noktasında böyle bir takas düşleyenler de talebelerine öyle bir ders vermeli. Talebe aldığı dersle hayatını kazandığını düşünmeli ki karşılığında da hayatını vermeli. Eğer aldığının bu olduğunu düşünmezse karşılığında da şunu vermez. Hayat vermeyen alamaz.
Tevbe sûresinin 111. ayeti kısa bir mealiyle şöyle buyuruyor: "Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır." Bediüzzaman bu ayet-i kerimeyi 6. Söz isimli eserinde tefsir ediyor. Onu okurken de böyle düşünmüştüm ben: Herşeyin hakiki bedeli cennetidir. Bunu sadece uhrevî anlamda söylemiyorum. Daha dünyadayken bile bize cennetimizi soluklatanlar ancak karşılığında hayatlarımızdan parçalar alırlar. Bir evliliğe ödenecek hayat ücreti aslında evlenilecek kişinin düşlettiği cennetedir. Hatta 'düşlettiği' demek de yarınlı bir cevap oldu. Yanlış oldu. Doğru kelime 'hissettirdiği' idi.
Mevzuu daha aşağılara çekelim. Bir tatilköyü reklamını düşünün mesela. Yahut da daha başka birşeyin reklamını hayal edin. Aslında orada satılan ürünün kendisi değildir. Ya? Cennetidir. Her reklam hakkında olduğu ürünün sizi bir parça cennete taşıyacağını vaadeder. Dondurmasını ısırdığında kendinden geçen kadın, arabasını sürerken ağzı kulaklarına varan adam, bezi değiştirildiğinde gülücükler saçan bebek, hepsinin ardında 'cennet' vardır. Bu eşikten bakarsak "İnsanlar aslında ürünleri almazlar!" diyebiliriz. İnsanlar aslında cennetlerini alırlar. Yahut da kendilerine vaadedilen cennete ulaşabilme ümidine hayatlarını harcarlar.
Demek her insan karşılığının ancak cennet olduğunu biliyor. Yanlış adreslere koşsa da. Yanlış yerlere ödemeler yapsa da. Yanlış reklamlara kansa da. Derinlerde bir yerde ödemenin cennetle yapılması gerektiğini seziyor. Fıtratında var bu. Lakin şu yol ayrımında ayağı kayıyor: Bu cennet 'anlık' mı olmalı yoksa 'devamlı' mı? Yahut da şöyle soralım: Bu cennet 'nefsin' mi olmalı yoksa 'vicdanın' mı? Veyahut şöyle diyelim: Bu cennet 'hayvanî' mi olmalı yoksa 'melekî' mi? Her şekilde cevaplarımızın rengi değişmez. 'Hep kalan cennet'i aramadığımız sürece seçimlerimiz bizi hep 'avuntulara' götürecektir. Bir kilo baklava parasıyla 'yemek süresince bir cennet' de satın alınabilir veya muhtaç birisinin sıkıntısını gidermekle 'sonsuza dek bizimle kalacak bir huzur' da takas edilebilir. Kalıcılığı bir turnusoldur. Hakiki cennetin hangisinin ardında olduğunu fısıldar. Sonsuzun bu dünyadaki kokusu dahi ötekinden kalıcıdır. Sonsöz olarak şunu da söyleyebilirim ki: Hulusi ağabey kalanı aldığı için gideninden vazgeçti.
27 Ekim 2019 Pazar
Kaybedene yarış nasıl rahmet olur?
Bediüzzaman'ın bu türden şüphelere verdiği cevaplarda şu yön dikkatimi çekmiştir: Hep bütüne bakmayı öğütler. Çünkü ziyan olmuş gibi görünen parçaların tesellisi de bütündedir. Kendisinden aşkınlaşmaktadır. Ne demek bu? Mezkûr sorunun cevabından bir parça alıntıladıktan sonra üzerine düşünmeye devam edelim: "Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nev'ine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv bin yumurtanın annesi olabilir. (...) Binaenaleyh, teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev'iyeye sebep ve âmil olduğuna kat'iyetle hükmedilebilir."
Evet. İnsanlık tam da böyle çoğalmalıydı. Bir zincirin halkaları gibi. Hatta, nüfus artışı üzerinden düşünürsek, giderek çoğalan halkalar. Ebeveynlerden oluşan başlangıçlara çocuk sayısı kadar eklenmiş yeni halkalar. İki halkaya bir, iki, üç, dört veya çok daha fazla halka takılmış. Onlar da, yine torun sayısına bağlı olarak, daha fazla halkayla kuşanıyor. Öyle ki, ikiyle başlayan halka, nihayetinde altı-yedi milyara kadar dayanıyor. Zincir her şekilde bir işe yarıyor. Boşa gitme ihtimali yok. Ziyan olmak imkansız. Zayıflar sonralarının varlığıyla anlamlanıyor. Birbirimize eklenmiş olmamız bireyselliğimizde israfımızı engelliyor. Tıpkı mezkûr cevapta söylendiği gibi.
Hop! Hemencecik spot cümleyi patlatıverelim: Müstakil varoluşlar israf olmaya daha yatkındır. Ne demek bu? Misallendirelim: Şimdi ben, aman misal de ne uzağa düştü öyle, öncesiz bir 'ben' olarak varolsaydım. Yani 'atasız bir müstakillikle' varlığa çıkarılsaydım. Üstüne bir de, Allah saklasın, imtihanımın hakkını veremeseydim. Çoluğum çocuğum da yok. Bu varoluşa artık ne denirdi? Allahu'l-a'lem. Zincirsizlikten dolayı o varlıkta bir parça 'boşa gitmişlik' de olurdu. Sorudaki şüpheye benzer bir yara kalırdı. Şimdi öyle bir ihtimal yok. Ebu Cehil de olsanız oğlunuz İkrime olabiliyor.
Zincirin bir yerinde mutlaka işe yarayan birşeyler/bireyler var. Varoluşunun hakkını vermiş fertler tüm nesillerin içinde mevcut. Çünkü zaten nesiller birbirleriyle bağlı. Ağacın, yani insaniyet ağacının, israfı diye birşeyden bahsetmek mümkün değil. Heba olmadı. Zayıf kalan halkalar güçlüler sayesinde kıymet kazandı. Peygamberler en güçlüleriydi. Sonra salihler onları takip ettiler. Yani, arkadaşım, kendi parçamız için hissettiğimiz korkuya büyük bir teselli var burada. Zincire bağlandığımızda, "İman bir intisabdır!" sözünün hakkını verdiğimizde, yekünden ayrıca bir değer kazanıyoruz. Hikmetini eda edememişliğin sıkletinden birazcık kurtuluyoruz. En azından israf olmamış bir bütünlüğe parça oluyoruz. Hem, bigbang mevzuu eğer doğruysa, daha büyük zincirler de var. Varoluşa zincirle çıkmakta böyle bir rahmet ciheti de yok mu?
24 Kasım 2018 Cumartesi
Kışın soğuğu nasıl cehennemden olur?
Mürşidimden 'sırr-ı iktiran' diye duyduğum şeyin bunu da öğrettiğini düşünüyorum: Yaraya ve dermana kaderin taalluku birdir. Bazen yaraya derman verilir. Bazen dermana yara verilir. Ama her şekilde hem 'yara'nın hem 'derman'ın varlığı lazımdır. Gereklidir. Bu nedenle dermana yeterince ihtiyaç hissetmeyince dert sahibi kılınırız biz. Tıpkı derde giriftar olduğumuz vakit dermana kavuşturulduğumuz gibi. Sağlıklı bir marifet gelişimi için ikisinin de varlığına aynı derecede açlık duyarız. Örneğin: Allah'ın eş-Şafî ismini anlamamız yalnız 'sıhhat' ile olamaz. Öncesinde veya sonrasında hastalık olan bir sıhhatle bu ismin tecellisini kavrarız. Lezzetini alırız. Değişimi tadarız. Zıttına dair yaşanmışlığımız şeyler hakkındaki bilgimizi de edinilmiş kılar. Yani insan herşeyi kıyaslamakla öğrenir.
