Mehdi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehdi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Şubat 2024 Cuma

Bediüzzaman kâhinlik mi yapıyor?

Hazret-i Üstadın Kastamonu Lahikası'nda 'kıyametin vakti'ne dair söyledikleri yıllardır tartışılır. Esasında tartışılacak birşey yoktur ya. Anlatamazsınız. Nihayetinde müellif-i muhterem metninin içerisinde "Lâ ya’lemu’l-gaybe illallâh!" demeyi ihmal etmemiştir. Yani istihracının kesinlik ifade etmediğinin farkındadır. Lakin kronik alerji sahipleri bu tür insaf ifadelerine kulak vermezler. Onu, hâşâ, 'kâhinlik yapmakla' suçlarlar. Sanki o gelecek hakkında kat'î bildirimlerde bulunmuştur. Gayba dair acip sırları açıklamıştır. Ehl-i Sünnet usûlünün dışında bir yol tutmuştur.

Bunun böyle olmadığını bu yakınlarda okuduğum bir kitap vesilesiyle tekrar gördüm. Eserin ismi: İslam Ümmetinin Ömrü ve Mehdi Aleyhisselamın Gelmesinin Yakınlığı. Yazarı: Emin Muhammed Cemalüddin. (Yayınevi ismi veremiyorum. Zira kitapta herhangi bir yayınevi bilgisi yok. Hatta jenerik sayfası da ihmal edilmiş.) 2. baskısını 1996'da yaptığı anlaşılan kitapta yazarı hakkında görebildiğimiz sıfat: el-Ezher Üniversitesi Davetü'l-İslamiye Fakültesi Öğretim Görevlisi.

Kitap '2. Baskının Takdimi' bölümüyle başlıyor. Bu bölümün eklenmesinin nedeni daha önceki baskısının aldığı bazı eleştiriler. İçlerinden bir tanesi özellikle önplana çıkıyor: Yazarın isimde 'İslam Ümmetinin Ömrü' ifadesini kullanması. Yani Emin Muhammed Cemalüddin de, tıpkı Bediüzzaman gibi, kâhinlik yapmakla suçlanıyor. Girmesi doğru olmayan bir alana girdiği iddia ediliyor. O da kendisini bu suçlamalara karşı savunuyor. Savunurken de, Ehl-i Sünnet bir âlim olarak, geçmiş ulemanın kaynaklarından faydalanıyor. Onlara atıf yapıyor. Yaslanıyor. Okurken farkediyorsunuz ki: Kıyametin zamanına dönük tahminler sadece Bediüzzaman'a veya Emin Muhammed Cemalüddin'e ait şeyler değilmiş. Ya? Başkaları da benzer istihraçlarda bulunmuşlar.

Şimdi, mezkûr takdimden küçük alıntılar yaparak, ben de bu aziz yola girmek istiyorum:

"Doğrusu sizin yeryüzünde kalış süreniz... manasındaki hadisi İbn-i Hacer (r.h.) şerhetmiştir. Kim 'Bu hesap meselesi asla caiz olmaz!' derse yahut 'İbn-i Hacer bunu kesin hesap manasında değil de yaklaşık bir ifade ile yorumlamıştır...' diyecek olursa ona deriz ki: (...) Bu tür deliller İbn-i Hacer'de çokça bulunmaktadır. İbn-i Hacer bu hadisleri zahirî manalarına göre yorumlamıştır. Bu da hesap anlamına geldiğini göstermektedir. (...) Bir de bu hesap konusunu İbn-i Hacer'den önce de muhterem ilim adamları süre olarak değerlendirmişlerdir. Nitekim İbn-i Hacer diyor ki: 'Daha önce konuyu bu şekilde ele alan Ebu Cafer b. Cerir b. Taberî (r.h.) olmuştur.' O Tarih'inin mukaddimesinde İbn-i Asakir'den naklederek... (...) Yukarıda saydığımız o büyük önder ve ilim adamları kervanına İmam Süyûtî'yi (r.h.) de ekleyin. Çünkü o bu meseleye, yani dünyanın ömrünün hesabı konusuna, çok cesurca dalmıştır. (...) el-Keşfu fi Mücavezeti Hazihi'l-Ümmeti el-Elfe adlı risalesinde diyor ki: 'Haberlerin gösterdiğine göre bu ümmetin dünyada kalış süresi bini aşacak fakat esas olarak binbeşyüzü geçmeyecektir.' (...) İslam ümmetinin ömrü konusunu bir hurafe olarak değerlendirenler, taşlamalarda bulunanlar bilsinler ki, öncelikle adı geçen âlimleri sözlerine hedef edinmiş olurlar."


Müellif, başka isimleri de sayıyor, onlardan da alıntılar yapıyor. Fakat yazıyı uzatmamak için küçük bir buketle yetindim. Bütün bu beyanlardan özetle anlaşılması gereken şu gibi geliyor bana: Bediüzzaman'ın girdiği bu yol sadece kendisinin yürüdüğü bir yol değil. Bir bid'a değil. Yine ulemadan referansları olan bir yol. Evet, inanabilirsiniz-inanmayabilirsiniz, lakin İslam'a aykırı birşey yapılmış gibi bakamazsınız. Geçmiş ulemamızdan da yakın-uzak istihraçlarda bulunanlar olmuş çünkü. Elbette bu tahminler büsbütün ilimsiz yapılmamış. Hepsi kendilerince bir usûle yaslanmışlar. Nakillerden de bazı deliller bulmuşlar. Öyle ya. Bediüzzaman'ın da dayandığı yine bir hadistir. Hatta mektubun başlığı da şöyle zaten: "Ahirzamandan haber veren mühim bir hadis."

"(...) Hattâ ye'tiyallahu bi emrihi... (şedde sayılır) fıkrası dahi makam-ı cifrîsi binbeşyüzkırkbeş (1545) olup kâfirlerin başında kıyamet kopmasına îmâ eder. Lâ ya’lemu’l-gaybe illallâh. Cây-ı dikkat ve hayrettir ki: Üç fıkra bil'ittifak binbeşyüz (1500) tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette binbeşyüzaltıdan (1506) ta kırkbeşe (1545) kadar üç inkılâb-ı azîmin ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu îmalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat'î tarzda kimse bilmez, fakat böyle îmalarla bir nevi kanaat, bir gâlip ihtimal gelebilir."

8 Eylül 2021 Çarşamba

Mehdiyet sosyo-psikoloji kaldırır mı?

