Buna dair daha evvel de karalamalarım olmuştu: Ben, bir mürşidin 'malumatıyla' değil 'yaşanmışlığıyla' mürşid olduğunu düşünüyorum. Bilgili olmakla bilgelik arasındaki fark da bu. (Gözlüklü Şirin'i Şirin Baba'dan ayıran şey.) Bilgenin hayatı okuyuşu tecrübesi üzerindendir. Tüm duyularının katılımıyla elde ettiği bir deneyimi sizinle paylaşır. Kendisinin de içinde piştiği bir ateşten size haber verir. Bilim adamı böyle yapmaz. Bilim adamı duyduğu, okuduğu, incelediği veya deneylediği şeyleri paylaşır. Deneylemek ile deneyim arasında da, bencileyin, bir ayrım yapacağım şimdi: Deney, ötenizde, sizin duygusal bir etkilenişle dahil olmadığınız bir düzlemde gerçekleşen tecrübedir. Ötekinin tecrübesidir. Deneyim ise sizin de dahil olduğunuz bir süreçte yaşanır. Bir misalle daha açık hale getirmeye çalışırsak: Suyun yüz derecede kaynadığını bir düzenek üzerinden tecrübe etmek deneydir. Kaynar suya elinizi değdirdiğinizde kendi üzerinizden yaşadığınız acı bir deneyimdir.
Miracın irşad açısından bize verdiği derslerden birisi de budur. Kanaatimce; miraç, Mürşid-i Ekmel aleyhissalatuvesselamın irşad zirvesidir. Daha doğrusu: Mürşidliğin zirvesidir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, miraç yolculuğu içinde, insanlara ders verdiği hakikatleri bizzat deneyimlemiş, ayet-i kerimenin ifadesiyle; "Rabbinin ayetlerinin en büyüklerini görmüştü." Sonra da bizzat deneyimlediği o hakikatleri bizlere ders vermek üzere geri dönmüştü.
Bu noktada 'velayetin' ve 'risaletin' bir nüansına da dikkat çekmek istiyorum. Veli, kurbiyet sırrıyla gider, ama deneyimlediği şeyi geri dönüp istikametle anlatabilmesi garanti değildir. Nebevî irşad, yani geri dönüp istikametle anlatmak, bir akrebiyettir. Onların gölgelerine girdikçe kazanılır. Nitekim bu türden 'hadi olup muhdi olmayan' veliler çoklukla mevcuttur. Keşfe dair tahkikler de bize bunu söyler. Gördüğü hakikat olsa da bunu ifade ederken hata yapabilir veli. Ancak bir peygamber, deneyimlediği şeyde, yine ilgili ayetin verdiği haberle, şaşmaz ve şaşırtmaz. Onlar yaşadıklarını istikametle anlatma hususiyetine sahiptirler. Nitekim mürşidim bu sadedde diyor ki:
"İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."
'Velayetle gitmek' ve 'risaletle dönmek' bize bu noktada önemli bir dersi veriyor gibi. Fakat burada yine bir sıçrama yapalım. Bediüzzaman o cümleyi şu ifadeyle tamamlıyor: 've kapıyı da açık bırakmış.' Ben, kapının açık kalmasını, velayetle gidenin risaletle dönmesiyle çok ilgili görüyorum. Gittiği yolun kapısını açık bırakabilen, ancak o tecrübî bilgiyi istikametle aktarabilendir. Yukarıyla ilişkilendirirsek: Bir insanın 'bilge' veya 'mürşid' olması, ancak gittiği yolun başkaları için de açık kalmasını sağlamakla mümkün olur. Yaşadıkları üzerinden bir hidayet caddesi ortaya koyamayanın mürşidliğinden bahsedilemez.
Mürşidim aynı ifadeyi bir başka yerde şöyle kullanıyor: "Hem onun terbiyesi ve irşadı ve nur-u şeriatiyle kemal bulan bütün evliya ve asfiyanın sultanı ve üstadıdır. Öyle ise, onların sırr-ı kerametlerini ve icmâkârâne tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini câmidir. Çünkü onlar üstadlarının açtığı ve kapıyı açık bıraktığı yolda gitmişler, hakikati bulmuşlar. Öyle ise, onların bütün kerametleri ve tahkikatları ve icmâları, o mukaddes üstadlarının sıdk ve hakkaniyeti için bir nokta-i istinad temin eder." Demek açık bıraktığınız yoldan gelenlerin selameti, kerameti veya hakikati sizin de deliliniz haline gelebiliyor. Fakat bir yer daha var ki, orada Bediüzzaman, mezkûr ifadeyi çok değişik bir makamda kullanıyor:
"Fakat ilim itibarıyla insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer'an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak. O ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için, o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan, imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim mânevî ilâçları, sair insanların eline geçmek için, o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenâb-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma kefaret yapar."
Demek: 'Nefiste tecrübe etmek' de bir küçük miraçtır. Yazmak da 'kapıyı açık bırakmak'tır. Belki, hadis-i şerifte bize haber verilen, 'hakiki âlimleri peygamberlerin varisleri kılan sır' da budur. Yani; bu ümmetin istikametli âlimleri de, tıpkı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın onlara ders verdiği gibi, gittikleri marifet yolunun kapısını, kendi zamanlarında veya sonralarında, arkalarından gelecek insanlara açık bırakabilirler ve bırakmışlardır. Hatta şöyle söyleyelim: Gittiğimiz güzel yolların kapısını açık bırakmak da sünnettir. Âlimlerimizi, ümmetin fitneye düştüğü her vakitte, hakikat-i İslamiyeyi ders verir eserler yazmaya şevklendiren sır da budur. Ve bizim gibi; onların ayak izlerine yüz sürerek, eteklerinden düşen kırıntıları toplayarak, kervanlarının ardından yalınayak koşarak kalem oynatanları yazmaya iten de budur. Kapıyı açık bırakmanın sünnet olduğunu hissetmemizdir. Elhamdülillah.
Mürşid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mürşid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Nisan 2017 Salı
15 Mart 2017 Çarşamba
İnsanın insana en yakın yeri yarasıdır
Allah gani gani rahmet eylesin. Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) 1980'lerde yaptığı Ramuzu'l-Ehadis derslerini izlerken çok şeyler öğreniyorum. Bunlardan bir tanesi de "Bir saat tefekkür bir sene ibadetten hayırlıdır!" hadis-i şerifine dair öğütlediği bakış açısıydı. Diyor ki, Esad Coşan Hocaefendi, mezkûr hadisi ders verdiği bölümde: Bazı olur, değil bir sene yaptığımız ibadetler, bir ömür yaptığımız ibadetler bir saatlik tefekkürümüzün neticesi olarak gerçekleşir.
Mesela: Gayrimüslim bir adam, bir saat düşünse ve farketse ki, İslam hak dindir; ve kalbinden gele gele bir kelime-i şahadet söyleyip İslam'a girse ardından; ondan sonra yapacağı tüm ibadetler o bir saatlik tefekkürün neticesi olur. Yine bir mü'min, herhangi bir ibadet hakkında, bir saatlik bir tefekkür neticesinde 'onda devamlı olma' kararına varsa, daha sonra yaptığı bu türden ibadetlerin tamamı o bir saatlik tefekkürünün neticesi olarak gerçekleşir. (Takva, tevbe ve istiğfar ile ilgili kararlar da yine bu sadeddendir.)
Aynı hadisle ilgili olduğunu düşündüğüm bir başka dersi de mürşidim bana vermişti. İnsanın kendi tefekkürü sonucu eriştiği bir kararın, marifetin veya delilin, dışarıdan kendisine nakledilen herhangi bir bilgiye göre neden daha kıdemli olduğunu anlatıyordu sanki. Neresi mi? Hemen alıntılayayım: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh, merkezden muhite, dahilden harice bakmak lâzımdır."
Peki 'merkezden harice bakmak' ne demek? Paul Auster, bir açıdan otobiyografisi sayılabilecek Kış Günlüğü'nde içine doğru konuşurken diyor ki: "Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?" Şununla hemdem bir hakikati de, Chateaubriand, Atala/Rene isimli kitabında, 'Şaktas' karakteri üzerinden ifade ediyor: "Kalp, insanların yaralarını iyi etmek için gereken devayı, ancak kendileri balta ile yaralandıkları zaman veren şifalı ağaçlar gibidir."
İşte, mürşidime de "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi, çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi!" dedirten bu sırrın bir vechini yukarıdaki hadise ve metne bakar görüyorum. Yani; bir insan kendi içinden dışına doğru konuşmuyorsa başkasının içine de dokunamaz. Dışarıdan söylenen dışarıya söylenir. İçeriden söylenen içeriye söylenir. Bu tıpkı çıplak sesle yetişilmeyecek yerlere telefonla erişebilmek gibidir. Yaralarımız, zaaflarımız veya hayatın her köşesinde en insan olduğumuz yanlarımız; aynı zamanda ötekimize en yakın olduğumuz yerlerimizdir. Kalbin iletkenliğidir bu. Bizden olan ahizeye fısıldarız, bin diyar ötemizdeki kulaklar titreşir.
Şöyle bir örnek üzerinden düşünmeye devam edelim: Ellerini birbirlerine doğru uzatmış iki insanın birbirlerine en yakın noktaları nereleridir? En uzun parmaklarının ucu mu? Zahiren, evet. Peki hakikatte? Hakikatte bu fiilin bir öncesi vardır. Daha içeride bir yerde sevgiden eller birbirlerine dokunmadan yabancı eller birbirlerine uzanamaz. Yine birbirlerinin gözlerine bakan insanlar için de aynı şey söylenebilir. Aradaki mesafe ne kadar olursa olsun, iki insan birbirlerinin gözlerine bakıyorsa, en yakın yerleri burunları değil gözleridir. Fiziksel yakınlaşmalar aslında daha içeride meydana gelmiş yakınlaşmaların neticesidir. Bidayet değil nihayettirler. Başlangıç değil sonuçturlar.
Şu da mümkündür: Sizinle aynı yaralara sahip birisi sizi kendisine doğru çeker. Sizin hastalığınıza devası olan kişi de sizi kendisine doğru çeker. Çünkü deva da yaradandır. Bu tıpkı parmağı yaralı birisinin parmağında yarabandı gördüğü birisine bant istemek için yaklaşması gibidir. Bunlar manevî çekimlerdir. Her zaman fiziksel nedenler bulamazsınız. Velilerin cazibesi burada saklıdır. Okuyunca "Sanki benden bahsediyor!" dediğimiz kitaplardaki sır da burada saklıdır. Ve bir mürşid de kendi yaralarına doğru konuştukça size doğru konuşmuş olur. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez!" diyen bir âlim, nefsinin davuluna vurdukça, nefsinizin derisinden ses getirir. Mevlana Celaleddin-i Rûmi Hazretleri bu bahiste der ki: "Peygamber’in (a.s.m.) savaşı sulha sebep oldu. Bu ahirzamandaki sulh o savaş yüzündendir."
Şöyle de olabilir mi: Belki yaralarımız insandan insana fizikötesi yollar açan karadeliklerimizdir. Bu son yazdığımı anlamak için biraz bilimkurgu filmi izlemiş olmak gerekiyor. (Örneğin: Interstellar/Yıldızlararası'nı anımsayalım.) Neşet Ertaş merhumun, 'kalpten kalbe bir yol vardır görülmez' diyerek ifade ettiği sır, evrenin her köşesinde varolduğu düşünülen ve iki yer arasında ışıktan daha hızlı mesafe alınmasını sağlayan solucan delikleri gibi birşey olabilir mi? Yoksa nasıl oluyor, bin yıl öncesinden gelen bir metin, sanki sizin için yazılmış gibi hissettiriyor? Veya nasıl oluyor: "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor!"
Belki de bizim kestiremediğimiz bir delikten geçiyor onlar. Belki gizli bir ip gibiler. 'Sapasağlam bir kulp' ve 'kopmayacak halat' gibiler. O deliklerden/deliklerimizden geçerek zaman üstü bir boyutta bizi birbirimize dikiyorlar. Biz buna kardeşlik diyoruz. İlmeklendiğimize duyduğumuz sevgiden dikişi ve Terzi'yi hissediyoruz.
Enfüsî tefekkürü afakî tefekkürden daha umumî ve güçlü kılan yanı; onun, insandan insana, gönülden gönüle, zamandan zamana giden bu karadelikleri keşfediyor/çalıştırıyor olması olabilir mi? Ve bir saat tefekkürü, bir sene nafile ibadetten daha faziletli kılan şey, böylesi bir sırr-ı akrebiyete dokunması olabilir mi? Edebiyatın sihri burada mı yatıyor? Hem meselenin tecrübî bir tarafı da var: Bizzat denediğin elbette dışarıdan kulağına gelen gibi olmaz. İçinde yaşadığın hem deney hem bilgidir. Dışarıdan gelense sadece bilgidir. Diline bal değmişin balı bilişi, elbette, sadece kavanozda görmüşün bilişi gibi değildir.
O halde içinden dışına doğru, kendi yaralarından başkalarının yaralarına doğru, merkezden muhite doğru, konuş/yaz arkadaşım. Kaleminin ucu önce yaralarına batsın. Kanamasından da korkma. Senin kanın, hem sana, hem başkalarına şifadır. Çünkü sözünün/acının isbatıdır. 'İçlerinden biri' olduğunun delilidir. İnsanlıkta birsiniz. İzin ver, canına değsin ki, sonra cümlesinin canına değsin. Mürşidimin de dediği gibi: "Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir."
Mesela: Gayrimüslim bir adam, bir saat düşünse ve farketse ki, İslam hak dindir; ve kalbinden gele gele bir kelime-i şahadet söyleyip İslam'a girse ardından; ondan sonra yapacağı tüm ibadetler o bir saatlik tefekkürün neticesi olur. Yine bir mü'min, herhangi bir ibadet hakkında, bir saatlik bir tefekkür neticesinde 'onda devamlı olma' kararına varsa, daha sonra yaptığı bu türden ibadetlerin tamamı o bir saatlik tefekkürünün neticesi olarak gerçekleşir. (Takva, tevbe ve istiğfar ile ilgili kararlar da yine bu sadeddendir.)
Aynı hadisle ilgili olduğunu düşündüğüm bir başka dersi de mürşidim bana vermişti. İnsanın kendi tefekkürü sonucu eriştiği bir kararın, marifetin veya delilin, dışarıdan kendisine nakledilen herhangi bir bilgiye göre neden daha kıdemli olduğunu anlatıyordu sanki. Neresi mi? Hemen alıntılayayım: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh, merkezden muhite, dahilden harice bakmak lâzımdır."
Peki 'merkezden harice bakmak' ne demek? Paul Auster, bir açıdan otobiyografisi sayılabilecek Kış Günlüğü'nde içine doğru konuşurken diyor ki: "Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?" Şununla hemdem bir hakikati de, Chateaubriand, Atala/Rene isimli kitabında, 'Şaktas' karakteri üzerinden ifade ediyor: "Kalp, insanların yaralarını iyi etmek için gereken devayı, ancak kendileri balta ile yaralandıkları zaman veren şifalı ağaçlar gibidir."
İşte, mürşidime de "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi, çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi!" dedirten bu sırrın bir vechini yukarıdaki hadise ve metne bakar görüyorum. Yani; bir insan kendi içinden dışına doğru konuşmuyorsa başkasının içine de dokunamaz. Dışarıdan söylenen dışarıya söylenir. İçeriden söylenen içeriye söylenir. Bu tıpkı çıplak sesle yetişilmeyecek yerlere telefonla erişebilmek gibidir. Yaralarımız, zaaflarımız veya hayatın her köşesinde en insan olduğumuz yanlarımız; aynı zamanda ötekimize en yakın olduğumuz yerlerimizdir. Kalbin iletkenliğidir bu. Bizden olan ahizeye fısıldarız, bin diyar ötemizdeki kulaklar titreşir.
Şöyle bir örnek üzerinden düşünmeye devam edelim: Ellerini birbirlerine doğru uzatmış iki insanın birbirlerine en yakın noktaları nereleridir? En uzun parmaklarının ucu mu? Zahiren, evet. Peki hakikatte? Hakikatte bu fiilin bir öncesi vardır. Daha içeride bir yerde sevgiden eller birbirlerine dokunmadan yabancı eller birbirlerine uzanamaz. Yine birbirlerinin gözlerine bakan insanlar için de aynı şey söylenebilir. Aradaki mesafe ne kadar olursa olsun, iki insan birbirlerinin gözlerine bakıyorsa, en yakın yerleri burunları değil gözleridir. Fiziksel yakınlaşmalar aslında daha içeride meydana gelmiş yakınlaşmaların neticesidir. Bidayet değil nihayettirler. Başlangıç değil sonuçturlar.
Şu da mümkündür: Sizinle aynı yaralara sahip birisi sizi kendisine doğru çeker. Sizin hastalığınıza devası olan kişi de sizi kendisine doğru çeker. Çünkü deva da yaradandır. Bu tıpkı parmağı yaralı birisinin parmağında yarabandı gördüğü birisine bant istemek için yaklaşması gibidir. Bunlar manevî çekimlerdir. Her zaman fiziksel nedenler bulamazsınız. Velilerin cazibesi burada saklıdır. Okuyunca "Sanki benden bahsediyor!" dediğimiz kitaplardaki sır da burada saklıdır. Ve bir mürşid de kendi yaralarına doğru konuştukça size doğru konuşmuş olur. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez!" diyen bir âlim, nefsinin davuluna vurdukça, nefsinizin derisinden ses getirir. Mevlana Celaleddin-i Rûmi Hazretleri bu bahiste der ki: "Peygamber’in (a.s.m.) savaşı sulha sebep oldu. Bu ahirzamandaki sulh o savaş yüzündendir."