Evet. İnsan aslında sağlığı veya hastalığı değil 'değişimi' tadar. Sürekli sıhhat halinde sıhhatin varlığını ölçemez. Sürekli hastalık halinde hastalığın niceliğini sezemez. Ancak hastalık-sağlık döngüselliği içinde gelgitlerden bir ölçüm yapabilir. Değişimi farkedebilir. Ve bu değişimlere birer isim takar. Değişmeyenlerin ismi yoktur. İyiliğin bilgisi işte bu yönüyle kötülüğün bilgisine de muhtaçtır. Arkadaşım, "Allah günahları neden yaratıyor?" diye soracak olursan, belki cevabı burada vardır.
Allahu'l-a'lem kaydıysa söyleyelim. Ben bazen böyle düşünürüm: Eğer beşer, şu dünyada bir imtihan sürecine girmeden cennet ve cehenneme pay edilseydi, ne cennetlikler cenneti ne de cehennemlikler cehennemi hakkıyla takdir ederlerdi. Ancak iyinin ve kötünün, güzelin ve çirkinin, hayrın ve şerrin karıştığı şu âlemdeki karışık tecrübemizdir ki, bizi, şu kavramların birbirinden ayrıldığı âlemleri hakkıyla takdir edebilir kıldı. Evet. Cennete (inşaallah) gidersek oranın kıymetini biliriz. Çünkü bu dünyada zıttını bir nebze tattık. Evet. Cehenneme (hafazanallah) gidersek oranın dehşetini kavrarız. Ki bu dünyada onun da bir ölçüde zıttını tattık. Bu zıtlarına kıyaslayarak oralarda yaşadıklarımızın kötülüğünü/iyiliğini bilebiliriz. Bu tecrübeyle bir marifete erişebiliriz. Allahu'l-a'lem.
Mürşidim, cennet ve cehennem hakkında, bir yerde diyor ki: "Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyâlenin iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu ettiği yerdedir. Yani, habîsâtı ve müzahrefâtı esfelde, tayyibâtı ve sâfiyâtı âlâdadır. Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecellîgâhıdır. Tecellîgâhın yeri ise her yerde olabilir. Rahmân-ı Zülcemâl ve Kahhâr-ı Zülcelâl nerede isterse tecellîgâhını açar..." Böyle bakmayı başarınca herşey daha da netleşiyor gibi geliyor bana. Burada karışığız. Ama durulacağımız yere doğru akıyoruz. Zıtların ayrıldığı bir yer olacak. İşte bu ayrımdan sonrasına biz 'cennet' ve 'cehennem' diyoruz. Mutluluklarımız veya kederlerimiz ise bu dünyadaki izleri...
Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'yazın şiddet-i hararetinin cehennemden olduğunu ifade etmesi' ve yine 'dünyanın merkezindeki sıcak dokunun cehennemle ilişkisine dair' gelen haberler bize coğrafik/astronomik bilgilerden aşkın olarak birşey söylüyorlar: Biz bir turnusoluz. Neyin ne olduğunu gösterir bir ayracız. İnsana sıkıntı veren her ne varsa onlar bu karışıklığın karanlık tarafındandır. İnsana mutluluk veren her ne varsa da onlar bu karışıklığın aydınlık yanındandır. Şu nehir karışık akmaktadır. Karışıklığın biteceği bir ayrılık da olacaktır. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi iyinin, güzelin, hayrın olduğu tarafa ayrılanlardan eylesin. Âmin.
27 Temmuz 2018 Cuma
Çaktırmadan 'tefsir' olur mu?
Peki, Risale-i Nur'da, Kevser sûresinin 'çaktırılmadan' tefsir edildiği yer neresidir? Bencileyin orası 24. Mektub'un Birinci Makam'ının 5. Remiz'idir. Ki şöyle başlar:
"Madem Cenâb-ı Hak var; herşey var. Madem Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücuda intisap var; herşey için bütün eşya var. Çünkü, Vâcibü'l-Vücuda nisbetle herbir mevcut, bütün mevcudata, vahdet sırrıyla bir irtibat peydâ eder. Demek, Vâcibü'l-Vücuda intisabını bilen veya intisabı bilinen herbir mevcut, sırr-ı vahdetle, Vâcibü'l-Vücuda mensup bütün mevcudatla münasebettar olur. Demek herbir şey, o intisap noktasında hadsiz envâr-ı vücuda mazhar olabilir. Firaklar, zevâller, o noktada yoktur. Bir ân-ı seyyâle yaşamak, hadsiz envâr-ı vücuda medardır."
İşte, bence, burası tastamam 'Kevser' kavramının bir tefsiridir. Çünkü Kevser, Efendimiz aleyhissalatuvesselama ahirette verilecek bir bereketli havuz olmasının yanında, onun varoluş şeklidir. (O bizim kevserimizdir.) Hatta, biraz daha ötesi, bize kattığı/öğrettiği varoluş şeklimizdir. Zira ancak onun öğrettiği şu 'intisab' sırrıyla bizler anlık varoluşlarımızı sonsuzluğa taşıyabiliriz. Yoksa, eğer onun ders verdiği varoluş şekli olmazsa, dünyevî bütün varoluşlar aslında soyukesikliklerdir. Ebterliklerdir. Aynı bahsin devamında denilir:
"Eğer o intisap olmazsa ve bilinmezse, hadsiz firaklara ve zevâllere ve ademlere mazhar olur. Çünkü, o halde, alâkadar olabileceği herbir mevcuda karşı bir firakı ve bir iftirakı ve bir zevâli vardır. Demek, kendi şahsî vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar yüklenir. Bir milyon sene vücutta kalsa da (intisapsız), evvelki noktasındaki o intisaptaki bir an yaşamak kadar olamaz. Onun için, ehl-i hakikat demişler ki: 'Bir ân-ı seyyâle vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtır.' Yani, Vücud-u Vacibe nisbetle bir an vücut, nisbetsiz milyon sene bir vücuda müreccahtır."
Burada özellikle 'vücud-u münevver' ve 'vücud-u ebter' tabirlerine dikkatinizi çekmek istiyorum. Zira bence Kur'an da, kâfirlerin, Efendimiz aleyhissalatuvesselamı 'varoluş süresi/şekli' üzerinden (yani erkek çocuğu olmaması üzerinden) yermesine, 'asıl/devam edecek vücud şeklinin ne olduğunu' hatırlatarak cevap vermektedir. Hemen mezkûr sûrenin kısa bir meailin alıntılayalım: "(Resûlüm!) Kuşkusuz sana Kevser'i verdik. Şimdi Rabbine kulluk et ve kurban kes. Asıl ebter (soyukesik) olan, şüphesiz, sana kin besleyendir."
Evet, asıl soyu kesikler onlardır, çünkü varoluşun hakiki şeklini reddetmişlerdir. Sonsuzla bağ kurmayı öğreten o Nebi-i Muhterem aleyhissalatuvesselama düşman olmayı seçmişlerdir. Onun düşmanı olan elbette Allah'ın da düşmanıdır. Allah ise düşmanlarına varlık hazinelerinden bahşetmez. Kaç sayıda çocuğu, kaç kişilik aşireti, kaç yıllık ömrü olursa olsun. Madem ki, sonsuzlukla bağı kopuktur, o halde bu dünyada varlık gibi görünen halleri de yoksunluktur. Tuttuğu dikenlerin sayısı ancak yaralarının sayısını arttırır.