Basit bir gerçek sık sık unutuluyor gibi duruyor. Nedir? "Seküler bilimler 'seküler'dir." Yahut daha bizcesiyle: "Dünyevî ilimler 'dünyevî'dir." Ne demek bu? Yani onlar birşeyin varoluşunu, sebeb-i hikmetini, hikmet-i vücudunu, 'neden'liğini maddî sınırlar içinde ifade etmeye çalışırlar. Esbap dairesine konsantredirler. Ötesinde izahlara bu yüzden kördürler. Laboratuvara sokamadıklarına inanmazlar. Kabullenmezler. Meşruiyet tanımazlar. 'İlahiyat' kırmızı çizgileridir. Ve ancak kendilerinin bittiği yerde başlar. Fizik, kimya, biyoloji böyle olduğu gibi insana temasıyla lâtifleşen 'sosyoloji' ve 'psikoloji' de böyledir. Aynı zemindedir.

Bu nedenle birşeyin 'sosyoloji' veya 'psikoloji' veyahut 'sosyo-psikoloji' ile açıklanması neredeyse otomatik olarak semavîlikten kurtarılıp arzîleştirilmesi anlamındadır. Yani: Fizik nasıl ki "Işığı kim yaratıyor?" sorusuna "Allah!" değil de "Güneş!" diye cevap vermeyi tercih ediyorsa; kimya nasıl ki "Yağmuru kim yağdırıyor?" sualine "Allah!" değil de "Bulutlar!" demeyi beğeniyorsa; biyoloji nasıl ki "Meyveyi kim veriyor?" merakına "Allah!" değil de "Ağaçlar!" demeyi uygun görüyorsa; sosyoloji de "(...) inancını kim yaratıyor?" tarzındaki tefekkürlere "Toplum!" demeyi makbul görür. Psikoloji aynı cevabı "İnsan!" temelinde zeminlendirir. Özetle: Bu tür ilimlerin yapmaya çalıştığı şey zaten 'herşeyi madde sahasında açıklamak'tır. Madde ötesi izahlara alan/gerek bırakmamaktır. Bu nedenle İslamî bir umdeyi bu mezkûr zemine çekip 'vardır-yoktur' tartışmasına girenler bıçağı Cebrail aleyhisselamın boynuna indirirler. Şeriatın gayb-aşina bağlarını görmezden gelmelerinin sonucudur şu.

Her ne kadar isimleri Mustafa-Mehmed de olsa İslam modernistlerinin yaptıkları da aynı şeydir. 'Mehdiyet' gibi keyiflerine uygun bulmadıkları mevzuları 'sosyo-psikoloji' zeminine taşıyıp cerhetmek isteyen bu zevat, eğer bunu bir usûl kaidesi olarak İslam'a sokarlarsa, dinin bütün itikad zeminini dinamitlediklerini bilmezler. Veya bilmezden gelirler. Zira, az-çok bu neviden kitapları karıştıranlar hatırlarlar, ateist sosyo-psikoloji yaklaşımı kullandıkları argümanların hemen hemen aynısını, dinin herbir umdesine karşı-için kullanmaktadır. Sözgelimi: "Mehdiyet tarih boyunca insanların hep bir kurtarıcı bekleme arzusundan doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." derseniz ateist meslektaşınız da size der ki: "Allah da öyledir. Peygamber de öyledir. Haşir de öyledir. Kader de öyledir..." Çünkü mehdiyet için geçerli olan bütün şartlar bunlar için de geçerlidir.

Yine mesela: "Yok, yanılıyorsun, peygamberlik öyle değildir!" derseniz adam size der ki: "Peygamberlik tarih boyunca insanların hep gizemli bir varlıkla iletişim kurma ihtiyacından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Haşir konusunda itiraz etseniz der ki: "Öldükten sonra dirilme tarih boyunca insanların sonsuzluğu arzulamasından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hatta Allah konusunda uyarınıza da karşılık verir ki: "Tarih boyunca korkulacak olaylar karşısında insanlık bir üstün varlığa sığınma ihtiyacı içinde olmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hülasa: Kur'an deseniz öyle der. Namaz deseniz böyle der. Oruç deseniz şöyle der. Yani siz semavî neyi dillendirseniz size arzda yayılmış veresesini göstererek cerheder. Kendi argümanınızla size avlar. Ondan sonra dizlerinize vurmaya başlarsınız. Fakat geç olur. Çünkü semavîyi arzda açıklamaya konsantre olmakla tuzaklarına düşmüşsünüzdür.

Doğru yöntem nedir peki? Doğru yöntem yerdeki bağların yaratıcılık anlamına gelmediğini kavramakla başlar. İslam'dan önce de 'mehdiyet' diye bir inanç olabilir mi? Evet. Olabilir. Çünkü İslam, bizzat müslümanların inanışına göre de, ilk peygamber Hz. Âdem aleyhisselamdan son peygamber Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselama kadar hep gönderilen dindir. Dolayısıyla tarih boyunca benzer izlere rastlamak mümkündür. Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın şeriatında varolan emirlerin, özellikle de itikad umdelerinin, benzerlerinin İsa aleyhisselamın veya Musa aleyhisselamın dinlerinde de varolması müslüman için "Aaaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" bir durum değildir ki. Zaten İslam geçmişten-geleceğe gelenin hep kendisi olduğunu tekrar tekrar beyan eder. Böyle olduğunu apaçık beyan eden bir din tarihsel/toplumsal düzlemde kendi izlerine rastlayınca neden yadırgasın? Neden bunların bulunmasını kendisi için bir nakise saysın? Hatta, aksine, bir delil sayar. Geçmiş şeriatlardan böyle izlerin kalması İslam'ın hak din olduğunun delilidir. Zebur'da, Tevrat'ta, İncil'de Aleyhissalatuvesselamı haber veren birçok ifade bulunmaktadır.

Fakat bununla beraber şunu da soralım: Kendisi doğrudan Allah'ın semavî hakikat hazinesine bağlanan son din neden yatayda/arzda incik-boncuk toplamaya muhtaç olsun? Müslüman olmayana zaten diyecek birşeyimiz yok. Ama müslüman olan buna niye ihtimal veriyor? Allah'ın vahyi, Allah Resulünün sünneti, onların açtığı deniz gibi marifet nerede müslümanı aç bırakıyor ki başka sofralardan doymaya çalışsın? Biz 'mehdiyet' meselesini zaten üzerinde şekillendiği bu zeminde neden ele almıyoruz da hep sosyolojinin-psikolojinin dilencisi ediyoruz? Hadis kaynaklarımızdaki bu kadar rivayete rağmen. Ulemanın konu hakkındaki bu kadar beyanına rağmen. Arkamızdaki bu külliyetli mirasa rağmen.