Şöyle de olabilir mi: Belki yaralarımız insandan insana fizikötesi yollar açan karadeliklerimizdir. Bu son yazdığımı anlamak için biraz bilimkurgu filmi izlemiş olmak gerekiyor. (Örneğin: Interstellar/Yıldızlararası'nı anımsayalım.) Neşet Ertaş merhumun, 'kalpten kalbe bir yol vardır görülmez' diyerek ifade ettiği sır, evrenin her köşesinde varolduğu düşünülen ve iki yer arasında ışıktan daha hızlı mesafe alınmasını sağlayan solucan delikleri gibi birşey olabilir mi? Yoksa nasıl oluyor, bin yıl öncesinden gelen bir metin, sanki sizin için yazılmış gibi hissettiriyor? Veya nasıl oluyor: "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor!"
Belki de bizim kestiremediğimiz bir delikten geçiyor onlar. Belki gizli bir ip gibiler. 'Sapasağlam bir kulp' ve 'kopmayacak halat' gibiler. O deliklerden/deliklerimizden geçerek zaman üstü bir boyutta bizi birbirimize dikiyorlar. Biz buna kardeşlik diyoruz. İlmeklendiğimize duyduğumuz sevgiden dikişi ve Terzi'yi hissediyoruz.
Enfüsî tefekkürü afakî tefekkürden daha umumî ve güçlü kılan yanı; onun, insandan insana, gönülden gönüle, zamandan zamana giden bu karadelikleri keşfediyor/çalıştırıyor olması olabilir mi? Ve bir saat tefekkürü, bir sene nafile ibadetten daha faziletli kılan şey, böylesi bir sırr-ı akrebiyete dokunması olabilir mi? Edebiyatın sihri burada mı yatıyor? Hem meselenin tecrübî bir tarafı da var: Bizzat denediğin elbette dışarıdan kulağına gelen gibi olmaz. İçinde yaşadığın hem deney hem bilgidir. Dışarıdan gelense sadece bilgidir. Diline bal değmişin balı bilişi, elbette, sadece kavanozda görmüşün bilişi gibi değildir.
O halde içinden dışına doğru, kendi yaralarından başkalarının yaralarına doğru, merkezden muhite doğru, konuş/yaz arkadaşım. Kaleminin ucu önce yaralarına batsın. Kanamasından da korkma. Senin kanın, hem sana, hem başkalarına şifadır. Çünkü sözünün/acının isbatıdır. 'İçlerinden biri' olduğunun delilidir. İnsanlıkta birsiniz. İzin ver, canına değsin ki, sonra cümlesinin canına değsin. Mürşidimin de dediği gibi: "Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir."
7 Mart 2017 Salı
Erdoğan'ı nereye koyacağız?
Bu soruyla da yüzleşmek lazım: Yaşanan onca şeyden sonra Erdoğan'ı nereye koyacağız? Yönetimde olduğu dönem boyunca başımıza gelenler, onun kararlılığına sahip birisinin, krizlerin aşılmasında çok önemli bir konuma sahip olduğunu gösterdi. Görmezden gelenlerin nasıl başarabildiğini bilmiyorum ama ben yapamıyorum. Fıtratla/hakikatle savaşmak gibi geliyor. Gezi'den tutun 15 Temmuz'a kadar, yaşanan her toplumsal veya siyasi krizde, çıkıp ekrana birşeyler söylemesini bekledim/bekliyorum. Bir meselede sebatla direndiğini görmek o meseleye dair derdimin/stresimin yüzde yetmişini alıp götürüyor.
Şu da var: Ondan başka kim konuşsa tırı-vırı geliyor. Konuşmalarını/susmalarını bir sayıyorum. Bir sıkıntı olduğunda sözlerinin arkasında durmazlar gibi hissediyorum. (O kişi hemtarafım da olsa düşüncem değişmiyor.) Yüzlerinde aynı gücü görmüyorum. Herkeste bir esneme payı var gibi. Biraz üzerlerine gidilse 'acaba' diyecekler gibi. Sarsılacaklar/karıştıracaklar gibi. Ancak Erdoğan, belki biraz da tecrübe ettiklerimize binaen, öyle gelmiyor.
Hayat sözün delilidir. Kişinin kelamı karakteriyle tartılır. Karakterini ise hayatı gösterir. Yüzyıllık Parantez isimli kitabında Etyen Mahçupyan Bediüzzaman hakkında şunları söyler: "Bediüzzaman, kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve bunu kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa, referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve bunu yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."
Bediüzzaman da belagata dair izahlarında şöyle birşeye dikkat çeker: "Kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma."
Bir çocuğun oyuncak tabancayla size "Dur, yoksa ateş ederim!" demesiyle; kamuflajlı bir askerin "Dur, yoksa ateş ederim!" demesi arasında fark vardır. Yine cephe hattında "Yere yatın!" diye bağrılmasıyla bir kumsalda "Yere yatın!" diye bağırılması arasında fark vardır. Yine yabancı birisinin size "Sen bana karışamazsın!" demesiyle evladınızın demesi arasında büyükçe bir fark vardır. Bunlar, sözün kendisinde bir değişiklik olmadan, söyleyen-söylenen-makam üzerinde meydana gelen değişimlerdir. Ve bu değişiklikler sözün tesirini/anlamını etkiler.
Erdoğan'a dair söylediğim şeylerin bu pencereden anlaşılabileceğini düşünüyorum. Kabul edin veya etmeyin. Sevin veya sevmeyin. Allah, ona, sözüne (en azından sevenleri açısından) delil olabilecek bir hayat yaşattı. Büyük badireler atlattık ve bu badireler atlatılırken belanın defedilmesine katkısı büyük oldu. Bütün bunlar görmezden gelinemez gibi geliyor bana... O zaman sorumuzu yineleyelim: Erdoğan nereye konulacak? Nereden nereye kadar 'vazgeçilir' ve nereden nereye kadar 'vazgeçilmez' olacak? 'Onu önemsemek' ve 'onu tabulaştırmamak' arasındaki çizgi ne şekilde çekilecek?
Sorularımız cebimizde kalsın. Ben şimdi sizi Bediüzzaman'ın başka bir metnine götürmek istiyorum. Mesnevî-i Nuriye'de 'reis' ile 'mürşid' arasında bir ilgi kuruyor mürşidim. Daha doğrusu: Reis, üstad ve mürşid örneklemeleri üzerinden sebeplere bakışta, özellikle böylesi irade sahibi sebeplere bakışta, bir incelik öğretiyor. Diyor ki mesela mürşid hakkında:
Mezkûr meseleyi anlamaya bir kapı görüyorum burada. "Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır..." Aynayı güneşe eş koşmamak lazım, tamam, ama güneş adına aynayı kırmakta da bir hüner yok. Aynalık yapanın, aynalık yaptığı şey adına kırılması değil, muhafazası lazımdır. Ancak yansıttığına perde olmasından korkulmalı ve kollanmalıdır. Ki, ilgili metnin hemen öncesindeki 'üstad' ve 'reis' örneklemeleri de bize bunu öğretiyor:
Demek istikametli duruş böyle olmalı. Daire-i itikat ile daire-i esbap birbirinden ayrılmalı. Peki bunu başarmak için ne yapalım? Ne onu hepten görmezden gelelim ne de herşeyi ona verelim. Aynalık yaptığı şeyler adına kıymetli bulalım ve bu niyetle/bunu yaptıkça muhafazasına çalışalım. Çünkü onun muhafazası aynasında yansıyanların da muhafazasıdır. Oradan elimize geçen nimetlerin de muhafazasıdır. Ama, sakın sakın, bunu yaparken onu ışığın kaynağı olarak da görmeyelim. Çünkü ışığın sahibi o değildir. Bediüzzaman'ın 'iradeli sebeplere' bakışta gösterdiği şu istikamet, sanıyorum, bugün de en az dün olduğu kadar gerekli ve öğretici. Hem ifratları ve tefritleri önleyici.
Mürşid, üstad veya reis... Her biri üzerinden yansıyıp gelenlerle değerlenir. Değerleri bizzat değildir. Ama değersiz de değillerdir. Esbaba müracaatın da hikmette yeri var. Aynaya edilen nasihatler de ışık içindir. Aynaya edilen iltifatlar da ışık içindir. Aynaya edilen dualar da ışık içindir. Ve, evet, aynaya ihtiyacımız var. Çünkü ayna da, tıpkı yansıttığı ışık gibi, Allah'ın hediyesidir. Toprak da, tıpkı üzerinde bitenler gibi, Allah'ın hediyesidir. Koyun da, tıpkı ondan sağılan süt gibi, Allah'ın bir hediyesidir. Öyle ya, meyveyi ağaçtan bilmemek tevhid, ama ağacın bakımını yapmak bir dua. Allah onu da istiyor şunu da. Belki buradan Bediüzzaman'ın şu cümlesini de anlamaya bir kapı buluyoruz: "Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz."
Şu da var: Ondan başka kim konuşsa tırı-vırı geliyor. Konuşmalarını/susmalarını bir sayıyorum. Bir sıkıntı olduğunda sözlerinin arkasında durmazlar gibi hissediyorum. (O kişi hemtarafım da olsa düşüncem değişmiyor.) Yüzlerinde aynı gücü görmüyorum. Herkeste bir esneme payı var gibi. Biraz üzerlerine gidilse 'acaba' diyecekler gibi. Sarsılacaklar/karıştıracaklar gibi. Ancak Erdoğan, belki biraz da tecrübe ettiklerimize binaen, öyle gelmiyor.
Hayat sözün delilidir. Kişinin kelamı karakteriyle tartılır. Karakterini ise hayatı gösterir. Yüzyıllık Parantez isimli kitabında Etyen Mahçupyan Bediüzzaman hakkında şunları söyler: "Bediüzzaman, kendi yaşantısıyla hayata damgasını vurmuş olan biri. Sözlerinden daha önemli olan şey belki yaşantısı ve orada gösterdiği sebat, irade ve tutarlılık. Öyle bir hayatı olmasaydı, bugün fikirleri bu kadar kıymetli ve anlamlı geliyor olmayabilirdi diye düşünüyorum. Çünkü fikirler sonuçta her zaman birden fazla insan tarafından söylenirler. (...) Dolayısıyla bunu belirli bir hayat tarzıyla tamamladığınız ve bunu kendinize sembolleştirdiğiniz zaman bir mesaj verebiliyorsa, referans olma şansınız ortaya çıkıyor. Bediüzzaman bunu yaptı ve bunu yapmasıyla da binlerce, milyonlarca insanın bu rejim altında ayakta kalmasını sağladı."
Bediüzzaman da belagata dair izahlarında şöyle birşeye dikkat çeker: "Kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma."
Bir çocuğun oyuncak tabancayla size "Dur, yoksa ateş ederim!" demesiyle; kamuflajlı bir askerin "Dur, yoksa ateş ederim!" demesi arasında fark vardır. Yine cephe hattında "Yere yatın!" diye bağrılmasıyla bir kumsalda "Yere yatın!" diye bağırılması arasında fark vardır. Yine yabancı birisinin size "Sen bana karışamazsın!" demesiyle evladınızın demesi arasında büyükçe bir fark vardır. Bunlar, sözün kendisinde bir değişiklik olmadan, söyleyen-söylenen-makam üzerinde meydana gelen değişimlerdir. Ve bu değişiklikler sözün tesirini/anlamını etkiler.
Erdoğan'a dair söylediğim şeylerin bu pencereden anlaşılabileceğini düşünüyorum. Kabul edin veya etmeyin. Sevin veya sevmeyin. Allah, ona, sözüne (en azından sevenleri açısından) delil olabilecek bir hayat yaşattı. Büyük badireler atlattık ve bu badireler atlatılırken belanın defedilmesine katkısı büyük oldu. Bütün bunlar görmezden gelinemez gibi geliyor bana... O zaman sorumuzu yineleyelim: Erdoğan nereye konulacak? Nereden nereye kadar 'vazgeçilir' ve nereden nereye kadar 'vazgeçilmez' olacak? 'Onu önemsemek' ve 'onu tabulaştırmamak' arasındaki çizgi ne şekilde çekilecek?
Sorularımız cebimizde kalsın. Ben şimdi sizi Bediüzzaman'ın başka bir metnine götürmek istiyorum. Mesnevî-i Nuriye'de 'reis' ile 'mürşid' arasında bir ilgi kuruyor mürşidim. Daha doğrusu: Reis, üstad ve mürşid örneklemeleri üzerinden sebeplere bakışta, özellikle böylesi irade sahibi sebeplere bakışta, bir incelik öğretiyor. Diyor ki mesela mürşid hakkında:
"Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve mâkes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ, hararet ve ziya sana bir âyine vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdar telâkki edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir. Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır."
Mezkûr meseleyi anlamaya bir kapı görüyorum burada. "Evet, ayine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır..." Aynayı güneşe eş koşmamak lazım, tamam, ama güneş adına aynayı kırmakta da bir hüner yok. Aynalık yapanın, aynalık yaptığı şey adına kırılması değil, muhafazası lazımdır. Ancak yansıttığına perde olmasından korkulmalı ve kollanmalıdır. Ki, ilgili metnin hemen öncesindeki 'üstad' ve 'reis' örneklemeleri de bize bunu öğretiyor:
"Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa'yleriyle hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir şirk-i hafîye yol açar. Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir."
Demek istikametli duruş böyle olmalı. Daire-i itikat ile daire-i esbap birbirinden ayrılmalı. Peki bunu başarmak için ne yapalım? Ne onu hepten görmezden gelelim ne de herşeyi ona verelim. Aynalık yaptığı şeyler adına kıymetli bulalım ve bu niyetle/bunu yaptıkça muhafazasına çalışalım. Çünkü onun muhafazası aynasında yansıyanların da muhafazasıdır. Oradan elimize geçen nimetlerin de muhafazasıdır. Ama, sakın sakın, bunu yaparken onu ışığın kaynağı olarak da görmeyelim. Çünkü ışığın sahibi o değildir. Bediüzzaman'ın 'iradeli sebeplere' bakışta gösterdiği şu istikamet, sanıyorum, bugün de en az dün olduğu kadar gerekli ve öğretici. Hem ifratları ve tefritleri önleyici.
Mürşid, üstad veya reis... Her biri üzerinden yansıyıp gelenlerle değerlenir. Değerleri bizzat değildir. Ama değersiz de değillerdir. Esbaba müracaatın da hikmette yeri var. Aynaya edilen nasihatler de ışık içindir. Aynaya edilen iltifatlar da ışık içindir. Aynaya edilen dualar da ışık içindir. Ve, evet, aynaya ihtiyacımız var. Çünkü ayna da, tıpkı yansıttığı ışık gibi, Allah'ın hediyesidir. Toprak da, tıpkı üzerinde bitenler gibi, Allah'ın hediyesidir. Koyun da, tıpkı ondan sağılan süt gibi, Allah'ın bir hediyesidir. Öyle ya, meyveyi ağaçtan bilmemek tevhid, ama ağacın bakımını yapmak bir dua. Allah onu da istiyor şunu da. Belki buradan Bediüzzaman'ın şu cümlesini de anlamaya bir kapı buluyoruz: "Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz."
29 Kasım 2016 Salı
Neden Allah'a sığınırız?
"Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır." (Hucurat sûresi, 2-3)
Talebe olmanın detaylaşmakla ilgisi üzerine evvel de yazmıştım. Demiştim ki: "Mürşidin, yanında susmayı sevdiğin kişidir." Bunu derken de ışığımı Hucurât sûresinin ikinci ve üçüncü ayetlerinden almıştım. Orada sahabeye öğütlenen 'az sesliliğin' ilk öğrenciler üzerinden sonraki bütün talebelere bir ders olduğunu ifade etmiştim. Ancak bunu derken şuna da dikkat çekmeyi unutmamıştım yanlış hatırlamıyorsam: İslam'ın beklediği teslimiyet asla 'hiçbir şeyi sorgulamamak' değildi. Yani 'mutlak bir sessizlik' değildi. Ya neydi?
Az seslilikti. Kendini detaylaştırmaktı. Aslolmayı terketmekti. Dinletmek yerine dinlemekti. Öğretmek yerine sormaktı. Değişmesi gerekenin kendisi olduğunu kabulle bükülmeye başlamaktı. Irwin Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dile getirdiği gibi: Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlardı. Tüm siyer kaynakları haber veriyordu ki: Sahabe, Efendimiz aleyhissalatuvesselama soru sormanın edebini iyi bilen 'zeki muhatapların' oluşturduğu talebelerden müteşekkildi. Yani sahabe, sesini alçaltmasını bilmiş, ama büsbütün bir sessizliği de seçmemişti. Peki, ne idi 'az seslilik' ile aslında murad olunan?