Hem burada 'namaz' ve 'kurban kesme'nin birlikte anılması da ayrıca bana sırlı geliyor. Çünkü kurbanın kesilmesi görüşte 'yokluksal' bir eylemdir. Olan, bir canlının ölümüdür. Fakat, o 'yokluksallık/ademîlik' altında bir 'varlık/vücudîlik' hazinesi gizlidir ki, Allah'ın rızası böylece elde edilir.
Hem namaz da, tıpkı kurban gibi, zamana atılmış bir kesiktir. Günü beşe böler. Beş yerinden faniliğin kanını akıtır. Varlıksallık umduğumuz fani iştigallere güzel bir fasıla verir. Fakat onun da bu ara verişi de aslında 'asıl hayra' eriştirişidir.
İşte, Aleyhissalatuvesselamın hayatı da, müşriklerin penceresinden ne kadar ademî/yokluksal görünürse görünsün, varlığın en geniş membaıdır. Hakikatidir. Hakiki varoluşudur. Öyle ki, ancak ona yaslanan varlıklar, ahirette ayakta kalırlar. Böyle olacağı için de asıl soyukesikler şunlardır. Yani onun getirdiği nurdan nasipsizlerdir. O nasipsizlerin kalacağı yurt, yokluğa dair her acının tekrar be tekrar tadılacağı, bir cehennem yurdudur. O Rahman u Rahim bizi öyle kuyularda boğulmaktan korusun. Âmin.
22 Ağustos 2017 Salı
Unutulmamak yokluğun varlığıdır
Gözümüz yükseklerde... Varlığımızın tüm kainat için bir anlam ifade etmesini isteriz elimizden gelse. Öyle ki, biz olmasak, kainat hayıflansın. "O olsaydı herşey tamam olacaktı!" desin. Yüzü asılsın. Tadı kaçsın. Canı sıkılsın. Mutsuz olsun. Varolsun ama varolmuş gibi de hissetmesin. Yoksunluğumuz kalıcı bir yokluğa dönüşsün onda. Eksik kalsın. Böyle önemli olmak istiyoruz.
Hem ya varlığımızın ebedî olmasını yahut da yokluğumuzun unutulmamasını istiyoruz. (Unutulmamak yokluğun varlığıdır.) Ama yokluğumuzun unutulmadığını da bir yerlerden görebilmeliyiz. Bu ne demek? Arzumuzda yalan var demek. Demek yokken de varolmak istiyoruz. Yine şahit olmak istiyoruz yokluğumuza. Yokluğumuza ancak şahidi olarak katlanabiliriz. O da eğer unutulmayacaksak...
Peki ya unutulacaksak? Ardımızda varlığımızı hatırlatan iz/izler kalmayacaksa? O zaman ne yaparız? Eğer unutulacaksak gerçekten yokolmak 'mış gibi yokolmak'tan bin kere evladır. Çünkü yokluğumuzu izlemek de azap olur. Mürşidimin tabiriyle bu bir 'zeval-i lezzet'tir. Sonra hep elem verir. İbrahim Erkal'ın da dediği gibi: "Unutulanlar unutanları asla unutmaz." Lezzet bizi unutur. Mutluluk bizi unutur. Neşe bizi unutur. Yokmuşuz gibi varlığına başka varlıklarda devam eder. Fakat biz tattığımız güzellikleri asla unutmayız. Maşuk âşıkını unutur. Âşık maşukunu unutmaz.
Cehennem ehlinin tadacağı azaplardan birisinin de bu olacağına inanıyorum. Dünyada o kadar önemli şeyler yaptıklarını düşünenler, yokluklarının büyük boşluklar doğuracağını kuranlar, onlar yokken varlığın daha eksiksiz olduğunu görecekler. Cennet onlara, yokluklarında bir varlığın, varlıklarındaki bir varlıktan daha güzel olduğunu gösterecek. Bu kimbilir onlara kendilerini ne kadar kötü hissettirir? Biz de kötü hissetmez miyiz?
Çocukken bensiz oynanamayacağını düşündüğüm oyunlardan mızıkçılık ederek (Sivas'ta biz buna 'horlamak' deriz) ayrı düştüğümde kendimi çok kötü hissederdim. Çünkü bensiz de oynanırdı o oyunlar. Herkes bensiz de gayet mutlu olurdu. Fakat ben içlerine dahil olamazdım. Mutluluk benim varlığıma ihtiyaç duymazdı. Yıkılırdım. Fakat hiçbirşeyi kendisine şart koşamazdım.
İnsanların sizsiz mutsuz olduğunu görmek de bir mutluluktur. Bu yüzden küseriz sevdiklerimize. Onların mutsuzluğundan bir keyif alırız. Annesini üzdüğünü düşünen çocuk bir keyif alır. Eşini üzebildiğini düşünen bir kadın/erkek keyif alır. Dünyayı eksik bırakabildiğimiz düşünerek keyifleniriz. Bu bize kendimizi önemli hissettirir. Ancak bütün bu ilüzyonların dağıldığı bir yer olacak.
Sevdiklerimizin bizim eksikliğimizi hissetmedikleri bir yer. Varlığın bizsizken daha mutlu olabileceği bir yer. Mutsuzluğun yükünün tamamen üzerimize kaldığı bir yer... Öyle bir yer olacak. Mızıkçılık yapanın biz olduğumuzu bileceğiz o zaman. (Allah korusun.) Oyunun içinden çıkmayı biz istedik. Olmazsa olmaz değildik. Samed olan, yani herşey ona muhtaçken hiçbirşeye muhtaç olmayan, oydu. Cehennem ehline bakarak bir ders alacaksa, ehl-i cennet, o da bu olmalı: Biz Allah'a kul olmakla şeref bulduk. Ona küsenler varlıkta hiçbirşeyi eksik bırakamadı.
9 Aralık 2016 Cuma
Ahiret olmasaydı keşkelere nasıl katlanırdık?
Sınavın vakti doldu. Kağıtlar toplandı. O dakikadan itibaren yukarıda ufaktan ufaktan sızısını hissettiğiniz herşey korkunç çığlıklara dönüşüyor. Artık telafileri mümkün değil. Artık zaman kalmadı. Önceleri sadece birer ihtimaldiler ama artık hakiki ihmaller. Ölüm geldiği zaman böylesi tüm ihtimalleri gerçeğe dönüştürüyor. Yerlerini doldurulmaz kılıyor. Ve siz, vicdan azabınızın "Ama... Ama..."larını "Yaa... Yaa..." olarak işitmeye başlıyorsunuz. "Ben demiştim!" diyor size. Siz de dediğini hatırlıyorsunuz. Bir yakınınız öldüğü gün, onunla ilgili amellerinizin defteri ya sağınızdan ya solunuzdan veriliyor. Mahşerde de bunun olacağına aynelyakîn bir şekilde iman ediyorsunuz.