İkinci bir arıza da şurada arkadaşlar: İslam bir tevhid dini olarak elbette kainatı yaratanla insanı yaratanın, insanı yaratanla da dini gönderenin aynı Allah olduğunu ortaya koyuyor. Kabul ediyor. Öğretiyor. Böyle bir dine iman eden insanlar dinlerindeki hakikatlerle kendi ruhları-psikolojileri-fıtratları arasında bağlar gördüklerinde neden "Aaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" çeksinler? Elbette aynı ustanın elinden çıkmakla birbirlerine bakar yanları olacaktır. Birbirine bakan yanları olacaktır ki kevnî şeriatla kelamî şeriatın parçaları 'cuk' diye birbirine oturacaktır. Bu birbirine oturma sayesinde insan fıtratı da hak dini tanıyacaktır. Oturmasa, tutmasa, yakışmasa insan, hâşâ, Allah'a karşı bir argüman sahibi olmaz mı? "Ya Rabbi, gönderdiğin din bana uymadı, ruhuma karşılık gelmedi, kabullenemedim!" demez mi? Öyle sanması başka. Ama hakikatte öyle olması daha başka. Hakikatte öyle olmasını reddederiz. Kâfir ise öyle sandığı için küfrü seçebilir. Bu kendisinin hatasıdır. Varlığın değil.

Şimdi soralım: 'Mehdiyet' gibi meselelerin "İnsanlar tarih boyunca bla bla..." ile açıklanmasının bir müslümanın semavî argümanlarını cerheden ne yanı vardır? Nasıl olabilir? Fıtratta/zamanda mehdiyetin izlerine rastlamak "Onun aslında hakikat olmadığına..." nasıl bir göndermesi yapılabilir? Amerika kıtasının tarih boyunca varolduğunun söylenegelmesi şimdiki varlığının cerhine delil olabilir mi hiç? Aksine, standart bir müslümanın kafasına-kalbine göre, kendisine gelen bir haberin fıtratına uygun düşmesi ülfetin kaynağıdır. Vahdetin izleridir. Hak dinin müjdecisidir. Bilakis, böyle izlere rastlamadığı zaman, müslüman kendisine verilen haberden şüphelenir. Şimdi namazın, orucun veya Allah'a inanmanın ruha-psikolojiye bakan, rahatlatan, ihtiyaç olan yanları var diye hakikaten varolduklarını inkâr mı edeceğiz? Yoksa bu hallerini onların hakikatine delil mi sayacağız? İkincisi daha makûl görünmüyor mu? En azından kalbinde istikametten parçalar kalanlara sesleniyorum.

Her neyse. Sabah okuduğum bir köşe yazısından hareketle bunları yazdım. Acele ettim. Belki güzel de ifade edemedim. İnşaallah meramımı bir parça izah ediyordur. Cenab-ı Hak ayaklarımızı Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in istikametinden ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

18 Nisan 2019 Perşembe

Mustafa Öztürk nereye koşuyor (3)

Başlarken hakkaniyet adına şunu belirtmeliyim muhterem karilerim: Ben bu yazıda konu edeceğim mevzuyu bizzat Mustafa Öztürk'ten işitmedim. Fakat çeşitli mecralarda 'tarihselciliği' tartıştığım kişilerin tezlerini desteklemek amacıyla bu tarz misaller verdiklerini gördüm. O yüzden de bu yazı serisinin bir kenarını, birazdan açık edeceğim, şu bahse ayırmayı borç bildim. Yani, demem o ki, bu yazıda yine Mustafa Öztürk'ün yolunu konuşacağız, amma ondan bizzat işitmediğimiz birşey üzerinden konuşacağız. Hak namına bu nüans hatırdan yitirilmesin dilerim.

O mevzu nedir peki? Şudur: Kur'an'da, her okuyanın kolaylıkla farkedeceği şekilde, dönemine dair bilgiler/örnekler bulunmaktadır. Olaylarına/kişilerine atıflar yapılmaktadır. Bu 'dönem etkilenmişliği' göstermektedir ki, onun beyanında zamanın/şartların bir 'sınırlayıcılığı' vardır. Yani 'o zamana/şartlara göre söylenmiş' şeyler vardır. Bu nedenle, asırlar sonra dünyaya gelmiş tiki-cool-ciks-şekil-herneyse nesillerin, Kur'an'ın beyanını ele alırken bu etkilenmişlikleri ayıklaması gerekir. Çünkü zaman aynı zaman değildir. Yaşananlar aynı olaylar değildir. Bugünün müslümanı 1500 yıl öncesinin Arabı (canım o sahabe-i güzine kurban olsun) değildir.

Görüyor musunuz lakırdının sergüzeştini? İnternet kablosu gibi nerelerden nerelere bağlanıyor? Neleri nelerin arasına sıkıştırıyor? Mesela: Bu beyan sırasında eğer uyanık olmazsanız şu zokayı yutmuş oluyorsunuz: "Bir metinde dönemine dokunur izler varsa o izler sadece zamanıyla konuşur." Aslında bu dogmatik kabul de materyalist sosyolojinin şu kabulünden besleniyor: "Birşeyde neyin izi varsa ona o sebep olmuştur." Örneğin: Ali öldüğünde üzerinde Veli'nin parmak izleri varsa onu o öldürmüştür. Veli düştüğünde en yakınında Ali varsa onu o itmiştir. Zaten materyalizm, ateizmin tanrıyı kainattan kovma işini, neden-sonuç ilişikleriyle yoluna koyma mesaisidir. Baştan kabul edilenin sonradan gelen 'düttürü'südür.

Peki 'materyalist sosyoloji' ne demek oluyor? Materyalist sosyoloji aslında sosyolojinin ortaya çıkarılış gayelerinden birisini ifade ediyor. Herşeyi neden-sonuç ilişkileriyle açıklamaya çalışan modern bilim, toplumsal veya tarihsel olayları, özetle insanlığın kaderini nasıl bu kalıba dökecektir? Onu nasıl nedenler ve sonuçlar ile açıklayacaktır? İşte bu işi de materyalist sosyoloji halleder. Veya halletmeye çalışır.