Modern zamanlar, aynı zamanda, sıradışılıkla baştan çıkmış bireylerin kişisel akledişlerini her türlü nakledişe tercih ettiği zamanlar... En küçük farkındalıklar bile bin yıllık tecrübeleri gözden düşürüyor. Geleneğe sahip olmaktansa modern olmanın, birşeyin devamı olmaktansa ilk olmanın, bir sıradağın parçası kalmaktansa ada olmanın, kadim olmaktansa yeni olmanın tercih edildiği zamanlarda yaşıyoruz. Kubbeyi Yere Koymamak'ta merhum Turgut Cansever Hoca'nın da dikkat çektiği gibi 'yapılmamışı yapmayı' 'yaratılmışla uyumlu olmaya' tercih ediyoruz.
Sesimiz kesinlikle kısık değil. Ve artık öğrenci değiliz. Dağların karşısında gökdelenlerle gürüldüyoruz. Bize güzel göründükten, yok yok, sadece diğerleri arasında farkedilmemizi sağladıktan sonra, yapacağımız hiçbir şeye 'uyum' denilerek engel olunamaz. Kainatın düzeni izin verdiğimiz ölçüde varlığını devam ettirebilir. Eğer kurumaları daha uygun görünüyorsa nehirler kuruturuz. Yolumuzdan çekilmeleri gerekiyorsa her canlıyı öldürürüz. Sesimizle baştan çıktık çünkü. Modern zamanlar; bireyi; kendi keşfi, aklı, sesi, eseri, yorumu, düşüncesi ve kanaati ile baştan çıkardı. Kendinin mecnunu etti. Mimaride gökdelenle ortaya çıkıyorsa bu arıza, itikadda da modernizm/bid'a olarak kendisini gösteriyor. Herkes sıradışı olmaya/söylemeye çalışıyor.
Bugün biz de kainatın, insanlığın, fıtratımızın yüzüne pisliyoruz sırf bizden bahsedilsin diye. Çevre kirliliği dediğimiz şey, işte, yine bir farkedilme arzusunun, külliyetli bir pislemenin eseri değil mi? Uyum sağlamak yerine farklı ve farkedilir olmanın rekabetine kapılmışız. Aklımıza birşeyler geliyor. Kendi fikrimizi, sesimizi, eserimizi her fikirden, sesten, eserden yüksekte görüyoruz. Bu görüş her türlü tecrübeyi anlamsızlaştırıyor. Hatta rakipleştiriyor. Sünnet-i seniyyeyi küçümsemenin, sahabeyi önemsizleştirmenin, İslamî mirası modern faydalar üzerine elinin tersiyle itebilmenin dayanağı bu. Başka sesler karşısında sesimizin kısılmasına karşıyız. Bir mürşidin karşısında talebe olmaya karşıyız. Aslolmak yerine detay kalmaya karşıyız. Kendi başımıza bütün olmak varken parça olmaya karşıyız. Ve gerekirse bunun için her bütünlüğü parçalarız.
Bugün Hikmetü'l-İstiaze Risalesi'ni okurken farkettim istiaze ile istiğfar arasındaki ilgiyi. Mürşidim diyor ki orada: "Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur." İstiaze ne peki? En kısa anlamı: "Allah'a sığınmak." Her Kur'an okuması öncesinde tekrar ettiğimiz bir söz, yok yok, bir işlem bu. 'Euzübillahimineşşaytanirracim' diyoruz. Neden diyoruz? Büyük bir mürşidin karşısına oturacağız. Mürşidin karşısına oturmak, talebe olduğun şuurunu edinmeden/ tazelemeden mümkün olabilir mi?
Demek biz de her 'euzü' değişimizde aslında mezkûr işlemden geçmiş oluyoruz. Tersten gidelim: İstiaze ediyoruz, çünkü istiğfar edeceğimiz şeylerimiz var. Allah'a sığınmamız gereken yaralarımız var. Düşmeye müsaitiz. Kabul ettik bunu. Kayyum olanın ayakta tutuşuna kaçıyoruz. Kandırılmaya müsaitiz. Kabul ettik bunu. Hak olanın hakikatine koşuyoruz. Hataya müsaitiz. Kabul ettik bunu. Gaffar olanın affedişine sığınıyoruz. Sığınmayı seçtiğimiz anda varlığımız ikileşiyor. Kaçtığımız bir kendimiz var. Bir de olmak istediğimiz kendimiz. Bir kaçtığımız yer var. Bir de olmak istediğimiz yer. İkilik üzereyiz. Kabul ettik bunu.
'Kaçtığımız kendimiz' ve 'olmak istediğimiz kendimiz' arasında talebeye dönüşüyoruz. Değişmesi gerekenlerin olduğunu kabulle tedaviye açık hale geliyoruz. İstiaze istiğfarı, istiğfar itiraf edilmiş kusurları, itiraf edilmiş kusurlar ise nefsimizi ittihamı beraberinde getirdi. Çünkü onlarla edinilmiş şuurun sonucuydu. Kendimize karşı tetikteyiz artık. Şeytanın işi kolay değil. Karşısında zaaflarının farkında bir birey var. Bir istiaze bütün bunları yapıverdi. Nefsimizden memnun değiliz. Sesimizi kıstık. Biz bir başka 'ben' olmaya geldik. Kur'an'ın başına bu yüzden oturuyoruz. Bu yüzden şeytanın bizi getirebileceği her halden, Allah'ın bize lütfedeceği her hayra sığınıyoruz. Mü'minûn sûresinde bize öğretildiği gibi yakarıyoruz: "De ki: Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da, ey Rabbim, Sana sığınırım."
Talebe olmanın detaylaşmakla ilgisi üzerine evvel de yazmıştım. Demiştim ki: "Mürşidin, yanında susmayı sevdiğin kişidir." Bunu derken de ışığımı Hucurât sûresinin ikinci ve üçüncü ayetlerinden almıştım. Orada sahabeye öğütlenen 'az sesliliğin' ilk öğrenciler üzerinden sonraki bütün talebelere bir ders olduğunu ifade etmiştim. Ancak bunu derken şuna da dikkat çekmeyi unutmamıştım yanlış hatırlamıyorsam: İslam'ın beklediği teslimiyet asla 'hiçbir şeyi sorgulamamak' değildi. Yani 'mutlak bir sessizlik' değildi. Ya neydi?
Az seslilikti. Kendini detaylaştırmaktı. Aslolmayı terketmekti. Dinletmek yerine dinlemekti. Öğretmek yerine sormaktı. Değişmesi gerekenin kendisi olduğunu kabulle bükülmeye başlamaktı. Irwin Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dile getirdiği gibi: Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlardı. Tüm siyer kaynakları haber veriyordu ki: Sahabe, Efendimiz aleyhissalatuvesselama soru sormanın edebini iyi bilen 'zeki muhatapların' oluşturduğu talebelerden müteşekkildi. Yani sahabe, sesini alçaltmasını bilmiş, ama büsbütün bir sessizliği de seçmemişti. Peki, ne idi 'az seslilik' ile aslında murad olunan?
Modern zamanlar, aynı zamanda, sıradışılıkla baştan çıkmış bireylerin kişisel akledişlerini her türlü nakledişe tercih ettiği zamanlar... En küçük farkındalıklar bile bin yıllık tecrübeleri gözden düşürüyor. Geleneğe sahip olmaktansa modern olmanın, birşeyin devamı olmaktansa ilk olmanın, bir sıradağın parçası kalmaktansa ada olmanın, kadim olmaktansa yeni olmanın tercih edildiği zamanlarda yaşıyoruz. Kubbeyi Yere Koymamak'ta merhum Turgut Cansever Hoca'nın da dikkat çektiği gibi 'yapılmamışı yapmayı' 'yaratılmışla uyumlu olmaya' tercih ediyoruz.
Sesimiz kesinlikle kısık değil. Ve artık öğrenci değiliz. Dağların karşısında gökdelenlerle gürüldüyoruz. Bize güzel göründükten, yok yok, sadece diğerleri arasında farkedilmemizi sağladıktan sonra, yapacağımız hiçbir şeye 'uyum' denilerek engel olunamaz. Kainatın düzeni izin verdiğimiz ölçüde varlığını devam ettirebilir. Eğer kurumaları daha uygun görünüyorsa nehirler kuruturuz. Yolumuzdan çekilmeleri gerekiyorsa her canlıyı öldürürüz. Sesimizle baştan çıktık çünkü. Modern zamanlar; bireyi; kendi keşfi, aklı, sesi, eseri, yorumu, düşüncesi ve kanaati ile baştan çıkardı. Kendinin mecnunu etti. Mimaride gökdelenle ortaya çıkıyorsa bu arıza, itikadda da modernizm/bid'a olarak kendisini gösteriyor. Herkes sıradışı olmaya/söylemeye çalışıyor.
"İşte; dalâlette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hodfuruş, şöhretperest, riyâkâr insanlar ve az birşeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ görünsün ve nazar-ı dikkat ona celb olunsun. Ve iktidar ve kudretle değil, belki terk ve atâletle sebebiyet verdiği tahribat ona isnad edilip ondan bahsedilsin. Nasıl ki böyle şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel olmuş."
Bugün biz de kainatın, insanlığın, fıtratımızın yüzüne pisliyoruz sırf bizden bahsedilsin diye. Çevre kirliliği dediğimiz şey, işte, yine bir farkedilme arzusunun, külliyetli bir pislemenin eseri değil mi? Uyum sağlamak yerine farklı ve farkedilir olmanın rekabetine kapılmışız. Aklımıza birşeyler geliyor. Kendi fikrimizi, sesimizi, eserimizi her fikirden, sesten, eserden yüksekte görüyoruz. Bu görüş her türlü tecrübeyi anlamsızlaştırıyor. Hatta rakipleştiriyor. Sünnet-i seniyyeyi küçümsemenin, sahabeyi önemsizleştirmenin, İslamî mirası modern faydalar üzerine elinin tersiyle itebilmenin dayanağı bu. Başka sesler karşısında sesimizin kısılmasına karşıyız. Bir mürşidin karşısında talebe olmaya karşıyız. Aslolmak yerine detay kalmaya karşıyız. Kendi başımıza bütün olmak varken parça olmaya karşıyız. Ve gerekirse bunun için her bütünlüğü parçalarız.
Bugün Hikmetü'l-İstiaze Risalesi'ni okurken farkettim istiaze ile istiğfar arasındaki ilgiyi. Mürşidim diyor ki orada: "Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur." İstiaze ne peki? En kısa anlamı: "Allah'a sığınmak." Her Kur'an okuması öncesinde tekrar ettiğimiz bir söz, yok yok, bir işlem bu. 'Euzübillahimineşşaytanirracim' diyoruz. Neden diyoruz? Büyük bir mürşidin karşısına oturacağız. Mürşidin karşısına oturmak, talebe olduğun şuurunu edinmeden/ tazelemeden mümkün olabilir mi?
Demek biz de her 'euzü' değişimizde aslında mezkûr işlemden geçmiş oluyoruz. Tersten gidelim: İstiaze ediyoruz, çünkü istiğfar edeceğimiz şeylerimiz var. Allah'a sığınmamız gereken yaralarımız var. Düşmeye müsaitiz. Kabul ettik bunu. Kayyum olanın ayakta tutuşuna kaçıyoruz. Kandırılmaya müsaitiz. Kabul ettik bunu. Hak olanın hakikatine koşuyoruz. Hataya müsaitiz. Kabul ettik bunu. Gaffar olanın affedişine sığınıyoruz. Sığınmayı seçtiğimiz anda varlığımız ikileşiyor. Kaçtığımız bir kendimiz var. Bir de olmak istediğimiz kendimiz. Bir kaçtığımız yer var. Bir de olmak istediğimiz yer. İkilik üzereyiz. Kabul ettik bunu.
'Kaçtığımız kendimiz' ve 'olmak istediğimiz kendimiz' arasında talebeye dönüşüyoruz. Değişmesi gerekenlerin olduğunu kabulle tedaviye açık hale geliyoruz. İstiaze istiğfarı, istiğfar itiraf edilmiş kusurları, itiraf edilmiş kusurlar ise nefsimizi ittihamı beraberinde getirdi. Çünkü onlarla edinilmiş şuurun sonucuydu. Kendimize karşı tetikteyiz artık. Şeytanın işi kolay değil. Karşısında zaaflarının farkında bir birey var. Bir istiaze bütün bunları yapıverdi. Nefsimizden memnun değiliz. Sesimizi kıstık. Biz bir başka 'ben' olmaya geldik. Kur'an'ın başına bu yüzden oturuyoruz. Bu yüzden şeytanın bizi getirebileceği her halden, Allah'ın bize lütfedeceği her hayra sığınıyoruz. Mü'minûn sûresinde bize öğretildiği gibi yakarıyoruz: "De ki: Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da, ey Rabbim, Sana sığınırım."
22 Kasım 2016 Salı
Dert de merak edilir mi?
Şu satırları da bir merak ile okumaya başladınız. Peki merak nedir? Merak birşeye aklen ve kalben yaklaşmaktır. Sairleri içinde seçerek onu, onu 'etkileyen' kendinizi ise 'etkilenir' kılmaktır. Arkasına taktığımız diğer anlamlar bu yakınlaşmaların türlerini ifade eder sadece. İşin özü bu: Birşeyi merak ettiğiniz zaman dikkatinizle ona yaklaşır ve bir miktar da onda oyalanırsınız.
Şu an yazıma yaklaştınız mesela. Onda bir miktar da oyalanacaksınız. Etkilenmek için zamana ihtiyacınız var. Etkilemek için zamana ihtiyacım var. Gerçi buna tam bir yazı denemez. Daha çok 'farkettiğim bir detayı paylaşmak arzusu'dur. Mürşidimin, karşılaşılan zorlukların nasıl anlamlandırılması gerektiği ile ilgili metinlerinde sıklıkla istimal ettiği bir kelimenin doğru anlaşılmasıyla ilgili birşey bu. Hemen sadede koşalım. Bediüzzaman şuna benzer yerlerde diyor:
Burada zikredilen 'merak' kelimesinin anlamı nedir? Vikipedi şu anlamı veriyor: "Merak, insanlarda ve hayvanlarda gözlenen araştırma ve öğrenmeye yönelik bir davranış biçimidir." Kelimenin aşinası olduğumuz manası da bu. Ancak burada kalırsak şöyle bir sıkıntı karşımıza çıkıyor: Bu anlam mezkûr cümleye konulduğunda Bediüzzaman'ın demek istediği tam yerine oturmuyor. 'Araştırma ve öğrenmeye yönelik bir davranış biçimi' musibeti cesetten geçirip kalbe nasıl kökleştirir? Bazı teviller mümkün ama yol zorlu. Bu noktada TDK'nın merak kelimesi için verdiği diğer bazı anlamlar imdadımıza yetişiyor:
2) Birşeyi edinme, yapma, birşeyle uğraşma isteği. 3) Düşkünlük, heves. 4) Kaygı, tasa... Ailenizden birisine eve geç geldiğinde söylediğiniz "Seni merak ettim!" ifadesi elbette salt bir 'araştırma ve öğrenmeye yönelik davranış biçimi' değil. İşin içinde duygu ve hatta kaygı da var. Yine bir insanın 'dedikoduya meraklı olması' onun sadece araştırmacılığına değil 'düşkünlüğüne' de işaret ediyor.
Ve yine 'ressamlığa meraklı olmak' duygusal bir bağlamda 'ressam olmayı istemek'le ilgilidir. Bu farklı kullanımlar da bize haber verir ki: Merak, salt bir entelektüel ilgi değildir, duyulduğu şeye göre renklenen bir duygulanımı da ifade eder. Yakınının durumunu merak eden onun adına korkmaktadır. Dedikoduya meraklı olan ondan kınanası bir haz almaktadır. Ressamlığa meraklı olan da o sıfata/yeteneğe sahip olmayı arzulamaktadır.
Bütün bunların da ötesinde, özellikle validemin dilinde çok rastladığım bir kullanımı daha var ki, merakın, bence Bediüzzaman'ın şuradaki kullanış biçimi de öyledir. Annem, bir yakını öldükten, yaralandıktan veya hasta olduktan sonra onun derdinin etkisiyle ruhsal veya bedensel çöküşe giren insanları tarif ederken şöyle der: "Filanca (...) olunca onu çok merak etti."
Burada validemin kastettiği ne araştırma, ne zevk alma, ne korkma, ne de arzu duyma... O insanın bu dert ile çok meşgul olduğunu, tekrar be tekrar hatırladığını, aşamadığını, uzaklaşamadığını, yüreğinde taşıyarak cidden sarsıldığını ifade ediyor. Araştırmaktan ziyade etrafında dönüp durmayı kastediyor. Öğrenilecek yeni birşey yok. Etkisinden uzaklaşılamayan birşeyler var. Oyalanışı hiç bitmeyen şeyler.
Ben, Bediüzzaman'ın mezkûr ifadelerini, annemin bu kullanımına dikkat edene kadar, kavrayamıyordum. Sırf bu örnek bile, bana, bir müellifi anlamanın, zamanının dilini/kullanımlarını anlamakla ilgisi üzerine önemli şeyler söylüyor. Bu bir yazı olmadı. Bir not olarak buraya kaydedilmiş olsun.
Şu an yazıma yaklaştınız mesela. Onda bir miktar da oyalanacaksınız. Etkilenmek için zamana ihtiyacınız var. Etkilemek için zamana ihtiyacım var. Gerçi buna tam bir yazı denemez. Daha çok 'farkettiğim bir detayı paylaşmak arzusu'dur. Mürşidimin, karşılaşılan zorlukların nasıl anlamlandırılması gerektiği ile ilgili metinlerinde sıklıkla istimal ettiği bir kelimenin doğru anlaşılmasıyla ilgili birşey bu. Hemen sadede koşalım. Bediüzzaman şuna benzer yerlerde diyor:
"Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider."