Üniversite sınavına girenler iyi hatırlarlar o psikolojiyi. Son dakikalar gelinceye kadar zaman herşeye yeter görünür. İlk sorulara daha geniş zaman dilimleri ayrılarak cevap verilir. Acele edilmez. Son dakikalar yaklaştığında farkedersiniz ki: Daha cevaplanması gereken birçok soru ve pek az süre var. El-ayak dolaşmaya, kafa karışmaya, telaş taşmaya başlar. Tekrar bakılmak üzere kenarına işaret konulmuş sorulara dönülemez. Ya yetişir ya yetişmez. Bir de sorunun şöyle katmerli olduğunu düşünün: Sınavın kesin süresini bilmiyorsunuz. İstediğiniz kadar uzatabileceğinizi sanıyorsunuz. Ağırdan alıyorsunuz. Birden öğretmeniniz kağıdı istiyor. Hatta çekip alıyor. Şok oluyorsunuz.
Hem babamın hem amcamın vefatlarını duyduğumda aynı şeyi yaşadım ben de. Sanıyordum ki: Onlar hep oradalar. Hep yanımda olurlar. Doğduğum günden itibaren onları arkamda birer dağ gibi gördüğüm için dağsızlığın nasıl birşey olduğunu/olacağını tahmin edemiyordum. Hakîm ve Rahim olan Allah'ın takdiri yetişip, önce babamı, şimdi de amcamı aldığında seslerini bastırdığım bütün sızılar çığlık olup kulaklarımda toplandı. Daha sık aramalıydım. Evet. Daha çok ilgilenmeliydim. Evet. Daha çok yanlarında/etraflarında kalmalıydım. Dertlerini/sorunlarını daha sık kollamalıydım. Evet. Evet. Evet.
Ama bu sorular her canlandığında acı ile üzerlerine bastırdım. Ne yapabilirdim? Verecek cevabım yoktu. Allah yokluklarını tattırana kadar nimetlerini anlayamayacak kadar gafildim. Beni yalnız sanmayın. Her insan, belki şu an siz de, en az bu kadar gafilsiniz bazı konularda. Her evladın bir veya birçok 'keşke'si vardır. Keşkesi olmayan evlat anasının veya atasının kıymetini anlamamıştır. Fakat burada şunu da ifade etmeliyim: Keşkeler her zaman vefasızlığın delili olmayabilir. Bazı keşkeler vardır ki, onlar tamamen insanlığımızdan, sınırlarımızdan, zaaflarımızdan ileri geliyor. Çünkü ahiret olmadan bu dünya bize yetmiyor. Mürşidim bu sadedde diyor ki:
"Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zevâl ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat iptal-i his nev'inden bir çare bulur. Çünkü, meselâ valide, ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere mâruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belâlardan kurtaramayan evlâtlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder.
Buna kıyasen, bu dağdağalı, kararsız hayat-ı dünyeviyede, o mes'ut zannedilen aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder. Ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut eder. Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak. Ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karâbet ve muhabbet, kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette, saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa..."
İşte şimdi, tam da dert yakınıma isabet etmişken, şu devayı daha iyi idrak ediyorum. Öpüp öpüp yarama çalıyorum. Hakikaten de 'kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermiyor.' Gücüm bu yüzden yetmiyor. Bu yüzden sık sık geç kalıyorum. Onlar bu hizmeti ve muhabbeti vermediğinden yetişmek istediklerime yetişemiyorum. Benim ahirete ihtiyacım var. Babamın ve amcamın yokolmamasına ihtiyacım var. Onlarla irtibatımı sürdürmeliyim ki, bu 'keşke'ler, devasız dertlere dönüşmesin. Cennetimin cehenneme dönüşmemesi veya devekuşu ahmaklığıyla bulunmuş bir teselliden ötesi ancak bununla mümkün. Babamın veya amcamın ayrılığının içimde bir yara olmaması benim onları ahirette yeniden bulmamla, orada onlarla geçireceğim (inşaallah) güzel zamanlarla teselli bulabilir. Orada onlara kendimi affettirebilirim.
Hem ilacım yalnız bu kadar da değil. Madem onları yokluğa göndermedim. Madem onlar sadece mekan değiştirdiler. O zaman dualarım, ibadetlerim, amel-i salihlerim ve hatta selamlarım Cenab-ı Hafîz tarafından korunup kendilerine iletilebilir. Ölmeleriyle onlara ulaşabilmemin yolu kapanmadı ki. Ölüm yokluk değil ki. Hadis-i şerifte de buyrulduğu gibi, inşaallah, ben onların kapanmayan bir defteri olabilirim, onlar adına yazmaya devam edebilirim. Salih bir evlat olabilirsem bu mümkün. Benim yaptığım her iyilikten onların, elhamdülillah, bir hakkı/hissesi var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bu müjdeyi vermiş. Yapabileceğim her hayırla onlara manevî hediyeler gönderebilirim. O halde 'keşke' ateşi beni yakamaz. Ancak gayretlendirir.
11 Mayıs 2016 Çarşamba
Cehennemi tanıştırıldığımız cennetlere borçluyuz
Hatırlarsan "Cennet
olmasa cehennem tazip etmez!" diyor mürşidim. Tüm katmanlarıyla
katılıyorum bu söze. Nitekim biz de cehennemlerimizde yanmayı ‘tanıştırıldığımız
cennetler’ sayesinde öğrendik. Öyleydi. Var yokken yokun varlığı anlaşılmazdı.
Bu yüzden önce varı gördük. Dilimiz tanışınca balıyla peyderpey alındı. Çünkü
tadımlıktı. Ayrıldık. Yokluğunu da öğrendik. Yandık. Yakıldık. Arkadaşım şu
maceramızda bana öyle geliyor ki: Biz aslında yokluğu öğrenmeye gelmiştik.
Varlık yalnız bir berzah idi. Bir eğitimdi. Tedristi. Ara devreydi. Ezelî ve
Ebedî olanı bilmeye en çok lazım yokluğun bilgisiydi.
“Keşke!” diyen herbirimiz ardında bir küçük cennet
bırakıyor. Ayrılığından çektiğimiz
herşey numune-i Firdevsimiz. O gözler olmasaydı bu firkatli sancı olmayacaktı.
O sözleri duymasaydık kulaklarımız özlemek nedir bilmeyecekti. Daha önce
tadılmış bir mutluluktu hayatın geri kalanını arayış kılan. Bu nedenle
diyebilirim ki artık: Allah, yanmayı öğrenebilmemiz için, bizi önce cennetimizle
tanıştırıyor arkadaşım. Çünkü cenneti bilen için ancak cehennem bir tazip. Alternatifi
yokken, yani ki seçmeye mecburken, hangi seçenek 'yanlış' olur?
Mesela: Çocukluk bir cennet idi. Büyüdük. Ardımızda
bıraktık. Hatırlıyoruz. Özlüyoruz. Âşık olmak bir cennetti. Kavuşamadık. Veya
ayrıldık. Şimdi tahayyül tahayyül dersimizi ezber ediyoruz. Veyahut da sağlıklıydık.
Hastalandık. Sıhhatin hasretini çekiyoruz. O halde yokluğun acısını öğrenmesi
gereken herşey önce varlıkla tanıştırılmalı. Zaten Âdem aleyhisselamdan bugüne
süren insaniyet yolculuğumuz da bu döngüde tekrar ediyor hep. Herkes önce cennet(çik)lerle
tanışıyor. Sonra bir yasak meyve süreci. Belki fıtrat. Belki iradî. Bir hata.
Bir neden. Sebepler içinde bir sebep. Araya giriyor. Perde çekiyor. Yokluğunu
tattırıyor. Sonra o yokluğu insan ‘insan başına’ varlığa dönüştüremediğini
farkediyor. Uyanıyor. Ki bu da yukarıda dediğimiz işte: Aczin bilgisidir. Ardından
da o yokluğun sancısından Şafî-i Hakiki’ye koşuyor. “Fe firrû ilallah!” öğretiliyor.