Bu nedenle az-çok sosyolojinin mürekkebini yalayanlarda, eğer itikadları sağlam değilse, tarihselcilik mevzuuna bir yatkınlık başlar. Arkadaşlar, kimse üzerine alınmasın, gördüklerim üzerinden konuşuyorum. Sosyolojiyi merkezine koyanlar naslara yaklaşımlarında 'dönemin sınırlayıcılığına' muhkem bir usûl kaidesi gibi bakıyorlar. Çünkü kafalarında zaten herşeyi neden-sonuç ilişkisi içerisinde açıklama arzusu var. Bu arzuyla neyin başına uğrasalar, orada sonucu nedene, sonuçtan murad olunabilecek gayeleri ise 'nedenin kaldırabilirliğine' sınırlıyorlar. Diyemeyecek gibiyse 'Dememiştir!' yapıyorlar.

Örneğin: Bu zevatın mehdi ile ilgili hadislere yaklaşımlarında hep şunu görüyoruz: Öncelikle şöyle bir (varsa) sakallarını sıvayıp (yine varsa) pipolarından birkaç nefes çekiyorlar. Ondan sonra hadis sahihmiş-değilmiş, senedi kuvvetliymiş-zayıfmış bakmadan "Bu inanılmaz şey hangi sosyolojik dürtüler sonucunda ortaya atılmıştır?" sual-i herzekâranesini kalplerine yumurtluyorlar. Neden inanılmaz geliyor peki bu onlara? Çünkü neden-sonuç ilişkisiyle bağlayamazlar. Geleceğe dair birşey geçmişte haber verilirse neden-sonuç ilişkisi falan kalmaz aralarında. 'Ezel' diye birşey ortaya çıkar. Ezel kavramının kabulü ise dine ayar vermek isteyen sosyolojinin intiharıdır.

Burayı hızlı geçelim: En nihayet sosyologlarımızın mezkûr hadisleri tefsiri şu şekilde oluyor: "Her zamanda insanlar başlarına gelen kötü şeylere karşı bir kurtarıcı arayışında olmuşlardır. Bilmem M.Ö. kaçlarda birileri gelecekte ortaya çıkacak bir kurtarıcıdan bahsettiği gibi, elbette, müslüman halklar da bir kurtarıcı motifiyle itikadlarını süslüyorlardı. Bu bir ihtiyaçtı." Eeee? "İşte bu yüzden inanışları doğrultusunda hadisler uydurdular. Bir mehdi sanrısı yarattılar. Gelecek nesillere aktardılar." Vaaaay! Demek, itikadları için hayatlarındaki cümle bâtılı ellerinin tersiyle itenler, mehdi mevzuunu 'Bu da nazarlık olsun canım!' diye dine sokuşturdular ha! Bak sen şu bizim sosyolojik muhaddislere. Yalnız muhaddis mi? Hâşâ. Müçtehid, müfessir, fakih, kelamcı, cart-curt, her ne varsa ondan, yani 'little little on the middle.' Bunlar bir de azıcık dindar kısmı. Olmayanı, bırak mehdiyi, Allah'ı bile "İnsanlar korkularından sığınacak bir ilaha ihtiyaç duydular!" diye açıklıyor.

Hatta işte benim hasbelkader 'tarihselcilik' konusunu müzakere ettiğim diğer bazıları da diyorlar ki: Kur'an'da ticaretle ilgili misallerin çokluğu da Kureyşlilerin çok ticaretle uğraşmasından dolayıdır. Yani, Kur'an, 'onlar ancak bu örnekleri anlayacakları için' ticaretten misaller vermiştir. Bu da bir 'dönemden etkilenmişlik' delilidir.

İyi de mübarek, bir hakikati anlatmak için misal getirmek, o misale konu olan olay veya zaman dışında anlatılandan 'istifade edememek' anlamına mı gelir? Sen Ali'ye bir söz söylediğin zaman Veli'nin kulak verip anlayabileceği hiçbirşey yok mudur? Sen Ali'yi örnek verdiğin zaman Veli'nin bu örnekten alabileceği pay yok mudur? Sen Ali'nin kıssasını aktardığında Veli'nin bu kıssadan hisse almasına imkan yok mudur?

Eşekliğinin şeddesi ziyade değilse, sen de bilirsin ki, bir kişiye söylemek, herkese söylemeye engel olmaz. Komutan emir verdiği zaman karşısında bir ile bin birdir. Aynı şekilde itaat ederler. Çünkü askerlik kanunu onları birbirine bağlar. Muhatabın karşısında birleştirir. Hem yine bir feryad havaya yükseldiğinde karşısındaki kulak sayısının onun için anlamı yoktur. Çünkü 'duymak kanunu' onları muhatabiyette birleştirir. Bin kulak, gür bir sada karşısında, tek bir kulak gibidir.

Yani, sen, bu sosyolojik okumanı Kur'an'dan istifade ile Kureyş'in yaşam şartlarını anlamak veya Kureyş'in yaşam şartlarından istifade ile Kur'an'ın ne buyurduğunu daha iyi anlamak için öğreniyorsan/araştırıyorsan, eyvallah, faydadan uzak değildir. Müfessirler de böylesi ilimleri tedris ederler. Fakat böylesi yan bilgilere Kur'an'ın buyruğunu sınırlamazlar. O niyetle senden de alınmaz. Bu dünya kelamı değildir ki öncesi ile sonrasının söyleyecekleri bağlansın. Ezelden konuşanın kelamını hangi zaman dilimi kendine münhasır kılabilir, sınırlayabilir, kota koyabilir? Hâşâ!

Hani Bediüzzaman da 20. Söz'de bu sadedde der: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Bazı meşhur kıssalar üzerinden sözünün hakikatini isbat da eder o eserde. Yani, bir yönüyle bizi Kur'an kıssalarına götürür, diğer yönüyle Kur'an kıssalarını hayatımıza getirir. Misalleri o eserde mebzul miktarda vardır. Ben olsam oraya da bakmayı ihmal etmem.