Burada zikredilen 'merak' kelimesinin anlamı nedir? Vikipedi şu anlamı veriyor: "Merak, insanlarda ve hayvanlarda gözlenen araştırma ve öğrenmeye yönelik bir davranış biçimidir." Kelimenin aşinası olduğumuz manası da bu. Ancak burada kalırsak şöyle bir sıkıntı karşımıza çıkıyor: Bu anlam mezkûr cümleye konulduğunda Bediüzzaman'ın demek istediği tam yerine oturmuyor. 'Araştırma ve öğrenmeye yönelik bir davranış biçimi' musibeti cesetten geçirip kalbe nasıl kökleştirir? Bazı teviller mümkün ama yol zorlu. Bu noktada TDK'nın merak kelimesi için verdiği diğer bazı anlamlar imdadımıza yetişiyor:
2) Birşeyi edinme, yapma, birşeyle uğraşma isteği. 3) Düşkünlük, heves. 4) Kaygı, tasa... Ailenizden birisine eve geç geldiğinde söylediğiniz "Seni merak ettim!" ifadesi elbette salt bir 'araştırma ve öğrenmeye yönelik davranış biçimi' değil. İşin içinde duygu ve hatta kaygı da var. Yine bir insanın 'dedikoduya meraklı olması' onun sadece araştırmacılığına değil 'düşkünlüğüne' de işaret ediyor.
Ve yine 'ressamlığa meraklı olmak' duygusal bir bağlamda 'ressam olmayı istemek'le ilgilidir. Bu farklı kullanımlar da bize haber verir ki: Merak, salt bir entelektüel ilgi değildir, duyulduğu şeye göre renklenen bir duygulanımı da ifade eder. Yakınının durumunu merak eden onun adına korkmaktadır. Dedikoduya meraklı olan ondan kınanası bir haz almaktadır. Ressamlığa meraklı olan da o sıfata/yeteneğe sahip olmayı arzulamaktadır.
Bütün bunların da ötesinde, özellikle validemin dilinde çok rastladığım bir kullanımı daha var ki, merakın, bence Bediüzzaman'ın şuradaki kullanış biçimi de öyledir. Annem, bir yakını öldükten, yaralandıktan veya hasta olduktan sonra onun derdinin etkisiyle ruhsal veya bedensel çöküşe giren insanları tarif ederken şöyle der: "Filanca (...) olunca onu çok merak etti."
Burada validemin kastettiği ne araştırma, ne zevk alma, ne korkma, ne de arzu duyma... O insanın bu dert ile çok meşgul olduğunu, tekrar be tekrar hatırladığını, aşamadığını, uzaklaşamadığını, yüreğinde taşıyarak cidden sarsıldığını ifade ediyor. Araştırmaktan ziyade etrafında dönüp durmayı kastediyor. Öğrenilecek yeni birşey yok. Etkisinden uzaklaşılamayan birşeyler var. Oyalanışı hiç bitmeyen şeyler.
Ben, Bediüzzaman'ın mezkûr ifadelerini, annemin bu kullanımına dikkat edene kadar, kavrayamıyordum. Sırf bu örnek bile, bana, bir müellifi anlamanın, zamanının dilini/kullanımlarını anlamakla ilgisi üzerine önemli şeyler söylüyor. Bu bir yazı olmadı. Bir not olarak buraya kaydedilmiş olsun.
23 Ağustos 2016 Salı
Yoksa Ahmed, Nouman Ali Khan'ı kıskanıyor mu? (2)
Daha önce de belirttiğim birşeyin altını tekrar çizmem gerek: Ben Numan Ali Han'ı çok bilmiyorum. İnternette denk gelen birkaç videosu dışında dinleyicisi olmadım. O yüzden şahsı veya itikadı hakkında yapacağım hiçbir tesbit isabetli olmaz ve yapmayacağım da zaten. Ancak hadis-i şerif sırrınca şuna inanıyorum: "Acele şeytandandır. Teenni ise Rahman'dandır." Bu yüzden özellikle muasırlarımlarımdan dinlediğim/okuduğum herkese karşı bir teenni sahibiyim. Bildiğim kadarıyla ehl-i sünnet mizanlarıyla sözlerini tartmaya meyyalim. Tartmadan yapılacak bir intisabın, en son örneğini FETÖ'de gördüğümüz şekilde, nasıl acı sonuçları olabileceğini biliyorum. Bu yüzden 'acaba' demekten vazgeçemiyorum.
Hem mürşidim, bizzat kendisini mevzubahis ederek, bana şöyle demiş: "Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."
Hem yine demiş: "Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder."
Ben de bu sözlerden ders alarak kulağıma gelen seslere karşı teenni ediyorum. Halkın teveccühünün ondan yana olması endişemi azaltmıyor. Özellikle 'aniden çok muteber olan' isimler hakkında teennim ziyadeleşiyor. Kısa sürede büyük başarılar elde edenlere karşı endişelerim artıyor. Neden böyle oluyor? Çünkü biliyorum: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın İslam'ı yayması zorluklarla dolu 23 yıldır. Ama Müseyleme'nin koca koca kitleleri irtidat ettirmesi birkaç aylık hâdisedir. Yine mürşidimin dediği gibi: 'On senede yapılan bir sarayın bir dakikada harap olması...' mümkündür. Mesleği yıkmak olanın yapmak olanlara nazaran daha tumtraklı görünmesi, daha çok göze batması, daha faal telakki edilmesi mümkündür.
Teenni, parçada hızlı olana değil, bütünde haklı olana şartlanmaktır. Acele işe neden şer/şeytan karışır? Çünkü Muhakemat'ta dendiği gibi 'hayır külli, şer cüzi'dir. Çünkü acele edildiğinde muhatap olunan varlığın bütünü değil parçasıdır. Teenni sizi zamansal boyutta, zihinsel boyutta, kavramsal boyutta daha çok beklemeye zorlar ve parçasıyla muhatap olduğunuzun bütünüyle de muhatap olmayı sağlar. Hem Mevlana'nın (k.s.) körler ve fil örneğinde, hem Bediüzzaman'ın (k.s.) gavvas ve hazine örneğinde dikkatimizi çektiği şey aynıdır: Parçayla muhatap olanın bir gözü de teenniyle bütünü aramazsa hükmünün yanlış olması kaçınılmazdır.
"Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler. Hükema-yı işrâkıyyunun kitaplarını ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur'âniyenin cinsinden ve Kur'ân'ın dersinden aldıkları halde—çünkü Kur'ân değiller—böyle nâkıs geliyor."
Peki, 'hızlı büyümek' konusundaki endişelerim nereden geliyor? Öncelikle FETÖ'den geliyor. Bilindiği gibi FETÖ, ortaya çıkış süreciyle yayılış süreci arasında korkunç bir hızın bulunduğu, dehşetli bir yapıydı. 70'lerde Nurculardan ayrıldıktan sonra, bırakın Türkiye'yi, dünyanın her bir köşesine yayılmaları birkaç on yıldan fazla sürmedi. Bediüzzaman'ın 1926'larda Yeni Said dönemiyle başlayan hayatından 2000'lere kadar devam eden nurcu geleneğe mensup bütün cemaatleri toplasanız FETÖ'cüler kadar çok değillerdi. Hatta neredeyse Türkiye'deki bütün dinî grupları geçtiler sayı çokluğunda... (İmkanlar açısından ise kesinlikle geçtiler.) Bu korkunç başarı da hem onların hem de bakanların başını döndürdü. Muvaffakiyetleri ihlasların delili sanıldı ve sayıldı. Sürece şahit olan herkes bu sözümü tasdik eder. Halbuki 5. Şua'da irdelenen rivayetlerin çoğu bizi 'az zamanda çok ve büyük işler yapanlara' karşı uyarıyordu:
"Rivayetlerde var ki; 'Deccalın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.' (...) İkinci te'vili ise: Hem Büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdatları mânâsında üç eyyam var. 'Bir günü, bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede, otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır...' diye, gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş."
Hem yine diğer bazı rivayetler fitnenin yayılış hızındaki korkunçluğa dikkat çekiyor gibiydi: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar..."
Şimdi ben diyorum ki: Numan Ali Han'ı tanımadan/bilmeden ehl-i dalalet olmakla suçlarsam bu benim hatam olur. Bundan ve benzerlerinden Allah'a sığınırım. Hiçbir metnimde bunu demedim. Demem de... Ancak Numan Ali Han'ın gördüğü itibardan/ilgiden dolayı ona karşı teenniyi terkederseniz bu da sizin hatanız olur. Ehl-i ilim olanınız ilmiyle zaten onun sözlerinden kömür ile elması ayırır, ama ehl-i ilim olmayanların mezkûr teenniyi yitirmemesi gerekir. Çünkü teenniyi yitiren 'burhan' ile değil, 'kazıye-i makbule' ile çalışmaya başlar. Kazıye-i makbule ise en nihayet işte FETÖ fitnesinde olduğu gibi 'kişinin inanılmış muteberliğinden başka delil aramayan' adanmış robotlar ordusu çıkarır ortaya. Bir tek Numan Ali Han için geçerli değil bahsettiğim teenni. Bütün 'yabancı' daî ve âlimler için geçerli. (Aliya İzzetbegoviç'i severiz, ama mehdiyi inkâr etmesine katılmayız mesela.) Her gün internette birileri fenomen oluyor. Eğer itikadımızı veya amelimizi selef-i salihinin eline değil de internet fenomenlerinin ellerine bırakırsak mahvolduğumuzun resmidir, vesselam.
Hem mürşidim, bizzat kendisini mevzubahis ederek, bana şöyle demiş: "Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."
Hem yine demiş: "Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder."
Ben de bu sözlerden ders alarak kulağıma gelen seslere karşı teenni ediyorum. Halkın teveccühünün ondan yana olması endişemi azaltmıyor. Özellikle 'aniden çok muteber olan' isimler hakkında teennim ziyadeleşiyor. Kısa sürede büyük başarılar elde edenlere karşı endişelerim artıyor. Neden böyle oluyor? Çünkü biliyorum: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın İslam'ı yayması zorluklarla dolu 23 yıldır. Ama Müseyleme'nin koca koca kitleleri irtidat ettirmesi birkaç aylık hâdisedir. Yine mürşidimin dediği gibi: 'On senede yapılan bir sarayın bir dakikada harap olması...' mümkündür. Mesleği yıkmak olanın yapmak olanlara nazaran daha tumtraklı görünmesi, daha çok göze batması, daha faal telakki edilmesi mümkündür.
Teenni, parçada hızlı olana değil, bütünde haklı olana şartlanmaktır. Acele işe neden şer/şeytan karışır? Çünkü Muhakemat'ta dendiği gibi 'hayır külli, şer cüzi'dir. Çünkü acele edildiğinde muhatap olunan varlığın bütünü değil parçasıdır. Teenni sizi zamansal boyutta, zihinsel boyutta, kavramsal boyutta daha çok beklemeye zorlar ve parçasıyla muhatap olduğunuzun bütünüyle de muhatap olmayı sağlar. Hem Mevlana'nın (k.s.) körler ve fil örneğinde, hem Bediüzzaman'ın (k.s.) gavvas ve hazine örneğinde dikkatimizi çektiği şey aynıdır: Parçayla muhatap olanın bir gözü de teenniyle bütünü aramazsa hükmünün yanlış olması kaçınılmazdır.
"Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler. Hükema-yı işrâkıyyunun kitaplarını ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur'âniyenin cinsinden ve Kur'ân'ın dersinden aldıkları halde—çünkü Kur'ân değiller—böyle nâkıs geliyor."
Peki, 'hızlı büyümek' konusundaki endişelerim nereden geliyor? Öncelikle FETÖ'den geliyor. Bilindiği gibi FETÖ, ortaya çıkış süreciyle yayılış süreci arasında korkunç bir hızın bulunduğu, dehşetli bir yapıydı. 70'lerde Nurculardan ayrıldıktan sonra, bırakın Türkiye'yi, dünyanın her bir köşesine yayılmaları birkaç on yıldan fazla sürmedi. Bediüzzaman'ın 1926'larda Yeni Said dönemiyle başlayan hayatından 2000'lere kadar devam eden nurcu geleneğe mensup bütün cemaatleri toplasanız FETÖ'cüler kadar çok değillerdi. Hatta neredeyse Türkiye'deki bütün dinî grupları geçtiler sayı çokluğunda... (İmkanlar açısından ise kesinlikle geçtiler.) Bu korkunç başarı da hem onların hem de bakanların başını döndürdü. Muvaffakiyetleri ihlasların delili sanıldı ve sayıldı. Sürece şahit olan herkes bu sözümü tasdik eder. Halbuki 5. Şua'da irdelenen rivayetlerin çoğu bizi 'az zamanda çok ve büyük işler yapanlara' karşı uyarıyordu:
"Rivayetlerde var ki; 'Deccalın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.' (...) İkinci te'vili ise: Hem Büyük Deccalın, hem İslâm Deccalının üç devre-i istibdatları mânâsında üç eyyam var. 'Bir günü, bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede, otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır...' diye, gayet yüksek bir belâğatla ümmetine haber vermiş."
Hem yine diğer bazı rivayetler fitnenin yayılış hızındaki korkunçluğa dikkat çekiyor gibiydi: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar..."
Şimdi ben diyorum ki: Numan Ali Han'ı tanımadan/bilmeden ehl-i dalalet olmakla suçlarsam bu benim hatam olur. Bundan ve benzerlerinden Allah'a sığınırım. Hiçbir metnimde bunu demedim. Demem de... Ancak Numan Ali Han'ın gördüğü itibardan/ilgiden dolayı ona karşı teenniyi terkederseniz bu da sizin hatanız olur. Ehl-i ilim olanınız ilmiyle zaten onun sözlerinden kömür ile elması ayırır, ama ehl-i ilim olmayanların mezkûr teenniyi yitirmemesi gerekir. Çünkü teenniyi yitiren 'burhan' ile değil, 'kazıye-i makbule' ile çalışmaya başlar. Kazıye-i makbule ise en nihayet işte FETÖ fitnesinde olduğu gibi 'kişinin inanılmış muteberliğinden başka delil aramayan' adanmış robotlar ordusu çıkarır ortaya. Bir tek Numan Ali Han için geçerli değil bahsettiğim teenni. Bütün 'yabancı' daî ve âlimler için geçerli. (Aliya İzzetbegoviç'i severiz, ama mehdiyi inkâr etmesine katılmayız mesela.) Her gün internette birileri fenomen oluyor. Eğer itikadımızı veya amelimizi selef-i salihinin eline değil de internet fenomenlerinin ellerine bırakırsak mahvolduğumuzun resmidir, vesselam.
8 Haziran 2016 Çarşamba
Mürşid, yanında 'susmaktan' mutlu olduğundur
Sana, beni ve ben gibi çok konuşanları rahatsız edecek birşey söyleyeyim mi? Mürşid, yanında susmaktan mutlu olduğundur. Yamacındayken az olmayı ötesinde çok olmaya tercih ettiğindir. Varlığına kendi varlığından fazla sevindiğindir. "Varlığım, varlığına armağan olsun!" dediğindir hakiki manada. Dualarına girsin yeter. "Anam babam sana feda olsun ya Resulallah! Canım sana feda olsun ya Resulallah!" desen yeter. Sahabe efendilerimiz bize böyle ders vermişler.
Anadan, babadan ve hatta candan geçmek ancak mürşid bildiğinin huzurundayken mümkün olur. Sesini sesinden, fikrini fikrinden daha çok sevdiğin ve beğendiğindir mürşid. Kendini onunla sınadığındır. O, dünyadaki mizanındır senin. Pencerendir bakmaya kendine. Onu seversin çünkü ondan seni izlemek sana birşey katar. Belki de bu yüzden Kur'an'da, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın huzurunda, seslerini, mübarek sesinden fazla yükseltenler uyarılır. Çünkü bu, sesle bile olsa, 'fazla var olma' arzusudur. Mürşidden fazla var olmayı istediğinde kendini edilgen konumdan çıkarırsın. Mürşidine mürşidlik taslamaya başlarsın. Bu bir nevi mürşidin huzurunu işgaldir. Kendini değişmesi gereken değil değiştirmesi gereken olarak görmeye başladığını gösterir. Öyle olduğun meclislerden uzaklaş. Çünkü etrafındakileri de yıpratırsın.
Talipsen mağrifete elbette dinleyen olacaksın. Toksan, kendi taliplerini/açlarını bul. Dinlemek açlığın delilidir. Öğrenmeye geldin oraya, öğretmeye değil. Önce bunu öğren. Soruların/katkıların elbette olacak, ama irşadın bir letafeti var. Işığını yaymasına müsaade etmezsen hangi lamba aydınlatabilir? O yüzden ilk adımın; aç olanın, aydınlatılmaya muhtaç olanın sen olduğunu farketmek. "Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin." Talebe, hocasının sözünü kendi sözü bildiği için talebedir. Onun istikametine kanaati yoksa ve kemaline iman etmiyorsa neden önünde diz kırsın?
Bir mecliste mürşidin rağmına konuşan varsa üzerine çentik at; çünkü belli ki, irşad olmaya gelmemiş. Kendi ışığını(!) yaymaya gelmiş. İki güneşin birden varlığı günebakanları şaşkın eder. Kendini günebakan olarak görmeyi bırakmışsan diğer günebakanlara bari merhamet et. Orayı terket.