Her yokluk eğitimi öncesiyle bir varlık eğitimi. Allah bizi,
6. Söz'de anlatıldığı gibi, emanet verdiği cennetleri geri almakla imtihan
ediyor. İmtihanın esası şu dediğim. Geri kalanlarsa detayları. Başka başka
sûretleri. Farklı farklı görünüşleri. Bu pencereden bakınca bana öyle geliyor
ki arkadaşım: İnsanın dağların yüklenmekten çekindiği emaneti yüklenmiş olması,
aynı zamanda, dağların tanışmaktan korktuğu kadar bir 'yokluk' acısına talip
olmasıdır. Bediüzzaman'ın Mevlana Hazretlerinden alıntıladığı yerde denildiği
şekliyle:
"O, 'Ben senin
Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet!/Bela!' dedin. 'Evet' demenin şükrü nedir
bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani
fakr u fena dergahında halkaya katılmaktır."
Emanet veriliyorsa demek ki geri de alınacak. Çünkü varlığının kıymeti yokluğuyla anlaşılacak. Dağlar ilerisini gördüler. Taşınmaz dertlerden çekindiler. Ayrılık acısı korkuttu belki de onları. (Allahu’l-a’lem.) Ama insan bu endişeyle vazgeçmedi yüklenmekten. Ne cehaletten ne zulmetten. Demek bu alışverişe razı oldu başlarken. O halde şimdi şikayetçi olmak niye? Arkadaşım, en iyisi biz, acının sevkettiği 'euzü sırrını’ okumaya çalışalım. Şeker için ağlamayı bırakıp ana kucağına koşalım. Fanileri yerine bâkileri toplayalım. Cennetçiğinden mahrum kalmayan cennetini arar mı hiç? İşte bin dermana değişilmeyecek dert de budur.
16 Eylül 2015 Çarşamba
Cehennem ateistlere de iyi gelir
İkram Arslan Risale Ayracı'nda sarfettiği bir cümleyle beni düşüncelere saldı. Şefkatin, sadece 'hayattaki acıları arttırmaya' yaramadığını, aksine, 'lezzetleri de arttırmayı' sağladığını gösteren bir cümleydi. Ne dedi peki? Dedi ki: "Şefkat lezzetler için de çarpan etkisi yapıyor. Şefkat ettiğimiz herşeyin lezzetiyle mutlu oluyoruz." İtiraf edeyim: Başkasının mutluluğundan neşe kapmanın şefkatle olan ilgisi daha önce hiç aklıma gelmemişti. (Ben bunu menfaat eksenli düşünmeye alış-tırıl-mışım.) Her nedense, biz şefkati hep 'acılara ortak olma' olarak, hatta bizzat 'acımak'ın kendisi olarak anlıyoruz. Sanıyoruz ki: Canlar yandığı ve onlar için canımız yandığı zamanlarda şefkatliyiz sadece. Bize böyle geliyor. Halbuki 'adına sevinmek' de 'onu sevmenin' bir delili/çeşidi değil midir? Şefkatimiz, bu yönüyle, başkalarına verilen nimeti de bizim için nimet kılmaz mı?
Haydar Ergülen'in, Kahve Bahane'de, bu konuya şahane bir dokunuşunu hatırlıyorum. Şefkat 'acımak' değil. Acımak, 'ol'uşun ardından, ona gösterilen bir tepkiden ibaret. Şefkatse 'ol'madan önceyi de kapsıyor. Şefkat bir bakış açısı. Yaşam açısı hatta. Nasıl yaşadığınızı, neleri gözeterek yaşadığınızı, göğsünüzün genişliğini ifade eden birşey. Bir yaşam pusulası. Fakat acımak oluşdan sonra gösterilene münhasırlığıyla 'tepkiselliğe' hapsoluyor. Örneğin: Yumuşak huylu olmak şefkatle anlaşılır birşey. Bir insan karşısındakini incitmeden önce yumuşak huylu olur ancak. Kırdıktan sonra değil. Acımak ise önce acının varlığını istiyor. Acımak özür dilemektir biraz. Şefkatse tedbir almaktır. Canı yanmayana acınır mı? Sanmam. Ama canı yanmayana şefkat edilir. 'Canı yanmasın' diye şefkat edilir.
Yine İkram abinin izlerini takip ederek devam edelim: Şefkat, bizi ötekinin dünyasına davet eden, hatta ötekiyle ilgili olmamızı sağlayan yegane his. Varlıkla kurduğumuz ilişkinin iki boyutundan 'daha selametli' olanı. Nedir o iki boyut derseniz: 1) Ben ekseninde, varlıkla 'ben'e menfaat sağladığı, mutlu ettiği ölçüde/şekilde ilgili olmak. 2) O merkezinde, varlıkla 'hepimizden daha üst birşeyin hatırına' ilgili olmak. Şefkat, bireysel lezzeti arkada bırakmasıyla, ister istemez ikincinin sahasına koşturuyor bizi. Mürşidim bu sadedde diyor ki:
"Eğer sen dalâlette boğulup çıkamıyorsan yine Cehennemin vücudu bin derece idam-ı ebedîden hayırlıdır ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünkü insan, hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes'ut olur. Şu halde, sen ey mülhid, dalâletin itibariyle ya idam-ı ebedî ile ademe düşeceksin veya Cehenneme gireceksin. Şerr-i mahz olan adem ise senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes'ut olduğun umum akraba ve asıl ve neslin, seninle beraber idam olmasından, binler derece Cehennemden ziyade senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni yandırır. Çünkü Cehennem olmazsa Cennet de olmaz. Herşey senin küfrünle ademe düşer. Eğer sen Cehenneme girsen, vücut dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennette mes'ut veya vücut dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek, herhalde, Cehennemin vücûduna taraftar olmak sana lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak ademe taraftar olmaktır ki hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına taraftarlıktır."
Şefkat, kanaatimce, materyalizmin açıklamakta en çok zorlandığı his. Hedonistlerin de gelip ayaklarının sürçtüğü yer burası. Birşey, kendi varlığından daha fazla, başka birşeyin varlığını neden/nasıl önemser? Neden onun için (gerekirse) canını verir? Veya neden onun için lezzetinden vazgeçer? Bazen kendisi aç kalır da ona yedirir. Kendisi giymez de ona giydirir. Bunu maddeciliğin aşıladığı bencillik ile izah edemezsiniz. Egoizm nefis merkezli birçok lezzeti açıklasa da burada ayağı dolanır. Bir çıkış bulamaz. Yalnız kendi hayatı/çıkarı için yaşadığını iddia ettiği varlıkların neden başka canlılar için o hayattan ödün verdiklerini bir yere koyamaz. Küçük aklına sığıştıramaz.
Ama varlığını da inkar edemez. Edemezsiniz. Bir kediden tutun ta file kadar, her türün anneleri, evlatları için canlarını/lezzetlerini feda etmeye hazırdırlar. Bu onların salt hayatlarının devamı için mücadele etmediklerine en zâhir bir delildir.
Bu noktada, şefkat, kainatı Allah ile (Allah olduğu bilinmese de 'O' denilecek bir 'gayb' ile) açıklamaya doğru itiyor. 2. Söz'de, Bediüzzaman'ın, temsilî hikayecikteki iki karakterden birini 'Hodbin' diğerini 'Hudabin' olarak tarif etmesi boşuna değil. Varlıkla kuracağımız ilişkinin durumu ifade ediliyor aslında orada.