Kendi örneğimize dönersek: Kur'an'ın ticaretle ilgili örnekler vermesi onun için bir eksiklik sayılamaz. Çünkü Kureyşliler ticaret yaptıkları gibi ahirzaman müslümanları da ticaret yapmaktadır. Sattıkları farklı olabilir. Aldıkları başka olabilir. Kavramları, ürünleri, bedelleri değişmiş olabilir. Ama 'küllî düsturların' anlaşılmasını sağlayacak temel zemin hepsinde mevcuttur. Böylece Kur'an, bir olay üzerine buyurmakla, bütün zamanlarla konuşmuş olur. Bütün zamanlar onun kıssasından hissedar olur. Hatta bizzat meslekleri ticaret olmayanlar bile kenarından-köşesinden şu ticareti bilirler. Bakkaldan selpak almayı bilmeyen ahmak var mıdır içimizde? Varsa zaten o şeriatla mesul değildir. Teklif-i din akıl iledir. Aklı olmayanın dini de yoktur.

Yine yazı çok uzadı gitti muhterem karilerim. Size borcumuz artıyor ama affınıza sığınarak bir yazı daha borçlanalım. Anlatacaklarımız bitmedi çünkü. Hatta, nasıl bir bereketli mesele ise, anlattıkça yeni başlıklar açmak iktiza ediyor. Ne diyelim? Allah size de bana da sabırlar versin. Yazmak da sabır işi okumak da. Âmin.

24 Haziran 2017 Cumartesi

Kastettikleri mehdi değil sensin!

Hollywood filmlerinde şuna çok rastlarız: Direnişleri dinsel metinler, kehanetler veya efsaneler ateşler. Yüzüklerin Efendisi serisinde de vardı. Diğer birçoklarında da var. Halkın umudu dirilmek için kadim bir delili/geleneği arar. (Psiko-sosyolojik bir gerçektir bu. İsterseniz buna 'fıtrat' da diyebilirsiniz.) Kendi içinden bir şahidi. Daha önce inandığı birşeyi. Bir 'mümkünlük'ü. Bir 'olabilirlik'i. Bir hayali... Ve senin yeniden aşıladığın umut onunla bir yerlerde tevafuk ederse, diyelim efsanede geçen birşey senin elinden zuhur ederse, o umudu alev alev bir yangına dönüştürür. Halk inanır. Halk umutlanır. Halk ayaklanır. Artık direnişin zamanı gelmiştir. Su çatlağını yeniden bulmuştur.

Siyer-i Nebî'yi okuyanlar da Asr-ı Saadet'e böyle birçok hidayet öyküsü olduğunu bilirler. En meşhurlarından birisi Selman-ı Fârisî'ninkidir (r.a.). Onu İran'dan Medine'ye getiren peşine düştüğü bir düştür. Öncekilerin haberleri, yani Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın pişdarları, onun gelişine insanlığı hazırlamışlardır. Geleceğine dair, alametlerini de vererek, dikkat çağrılarında bulunmuşlardır. Ve o dönemde, birçok insan, daha önce işittiği haberlerin tasdikini/delilini Efendimiz aleyhissalatuvesselamda gördüğü için İslam'a girer.

Modern zaman âdetlerinden 'mehdinin inkârı' beni şu tarafıyla ayrıca düşündürüyor: Bu inkârla öldürülmek istenen ne? Sadece bir kavram mı? Yoksa o kavram etrafında büyüyen umut mu? Meselenin hadis ilmiyle ilgili kısmını epeyce tartıştık. Vardığımız kanaat şu oldu: Bu işi tartışmaya açamayız. Eğer senetleri bu kadar kuvvetli ve rivayetlerinin sayısı tevatür derecesinde bir meseleyi inkâr edersek, bundan sonraki adımımızın "Dünya aslında tepsi şeklindedir!" olmayacağını kimse garanti edemez. Çünkü nihayetinde bilgi denilen şey illa ki birilerinden ulaşıyor. Yani bir nakille ulaşıyor.

Her bilgi, eğer keşşafı bizzat kendin değilsen, nakildir. Yani nakil yoluyla sana gelmiştir. (Hiç gitmediğim ABD'nin varlığını bana nakledilen bilgiler öyle iddia ettiği için öyle biliyorum.) Dünyanın yuvarlaklığını parmağında döndürdüğü veya bizzat dışarıdan izlediği için bilen mi var? Bu konuda hepimiz 'aksi iddia edilemez bir şekilde öyle söylendiği için' böyle olduğuna inanıyoruz. Gelen veriler öyle dediği için 'böyledir' diyoruz. Hadis ilminin yüzyıllarca sınanmış/denetlenmiş kıstaslarıyla bize gelen, hem de çoklukla ve tekrarla gelen, bir haberi reddetmekle dünyanın yuvarlaklığını reddetmek arasında ne fark var? Benim nazarımda hiçbir fark yoktur. Hatta, hadis ilmine NASA'nın verilerinden daha çok güvenirim, açık söyleyeyim. Çünkü hadisler Kur'an'da sadakatleri ve doğrulukları övülen bir nesilden kaynayıp gelir.

O halde bu meselenin hadis-i şeriflere bakan yönüyle maksadı açık: Dinin altını dinamitlemek bu. İslam'da bilgi naklinin en kuvvetli/güvenilir şekliyle aktarılmış bir meseleyi (ki malumunuz Kur'an'ın da nakli tevatürledir) 'inkâr edilir' kıldıktan sonra dinin gerikalanını üfleyerek devirmek pekâlâ mümkün olur. Bu tıpkı şuna benzer: Hakkındaki karşıkonulmaz bilimsel veri yığınına rağmen "Dünya tepsi şeklindedir!" dedirtmeyi başardığınız insana "Ay da gökte uçan bir peynir tekeri!" dedirtmek kolaydır. (O kadar çok peyniri kim istemez?)

O kıvama geldikten sonra, dünyanın değil, güneşin döndüğüne bile inanır insan. Mesele, mürşidimin tabiriyle, 'enenin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırmak'tır. Akıl, bir kere o 'akılalmaz inkâr özgüvenine' kavuşup ayaklarını hakikatten kesmeyegörsün, onu 'dalâlet derelerine atıp dağıtmak' kolay olur.

Bu birinci tarafı. İkinci tarafı ise bana daha enteresan geliyor. O da şudur: Naklî bilginin kuvve-i hayaliyeyi açan/geliştiren/sürümünü yükselten bir yanı da vardır. Buna dair daha önce de yazdım. Tekrarı da güzeldir. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de 'peygamber mucizeleri' ve 'teknolojik buluşlar' arasında kurduğu ilgi bize bunu söyler: İnsanlığa teknolojinin düşünü görmeyi mucizeler öğretmiştir. Yani onların beşerin hatırına düşürdüğü 'mümkünlükler' sayesinde beşer böyle şeylerin 'olabilirliğiyle' tanışmıştır. Olabilirlikle tanışmak ise o şeyin hayaliyle tanışmaktır. Hayal, 'dimağdaki meratip' bahsinden de biliyoruz ki, düşünmenin veya inanmanın başlangıcıdır: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."