Yanında susmayı sevdiğin şeydir senin mürşidin. Sûretini sükûtunda ara. Sesinin yükseldiği yerlerde değil. Yalnızca insanlardan mı çıkar mürşid? Hayır. Kitaplardan da çıkar. Kitap okurken konuşana rastlamadım ben. Sesini kitaptan fazla çıkarmaya çalışanı duymadım. Demek yanında susmak 'onu kitap gibi görmeye' de işaret ediyor. Susarak okur insanlar ve susmak aynı zamanda irşada atılan ilk adımdır. Bu nedenle kitaplarına da saygı göster, mürşidlerine gösterdiğin gibi.
Peki, bu, her yazarı mürşid sınıfına sokar mı? Evet, irşaddan aradığın insan-ı kamile doğru atılmış adımsa, bu doğru. Bu yüzden mürşidlerin tuzaklarıyla yazarların tuzakları birbirine benzer. Yazar da, mürşid de o kadar çok 'iyi olandan' bahseder ki; bir noktadan sonra asl-ı ben'inin hakikatin neresine düştüğünü unutur. Anlattığının şehveti sarar dörtbir yanını. Anlatılan iyidir ya. Yeter! İyi olanı nasihat vermek, fakat kendini anmamak mürşid için şehvetli ve dehşetli bir vartadır. Nasihatini, tevbesiyle ve itirafıyla kaynaştırıp vermezse, ötekileştirmesi kaçınılmazdır günahı.
Ve bundan sonra tüm irşadlar komşunun günahları üzerine yapılır. İyi olandan bahsetmek, iyi olmaya yeter görünür, fakat değildir. Yazarlar da düşer bu tuzaklara. 'Yaşanmamış hayattan intikamlarını alırken' yazdıkları şeyler, o kadar yüksek şeylerdir ki ve bunlarla okurların omuzlarına öyle şeyler yüklerler ki, dönüp kendilerini sigaya çekmezler. Belki biraz da bu yüzden mürşidim Sözler'ine başlarken şöyle söyler:
"Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin." Demek seninle beraber dinleyendir mürşid. Yalnızca sana konuşan değil. Seninle konuşurken kendisini unutan değil.
Bir romanda kahraman aslan parçası olabilir. Hazırcevap olabilir. Esprili olabilir. Delicesine âşık olabilir. Sevdiği kızın tebessümü için sayfalarca tasvir yapabilir. Fakat hangi yazar hayatı bir romandaki kadar derin yaşar? Kim, 'sonsuza dek mutlu' olur? Bu, bir yönüyle imkansızın edebiyatıdır. Ve imkansız olan, eğer buna farkındalığı yoksa, okurun omuzlarına ağır bir yük yükler. Ve Kur'an her birimizi uyarır: "Siz; insanlara iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitabı da okuyorsunuz, hiç aklınızı başınıza almayacak mısınız?" Aklı başa almak; dizginleri hayalin şehvetinden, iyiyi tasvirin lezzetinden kurtarmak, uygulamaya dönmek. Aslolana dönmek... Nihayetinde herkesin tuzağı kendi boyundadır. Vebali kendi boynunadır. Kendi yaralarıyla konuşmayı unutan bizim yaralarımızı anlayamaz.
Anadan, babadan ve hatta candan geçmek ancak mürşid bildiğinin huzurundayken mümkün olur. Sesini sesinden, fikrini fikrinden daha çok sevdiğin ve beğendiğindir mürşid. Kendini onunla sınadığındır. O, dünyadaki mizanındır senin. Pencerendir bakmaya kendine. Onu seversin çünkü ondan seni izlemek sana birşey katar. Belki de bu yüzden Kur'an'da, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın huzurunda, seslerini, mübarek sesinden fazla yükseltenler uyarılır. Çünkü bu, sesle bile olsa, 'fazla var olma' arzusudur. Mürşidden fazla var olmayı istediğinde kendini edilgen konumdan çıkarırsın. Mürşidine mürşidlik taslamaya başlarsın. Bu bir nevi mürşidin huzurunu işgaldir. Kendini değişmesi gereken değil değiştirmesi gereken olarak görmeye başladığını gösterir. Öyle olduğun meclislerden uzaklaş. Çünkü etrafındakileri de yıpratırsın.
"Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır."
Talipsen mağrifete elbette dinleyen olacaksın. Toksan, kendi taliplerini/açlarını bul. Dinlemek açlığın delilidir. Öğrenmeye geldin oraya, öğretmeye değil. Önce bunu öğren. Soruların/katkıların elbette olacak, ama irşadın bir letafeti var. Işığını yaymasına müsaade etmezsen hangi lamba aydınlatabilir? O yüzden ilk adımın; aç olanın, aydınlatılmaya muhtaç olanın sen olduğunu farketmek. "Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin." Talebe, hocasının sözünü kendi sözü bildiği için talebedir. Onun istikametine kanaati yoksa ve kemaline iman etmiyorsa neden önünde diz kırsın?
Bir mecliste mürşidin rağmına konuşan varsa üzerine çentik at; çünkü belli ki, irşad olmaya gelmemiş. Kendi ışığını(!) yaymaya gelmiş. İki güneşin birden varlığı günebakanları şaşkın eder. Kendini günebakan olarak görmeyi bırakmışsan diğer günebakanlara bari merhamet et. Orayı terket.
Yanında susmayı sevdiğin şeydir senin mürşidin. Sûretini sükûtunda ara. Sesinin yükseldiği yerlerde değil. Yalnızca insanlardan mı çıkar mürşid? Hayır. Kitaplardan da çıkar. Kitap okurken konuşana rastlamadım ben. Sesini kitaptan fazla çıkarmaya çalışanı duymadım. Demek yanında susmak 'onu kitap gibi görmeye' de işaret ediyor. Susarak okur insanlar ve susmak aynı zamanda irşada atılan ilk adımdır. Bu nedenle kitaplarına da saygı göster, mürşidlerine gösterdiğin gibi.
Peki, bu, her yazarı mürşid sınıfına sokar mı? Evet, irşaddan aradığın insan-ı kamile doğru atılmış adımsa, bu doğru. Bu yüzden mürşidlerin tuzaklarıyla yazarların tuzakları birbirine benzer. Yazar da, mürşid de o kadar çok 'iyi olandan' bahseder ki; bir noktadan sonra asl-ı ben'inin hakikatin neresine düştüğünü unutur. Anlattığının şehveti sarar dörtbir yanını. Anlatılan iyidir ya. Yeter! İyi olanı nasihat vermek, fakat kendini anmamak mürşid için şehvetli ve dehşetli bir vartadır. Nasihatini, tevbesiyle ve itirafıyla kaynaştırıp vermezse, ötekileştirmesi kaçınılmazdır günahı.
Ve bundan sonra tüm irşadlar komşunun günahları üzerine yapılır. İyi olandan bahsetmek, iyi olmaya yeter görünür, fakat değildir. Yazarlar da düşer bu tuzaklara. 'Yaşanmamış hayattan intikamlarını alırken' yazdıkları şeyler, o kadar yüksek şeylerdir ki ve bunlarla okurların omuzlarına öyle şeyler yüklerler ki, dönüp kendilerini sigaya çekmezler. Belki biraz da bu yüzden mürşidim Sözler'ine başlarken şöyle söyler:
"Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin." Demek seninle beraber dinleyendir mürşid. Yalnızca sana konuşan değil. Seninle konuşurken kendisini unutan değil.
Bir romanda kahraman aslan parçası olabilir. Hazırcevap olabilir. Esprili olabilir. Delicesine âşık olabilir. Sevdiği kızın tebessümü için sayfalarca tasvir yapabilir. Fakat hangi yazar hayatı bir romandaki kadar derin yaşar? Kim, 'sonsuza dek mutlu' olur? Bu, bir yönüyle imkansızın edebiyatıdır. Ve imkansız olan, eğer buna farkındalığı yoksa, okurun omuzlarına ağır bir yük yükler. Ve Kur'an her birimizi uyarır: "Siz; insanlara iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitabı da okuyorsunuz, hiç aklınızı başınıza almayacak mısınız?" Aklı başa almak; dizginleri hayalin şehvetinden, iyiyi tasvirin lezzetinden kurtarmak, uygulamaya dönmek. Aslolana dönmek... Nihayetinde herkesin tuzağı kendi boyundadır. Vebali kendi boynunadır. Kendi yaralarıyla konuşmayı unutan bizim yaralarımızı anlayamaz.
28 Mayıs 2016 Cumartesi
Hiçbir kitap yalnız değildir
"Çünkü anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa, manasız bir kağıttan ibaret kalır." 11. Söz'den...
Arkadaşım, sen de biliyorsun, müstakim bir araştırmacının birkaç çalışmasını birden okumak, hatta eserlerinin bütününe hâkim olmak, ‘hakikatte ne söylediğine’ daha çok aşina kılar bizi. Daha hâkim bir noktaya getirir. Beyanını daha iyi kuşatmış oluruz böylece. Bütünün resmini daha iyi çekeriz. Birbirini açan yerleri yakalarız. Birinden anlamadığımızı ötekinden anlarız. Hatta çoğu zaman onlar tavsiye ederler bunu. “Bu konuyu şu eserimde daha detaylı işledim!” diye gönderme yaparlar. Böylece farkındalığımızı açarlar. Biz de ardınca okumalarımızı sürdürürüz. Bütünü kuşatmanın hakikate yaklaştırdığını biliriz. Fıkradaki Bektaşî’dir ancak metinlerin ‘işine gelecek kadarıyla’ muhataplık isteyen. ‘İçkiliyken...’i okumayıp ‘... namaza yaklaşmayın’ ile amel eden.
Buradan şuraya geleceğim. Mürşidimin eserlerine aşina olanlar da bilirler ki: En çok dikkatimizi çektiği şeylerden birisi de Kur'an-kainat ilişkisidir. Nasıl bir ilişkidir bu peki? Sanki ‘aynı müellifin iki kitabı’ olmaktan daha fazlası vardır aralarında. Bir kere konumları kesinlikle eşit değildir. "Kâinat mescid-i kebirinde Kur'ân kâinatı okuyor..." diyen Bediüzzaman benzeri bir cümleyi tersi şekilde kurmaz. Hatta metinleri içinde yolculuğa çıktığınızda şöyle ifadelere rastlarsınız:
"Kur'ân-ı Hakîm, şu Kur'ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekvîniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i mânidar olan mevcudata 'mânâ-yı harfî' nazarıyla, yani onlara Sâni hesabına bakar. 'Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemâline delâlet ediyor...' der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor."
Bu hiyerarşi vahyin hem 'olmazsa olmazlığını' hem de 'hikmetini' anlatır bize bence. Evet. Elhamdülillah. Öyledir: Kainatın da tefsire ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın kaynağı da muhataplarının aczleridir. Ayetlerini kavramaktaki müşkülleridir. Kesretten vahdete dönmekteki zorluklarıdır. Yani Kur'an-ı Hakîm bize bir tefsir olarak da lütfedilmiştir. Onun rehberliği sayesinde beşer varlığa hangi perspektiften bakması gerektiğini öğrenir. Mevcudatın herbir parçasının Cenab-ı Hakkın isimlerine nasıl delalet ettiğini bilir. Arkadaşım pahabiçilmez bir ikramdır şu. Biraz da bu yüzden belki Kur'an ilk emri 'Oku!'dur. Yani herşey artık uyandırdığı açıdan okunmaya başlayacaktır: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”
Eh, bu eşikte artık ‘müfessirliğin meşruiyetini’ tartışmak da anlamsız oluyor arkadaşım, değil mi? Sünnetin fonksiyonunu sorgulamaksa hepten saçmalaşıyor. Çünkü; nasıl ki insan aklının kainat ayetleri karşısındaki şaşkınlığını Kur'an tefsiriyle gideriyor; aynen öyle de; Kur'an ayetleri karşısındaki şaşkınlığımızı da sünnet gideriyor. 'Üç küllî muarrif' analizi içinde Aleyhissalatuvesselamı, 'dört küllî burhan' analizinde ise vicdanı bu bütünlüğe dahil eden Bediüzzaman aslında Allah'ın hiçbir kitabının yalnız okunmaması gerektiğini de öğretiyor bizlere sanki. Kitap kitapla tamamlanıyor yani. Kitap kitapla tam irşad ediyor. Allah’ın kitaplarına aşina olundukça, bütünü nazara alındıkça, marziyatı daha net anlaşılıyor. Elhamdülillah:
“Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır.”
Hakikat de istikamet de bütünün dengesinden çıkar arkadaşım. Parçalar yanılgıya açıktır. Hem Mevlana Celaleddin Hazretlerinin ‘körlerin fili tarifi’ misali hem Bediüzzaman Hazretlerinin ‘gavvasların hazineyi tarifi’ örneği bize ‘parçadan yapılacak yorumların eksikliğini’ anlatır. Bu açıdan diyebiliriz ki: Kainat Allah'ın delilidir ama ona Kur'an'la bakmasını bilirsen. Kur'an-ı Hakîm sana ayetleri görmesini öğretir ama sünnet-i seniyye ile okumasını bilirsen. Sünnet sana Kur'an'ı doğru okumayı öğretir selef-i salihinden sana miras istikametli ilme/usûle güvenirsen. Bunların inşa ettiği tutarlı içeriğe sahip olursan ancak aklın selim olur. Nazarın keskin olur. Ferasetin tam olur.
Yani arkadaşım ‘kitapların birbirini gölgelemesi’ diye birşey yok. Çünkü aralarında çatışma yok. Zıtlaşma yok. Tenakuz yok. Aksine birbirini tamamlıyor onlar. Tersini savunanlara da istihza ile sormak gerekir: Sünnete kulak vermenin Kur'an'ı anlamaya engel olduğunu düşünenler Kur'an'a kulak vermenin de kainatı anlamaya engel olduğu düşünüyorlar mı? Düşünmüyorlarsa neden? Aynı gerekçe sünnete neden delil olamıyor? Fonksiyonunu anlatmıyor?
Güya Kur’an sevdası/müslümanlığı ile başlayıp en nihayet atlarını deizm uçurumuna sürenler gidişatı açık ettiler aslında. Tefsirleri teker teker düşürecekler. İslam’ın parçalarını teker teker eleyecekler. Evet. Bir tefsirden rahatsız olan her tefsirden rahatsız olur. Kaçınılmazdır şu. Bugün sünnetten rahatsız olan yarın kesinlikle Kur'an'dan da rahatsız olacaktır. Onu da elemeye bakacaktır. Deneyecektir en azından. Ve Kur’an-ı Hakîmimiz bize asırlar öncesinden haber veriyor ki: "Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır." Çünkü fâsık sapmaya meyyaldir. Aklı seyyiesine doğru bükülmüştür. Günahından vazgeçmektense meşrulaştırmayı ister. İnandığı gibi yaşamayı başaramayanlar, gün gelir, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar. Yaşadıklarının yasallaşmasını engelleyen her açıklamayı da karalarlar. Çıkarırlar. Saklarlar. Bektaşî gibi okumazdan gelirler. Allah öylelerden olmaktan korusun bizi arkadaşım. Âmin.
Arkadaşım, sen de biliyorsun, müstakim bir araştırmacının birkaç çalışmasını birden okumak, hatta eserlerinin bütününe hâkim olmak, ‘hakikatte ne söylediğine’ daha çok aşina kılar bizi. Daha hâkim bir noktaya getirir. Beyanını daha iyi kuşatmış oluruz böylece. Bütünün resmini daha iyi çekeriz. Birbirini açan yerleri yakalarız. Birinden anlamadığımızı ötekinden anlarız. Hatta çoğu zaman onlar tavsiye ederler bunu. “Bu konuyu şu eserimde daha detaylı işledim!” diye gönderme yaparlar. Böylece farkındalığımızı açarlar. Biz de ardınca okumalarımızı sürdürürüz. Bütünü kuşatmanın hakikate yaklaştırdığını biliriz. Fıkradaki Bektaşî’dir ancak metinlerin ‘işine gelecek kadarıyla’ muhataplık isteyen. ‘İçkiliyken...’i okumayıp ‘... namaza yaklaşmayın’ ile amel eden.
Buradan şuraya geleceğim. Mürşidimin eserlerine aşina olanlar da bilirler ki: En çok dikkatimizi çektiği şeylerden birisi de Kur'an-kainat ilişkisidir. Nasıl bir ilişkidir bu peki? Sanki ‘aynı müellifin iki kitabı’ olmaktan daha fazlası vardır aralarında. Bir kere konumları kesinlikle eşit değildir. "Kâinat mescid-i kebirinde Kur'ân kâinatı okuyor..." diyen Bediüzzaman benzeri bir cümleyi tersi şekilde kurmaz. Hatta metinleri içinde yolculuğa çıktığınızda şöyle ifadelere rastlarsınız:
"Kur'ân-ı Hakîm, şu Kur'ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekvîniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i mânidar olan mevcudata 'mânâ-yı harfî' nazarıyla, yani onlara Sâni hesabına bakar. 'Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemâline delâlet ediyor...' der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor."