Üçüncü bir yol yok. Algımız iki türlü. Ya biz merkezindeyiz varlığın ve herşey 'merkezinde olduğumuz bir menfaat-değer algısı' ile şekillenecek; yahut da bir 'O' var ve herşey 'o bütünlüğün etrafında bir değere' sahip olacak. Dikkat edelim, şefkat denilen yetmiş libaslı huri, bir güzel yüzünü daha gösteriyor şimdi: Belki de şefkat 'parçanın bütünlüğü sezmesinden' hasıl olan bir histir. Yani, kendisinin aslolmadığını, ben'inin (ve ben gibi herşeyin) bir O adına çalıştığını hisseden canlının, O'ya hizmetlerinden ötürü diğer bütün şey'lere karşı hissettiği sorumluluktur. Bir nevi kardeşlik hissidir.
Parçanın bütüne karşı sorumluluğu... Parçanın, artık kendisinden aşkın bir bütünlüğü hissetmesinden ötürü, diğer parçaların varlığını ve mutluluğunu da önemsemeye başlaması... Uhuvvet. Evet. En çok neye şefkat eder insanoğlu? Kendini bir bütünlük içinde gördüğü fertlere değil mi? Ancak aramızda bir bütünlük bağı varsa nesne/kişi 'hakkında hissedilmeye' değerdir. Bir akrabaya şefkatimiz ele şefkatimizden ziyadedir. Çünkü kan bağı bir bütünlüktür. Bir müslümana şefkatimiz diğer din mensuplarına şefkatimizden şiddetlidir. Çünkü onunla İslam bütünlüğünde kardeşiz. Fakat elbette bir gayrimüslime de merhamet gösteririz. Çünkü onunla da insanlık bütünlüğünde kardeşiz. Demem o ki: Kardeşliktir şefkatin madeni. Bir tevhidî bütünlüktür bizi birbirimize bağlı kılan. Kardeşlik dediğiniz aynı bütünün parçaları olmaktan başka nedir ki?
"Hem bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlûkların istirahatleri derecesinde hakikî bir lezzet alır. Meselâ, bir validenin, evlâdının mes'udiyetlerinden ve istirahatlerinden şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet o derece kuvvetlidir ki, onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir."
Şefkatin, bencillik kalesinden kurtulup, Huda'ya açılan yollara koşmamızda kritik bir önemi var bence. Kendini ötesinin yerine koymayan, ötekilerini eşiti saymayan, aynı bütünün parçası olduklarını farkedebilir mi? Hatırlayalım: 2. Söz'de Hodbin neden çevresindeki acıları açıklamakta zorlanıyor ve onların baskısı altında karamsarlaşıyor? Neden Hudabin onun gibi düşünmüyor ve hissetmiyor? Düşünelim: Kainatın, müstakil parçalar torbası değil, parçaları uyumlu bir bütünlük olduğunu farketmeyen insanın imanı 'tevhid arşı'na erişebilir mi? Tevhide iman etmeyen varlığı kardeş görebilir mi? Şefkat, bu açıdan, tevhidin bir neticesi gibi. Hatta kaçınılmazı. Derviş Yunus misali: "Yaradılanı sevmek, Yaratandan ötürü." Madem aynı bütünün parçalarıyız, sen kardeşimsin, başına gelene elbette sevinir/üzülürüm. Çünkü bütünümüzün selameti benimle olduğu kadar seninledir de. Seninle tamam olduğumuz için, senin için, duygulanırım.
12 Mayıs 2015 Salı
Depresyon da cennetin bir delilidir
"Sonsuzluk, sonun yokluğundan daha fazlasıdır..." diyor Lars Iyer, Kuşku romanında. Evet, hakikaten sonsuzluk sonun yokluğunun bilinmesinden, yani sondan kurtulmaktan çok daha fazlasıdır.
Özlenecek hep birşeyler olacağının bilinmesi, öğrenilecek hep birşeyler kalacağının bilinmesi, tadılacak hep yeni şeyler yaratılacağının bilinmesi, görülmemiş daha pekçok güzelliğin varlığından haberdar olunulması, inanılması... Gayba iman... Bunlar da sonsuzluğa dairdir. İnsan sonsuz olmuş, ama dünyada bilinecek birşey kalmamış. İnsan sonsuz olmuş, ama okunacak kitapların bir sonu var. İnsan sonsuz olmuş ama görülecek sûretlerin/gözlerin sayısı sınırlı... Dostum, sen cehennemi nasıl tarif edersin bilmem ama, böyle bir yer benim için zaten cehennemdir. Hiç dikkatini çekti mi bilmem: İnsanın cennet hayali de sonsuzdur, cehennem dehşeti de. Sonlu bir cennet cennet olmayacağı gibi, sonlu bir cehennem de cehennem gibi gelmez bize. Acımızın da, neşemizin de dibi sonsuzluktur. Hem derdin dibi, hem deva, odur.
Bu yüzden ben cenneti öğrenileceklerin ve yapılacakların bittiği, sadece yan gelip yattığımız bir yer gibi düşlemek istemem. Öyle olsaydı muhtemelen cennette kafayı yerdim. Ben cenneti, burada yaptıklarımı daha üst düzeyde yapabileceğim bir yer olarak düşünürüm.
Mesela; burada hafızam zayıf. Dilerim Rahim olan Rabbimden ki, orada bana çok daha güçlü bir hafıza versin. Okuduğum herşey hatırımda kalsın ve onların arasındaki bağlantıları daha net ve sık şekilde görebileyim. Görebileyim ki, yazabileyim. Gördüğün gibi; ben cenneti yazacak ve okuyacak pekçok şeyin olduğu bir yer olarak düşlüyorum. Burada yaşaması sevdirilen, tadına baktırılan ama doyurulmadığımız şeylerin doyasıya yaşandığı bir yer olmalı cennet. Ancak böyle olursa cennet olur. Burada talim ettiğini, orada usta olarak yapmaya başlarsın.
Ki zaten yaratılış amacın da imtihanın bizzat kendisinde değil, imtihanın ardından yaşayacağın o sonsuzlukta saklıdır. "Ben insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!" buyuran Allah, herhalde şurada yaşadığın altmış-yetmiş seneyi kastetmiyor yalnızca. Cennet ehlinin memnuniyetinin de bir ibadeti var, cehennem ehlinin pişmanlığının da.
İkinci Söz'de Bediüzzaman'ın; "Diğer adam ise, mü'mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır..." diyerek işaret ettiği şey de budur. Burada yaşatılmamız, kötünün kötü, iyinin iyi olduğunu bizzat yaşayarak, tadarak, her bir latifemizle onaylayarak, asıl yaratılmış olduğumuz, vatan-ı aslîmiz cennete bir hazırlıktır. Dertlerimizden boşuna şikayet ediyoruz. Çünkü onlar, bizim gurbette olduğumuzu bize ihtar ediyorlar. Uyumsuzluk, tatminsizlik, karamsarlık, keder, monotonluk ve belki de depresyon... Üzerine yaratılmış olduğun âlemin bu âlem olmadığını gösteriyorlar sana. Hayatı yalnız dünyadan ibaret sanırsan, seni dürtüyorlar: "Bu doğru değil, bize acı çektiriyorsun!" Sende öyle istidatlar var ki, onları ancak cennet paklar. Cennet varolmasa, önce hayalgücünün gücüne gitmez miydi arkadaşım?
