Merak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Merak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Kasım 2016 Salı

Dert de merak edilir mi?

Şu satırları da bir merak ile okumaya başladınız. Peki merak nedir? Merak birşeye aklen ve kalben yaklaşmaktır. Sairleri içinde seçerek onu, onu 'etkileyen' kendinizi ise 'etkilenir' kılmaktır. Arkasına taktığımız diğer anlamlar bu yakınlaşmaların türlerini ifade eder sadece. İşin özü bu: Birşeyi merak ettiğiniz zaman dikkatinizle ona yaklaşır ve bir miktar da onda oyalanırsınız.

Şu an yazıma yaklaştınız mesela. Onda bir miktar da oyalanacaksınız. Etkilenmek için zamana ihtiyacınız var. Etkilemek için zamana ihtiyacım var. Gerçi buna tam bir yazı denemez. Daha çok 'farkettiğim bir detayı paylaşmak arzusu'dur. Mürşidimin, karşılaşılan zorlukların nasıl anlamlandırılması gerektiği ile ilgili metinlerinde sıklıkla istimal ettiği bir kelimenin doğru anlaşılmasıyla ilgili birşey bu. Hemen sadede koşalım. Bediüzzaman şuna benzer yerlerde diyor:

"Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider."

Burada zikredilen 'merak' kelimesinin anlamı nedir? Vikipedi şu anlamı veriyor: "Merak, insanlarda ve hayvanlarda gözlenen araştırma ve öğrenmeye yönelik bir davranış biçimidir." Kelimenin aşinası olduğumuz manası da bu. Ancak burada kalırsak şöyle bir sıkıntı karşımıza çıkıyor: Bu anlam mezkûr cümleye konulduğunda Bediüzzaman'ın demek istediği tam yerine oturmuyor. 'Araştırma ve öğrenmeye yönelik bir davranış biçimi' musibeti cesetten geçirip kalbe nasıl kökleştirir? Bazı teviller mümkün ama yol zorlu. Bu noktada TDK'nın merak kelimesi için verdiği diğer bazı anlamlar imdadımıza yetişiyor:

2) Birşeyi edinme, yapma, birşeyle uğraşma isteği. 3) Düşkünlük, heves. 4) Kaygı, tasa... Ailenizden birisine eve geç geldiğinde söylediğiniz "Seni merak ettim!" ifadesi elbette salt bir 'araştırma ve öğrenmeye yönelik davranış biçimi' değil. İşin içinde duygu ve hatta kaygı da var. Yine bir insanın 'dedikoduya meraklı olması' onun sadece araştırmacılığına değil 'düşkünlüğüne' de işaret ediyor.

Ve yine 'ressamlığa meraklı olmak' duygusal bir bağlamda 'ressam olmayı istemek'le ilgilidir. Bu farklı kullanımlar da bize haber verir ki: Merak, salt bir entelektüel ilgi değildir, duyulduğu şeye göre renklenen bir duygulanımı da ifade eder. Yakınının durumunu merak eden onun adına korkmaktadır. Dedikoduya meraklı olan ondan kınanası bir haz almaktadır. Ressamlığa meraklı olan da o sıfata/yeteneğe sahip olmayı arzulamaktadır.

Bütün bunların da ötesinde, özellikle validemin dilinde çok rastladığım bir kullanımı daha var ki, merakın, bence Bediüzzaman'ın şuradaki kullanış biçimi de öyledir. Annem, bir yakını öldükten, yaralandıktan veya hasta olduktan sonra onun derdinin etkisiyle ruhsal veya bedensel çöküşe giren insanları tarif ederken şöyle der: "Filanca (...) olunca onu çok merak etti."

Burada validemin kastettiği ne araştırma, ne zevk alma, ne korkma, ne de arzu duyma... O insanın bu dert ile çok meşgul olduğunu, tekrar be tekrar hatırladığını, aşamadığını, uzaklaşamadığını, yüreğinde taşıyarak cidden sarsıldığını ifade ediyor. Araştırmaktan ziyade etrafında dönüp durmayı kastediyor. Öğrenilecek yeni birşey yok. Etkisinden uzaklaşılamayan birşeyler var. Oyalanışı hiç bitmeyen şeyler.