Bu hiyerarşi vahyin hem 'olmazsa olmazlığını' hem de 'hikmetini' anlatır bize bence. Evet. Elhamdülillah. Öyledir: Kainatın da tefsire ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın kaynağı da muhataplarının aczleridir. Ayetlerini kavramaktaki müşkülleridir. Kesretten vahdete dönmekteki zorluklarıdır. Yani Kur'an-ı Hakîm bize bir tefsir olarak da lütfedilmiştir. Onun rehberliği sayesinde beşer varlığa hangi perspektiften bakması gerektiğini öğrenir. Mevcudatın herbir parçasının Cenab-ı Hakkın isimlerine nasıl delalet ettiğini bilir. Arkadaşım pahabiçilmez bir ikramdır şu. Biraz da bu yüzden belki Kur'an ilk emri 'Oku!'dur. Yani herşey artık uyandırdığı açıdan okunmaya başlayacaktır: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”
Eh, bu eşikte artık ‘müfessirliğin meşruiyetini’ tartışmak da anlamsız oluyor arkadaşım, değil mi? Sünnetin fonksiyonunu sorgulamaksa hepten saçmalaşıyor. Çünkü; nasıl ki insan aklının kainat ayetleri karşısındaki şaşkınlığını Kur'an tefsiriyle gideriyor; aynen öyle de; Kur'an ayetleri karşısındaki şaşkınlığımızı da sünnet gideriyor. 'Üç küllî muarrif' analizi içinde Aleyhissalatuvesselamı, 'dört küllî burhan' analizinde ise vicdanı bu bütünlüğe dahil eden Bediüzzaman aslında Allah'ın hiçbir kitabının yalnız okunmaması gerektiğini de öğretiyor bizlere sanki. Kitap kitapla tamamlanıyor yani. Kitap kitapla tam irşad ediyor. Allah’ın kitaplarına aşina olundukça, bütünü nazara alındıkça, marziyatı daha net anlaşılıyor. Elhamdülillah:
“Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır.”
Hakikat de istikamet de bütünün dengesinden çıkar arkadaşım. Parçalar yanılgıya açıktır. Hem Mevlana Celaleddin Hazretlerinin ‘körlerin fili tarifi’ misali hem Bediüzzaman Hazretlerinin ‘gavvasların hazineyi tarifi’ örneği bize ‘parçadan yapılacak yorumların eksikliğini’ anlatır. Bu açıdan diyebiliriz ki: Kainat Allah'ın delilidir ama ona Kur'an'la bakmasını bilirsen. Kur'an-ı Hakîm sana ayetleri görmesini öğretir ama sünnet-i seniyye ile okumasını bilirsen. Sünnet sana Kur'an'ı doğru okumayı öğretir selef-i salihinden sana miras istikametli ilme/usûle güvenirsen. Bunların inşa ettiği tutarlı içeriğe sahip olursan ancak aklın selim olur. Nazarın keskin olur. Ferasetin tam olur.
Yani arkadaşım ‘kitapların birbirini gölgelemesi’ diye birşey yok. Çünkü aralarında çatışma yok. Zıtlaşma yok. Tenakuz yok. Aksine birbirini tamamlıyor onlar. Tersini savunanlara da istihza ile sormak gerekir: Sünnete kulak vermenin Kur'an'ı anlamaya engel olduğunu düşünenler Kur'an'a kulak vermenin de kainatı anlamaya engel olduğu düşünüyorlar mı? Düşünmüyorlarsa neden? Aynı gerekçe sünnete neden delil olamıyor? Fonksiyonunu anlatmıyor?
Güya Kur’an sevdası/müslümanlığı ile başlayıp en nihayet atlarını deizm uçurumuna sürenler gidişatı açık ettiler aslında. Tefsirleri teker teker düşürecekler. İslam’ın parçalarını teker teker eleyecekler. Evet. Bir tefsirden rahatsız olan her tefsirden rahatsız olur. Kaçınılmazdır şu. Bugün sünnetten rahatsız olan yarın kesinlikle Kur'an'dan da rahatsız olacaktır. Onu da elemeye bakacaktır. Deneyecektir en azından. Ve Kur’an-ı Hakîmimiz bize asırlar öncesinden haber veriyor ki: "Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır." Çünkü fâsık sapmaya meyyaldir. Aklı seyyiesine doğru bükülmüştür. Günahından vazgeçmektense meşrulaştırmayı ister. İnandığı gibi yaşamayı başaramayanlar, gün gelir, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar. Yaşadıklarının yasallaşmasını engelleyen her açıklamayı da karalarlar. Çıkarırlar. Saklarlar. Bektaşî gibi okumazdan gelirler. Allah öylelerden olmaktan korusun bizi arkadaşım. Âmin.
31 Ekim 2015 Cumartesi
Mehdi mi yener Süpermen mi?
"Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir." İmam-ı Âzam Ebu Hanife (r.a.)
Bedri Rahmi Eyyüboğlu İnsan Kokusu isimli kitabında sinemanın 'rüya tekelciliği' yaptığıyı söyler. Eskiden herkes kendine ait bir hayal dünyasında yaşarken bugün popüler filmlerin/kahramanların hegemonyası yaşanmaktadır. Kahramanlar yöresel değil küreseldir. Dekorlar/hikayeler Hollywood'a aittir. Esas oğlanlar/kızlar bellidir. Herkes onları düşler. Herkes onlarla yetişir. Hatta bir dostum anlatmıştı. 5-6 yaşlarındaki oğluyla Risale dersine gitmişler. Dersin konusu Mehdi hakkındaki rivayetlermiş. Bir saate yakın dinlemişler. Evlerine dönerlerken oğlu kendisine sormuş: "Peki baba şimdi Mehdi'yle Süpermen dövüşse hangisi yener?"
Okuyanlar hatırlayacaklar. Geçmiş yazılarımdan birisinde (Çocuklar Adam Olmasın Yalnız, Adamlar da Çocuk Olsun) Aleyhissalatuvesselamın çocuklara ve yağmura dair hadislerine atıf yaparak, çocukların da yağmurlar gibi 'fıtrî ahidleri yeni' hediyeler olduğunu söylemiştim. Ve fıtrata (yani fabrika ayarlarımıza) yakınlıkları nedeniyle bize ders verici meziyetlere sahip olduklarına dikkat çekmiştim. 'Çocuktan al haberi' gibi tabirlerin onların aptallığına değil, saflığına ve dürüstlüklerine atıf yaptığını; bununsa 'yalan' denen kurgunun ahlaklarına sonradan eklediğimiz birşey olmasından kaynaklandığını belirtmiştim. Hâlâ da böyle düşünüyorum. Ve hatta arttırıyorum: Çocuklar gibi peygamberler de bize Allah'ın bir 'Fıtrata dön!' çağrısıdır.
Yani nasıl ki bir çocuğun saflığı sizi onun yanında tedbirli davranmaya zorlar, aynen öyle de, bir nebinin ismetinden gelen nezaketi de çevresindekileri edepli olmaya çağırır. Bir çocuğun yanında yalan söylemekten, küfür etmekten veya kem bir davranışta bulunmaktan çekinen büyük, daha aşkın bir şekilde nebinin yanında da aynı şeyleri yapmaktan çekinir. Nebinin pâklığı muhatabını da ahlaklı olmaya zorlar. Yani onlar duruşlarıyla bile insanları dönüştürürler.
Bunu pazusuyla, ordusuyla veya kılıcıyla yapmaz elbette nebi. Onun bulunduğu hal, yani kamil insan hali, vicdan denen yerimizin işiteceği şekilde asl-ı insanı bağırır. Çalışan her alıcının kolaylıkla algılayacağı bir fıtrat frekansını sürekli yayar. Ve siz bu bağırış karşısında kayıtsız kalamazsınız. Kâfir de kalsanız meziyetlerini takdir eder ve yanında davranışlarınıza çekidüzen verirsiniz. Bunun delili çoktur. Bunlardan yalnız Mekke'nin fethinden sonra yaşanan bir diyaloğu hatırlatmak isterim.
Müşrikler Aleyhissalatuvesselamı nasıl tarif etmişlerdir o gün? Ben şöyle biliyorum: "Sen kerim bir kardeşimizsin ve kerim bir kardeşimizin oğlusun." Yanlış anlaşılmasın. Bu onun nübüvvetine iman ettiklerinden dolayı söyledikleri birşey değildir. Bu karşıkonulmaz bir şekilde maruz kaldıkları güzel ahlakın itirafıdır. Mürşidim bir yerde bu sadedde der ki:
"Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu'cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın simasını görmekle, 'Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz' diyerek imana gelmişler."
Aleyhissalatuvesselamın bu yönünü ayrıca önemsiyorum ben. Çünkü bu yön bize 'kamil mürşidin' neden gerekli olduğunu da hatırlatıyor. Hikmetini anlatıyor. Öyle ya. Herhangi bir ahlakî değeri 'ilmî bir kavram olarak' ve/veya 'entelektüel bir haz duyarak' konuşabiliriz. Hakkında muhteşem aforizmalar kasabiliriz. Edebiyatın gözüne basabiliriz. Cakkıdı cakkıdı ahkam kesebiliriz. Daha önce söylenmemiş betimlemeler yapabiliriz. Bunlarla tıkına bereket 'retweet' veya 'beğen' de alabiliriz. Fakat etrafında kelimelerle döndüğümüz o hakikatin tesirini yine de 'yaşayanı' belirler.
Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz ihlası/ahlakı kelimelerde değil insanlarda okuruz. Kelimelerle değil insanlarla taşırız. Yani insan pratiği istenen mesajın asıl taşıyıcısıdır. Taşıyıcı da mesajın parçasıdır. Bu nedenle peygamberler de Allah'ın kelamını bize taşıyan Allah'ın kevnî kelamlarıdır.
Kur'an'ın ilk musfahı Aleyhissalatuvesselamın mübarek zatıdır. Fiiller ve tavırlar, hem de o hakikatin sınanmasının en gerekli olduğu zamanlarda sergilenenleri, ahlakı nakletmemizin yegane aracıdır. Bir ahlak salt kitabî bilgiyle nakledilebilir mi? Bence bu mümkün olamaz. Mümkün olamayacağı için Aleyhissalatuvesselam buyurmuştur: "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." Ve Aişe radyallahu anha annemiz demiştir: "Onun ahlakı Kur'an'dı." Yani Kur'an'ın dersi sünnetle tamam olmuştur.
Evet, en yakıcı sınavlarında bile fıtratının ismet derecesindeki saflığından ödün vermemiş Allah Resulü, hem canımız-ciğerimiz, hem de güzel ahlakın insanlar arasında 'olabilir/başarılabilir' birşey olduğunun ilk delilidir. Yani peygamber kulluğun 'yapılabilirliğinin' ilk delilidir. Bu noktada Kur'an'ın onu anarken vurguladığı 'içinizden biri' ifadesi 'sizin gibi yaratılmış ama sizin gibi olmamış-bozulmamış birisi' diye de algılanabilir. Yani içimizden birisi, içimizden herhangi birisi gibi davranmayarak, herşeyi değiştirmiştir.
Bu açıdan bakınca "Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz!" buyuran İsrâ sûresi bir açıdan da şunu söylüyor olamaz mı: "İçinizden birinin herşeye rağmen fıtratını koruyabildiğini ve gönderdiğim vahye uygun yaşayabildiğini sizlere göstermedikçe ve o size 'bizzat yaşayanı olarak' vahyimi/davetimi tebliğ etmedikçe size azap etmeyiz." Bu davetin hayatla bütünlüğünü anlama noktasında çok kıymetlidir. Teori pratiğiyle birlikte aktarılmadığı zaman gırtlaktan aşağıya inemez çünkü.
"Mu'cize-i Muhammedî aynı Muhammeddir (a.s.m.)..." derken Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği de biraz bu değil midir? "Bütün ümmet hattâ düşmanları da dâhil olduğu halde icmâ etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye câmidir." Onun metinlerinde sıklıkla vurgu yaptığı birşeydir şu. Peygamberler, sadece dillerindeki vahiyle ve ellerinden vücuda gelen harikalarla değil, onun uygulanabilirliğini göstermeleriyle de davetin bir parçasıdırlar. Hâşâ, sümme hâşâ, mesajı getirince işleri bitmiş bir postacı gibi görülemezler. Çünkü insanlar bir mesaja, onu uygulayan kişinin elinden/dilinden muhatap olmadıkça, uymazlar. İnsanların, özellikle avamın, söylem ile yaptıkları ilk kavga nasihatin sahibindeki tutarlılığıdır. Bunu şöyle bir örnekle biraz daha açmak istiyorum:
Biz güzel ahlakın varlığına onun edebî metinler içinde varoluşuyla inanmayız. Aforizmalar bizi güzel ahlaka inandıramazlar. Bu nedenle büyük meblağlar bulmuş ama tek lirasına dokunmadan onu sahibine iade etmiş veya hiç tanımadığı birisine çok büyük bir fedakârlık yapmış veya daha başka bir şekilde güzel ahlakın bir nümunesini/uygulanabilirliğini bize göstermiş insanların hikayeleriyle çok meşgul oluruz. Onları gazetelerimize manşet yapar ve/veya televizyonlarımızda duygusal bir haber olarak geçeriz. Büyük büyük söyler ve/veya yazarız: "İnsanlık ölmemiş!" Veya deriz: "İşte günün kahramanı!"
İnsanlığın ölmediğine bizi kim inandırır? Metinler mi? Aforizmalar mı? Felsefe mi? Bizi insanlığın ölmediğine insanlığının hakkını veren hayatlar inandırır. İşte nebiler de bu yüzden kıymetlidir. Ve onların varisleri olan âlimler de. Mürşid talebesi için dersin tamamlayıcı parçasıdır. Bir mürşide intisabın tasavvuf geleneğinde çok önemsenmesi, bir usûle intisabın hakikate vusûlde çok vurgulanması, bunlar boşuna değildirler. Geleneği hakikatin inanılırlığını arttırır.
Bana öyle geliyor ki: Nebileri postacı konumuna indirmeye çalışanlar da aslında kem bir amaçla bunu yapıyorlar. O da şudur: Vatanı değil amma mü'minin anavatanını, yani güzel ahlakın bütünlüğünü parçalamaya çalışıyorlar. Halbuki, bu dangalakların sünnet-i seniyye yerine ürettikleri hiçbir aforizma, hiçbir entelektüel eğlenti Abdullah b. Selam radyallahu anh gibileri kandıramaz. Onun gibilerin Aleyhissalatuvesselamın yüzünü görmesi gerekir. Bizim gibilerin onun ahlakını bilmesi gerekir. Öyle bir hayatın mümkün olabildiğine şahit olunması gerekir. "Bu yüzde yalan olmaz!" ancak bu bilgiden/görüşten sonra söylenebilir.
Düşünelim: Bediüzzaman'ın istikametten şaşmamış ve büyük bedeller ödemekten çekinmemiş hayatı olmasa, Risale-i Nur metinleri, sırf bir didaktik eser olarak, bu kadar insana hakikatin yolunu göstermeyi başarabilir miydi? Said Nursî'siz Risale-i Nur tavsiye edenler, Peygambersiz Kur'an arayışına girenler, güya iyi niyetlerle vurguyu aslolana getirmek için bunu yaptıklarını söylüyorlar. Ya arkaplana attıkları parça aslın da parçasıysa? Ya onsuz asıl da yarım kalıyorsa?
Yani ya sandıkları gibi bir hiyerarşi yoksa? Mürşidin hayatı tebliğden kopmayan ve hatta tebliğin sağlığını sağlayan en birinci etkense? Bugün âlem-i İslam'ın durumuna bir bakınız. Hiçbirimiz doğruyu bilmiyor veya doğru kavramlara birbirimizi çağırmıyor değiliz. Ortalık müçtehid kaynıyor(!) Herkes bir taraftan "Ey müslüman uyan!" diye bağırıyor. Asıl sorun çağrıda değil. Sorun şu: Biz birbirimizin samimiyetine inanmıyoruz. Çünkü öyle bir ahlak göremiyoruz bir diğerimizde.
Bu yüzden hem nübüvvet, hem varisi olmak hasebiyle hakiki âlimler, hem bunun altbaşlıkları olarak müceddidlik ve mehdilik gibi kavramlar-kişiler, bunların hepsi gerekli. Hiçbirisi küçük görülmemeli. Ben Mehdi'den bazılarının karikatürize ettiği gibi süpergüçlerle gelmesini beklemiyorum. Ama, evet, hepimizi inandıracak bir samimiyet ve ahlakla ortaya çıkmasını bekliyorum. Eksik olan o çünkü. Mü'minin süpergücü o. Yoksa, maşaallah, hepimizin ağzı süper laf yapıyor. Fiyakalı sözlerden geçilmiyor. Fakat salih seleflerimizin mirasını yemekten başka birşey de elimizden gelmiyor. En nihayet demem o ki kardeşlerim: "Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz." Çünkü mehdinin de süper gücü o olacak.
Bedri Rahmi Eyyüboğlu İnsan Kokusu isimli kitabında sinemanın 'rüya tekelciliği' yaptığıyı söyler. Eskiden herkes kendine ait bir hayal dünyasında yaşarken bugün popüler filmlerin/kahramanların hegemonyası yaşanmaktadır. Kahramanlar yöresel değil küreseldir. Dekorlar/hikayeler Hollywood'a aittir. Esas oğlanlar/kızlar bellidir. Herkes onları düşler. Herkes onlarla yetişir. Hatta bir dostum anlatmıştı. 5-6 yaşlarındaki oğluyla Risale dersine gitmişler. Dersin konusu Mehdi hakkındaki rivayetlermiş. Bir saate yakın dinlemişler. Evlerine dönerlerken oğlu kendisine sormuş: "Peki baba şimdi Mehdi'yle Süpermen dövüşse hangisi yener?"