Meseleyi bir örnekle açmaya çalışalım: Uçmanın hayalini bize kurduran nedir? Kuşlar öyle değil mi? Veya daha genel anlamda: Uçabilenler. Peki, uçabilen hiçbir canlı olmasaydı, o zaman durumumuz ne olurdu? O zaman bize uçmanın hayalini kim kurdururdu? Ben tahmin ediyorum ki, eğer kuşlar olmasa, insanlığın uçma yolculuğu başlamadan biterdi. Çünkü böyle birşeyin 'olabilirliğini' bilmezdi. Neden? Bence şundan: Varlığından (-ebilmek) haberdar olmadığımızın vukuundan (-ebilir) da haberdar olamayız.

İşte peygamber mucizeleri insanlık için böyledir. Onlar, tabir-i caizse, bizim aklımıza düşürülmüş karpuz kabuklarıdır. 20. Söz'de, Bediüzzaman, mucizeler sayesinde insanlığın böyle şeylerin imkanıyla nasıl tanıştığını ve bu imkanın nasıl bir hayal olarak 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiğini şöyle izah eder:

"İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (aleyhisselâm)..."

Süt Gibi Beyaz Kan Gibi Kırmızı'da, Alessandro D'Avenia, Leo karakterinin dilinden bizlere der ki: "Kağıtlar dolusu hayallerden kurtuluyorum. Hepsini kül ediyorum. Hepsini beyaz dumana dönüştürüyorum. İşte yanıt burada! Hayalleri küle dönüştürmek. Düşmanı kesin olarak yerle bir etmenin sırrı hayallerini yakmaktan geçiyor. Böyle olunca ayağa bir daha kalkma ve yeniden başlama gücünü bulamazlar kendilerinde. Şehirler ve başkalarının hayatları hakkında, başkalarının özgürlük ve sevda dolu öyküleri hakkında güzel hayaller kuramasınlar. Artık hiçbirşey hayal etmesinler. İnsanlara hayal kurma izni vermezsen onları köle edersin..." Bence; günümüzde mehdinin inkârının, önce oryantalistler, sonra da onların sömürü toplumundaki öğrencileri modernistler eliyle dillendirilmesinde böyle bir maksat da var. Bir hayali öldürmek istiyorlar.

Canına kastettikleri şey bu: Umudumuz. O umuda yaslanan direnişimiz. Çünkü biliyorlar: Bize vahiyle ve sünnetle gelen bilgi bizim mutlaka düşümüze düşer. Biz o düşümüze düşenin peşini bırakmayız. Ondan ümit kesmeyiz. O içimizde bir umut yangınına ve duaya dönüşür. Dualar gayreti ateşler. Gayret ise bir direnç yaratır ve sonuç aldırır. Ben de en nihayet bu kanaate vardım: Onlar aslında sömürü düzenlerinin devamını tehdit eden hayallerimizi yakmak istiyorlar. Tıpkı hilafeti kaldırarak ittihadın ümidini söndürdükleri gibi.

Bunun da üzerinde tekrardan yükseleceği kavramı öldürmeye çalışıyorlar. Hâlâ yangın istidadı taşıyan son kıvılcımı söndürme çabası bu. Çünkü nakille gelen haberler olmazsa onlarla ilgili kavramlar da olmaz. Kavramlar olmazsa ondan ateş alan hayalimiz de olmaz. Hayalimiz olmazsa umudumuz da olmaz. Umudumuz olmazsa gayretimiz de olmaz. Gayretimiz olmazsa direnişimiz de olmaz. Bence mehdinin inkârı üzerine sarfedilen şu gayretlerin arkasında 'modernizmin karşıkonulmazlığına inanan' küresel güçlerin ve onların çanak yalayıcılarının da payı var. O hayal varoldukça direniş de varolur çünkü. Ve direnenleri gönül huzuruyla köleleştiremezsiniz. Yusuf rüya gördükten sonra zindanda dahi hürdür. Gün gelir hakettiği yere geçer. Mısır'a aziz olur.

14 Ağustos 2016 Pazar

FETÖ'ye kızıp mehdi yakmak...

Şunu kabul etmek lazım elbette: Dünden bugüne ilerlemeler var. Hepten de yerimizde sayıyor değiliz. Bazı sorunlarımızı aştık. Bazı kavgaları kazandık. Örneğin: Bu yüzyılın başında cevap verdiğimiz safsataflardan birisi şu idi: 'Bizi din geri bıraktı. Dini terketsek ilerleriz.' Risale-i Nur okurları hatırlarlar. Bediüzzaman'ın da mezkûr iddiaya verdiği cevaplar vardır. Başka âlimlerin de (Allah hepsinden razı olsun) bu soruya verdikleri cevaplar var.

Allah'ın inayeti ve ehl-i sünnet ve'l-cemaatin topyekün gayretiyle bu arızayı aşmış gibiyiz. En azından muhataplarımız cevaplarımızın yerliyerindeliği karşısında sinmiş durumda. Eskisi kadar açıklıkla böyle şeyleri dillendiremiyorlar. Fakat bu muzaffer durum bizi kandırmasın. Hepten de bitmiş değil arızalar. Daha küçük ve lokal alanlarda hâlâ benzerî kavgaları vermeyi sürdürüyoruz. Mesela: Şimdilerde 'Bizi din geri bıraktı'dan 'Bizi mehdiye inanmak geri bıraktı'ya doğru kaymış gibiyiz. Üstelik FETÖ'nün sayesinde damarlarına kan da yürüdü bu kavganın. Muarızlarımızın gözleri parladı. Dillerine yeniden cür'et geldi.