12 Şubat 2015 Perşembe
Sanki cennetinden bir parça dilimize koymuş
Ne diyebilirim ki sana? Ben de düştüm o çukurlara. Kelimelerle oynayarak. Bence ahenkli sanrıları yanyana getirerek. Bazı bazı uyaklar düşürerek cümle sonlarına. Kenarlık. Tutamaç. Kaçarak uyumsuzluğundan içimin şiiriyetiyle. Daha güzel olacağımı sandım beyaz sayfalarda. Olmadı. Düşerken kalemine tutunan herkesin yaşadığıdır zannederim. Zaman geçtikçe farkediyor insan: Yatsı, yalnız yalancının mumu için değil, mübalağacının abartısı, üslûbperestin üslûbu, kafiyeperestin kafiyesi, teşbihperestin teşbihi, lafızperestin lafzı, hayalperestin hayali için de tat kaçırıcıdır. Lezzetleri acılaştıran bir ölümdür eskimek. Fenayı bekadan ayırır. Baki'ye bakmayan çok kalamaz üzerinde. Tefsiri amansızdır. Benim de tadımı kaçıran zamandı. Zamanı geçtikçe anlamsızlaşıyordu yazdıklarım. Şöyle gördüm halimi arkadaşım en nihayet: Sûrete yaklaştıkça ömrü azalıyor sanatın. Sirete dokundukça artıyor. Manaya yakınlaşan canından can alıyor. Cesetle halvet olan bir parça geberiyor.
Hem mürşidim de diyor: "Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, sûret-perestlik ve üslûb-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik, şimdi filcümle, ileride ifrat ile, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır." Yani ki sığlaşmakta maraz vardır. Derinlerin balığı yakamozla meşgul olmaz.
Aleyhissalatuvesselam Efendim “Bir kadının ne asaleti, ne zenginliği, ne de güzelliği tartınızın mihengi olsun!” diyor eş seçerken. Ya ne olmalı merkezde peki? Dindarlığı. Fakat yanlış anlama. Bugünün tanımları bizi yanıltır. Zaman-ı Saadet'te dindarlık, fazilet ve ahlak birbirinden kopuk tarif edilen şeyler değildi. Tebessüm namazdan ayrı, sabır oruçtan uzakta, zekat hayattan ötede, kanaat duadan ayrı değildi. Bunlar birbirini kuşanırdı. Birbirlerini getirirdi. Şimdilerde aralarında mesafe varmış gibi anlatılıyor. Dindarlar da dinsizlere kanıyorlar. Ayrı ayrı tartıyorlar. İdeolojiyle imanı karıştırıyorlar. Yazık. Kimse de kolay kolay bütünlük iddiasına giremiyor. "Namazı olmayanın tebessümü sahtedir!" diyemiyor kimse. Veya “Allah’a inanmayanın merhameti tasannudur!”
Bana sorarsan, dindarlıkla evlenmek arasındaki bağ, hakikatçilik ile yazmak arasında da vardır. Cisme dair bir üstünlüğe tav olup izdivaç yaparsan beyaz kağıtla, Aleyhissalatuvesselamın tavsiyesine uygun hareket etmemiş olursun. Metnin de dindarlığını seçmelisin önce. İçinin ayarlarının düzgünlüğüne bakmalısın. Yazılanın ahlakı zâhirindeki sanatla ölçülmez. Söylediklerinin doğruluğundan/tutarlılığından anlaşılır.
Yine diyor ki mürşidim: "Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret bozulur, vahdet bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir." Demek devamlılık bize bir işaret fişeği çakıyor. Çakmalı. Kalanlara bağlanmalı.
Eleştiri bile yazıyor olsan muhatabını haksız incitmekten korkacak merhametin olmalı. Seni aşırılıktan doğruluk kadar merhamet de alıkoyar. Bu yüzden şefkat tefekkürden önce sayılır nur mesleğinde. Doğruluk, merhamet ve (bir adım ötelerinde) adalet birbiriyle bağlantılı şeylerdir. Evet. Hatta adaletin iki yüzü gibidir bence ‘doğruluk’ ve ‘merhamet.’ Ama burada bir dikkat kesilelim: Doğruyu yapmak merhametli gibi görünmeyebilir her zaman. Merhamet de her zeminde doğru seçimi vermez bize. Bunların hikmet oranında karıştırılmasıyla elde edilecek şifadır adalet. Bütünlüklü bakıştan beslenir. Parçalardan kaçılarak kovalanır. Canavara, merhamet de adalet değildir, cezasından gayrı işkence de.
Affı adaletin parçası saymayanlar yanılıyorlar. Allah'ın ‘Gafur’ oluşu ‘Âdil’ oluşundan ayrılabilir mi? İkisi de hikmetten uzak yorumlanabilir mi? Birbirine bakar şe'nler bunlar. Hepsi yine bir Allah’ta toplanacaklar. Allah'ın affedişi asla adaletsiz olmaz. Aksine adaletini tamamlar. Kemale erdirir. Bir ismin sınırı başka bir isimdir. Bir ismin arkasında binbir ismin tecellisi görünür. Hissedilir. Sezilir. Allah'ın affedişi adaletinin bir parçasıdır. Zirvesidir. Çünkü yaratan bilir: Mahlukat, mahlukat olmasından itibaren, kusurdan uzak kalamaz. Kusur arızîliğin imzasıdır. Yaratılmış olmak sınırlı olmaktır. Bütünü kuşatamamak sınırların/hataların başlangıcıdır. Ezel denilen manzar-ı âlâdan uzakta kalan herşey farketmemeye müsaittir. Melek dahi olsa sormadan edemez: "Kan dökecek bir nesil mi yaratacaksın?" Sultan-ı Ezel ve Ebed cevap verir: "Ben sizin bilmediğinizi bilirim."
Mürşidim yine hakikati kulağımıza söyler: "Musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz'î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz'î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz'î neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüz'î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir."
Kelimelerle oynamak diyordum. Evet. Hepimiz mağlup olduk o parçalara. Onlarla oynadık, başka dizilimler elde ettik, çok hoş mısralarımız/cümlelerimiz de oldu böylece. Fakat bütüne, mananın bütünlüğüne ve hikmetin tüm kainatı kuşatan bütünlüğüne dokunmadığımız sürece eskimeye, çirkinleşmeye, solmaya, çürümeye, gözden düşmeye mahkumduk. Öyle de oldu. Bütünün ahengine, sen buna tevhid de diyebilirsin, dokunamadıkça yaşlandı metinlerimiz. Yıprandı. Sakatlandı. Esmaü'l-Hüsna'dan ışık almayan tüm renklerimiz kirlendi. Birinciliği hiçbirisi kazanamadan hem de...
Çocuklar okuduklarına güldüler. Zaman onlardan yanaydı. Bütünün bir yüzü daha açılmıştı onlara. Daha fazlasını biliyorlardı. Daha fazlasını görecekleri için parçalarımıza güldüler. Kendi parçaları daha büyüktü. Fakat öyle kelamlar daha vardı ki! Bütüne dair konuşmuş kelamlar. Kelam olmak dışında bizim kelamlarımıza hiç benzemeyen kelamlar. Onların sözleri bir türlü eskimiyordu. Onlara dokunanlar, dokundukları miktarca, eskimekten kurtuluyorlardı. Hatta bir tanesi var, bilirsin, bütünün sahibinin, manzar-ı âlâyı görenin kelamıdır. Onun hakkında mürşidim şöyle söylüyor: "İhtiyarlandıkça zaman Kur'an da gençleşiyor." Ne büyük müjde var bunun içinde. Yaaa. Evet. Eskimeyen cümlelerin varlığı insanların da eskimediği bir yerin/cennetin müjdecisi sayılmazlar mı? Eskimeyen, başka eskimeyeceklere, delil olmaz mı? Bu bir umuttur arkadaşım. Sonsuzluğun sahibince bağışlanmış bir umut. İslam cennetin şöyle bir misalidir işte.