Okuyanlar hatırlayacaklar. Geçmiş yazılarımdan birisinde (Çocuklar Adam Olmasın Yalnız, Adamlar da Çocuk Olsun) Aleyhissalatuvesselamın çocuklara ve yağmura dair hadislerine atıf yaparak, çocukların da yağmurlar gibi 'fıtrî ahidleri yeni' hediyeler olduğunu söylemiştim. Ve fıtrata (yani fabrika ayarlarımıza) yakınlıkları nedeniyle bize ders verici meziyetlere sahip olduklarına dikkat çekmiştim. 'Çocuktan al haberi' gibi tabirlerin onların aptallığına değil, saflığına ve dürüstlüklerine atıf yaptığını; bununsa 'yalan' denen kurgunun ahlaklarına sonradan eklediğimiz birşey olmasından kaynaklandığını belirtmiştim. Hâlâ da böyle düşünüyorum. Ve hatta arttırıyorum: Çocuklar gibi peygamberler de bize Allah'ın bir 'Fıtrata dön!' çağrısıdır.
Yani nasıl ki bir çocuğun saflığı sizi onun yanında tedbirli davranmaya zorlar, aynen öyle de, bir nebinin ismetinden gelen nezaketi de çevresindekileri edepli olmaya çağırır. Bir çocuğun yanında yalan söylemekten, küfür etmekten veya kem bir davranışta bulunmaktan çekinen büyük, daha aşkın bir şekilde nebinin yanında da aynı şeyleri yapmaktan çekinir. Nebinin pâklığı muhatabını da ahlaklı olmaya zorlar. Yani onlar duruşlarıyla bile insanları dönüştürürler.
Bunu pazusuyla, ordusuyla veya kılıcıyla yapmaz elbette nebi. Onun bulunduğu hal, yani kamil insan hali, vicdan denen yerimizin işiteceği şekilde asl-ı insanı bağırır. Çalışan her alıcının kolaylıkla algılayacağı bir fıtrat frekansını sürekli yayar. Ve siz bu bağırış karşısında kayıtsız kalamazsınız. Kâfir de kalsanız meziyetlerini takdir eder ve yanında davranışlarınıza çekidüzen verirsiniz. Bunun delili çoktur. Bunlardan yalnız Mekke'nin fethinden sonra yaşanan bir diyaloğu hatırlatmak isterim.
Müşrikler Aleyhissalatuvesselamı nasıl tarif etmişlerdir o gün? Ben şöyle biliyorum: "Sen kerim bir kardeşimizsin ve kerim bir kardeşimizin oğlusun." Yanlış anlaşılmasın. Bu onun nübüvvetine iman ettiklerinden dolayı söyledikleri birşey değildir. Bu karşıkonulmaz bir şekilde maruz kaldıkları güzel ahlakın itirafıdır. Mürşidim bir yerde bu sadedde der ki:
"Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu'cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın simasını görmekle, 'Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz' diyerek imana gelmişler."
Aleyhissalatuvesselamın bu yönünü ayrıca önemsiyorum ben. Çünkü bu yön bize 'kamil mürşidin' neden gerekli olduğunu da hatırlatıyor. Hikmetini anlatıyor. Öyle ya. Herhangi bir ahlakî değeri 'ilmî bir kavram olarak' ve/veya 'entelektüel bir haz duyarak' konuşabiliriz. Hakkında muhteşem aforizmalar kasabiliriz. Edebiyatın gözüne basabiliriz. Cakkıdı cakkıdı ahkam kesebiliriz. Daha önce söylenmemiş betimlemeler yapabiliriz. Bunlarla tıkına bereket 'retweet' veya 'beğen' de alabiliriz. Fakat etrafında kelimelerle döndüğümüz o hakikatin tesirini yine de 'yaşayanı' belirler.
Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz ihlası/ahlakı kelimelerde değil insanlarda okuruz. Kelimelerle değil insanlarla taşırız. Yani insan pratiği istenen mesajın asıl taşıyıcısıdır. Taşıyıcı da mesajın parçasıdır. Bu nedenle peygamberler de Allah'ın kelamını bize taşıyan Allah'ın kevnî kelamlarıdır.
Kur'an'ın ilk musfahı Aleyhissalatuvesselamın mübarek zatıdır. Fiiller ve tavırlar, hem de o hakikatin sınanmasının en gerekli olduğu zamanlarda sergilenenleri, ahlakı nakletmemizin yegane aracıdır. Bir ahlak salt kitabî bilgiyle nakledilebilir mi? Bence bu mümkün olamaz. Mümkün olamayacağı için Aleyhissalatuvesselam buyurmuştur: "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." Ve Aişe radyallahu anha annemiz demiştir: "Onun ahlakı Kur'an'dı." Yani Kur'an'ın dersi sünnetle tamam olmuştur.
Evet, en yakıcı sınavlarında bile fıtratının ismet derecesindeki saflığından ödün vermemiş Allah Resulü, hem canımız-ciğerimiz, hem de güzel ahlakın insanlar arasında 'olabilir/başarılabilir' birşey olduğunun ilk delilidir. Yani peygamber kulluğun 'yapılabilirliğinin' ilk delilidir. Bu noktada Kur'an'ın onu anarken vurguladığı 'içinizden biri' ifadesi 'sizin gibi yaratılmış ama sizin gibi olmamış-bozulmamış birisi' diye de algılanabilir. Yani içimizden birisi, içimizden herhangi birisi gibi davranmayarak, herşeyi değiştirmiştir.
Bu açıdan bakınca "Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz!" buyuran İsrâ sûresi bir açıdan da şunu söylüyor olamaz mı: "İçinizden birinin herşeye rağmen fıtratını koruyabildiğini ve gönderdiğim vahye uygun yaşayabildiğini sizlere göstermedikçe ve o size 'bizzat yaşayanı olarak' vahyimi/davetimi tebliğ etmedikçe size azap etmeyiz." Bu davetin hayatla bütünlüğünü anlama noktasında çok kıymetlidir. Teori pratiğiyle birlikte aktarılmadığı zaman gırtlaktan aşağıya inemez çünkü.
"Mu'cize-i Muhammedî aynı Muhammeddir (a.s.m.)..." derken Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği de biraz bu değil midir? "Bütün ümmet hattâ düşmanları da dâhil olduğu halde icmâ etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye câmidir." Onun metinlerinde sıklıkla vurgu yaptığı birşeydir şu. Peygamberler, sadece dillerindeki vahiyle ve ellerinden vücuda gelen harikalarla değil, onun uygulanabilirliğini göstermeleriyle de davetin bir parçasıdırlar. Hâşâ, sümme hâşâ, mesajı getirince işleri bitmiş bir postacı gibi görülemezler. Çünkü insanlar bir mesaja, onu uygulayan kişinin elinden/dilinden muhatap olmadıkça, uymazlar. İnsanların, özellikle avamın, söylem ile yaptıkları ilk kavga nasihatin sahibindeki tutarlılığıdır. Bunu şöyle bir örnekle biraz daha açmak istiyorum:
Biz güzel ahlakın varlığına onun edebî metinler içinde varoluşuyla inanmayız. Aforizmalar bizi güzel ahlaka inandıramazlar. Bu nedenle büyük meblağlar bulmuş ama tek lirasına dokunmadan onu sahibine iade etmiş veya hiç tanımadığı birisine çok büyük bir fedakârlık yapmış veya daha başka bir şekilde güzel ahlakın bir nümunesini/uygulanabilirliğini bize göstermiş insanların hikayeleriyle çok meşgul oluruz. Onları gazetelerimize manşet yapar ve/veya televizyonlarımızda duygusal bir haber olarak geçeriz. Büyük büyük söyler ve/veya yazarız: "İnsanlık ölmemiş!" Veya deriz: "İşte günün kahramanı!"
İnsanlığın ölmediğine bizi kim inandırır? Metinler mi? Aforizmalar mı? Felsefe mi? Bizi insanlığın ölmediğine insanlığının hakkını veren hayatlar inandırır. İşte nebiler de bu yüzden kıymetlidir. Ve onların varisleri olan âlimler de. Mürşid talebesi için dersin tamamlayıcı parçasıdır. Bir mürşide intisabın tasavvuf geleneğinde çok önemsenmesi, bir usûle intisabın hakikate vusûlde çok vurgulanması, bunlar boşuna değildirler. Geleneği hakikatin inanılırlığını arttırır.
Bana öyle geliyor ki: Nebileri postacı konumuna indirmeye çalışanlar da aslında kem bir amaçla bunu yapıyorlar. O da şudur: Vatanı değil amma mü'minin anavatanını, yani güzel ahlakın bütünlüğünü parçalamaya çalışıyorlar. Halbuki, bu dangalakların sünnet-i seniyye yerine ürettikleri hiçbir aforizma, hiçbir entelektüel eğlenti Abdullah b. Selam radyallahu anh gibileri kandıramaz. Onun gibilerin Aleyhissalatuvesselamın yüzünü görmesi gerekir. Bizim gibilerin onun ahlakını bilmesi gerekir. Öyle bir hayatın mümkün olabildiğine şahit olunması gerekir. "Bu yüzde yalan olmaz!" ancak bu bilgiden/görüşten sonra söylenebilir.
Düşünelim: Bediüzzaman'ın istikametten şaşmamış ve büyük bedeller ödemekten çekinmemiş hayatı olmasa, Risale-i Nur metinleri, sırf bir didaktik eser olarak, bu kadar insana hakikatin yolunu göstermeyi başarabilir miydi? Said Nursî'siz Risale-i Nur tavsiye edenler, Peygambersiz Kur'an arayışına girenler, güya iyi niyetlerle vurguyu aslolana getirmek için bunu yaptıklarını söylüyorlar. Ya arkaplana attıkları parça aslın da parçasıysa? Ya onsuz asıl da yarım kalıyorsa?
Yani ya sandıkları gibi bir hiyerarşi yoksa? Mürşidin hayatı tebliğden kopmayan ve hatta tebliğin sağlığını sağlayan en birinci etkense? Bugün âlem-i İslam'ın durumuna bir bakınız. Hiçbirimiz doğruyu bilmiyor veya doğru kavramlara birbirimizi çağırmıyor değiliz. Ortalık müçtehid kaynıyor(!) Herkes bir taraftan "Ey müslüman uyan!" diye bağırıyor. Asıl sorun çağrıda değil. Sorun şu: Biz birbirimizin samimiyetine inanmıyoruz. Çünkü öyle bir ahlak göremiyoruz bir diğerimizde.
Bu yüzden hem nübüvvet, hem varisi olmak hasebiyle hakiki âlimler, hem bunun altbaşlıkları olarak müceddidlik ve mehdilik gibi kavramlar-kişiler, bunların hepsi gerekli. Hiçbirisi küçük görülmemeli. Ben Mehdi'den bazılarının karikatürize ettiği gibi süpergüçlerle gelmesini beklemiyorum. Ama, evet, hepimizi inandıracak bir samimiyet ve ahlakla ortaya çıkmasını bekliyorum. Eksik olan o çünkü. Mü'minin süpergücü o. Yoksa, maşaallah, hepimizin ağzı süper laf yapıyor. Fiyakalı sözlerden geçilmiyor. Fakat salih seleflerimizin mirasını yemekten başka birşey de elimizden gelmiyor. En nihayet demem o ki kardeşlerim: "Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz." Çünkü mehdinin de süper gücü o olacak.
3 Mayıs 2015 Pazar
Kendini dağlarken onları çağırıyorsun
Kanaatimce mürşid, 'yarası olmayan insan' demek değildir. Yaralarının ve devalarının farkında olan veya en azından arayan/çoklukla buldurulan ve çağıran insandır. Kulluğun yaraları hiç geçmez çünkü. Acz bir yaradır. Fakr bir yaradır. Bunlar geçerse azgınlaşırız. ("Şüphe yok ki, insan elbette azar. Kendisini ihtiyaçtan kurtulmuş görünce..." diyen Alâk sûresi bu dersi veriyor.) Gaflet veya küfür dediğimiz şeyler yarasızlık değil, yaralarının farkında olamamak veya kabul edememektir. 'İhtiyaçtan kurtulmuş görünce'dir yani, kurtulma değildir. Bu noktada, irşad olunan da, mürşidinin karşısına yaralarının farkına varmış olarak geçer. İrşad olanın mürşidden farkı, devalarını bilmiyor oluşudur. Devaların cinsi de muhteliftir. Bazısı nefes gibidir, solur gibi muhtaçsındır. Bazıları su gibidir, içer gibi muhtaçsındır. Bazıları gıda gibidir, yemek gibi muhtaçsındır. Bazılarına duyulan ihtiyaçsa daha seyrektir.
Yaranın cinsine göre devanın kullanım sıklığı da değişir. Fakat yarasızlık diye birşey yoktur. Hem mürşid adına hem mürid adına. Yani mürşid, bütün yaralarını iyileştirmiş ve aşkın insan olmuş (veya Niçe'nin tabiriyle 'üst insan' olmuş) bir canlı olarak nirvadan konuşmaz sizinle. (İnsan-ı kamil asla bu anlama gelmez bizde.) Yanınızda ve yaralarıyla 'içinizden birisi' olarak konuşur. 'İçinizden birisi' kalarak konuşur. Kendi yaralarının farkındalığı, sizin acınızı anlaması ve size merhamet etmesini sağlar. Tevbe 128, 'mülkün güzelliği' aleyhissalatuvesselam ile bu dersi verir: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir."
George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar'da bir çocuğun dünyasına girmenin ancak anılar vasıtasıyla olabileceğini söyler:
Ben Orwell'ın bu düşüncesinin irşad faaliyeti için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bir mürşidin başarısı, irşad ettiği insanla yaşayabileceği empatiye bağlıdır. Onun yerine koyma kendini, ancak bir zamanlar onun gibi olmakla mümkündür. Onun gibi olan yanlarını/yönlerini, belki insandan insana uzanan dertten ve yaradan yollarını keşfedip, kendininkini deşerken ona da dokunmaktır. Bediüzzaman'ın "Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez..." cümlesini böylesi bir insandan insana yol olarak da anlayabiliriz. Nefsinde ıslah, başkasında da o nefse benzer bir nefis bulunduğu için, senden ona uzanan yoldur. Kalemi kendine batırdıkça, karşındakinin kalbine dokunursun. Ne kadar derine batırırsan o kadar yaralı insan inleyişini işitip etrafında toplanmaya başlar. Kendi insanına dokunmak, asl-ı insan arşına dokunmaktır çünkü.
Yaralarını bu yönüyle sevebilirsin. Onlar sayesinde herkesleşiyorsun. Daha çok insan oluyor ve daha çok insanı anlayabiliyorsun. Ve yine o dolmayan boşluklar seni Allah'ı aramaya itiyor. Yazdıran da onlar, düşündüren de. Kendi içindeki o boşluğa kapıldığın zaman dalgınlığa kapılıyorsun. Onsuzluğun boşluğundan Onun varlığına kaçış, 'istiaze/sığınma' sırrı böyle birşeyin ifadesi biraz da. Kış Günlüğü'nde "Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?" diyen Paul Auster da buna dokunuyor ama tanımlayamıyor.
Sahabilerin irşad başarısını biraz da bu şekilde anlayabiliyorum. Pekçoğu cahiliye hayatlarında şirke düşmüş, sonra İslam'ın sadasıyla uyanan o güzel insanlar; ehl-i şirkin yaralarını ve şirkin psikolojisini çok iyi bildikleri için irşadları da bu kadar güçlüydü belki. Muhataplarının yaralarını çok iyi biliyorlardı, çünkü o yaralarla bir zamanlar kendileri de yaralıydılar.
Bediüzzaman'ın bir Kur'an tefsiri olan Risale-i Nur'da kendi hatıralarını bu kadar çok anlatmasını da biraz buna bağlıyorum. Kendi kalbine kalemini batırmak bu. Önce kendi yaranı kanatmak. Kanının kokusunu alan diğer yaralılar toplanıyorlar etrafına. Kendini dağlarken onları çağırıyorsun. "Ben yaramı böyle iyileştirdim..." demek aslında biraz da yaralarından bahsetmektir. Yaralarının varlığını kabul edip yüzleşmektir. Zaafını görmekten korkmamak, 'mış gibi' yapmamaktır. İçimizden biri olmaktır yaralarıyla. Yarasını kabul etmeyenin bu yerde yeri yok. Ne boşuna yazsın, ne de dinlesin/okusun. Irvin Yalom'um Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi; suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."
"Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ... Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder."
Yaranın cinsine göre devanın kullanım sıklığı da değişir. Fakat yarasızlık diye birşey yoktur. Hem mürşid adına hem mürid adına. Yani mürşid, bütün yaralarını iyileştirmiş ve aşkın insan olmuş (veya Niçe'nin tabiriyle 'üst insan' olmuş) bir canlı olarak nirvadan konuşmaz sizinle. (İnsan-ı kamil asla bu anlama gelmez bizde.) Yanınızda ve yaralarıyla 'içinizden birisi' olarak konuşur. 'İçinizden birisi' kalarak konuşur. Kendi yaralarının farkındalığı, sizin acınızı anlaması ve size merhamet etmesini sağlar. Tevbe 128, 'mülkün güzelliği' aleyhissalatuvesselam ile bu dersi verir: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir."