Ben, Bediüzzaman'ın mezkûr ifadelerini, annemin bu kullanımına dikkat edene kadar, kavrayamıyordum. Sırf bu örnek bile, bana, bir müellifi anlamanın, zamanının dilini/kullanımlarını anlamakla ilgisi üzerine önemli şeyler söylüyor. Bu bir yazı olmadı. Bir not olarak buraya kaydedilmiş olsun.

10 Şubat 2015 Salı

Yabancımız cennetimizdir

“Onların işleri aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da infak ederler.” Şûra sûresi, 38.

Okumayı seviyorum. Bir saniye. Düzeltmeliyim: Okumaya muhtacım. Özellikle başkam olanları. Bana bir başkalık katanları. Zenginleştirenleri. “Her okuduğum böyledir!” diyemiyorum ama elimden gelse öyle yapardım arkadaşım. Ne de olsa başkamız olana danışılır ancak. Farklımızdır bize sigaya çekilme imkânı veren. Aynıların meclisinde fikre saykal vurulmaz. Öyle deme lütfen. En kötüsü bile bir sinek vızıltısı oluyor. Kimseyi duymak istemediğim o sağır odaya bir ses katıyor. Başımın Nemrutluğunu alıyor yani. Firavunluğumu kırıyor bir nevi. Çünkü onlar başka. Ve düşünmediğim şeyler söylüyorlar. Duvarlarımın kibrinden kurtarıyorlar. Kendilerine verilen rızıktan avucuma infak ediyorlar. Öyle ya. İstişare de açlığım değil mi?

Anlıyorum: Bu dünyadaki tek ses benimki değil. Tuttuğum parça bütünün kendisi değil. Okudukça danışıyorum. Katılmam da şart değil. Hakvermemek bile birşeyler öğretiyor. Karşı çıkmak cevabı geliştiriyor. Durduğum yeri bozmadan hizama bakıyorum. Halim tıpkı Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’da dediğine benziyor: “Okumak bana uygun tek dış etkiydi.” Böylece etkileniyorum. Hem etkiliyorum da.

Çünkü insan böyledir. İçindeki ışığın rengini derisi gizleyemez: “Eğer nur-u iman içine girse üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mü’min şuurla okur ve o intisapla okutur. Yani ‘Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım...’ gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder.”

Düşümde bile duymadığım şeyler. Aklıma kalsam aramayacağım şeyler. Kalb-i beşerime hutûr etmemiş şeyler. Her insan diğerinin cenneti gibi arkadaşım. Evet. Böyle düşünüyorum. Yabancımız dağarcığımıza bağışladıklarıyla da cennetimizdir. Hem nasıl ki cennet dünyadan ötesidir. Okumak da ötekine öyle bir yolculuktur.

Okudukça uyanıyorum: Âlem kafamın içinden ibaret değil. Sesler var daha kulaklarıma değmemiş. Sözler var benden dile gelmemiş. Öyle gözler var ki tahayyülümün ötesini seyretmiş. Nasıl? Ama? Fakat? Subhanallah! Biricikliğimden edildikçe galaksiler kazanıyorum. İşte, kibrimin karnına yumruk, Nemrutluğumun beynine sinek, başımda gümbürdeyen tokmak. Firavunluğumun üzerine kapanan deniz. Ey deniz, beni boğdukça cesedime necat veren deniz, Firavun olarak öldürüp ibret olarak yaşatan deniz. Yere batıyor kafamdaki Karun hazinesi. Okudukça Rabbime ‘Rabbü’l-âlemin’ olarak daha geniş iman ediyorum. Uzayı gezsem bu kadar farklılık görmem belki de. Evet, doğru anladın arkadaşım, Rabbü’l-âlemini tefekkürün bir yolu da bence okumaktır. Çünkü okumak başka âlemlere yol bulmaktır.