Diyorlar ki: "İşte başımızdaki bela budur. Mehdiye inanmaktan ötürü oluyor bütün bunlar. FETÖ'cüler de Gülen'in mehdiyetine inandıkları için bu vartaya düştüler. Başımıza bunca işi açtılar..." Buldukları deva ne peki? Onu da özetleyelim: "Eğer böyle birşeyin tekrar başımıza gelmesini istemiyorsak mehdiye inanmayı bırakmalıyız. Mehdiye inanmayı terkedersek bir daha FETÖ gibi örgütler zuhur etmez. Başımıza kem işler gelmez." Sadece bununla kalsa iyi dostlarım. Dahası da var. Mesela diyorlar ki: "Mehdiye inanmak tembellik yapıyor. Mehdiye inananlar kendilerini kurtarması için mehdi beklediklerinden ötürü çalışmayı bırakıyorlar. Ondan sonra da İslam dünyasının bugünkü hali ortaya çıkıyor..." Başka sözleri var mı? Var anam var. Yine diyorlar ki: "Mehdiye dair hadislerin tamamı uydurmadır. Böyle hadisler aslında yoktur. Olay sosyolojiktir. Bizden önce bütün dinlerde olan 'kurtarıcı' beklentisi bizim dinimize de gafiller eliyle sinmiştir..." Daha bir sürü komplo teorisi yazılıp duruyor. Peki, söz çok da, bu işin altındaki hakikatin boyu ne kadar?

Bu konuya dair biraz araştırma yapmış bir kardeşiniz olarak söylüyorum: Bu iddiaların tamamı dogma. Bir kere mehdiye dair hadislerin tamamının 'uydurma' olduğunu söylemek başlıbaşına bir facia. Çünkü İslam'ın en muteber hadis kaynaklarının içinde geçiyor mehdiye dair hadisler. Ebu Davud'da, Müslim'de, kısacası: Kütüb-i Sitte'de mevcutlar. Hem de bir tane-iki tane değil, birçok geçiyorlar. Üstelik şu bizim modern zaman süperzekaları dünyaya gelene kadar mehdiyi inkar etmeye cür'et eden ancak bir-iki kişi var. Onlar da zaten ehl-i sünnet ve'l-cemaatin akaid veya hadis konusunda fikrine itibar ettiği kişiler değiller. Buna ek olarak: İtibar edilen kişilerce yazılmış mehdiye dair müstakil birçok eser de var. Mehdiye dair hadislerin toplandığı eserler de var. Bu konuya gelen eleştirilere cevap niteliğinde kaleme alınmış eserler de var. Var, var, varoğlu var yani sizin anlayacağınız. Olay ehl-i sünnet canibinde hiç de 'tartışmalı' değil. Kesin ve net. Peki, bu durumda ne yapmalı? Mürşidim cevap veriyor: "Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı." Zaten birazcık kurcalasanız 'mehdi inkarcılarının' hadis konusundaki bilgilerinin de dökülür vaziyette olduğunu görüyorsunuz.

Peki, mehdiyi hadis ilminin kıstaslarına göre inkar etmiyorlarsa, ya neye göre inkar ediyorlar? Aslında mehdiyi öncelikle modern bilimlerce tecavüz edilmiş kafalarına yatmadığı için inkar ediyorlar. Çünkü kafaları İslamî ilimlerin yerel hendeseleriyle değil, sosyoloji gibi modern bilimlerin üvey hendeseleriyle çalışıyor. Fakat şu çıkmazla yüzleştirdiğinizde kekelemeden cevap verebileni yok: Sosyoloji, sadece mehdi inancını değil, Allah inancını da insanlığın zaaflarıyla izah ediyor. Mehdi konusunda sosyolojiden akaid dersi almaya azmetmiş arkadaşların, acaba, Allah'a iman konusunda da böyle bir ders alasıları var mı? Örneğin: Sosyolojinin "İnsan varolduğu ilk günden beri birşeylerden korkmuştur. Korktuğu şeylere de tapmıştır. Din ihtiyacı buradan çıkmıştır..." tarzı cümlelerini duyduklarında mehdi meselesinde olduğu gibi "İslam'da aslında Allah da yoktu. Bu bize önceki dinlerden israiliyat olarak geçti!" falan diyesileri geliyor mu? Gelmiyorsa niye gelmiyor? İddialarında daha tutarlı olmaları adına bu konuda bir izah bekliyoruz.

Gelelim mehdiye inanmanın tembellik yapması meselesine... Doğrusu, bu konuda da mehdi inkarcısı arkadaşların ellerindeki bilimsel verileri pek merak etmekteyim. Acaba hangi laboratuvarda yaptıkları deneylerin sonuçları ile bu tesbiti yapıyorlar? Sosyoloji bile delil ister. En azından veri ister. Mesela: Bu arkadaşların acaba 'mehdiye inananlar' ve 'mehdiye inanmayanlar' diye ayırdıkları iki topluluk hakkında, birisinin daha tembel olduğu, ötekinin daha sıkı çalıştığı üzerine elle tutulur bir çalışmaları var mı? Bugün dişmacunu firmaları bile yumurtaların yarı tarafını fırçalayıp sirkede bekleterek birşeyleri ispat ediyorlar kendilerince. Biz de birazcık burhan görmek istesek hata mı ederiz?

Eğer yoksa hiç kusura bakmasınlar. Ben bu tür argümanlara canıgönülden 'dogma' diyeceğim. Evet, hakikaten de bu bir dogmadır. Mehdiye inananların tembelleştiği, inanmayanların ise daha çalışkan olduğu üzerine yapılmış psikolojik veya sosyolojik hiçbir çalışma yoktur. Bu bir modern zaman efsanesidir. Sorgulanmadan iman edilmiş bir oryantalist ezberidir. Üstelik laboravutarların en büyüğü olan tarih de bu iddiayı yalanlar. Nasıl yapar bunu? Mehdiye imanı akidesinin bir parçası olarak muhafaza etmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat topluluklarının tarihteki muvaffakiyetleriyle yalanlar. Hulefa-i Raşidin döneminden Abbasilere, Selçuklulardan Osmanlılara mehdiye ehl-i sünnet çerçevesinde iman etmiş hiçbir topluluk 'mehdiyi yatarak beklemek' gibi bir hataya düşmemiştir. Hatta bir adım ötesine giderek diyebilirim ki: Bu argüman insanın fıtratına da aykırıdır. Hiçbir insan halihazırda yaşadığı problemler için kurtarıcı beklemez. Yüzyüze geldiği problemlerin çözebildiğini çözmek insanın fıtratında vardır. Acaba, tarihe bakıldığında, bu ümmet ehl-i sünnet itikadının görece sağlam olduğu dönemlerde mi daha başarılıdır, yoksa bu modern zaman süperzekâlarının mehdiyi inkar etmeyi öğrendikleri dönemde mi? İnsan yalan söyleyecekse bile bari yatsıya kadar ayakta kalabilecek olandan söyler.