"Fakat bazan olur ki, nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder, fakat silâhlarını ve cihâzâtını âsâba devreder. Âsab ve damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun âsârı yine görünür. Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nüfusları mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Kalbleri gayet selim ve münevver iken, emrâz-ı kalbden vâveylâ etmişler. İşte bu zatlardaki, nefs-i emmâre değil, belki âsâba devredilen nefs-i emmârenin vazifesidir. Maraz ise, kalbî değil, belki maraz-ı hayalîdir."
George Orwell, Kitaplar ve Sigaralar'da bir çocuğun dünyasına girmenin ancak anılar vasıtasıyla olabileceğini söyler:
"Ve bu noktada insan bir çocuğun gerçekte ne hissettiğini ve düşündüğünü bilmenin müthiş zorluğuyla karşı karşıya. Oldukça mutlu gözüken bir çocuk aslında açığa vurmayacağı ya da vuramayacağı korkunç şeylerden mustarip olabilir. Çocuklar, yalnızca anılarımız ya da tahminlerimiz aracılığıyla içine girebileceğimiz, bize yabancı bir sualtı dünyasında yaşar. Başlıca ipucumuz bizim de bir zamanlar çocuk olduğumuz gerçeği; ancak çoğu insan, kendi çocukluklarındaki ortamı neredeyse bütünüyle unutuyor gibi gözüküyor."
Ben Orwell'ın bu düşüncesinin irşad faaliyeti için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bir mürşidin başarısı, irşad ettiği insanla yaşayabileceği empatiye bağlıdır. Onun yerine koyma kendini, ancak bir zamanlar onun gibi olmakla mümkündür. Onun gibi olan yanlarını/yönlerini, belki insandan insana uzanan dertten ve yaradan yollarını keşfedip, kendininkini deşerken ona da dokunmaktır. Bediüzzaman'ın "Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez..." cümlesini böylesi bir insandan insana yol olarak da anlayabiliriz. Nefsinde ıslah, başkasında da o nefse benzer bir nefis bulunduğu için, senden ona uzanan yoldur. Kalemi kendine batırdıkça, karşındakinin kalbine dokunursun. Ne kadar derine batırırsan o kadar yaralı insan inleyişini işitip etrafında toplanmaya başlar. Kendi insanına dokunmak, asl-ı insan arşına dokunmaktır çünkü.
"Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."
Yaralarını bu yönüyle sevebilirsin. Onlar sayesinde herkesleşiyorsun. Daha çok insan oluyor ve daha çok insanı anlayabiliyorsun. Ve yine o dolmayan boşluklar seni Allah'ı aramaya itiyor. Yazdıran da onlar, düşündüren de. Kendi içindeki o boşluğa kapıldığın zaman dalgınlığa kapılıyorsun. Onsuzluğun boşluğundan Onun varlığına kaçış, 'istiaze/sığınma' sırrı böyle birşeyin ifadesi biraz da. Kış Günlüğü'nde "Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta başından beri içinde yara taşıyan birisin, yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?" diyen Paul Auster da buna dokunuyor ama tanımlayamıyor.
"Göklere ve yerlere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım..." sırrınca, kalbinde, ancak bir sonsuzluk sahibiyle dolacak karadelikle yaratılmışsın. Ne kadar dünya, hatta dünyalar bastırsan; ne kadar kanını akıtsan 'oh' demez, dolmaz o.
Sahabilerin irşad başarısını biraz da bu şekilde anlayabiliyorum. Pekçoğu cahiliye hayatlarında şirke düşmüş, sonra İslam'ın sadasıyla uyanan o güzel insanlar; ehl-i şirkin yaralarını ve şirkin psikolojisini çok iyi bildikleri için irşadları da bu kadar güçlüydü belki. Muhataplarının yaralarını çok iyi biliyorlardı, çünkü o yaralarla bir zamanlar kendileri de yaralıydılar.
Bediüzzaman'ın bir Kur'an tefsiri olan Risale-i Nur'da kendi hatıralarını bu kadar çok anlatmasını da biraz buna bağlıyorum. Kendi kalbine kalemini batırmak bu. Önce kendi yaranı kanatmak. Kanının kokusunu alan diğer yaralılar toplanıyorlar etrafına. Kendini dağlarken onları çağırıyorsun. "Ben yaramı böyle iyileştirdim..." demek aslında biraz da yaralarından bahsetmektir. Yaralarının varlığını kabul edip yüzleşmektir. Zaafını görmekten korkmamak, 'mış gibi' yapmamaktır. İçimizden biri olmaktır yaralarıyla. Yarasını kabul etmeyenin bu yerde yeri yok. Ne boşuna yazsın, ne de dinlesin/okusun. Irvin Yalom'um Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi; suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."
27 Aralık 2013 Cuma
Mürşid hata yapmaz mı?
"Size ben, 'Allah’ın hazineleri yanımdadır' demiyorum; gaybı da bilmem. 'Ben bir meleğim' de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için, 'Allah, onlara asla hiçbir hayır vermez' de diyemem. Allah, onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem, o zaman ben gerçekten zâlimlerden olurum." (Hûd, 31)
Bediüzzaman gibi bir mürşidin takipçisi olduğum için ebediyen Allah'a hamdederim. Çünkü, evvela, mürşidim kendi hayatını eleştirebiliyor. Eski Said, Yeni Said diye ikiye ayırıp, ikincisi rağmına birincisinin hatırını incitebiliyor. Hem bu kadar da değil. Yazdığı en çetrefilli meselelerde bile "Ben dedim, böyle kabul edin" demiyor. Diyor ki: "Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve kat iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; burhan-ı yakîni, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakîni kısmındandır."
Ve hatta başka bir yerde diyor ki:
"Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."
Ben bu yüzden Üstadımı çok seviyorum. Onun taklidi sevmeyen yapısından, en küçük meselelerde bile aklın hatırında 'acaba' bırakmayan müdakkik anlatımından çok istifade ediyorum. Belki de o beni böyle alıştırdığından, bu temayülde olmayan mürşidlerin derslerinden istifadem az oluyor. Sıkılıyorum. Bunalıyorum. Çünkü irdeliyor, sorguluyorum. Onlar da beni pek sevmiyor. Her neyse. Mazim, bu noktada yeterli delil içerir sanırım.
Bugünlerde de, hepimizin bildiği bir mesele yüzünden, bir kez daha böyle bir Üstadın takipçisi olduğum için Allah'a hamdettim. Bir mürşidin, belki bir kızgınlık anında, takipçileri huzurunda ettiği (masumları ayırmakta yeterli hassasiyeti gözetmediğini düşündüğüm) acı bir bedduanın doğurduğu yıkıcı sonuçlar, müminler mabeynine saldığı tehlike, oluşturduğu düşmanlık, dillerde ve kalplerde açtığı yara, geçtiğimiz günlerin en çok üzerine konuştuğumuz meselelerinden birisi oldu.
İnsanlar hata yapabilir. Hiçbirimiz peygamber ismetine/korunmuşluğuna sahip değiliz. Âmenna! Bunları inkâr ediyor değilim. Fakat bu bedduanın ardından o mürşidin takipçilerinin takındığı bir tavır var ki; bunu cidden analiz etmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü onlar, mürşidlerinin bu hatasına 'hata' demedikleri gibi, Kur'an'dan ve hadisten burhanlar bularak bu kem işi meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de nasıl bed bir çığır açtıklarının farkında değiller.
Öncelikle apaçık söyleyeyim: Bence bir mürşidin, gayet geniş olan burhan-ı yakîni yolunu terk edip (yani deliller eşliğinde konuşmayı bırakıp) kazıye-yi makbuleyi tercih etmesi (haydi bunu geçelim, bu görece masumdur), hatta karşı tarafın 'manevi baskıyla' susturulmasını netice verir (ümidiyle) beddua ve lanete girişmesi, takipçileri adına ciddi tehlikelerin alametidir. Çünkü böylesine delil sunmaz ve sorgulanamaz liderci ekoller, lider iyiyken iyi olsalar da, lider kötü olunca, bir seyyieleri bin seyyieye dönüşecek büyük yıkımlar yapabilirler. Onları durduracak bir şüphe refleksi oluşmadığından, kararda kalamazlar. Suistimalleri de, mürşidin 'iyi niyetini' çok çok aşar.
Bundan daha tehlikelisi: O ekollerin bir kısım takipçilerinin liderlerinin hatasına 'hata' diyemeyip, tenzih-i mürşid etmek niyetiyle din-i mübin-i İslam'ı kirletmeleridir. Halbuki hataya hata denilse, İslam pak olur; mürşid, tevbe edinceye kadar küçük bir arızaya maruz kalır. Kemaline (eğer beklenen şey bir ismet değilse) nakıse gelmez.
Öteki türlü olduğunda ise; mürşid 'kurtulmuş gibi' görünse de açılan tehlikeli çığır, tehlikeli meşrulaştırma, ondan sonra o yoldan gidecekleri varta olarak bekler hale gelebilir. Diyelim; örneğimiz, mezkûr beddua gibi birşey olsun. Bu tarafın da, karşı tarafın da meczupları (ki her meslekte vardır); öfkelerine mağlup olarak birbirleriyle her köşebaşında lanetleşir hale gelebilirler. Eserlerinde temsillerin, ilmin elinden cehlin eline düşmesiyle yaşanan garipliklere dikkat çeken Bediüzzaman, bu noktada da rehber edinilmelidir. Bu çirkin çığır, cehlin eline düşerse sonuçları ne olur? Hiç düşünülmüş müdür?
Geçtiğimiz gün Ali Osman Şimşek'in, mezkur hadiseyi meşrulaştırmak için Efendimiz aleyhissalatu vesselamın hayatından ve Bediüzzaman'ın hayatından örneklerle süslediği, fakat alıntıladığı olayların konjonktür ve mahiyetlerini tamamen ıskalayan, metnini okudum. Daha evvel de Abdullah Aymaz abinin yine benzer meşrulaştırma çabasını okumuştum köşesinde. Doğrudan diyeyim: Yani anlayamıyorum. "Bu hatadır, olmuştur, Hocaefendi de insandır..." demek bu kadar kolay ve güzel bir yolken, hâlâ neden zorlama örneklerle mesele meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır? Neden tek bir kişinin hatası sayılabilecek bir mesele (kendisi dahi bir sonraki Bamteli sohbetinde geri adım attığı halde) şerhlerle bir çığır haline dönüştürülmek istenmektedir? Bunun mantığa sığan bir tarafı var mıdır acaba?
Gariplikler zamanındayız. Bediüzzaman'ın 'hakikat mesleğinden' istifadeyle başlayan bir yolun, nasıl burhan-ı yakîniden tekrar eski usûle, yani kazıye-yi makbuleye evrildiğine şahit oluyoruz. Sanıyorum, bizdeki böylesi her kırılmanın başı; hüsnüzan ve adem-i itimat arasında korunması gereken dengenin gözetilmez oluşu. Gark olmak, mest olmak, ehl-i sekr olmak hoşumuza gidiyor. Şeyh uçurmak, uçurtma uçurmaktan keyifli galiba. Sormaksa... Sormaksa, pek çoğumuz için edepsizlik, nezaketsizlik, anlamama belirtisi. Fakat kardeşlerim: Sormayan bir peygamberin kıssası var mı Kur'an'da?
Bediüzzaman gibi bir mürşidin takipçisi olduğum için ebediyen Allah'a hamdederim. Çünkü, evvela, mürşidim kendi hayatını eleştirebiliyor. Eski Said, Yeni Said diye ikiye ayırıp, ikincisi rağmına birincisinin hatırını incitebiliyor. Hem bu kadar da değil. Yazdığı en çetrefilli meselelerde bile "Ben dedim, böyle kabul edin" demiyor. Diyor ki: "Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve kat iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; burhan-ı yakîni, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakîni kısmındandır."
Ve hatta başka bir yerde diyor ki:
"Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."
Ben bu yüzden Üstadımı çok seviyorum. Onun taklidi sevmeyen yapısından, en küçük meselelerde bile aklın hatırında 'acaba' bırakmayan müdakkik anlatımından çok istifade ediyorum. Belki de o beni böyle alıştırdığından, bu temayülde olmayan mürşidlerin derslerinden istifadem az oluyor. Sıkılıyorum. Bunalıyorum. Çünkü irdeliyor, sorguluyorum. Onlar da beni pek sevmiyor. Her neyse. Mazim, bu noktada yeterli delil içerir sanırım.
Bugünlerde de, hepimizin bildiği bir mesele yüzünden, bir kez daha böyle bir Üstadın takipçisi olduğum için Allah'a hamdettim. Bir mürşidin, belki bir kızgınlık anında, takipçileri huzurunda ettiği (masumları ayırmakta yeterli hassasiyeti gözetmediğini düşündüğüm) acı bir bedduanın doğurduğu yıkıcı sonuçlar, müminler mabeynine saldığı tehlike, oluşturduğu düşmanlık, dillerde ve kalplerde açtığı yara, geçtiğimiz günlerin en çok üzerine konuştuğumuz meselelerinden birisi oldu.
İnsanlar hata yapabilir. Hiçbirimiz peygamber ismetine/korunmuşluğuna sahip değiliz. Âmenna! Bunları inkâr ediyor değilim. Fakat bu bedduanın ardından o mürşidin takipçilerinin takındığı bir tavır var ki; bunu cidden analiz etmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü onlar, mürşidlerinin bu hatasına 'hata' demedikleri gibi, Kur'an'dan ve hadisten burhanlar bularak bu kem işi meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de nasıl bed bir çığır açtıklarının farkında değiller.
Öncelikle apaçık söyleyeyim: Bence bir mürşidin, gayet geniş olan burhan-ı yakîni yolunu terk edip (yani deliller eşliğinde konuşmayı bırakıp) kazıye-yi makbuleyi tercih etmesi (haydi bunu geçelim, bu görece masumdur), hatta karşı tarafın 'manevi baskıyla' susturulmasını netice verir (ümidiyle) beddua ve lanete girişmesi, takipçileri adına ciddi tehlikelerin alametidir. Çünkü böylesine delil sunmaz ve sorgulanamaz liderci ekoller, lider iyiyken iyi olsalar da, lider kötü olunca, bir seyyieleri bin seyyieye dönüşecek büyük yıkımlar yapabilirler. Onları durduracak bir şüphe refleksi oluşmadığından, kararda kalamazlar. Suistimalleri de, mürşidin 'iyi niyetini' çok çok aşar.
Bundan daha tehlikelisi: O ekollerin bir kısım takipçilerinin liderlerinin hatasına 'hata' diyemeyip, tenzih-i mürşid etmek niyetiyle din-i mübin-i İslam'ı kirletmeleridir. Halbuki hataya hata denilse, İslam pak olur; mürşid, tevbe edinceye kadar küçük bir arızaya maruz kalır. Kemaline (eğer beklenen şey bir ismet değilse) nakıse gelmez.
Öteki türlü olduğunda ise; mürşid 'kurtulmuş gibi' görünse de açılan tehlikeli çığır, tehlikeli meşrulaştırma, ondan sonra o yoldan gidecekleri varta olarak bekler hale gelebilir. Diyelim; örneğimiz, mezkûr beddua gibi birşey olsun. Bu tarafın da, karşı tarafın da meczupları (ki her meslekte vardır); öfkelerine mağlup olarak birbirleriyle her köşebaşında lanetleşir hale gelebilirler. Eserlerinde temsillerin, ilmin elinden cehlin eline düşmesiyle yaşanan garipliklere dikkat çeken Bediüzzaman, bu noktada da rehber edinilmelidir. Bu çirkin çığır, cehlin eline düşerse sonuçları ne olur? Hiç düşünülmüş müdür?
Geçtiğimiz gün Ali Osman Şimşek'in, mezkur hadiseyi meşrulaştırmak için Efendimiz aleyhissalatu vesselamın hayatından ve Bediüzzaman'ın hayatından örneklerle süslediği, fakat alıntıladığı olayların konjonktür ve mahiyetlerini tamamen ıskalayan, metnini okudum. Daha evvel de Abdullah Aymaz abinin yine benzer meşrulaştırma çabasını okumuştum köşesinde. Doğrudan diyeyim: Yani anlayamıyorum. "Bu hatadır, olmuştur, Hocaefendi de insandır..." demek bu kadar kolay ve güzel bir yolken, hâlâ neden zorlama örneklerle mesele meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır? Neden tek bir kişinin hatası sayılabilecek bir mesele (kendisi dahi bir sonraki Bamteli sohbetinde geri adım attığı halde) şerhlerle bir çığır haline dönüştürülmek istenmektedir? Bunun mantığa sığan bir tarafı var mıdır acaba?
Gariplikler zamanındayız. Bediüzzaman'ın 'hakikat mesleğinden' istifadeyle başlayan bir yolun, nasıl burhan-ı yakîniden tekrar eski usûle, yani kazıye-yi makbuleye evrildiğine şahit oluyoruz. Sanıyorum, bizdeki böylesi her kırılmanın başı; hüsnüzan ve adem-i itimat arasında korunması gereken dengenin gözetilmez oluşu. Gark olmak, mest olmak, ehl-i sekr olmak hoşumuza gidiyor. Şeyh uçurmak, uçurtma uçurmaktan keyifli galiba. Sormaksa... Sormaksa, pek çoğumuz için edepsizlik, nezaketsizlik, anlamama belirtisi. Fakat kardeşlerim: Sormayan bir peygamberin kıssası var mı Kur'an'da?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...