10 Şubat 2015 Salı
Yabancımız cennetimizdir
Okumayı seviyorum. Bir saniye. Düzeltmeliyim: Okumaya muhtacım. Özellikle başkam olanları. Bana bir başkalık katanları. Zenginleştirenleri. “Her okuduğum böyledir!” diyemiyorum ama elimden gelse öyle yapardım arkadaşım. Ne de olsa başkamız olana danışılır ancak. Farklımızdır bize sigaya çekilme imkânı veren. Aynıların meclisinde fikre saykal vurulmaz. Öyle deme lütfen. En kötüsü bile bir sinek vızıltısı oluyor. Kimseyi duymak istemediğim o sağır odaya bir ses katıyor. Başımın Nemrutluğunu alıyor yani. Firavunluğumu kırıyor bir nevi. Çünkü onlar başka. Ve düşünmediğim şeyler söylüyorlar. Duvarlarımın kibrinden kurtarıyorlar. Kendilerine verilen rızıktan avucuma infak ediyorlar. Öyle ya. İstişare de açlığım değil mi?
Anlıyorum: Bu dünyadaki tek ses benimki değil. Tuttuğum parça bütünün kendisi değil. Okudukça danışıyorum. Katılmam da şart değil. Hakvermemek bile birşeyler öğretiyor. Karşı çıkmak cevabı geliştiriyor. Durduğum yeri bozmadan hizama bakıyorum. Halim tıpkı Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’da dediğine benziyor: “Okumak bana uygun tek dış etkiydi.” Böylece etkileniyorum. Hem etkiliyorum da.
Çünkü insan böyledir. İçindeki ışığın rengini derisi gizleyemez: “Eğer nur-u iman içine girse üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mü’min şuurla okur ve o intisapla okutur. Yani ‘Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım...’ gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder.”
Düşümde bile duymadığım şeyler. Aklıma kalsam aramayacağım şeyler. Kalb-i beşerime hutûr etmemiş şeyler. Her insan diğerinin cenneti gibi arkadaşım. Evet. Böyle düşünüyorum. Yabancımız dağarcığımıza bağışladıklarıyla da cennetimizdir. Hem nasıl ki cennet dünyadan ötesidir. Okumak da ötekine öyle bir yolculuktur.
Okudukça uyanıyorum: Âlem kafamın içinden ibaret değil. Sesler var daha kulaklarıma değmemiş. Sözler var benden dile gelmemiş. Öyle gözler var ki tahayyülümün ötesini seyretmiş. Nasıl? Ama? Fakat? Subhanallah! Biricikliğimden edildikçe galaksiler kazanıyorum. İşte, kibrimin karnına yumruk, Nemrutluğumun beynine sinek, başımda gümbürdeyen tokmak. Firavunluğumun üzerine kapanan deniz. Ey deniz, beni boğdukça cesedime necat veren deniz, Firavun olarak öldürüp ibret olarak yaşatan deniz. Yere batıyor kafamdaki Karun hazinesi. Okudukça Rabbime ‘Rabbü’l-âlemin’ olarak daha geniş iman ediyorum. Uzayı gezsem bu kadar farklılık görmem belki de. Evet, doğru anladın arkadaşım, Rabbü’l-âlemini tefekkürün bir yolu da bence okumaktır. Çünkü okumak başka âlemlere yol bulmaktır.
Okumak dengedir. Başkalarıyla dengelenmektir. Eneyi nahnüye çevirmenin kapılarından birisidir. İşte bu yüzden ‘Rabbim’den ‘Rabbü’l-âlemin’e doğru lazım bir seyr u sülûk okumaktır. Başkalarını okudukça, yani öteni bildikçe, onlarda yansıyan Allah’ın marifetine yaklaşmış olursun. Başka isimlerin gölgesi altına da girersin. Çünkü sen aynalıkta yalnız değilsin. Bu bahçede papatyadan başka binler çiçek var.
‘Okur’ dediğin ister istemez bir empati canavarıdır. Her okuduğumuz da bir yönüyle büründüğümüzdür. Evet. Kitaplar sayısınca insanlar tanıdık. Tanıdıklarımızın bazılarını okuduklarımız kadar bilmedik. Okumak farklı bir biliş. Bir içe giriş. Nilüfer Kuyaş’ın Başka Hayatlar’da dediği şekilde belki: “Belki de bu yüzden teselli ediyordu bizi edebiyat, başka hayatları hiç değilse hayalimizde, dolaylı yaşayabildiğimiz için...”
“Bana öyle geliyor ki edebiyat başka hayatlara meraklanarak başlıyor. Eskilerin tecessüs dediği kötü meraktan değil, başka bir kadere dertlenmekten söz ediyorum, tıpkı dünyaya, doğaya meraklanmak gibi. Tekil olmak öyle bir yalnızlıktır ki, başka insanlara, onların hayatlarını biraz olsun düşleyerek yaklaşabiliriz ancak. Bunu yapamazsak birlikte olmak kalabalık bir yalnızlıktır sadece. Varoluşsal bir meraklanıştır başka hayatları düşlemek. İnsanı yalnızlıktan korur, biraz içini ısıtır.”
Hepsi seni yetiştirir. Katılmadıkların itirazlarınla katıldıkların öğrendiklerinle. Hepsi âleminde bir boşluğu doldurur. Âlem sayısını çoğaltır âlemindeki. Güneş sayısını çoğaltır aynandaki. Çiçek sayısını arttırır bahçendeki. Başka başka insanlar olursun. Hikmetsiz hiçbir şeyin vücuda gelmediği âlemde hangi metin boşuna yazılmış olabilir? İblis bile hikmetinin peşinde koşuyor. Bazen okuduğum kitapların Allah tarafından gönderilmiş mektuplar olabileceğini düşünürüm. Tıpkı kainat kitabının parçaları gibi. Hayatım gibi. Yaşamak gibi. Ancak elbette dersin kemali niyet ile nazarın kemalinde.
Kainatta tesadüf yok. Yalnız sırrını kuşatamadığımız hikmetler var. Bu kuşatamamışlığa ‘tesadüf’ diyoruz. O kitap, neden şimdi, neden bugünde elime geçti? Bu yüzü neden şimdi gördüm? Bu sözü neden şimdi işittim? Mustafa Kutlu’nun bir öyküsünden esinlenerek yazdığın (karakterlerinden birisi de ‘mendil satan kör bir kız’ olan) hikayeden iki gün sonra nasıl oldu da hakikaten mendil satan kör bir kıza rastladın? Hem de hergün yürüdüğün üstgeçitte? Nasıl içinin tuhaf olduğunu hatırlıyor musun? Tesadüfü inkâr etmeden Allah’a layıkınca inanmak mümkün değil.
Demem o ki arkadaşım: Ne kadar tesadüf inkâr edersen Hakîm olan Rabbine o kadar yaklaşırsın. Öylesine sandıklarını “Niye böyle?” diye görmeye başlarsın. Zaten üzerine alınman için gönderilmiş olan ayetleri, inşaallah, sahiden üzerine alınarak incelemeye yönelirsin. İşte belki buna kitaplardan başlayabilirsin. Ne dersin? Yahu “Ey örtüsüne bürünen!” diye buyurduğunda Kur’an üzerine de alın biraz. Senin de saklanmaya çalıştığın endişelerin yok mu? “İkra!” denildiğinde zorlandığın şeyler. “Ben okuma bilmem!” dediğin şeyler. Dikkat olan mehirlerini ver onların. Belki okuduklarından öğrendiklerinle onların da üstlerindeki örtüyü kaldırırsın?
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...