Okumak dengedir. Başkalarıyla dengelenmektir. Eneyi nahnüye çevirmenin kapılarından birisidir. İşte bu yüzden ‘Rabbim’den ‘Rabbü’l-âlemin’e doğru lazım bir seyr u sülûk okumaktır. Başkalarını okudukça, yani öteni bildikçe, onlarda yansıyan Allah’ın marifetine yaklaşmış olursun. Başka isimlerin gölgesi altına da girersin. Çünkü sen aynalıkta yalnız değilsin. Bu bahçede papatyadan başka binler çiçek var.

‘Okur’ dediğin ister istemez bir empati canavarıdır. Her okuduğumuz da bir yönüyle büründüğümüzdür. Evet. Kitaplar sayısınca insanlar tanıdık. Tanıdıklarımızın bazılarını okuduklarımız kadar bilmedik. Okumak farklı bir biliş. Bir içe giriş. Nilüfer Kuyaş’ın Başka Hayatlar’da dediği şekilde belki: “Belki de bu yüzden teselli ediyordu bizi edebiyat, başka hayatları hiç değilse hayalimizde, dolaylı yaşayabildiğimiz için...”

“Bana öyle geliyor ki edebiyat başka hayatlara meraklanarak başlıyor. Eskilerin tecessüs dediği kötü meraktan değil, başka bir kadere dertlenmekten söz ediyorum, tıpkı dünyaya, doğaya meraklanmak gibi. Tekil olmak öyle bir yalnızlıktır ki, başka insanlara, onların hayatlarını biraz olsun düşleyerek yaklaşabiliriz ancak. Bunu yapamazsak birlikte olmak kalabalık bir yalnızlıktır sadece. Varoluşsal bir meraklanıştır başka hayatları düşlemek. İnsanı yalnızlıktan korur, biraz içini ısıtır.”

Hepsi seni yetiştirir. Katılmadıkların itirazlarınla katıldıkların öğrendiklerinle. Hepsi âleminde bir boşluğu doldurur. Âlem sayısını çoğaltır âlemindeki. Güneş sayısını çoğaltır aynandaki. Çiçek sayısını arttırır bahçendeki. Başka başka insanlar olursun. Hikmetsiz hiçbir şeyin vücuda gelmediği âlemde hangi metin boşuna yazılmış olabilir? İblis bile hikmetinin peşinde koşuyor. Bazen okuduğum kitapların Allah tarafından gönderilmiş mektuplar olabileceğini düşünürüm. Tıpkı kainat kitabının parçaları gibi. Hayatım gibi. Yaşamak gibi. Ancak elbette dersin kemali niyet ile nazarın kemalinde.

Kainatta tesadüf yok. Yalnız sırrını kuşatamadığımız hikmetler var. Bu kuşatamamışlığa ‘tesadüf’ diyoruz. O kitap, neden şimdi, neden bugünde elime geçti? Bu yüzü neden şimdi gördüm? Bu sözü neden şimdi işittim? Mustafa Kutlu’nun bir öyküsünden esinlenerek yazdığın (karakterlerinden birisi de ‘mendil satan kör bir kız’ olan) hikayeden iki gün sonra nasıl oldu da hakikaten mendil satan kör bir kıza rastladın? Hem de hergün yürüdüğün üstgeçitte? Nasıl içinin tuhaf olduğunu hatırlıyor musun? Tesadüfü inkâr etmeden Allah’a layıkınca inanmak mümkün değil.

Demem o ki arkadaşım: Ne kadar tesadüf inkâr edersen Hakîm olan Rabbine o kadar yaklaşırsın. Öylesine sandıklarını “Niye böyle?” diye görmeye başlarsın. Zaten üzerine alınman için gönderilmiş olan ayetleri, inşaallah, sahiden üzerine alınarak incelemeye yönelirsin. İşte belki buna kitaplardan başlayabilirsin. Ne dersin? Yahu “Ey örtüsüne bürünen!” diye buyurduğunda Kur’an üzerine de alın biraz. Senin de saklanmaya çalıştığın endişelerin yok mu? “İkra!” denildiğinde zorlandığın şeyler. “Ben okuma bilmem!” dediğin şeyler. Dikkat olan mehirlerini ver onların. Belki okuduklarından öğrendiklerinle onların da üstlerindeki örtüyü kaldırırsın?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...