Uzağa aklınız yetmiyorsa yakını konuşalım. Acaba sünni olduğunu bizzat kendisi de açıklıkla ifade eden Erdoğan mı mehdiye inandığı için tembellik yapmıştır? Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi mi tembeldir? Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri mi tembeldir? Süleyman Hilmi Tunahan Hoca mı tembeldir? Esat Coşan Hocaefendi mi tembellik yapmıştır? Zahid el-Kevserî Hazretleri mi yatarak mehdi beklemiştir? Yahu hakikaten merak ediyoruz. Bilen bir arkadaş yardım etsin: Şu mehdiye iman etmenin tembellik yaptığı kişi veya kişiler kimlerdir? Kimlerdir ki, birer hayalet gibi varlıkları anılmakta, ama isimleri anılamamaktadır? Üstelik ima ile tembellikle suçlanmış ehl-i sünnet ve'l-cemaat öyle isimler bulunmaktadır ki; bu inkarcılar bir bu kadar daha hayat yaşasalar, onların zekatı kadar iş/hayır yapamayacaklardır.

FETÖ gibi sapkın grupların mehdiyi suistimal etmelerine gelince... Buna da mürşidimin bir metniyle cevap vereyim de zaten çok uzayan yazıyı toparlayayım: "Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadîse yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse, acaba hadîsi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip nâmûs-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzımdır?" Ben de, hamiyet namına bu yanlış davayı güdenleri, sapkınların hataları ile 'hakikat-i mehdiye' ve 'mehdiye dair hadislere' ilişmemeleri konusunda uyarıyorum.

Böyle meseleler detaydan da görülse mühimdir. Zira onlara gösterilecek tavra göre aynı ilmin kanunuyla ayakları bağlı diğer hakikatlere de bir renk verilir. Nasıl ki; Ebubekir Sifil Hoca, İslamî Bilincin İhyası'nda, Hz. Muâviye'ye (r.a.) ehl-i sünnetin istikametli bakışını izah sadedinde alıntılıyor: "Mu'âviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kastetmekle itham ederiz." Vekî' b. el-Cerrâh'a atfen İbn Asâkir'in Târihu Dimaşk'ta naklettiği bu sözün devamında diyor ki Ebubekir Hoca: "Sahabe hakkında 'gözden çıkarılabilecekler listesi' tasarlayıp, Hilafet'i Saltanat'a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu'âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir."

Bir kere neşter işlemeye başlayınca Hz. Ali'ye (r.a.) muhalefet etmiş sahabenin tamamı da, karşı çıkmasa bile tarafsız kalanların tamamı da, sonra süreç içinde Hz. Ali'den (r.a.) ayrılanların tamamı da aynı neşterden kurtulamazlar. Mehdiye konusundaki sıkıntı da buna benzerdir. Sırf aklına yatmadığı için sahih hadisleri inkar etmeye başlayan bir adam, velev ki buna iyi niyetle(!) ve mehdiyetle başlamış olsun, nihayetinde varacağı yer felakettir. Bugün mehdinin mantıklı gelmediği 'sosyolojik akla' yarın sünnet-i seniyye ile sabit olmuş dinin diğer parçalarının da mantıklı gelmeyeceğini kim söyleyebilir? İnsan gerçekten bu cesarete hayret ediyor! Kapının kulbunu çeviren içeriye hücum edenlerin vereceği zarardan mesuliyetini düşünsün. Aklı varsa titresin.

31 Ekim 2015 Cumartesi

Mehdi mi yener Süpermen mi?

"Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir." İmam-ı Âzam Ebu Hanife (r.a.)

Bedri Rahmi Eyyüboğlu İnsan Kokusu isimli kitabında sinemanın 'rüya tekelciliği' yaptığıyı söyler. Eskiden herkes kendine ait bir hayal dünyasında yaşarken bugün popüler filmlerin/kahramanların hegemonyası yaşanmaktadır. Kahramanlar yöresel değil küreseldir. Dekorlar/hikayeler Hollywood'a aittir. Esas oğlanlar/kızlar bellidir. Herkes onları düşler. Herkes onlarla yetişir. Hatta bir dostum anlatmıştı. 5-6 yaşlarındaki oğluyla Risale dersine gitmişler. Dersin konusu Mehdi hakkındaki rivayetlermiş. Bir saate yakın dinlemişler. Evlerine dönerlerken oğlu kendisine sormuş: "Peki baba şimdi Mehdi'yle Süpermen dövüşse hangisi yener?"

Okuyanlar hatırlayacaklar. Geçmiş yazılarımdan birisinde (Çocuklar Adam Olmasın Yalnız, Adamlar da Çocuk Olsun) Aleyhissalatuvesselamın çocuklara ve yağmura dair hadislerine atıf yaparak, çocukların da yağmurlar gibi 'fıtrî ahidleri yeni' hediyeler olduğunu söylemiştim. Ve fıtrata (yani fabrika ayarlarımıza) yakınlıkları nedeniyle bize ders verici meziyetlere sahip olduklarına dikkat çekmiştim. 'Çocuktan al haberi' gibi tabirlerin onların aptallığına değil, saflığına ve dürüstlüklerine atıf yaptığını; bununsa 'yalan' denen kurgunun ahlaklarına sonradan eklediğimiz birşey olmasından kaynaklandığını belirtmiştim. Hâlâ da böyle düşünüyorum. Ve hatta arttırıyorum: Çocuklar gibi peygamberler de bize Allah'ın bir 'Fıtrata dön!' çağrısıdır.

Yani nasıl ki bir çocuğun saflığı sizi onun yanında tedbirli davranmaya zorlar, aynen öyle de, bir nebinin ismetinden gelen nezaketi de çevresindekileri edepli olmaya çağırır. Bir çocuğun yanında yalan söylemekten, küfür etmekten veya kem bir davranışta bulunmaktan çekinen büyük, daha aşkın bir şekilde nebinin yanında da aynı şeyleri yapmaktan çekinir. Nebinin pâklığı muhatabını da ahlaklı olmaya zorlar. Yani onlar duruşlarıyla bile insanları dönüştürürler.

Bunu pazusuyla, ordusuyla veya kılıcıyla yapmaz elbette nebi. Onun bulunduğu hal, yani kamil insan hali, vicdan denen yerimizin işiteceği şekilde asl-ı insanı bağırır. Çalışan her alıcının kolaylıkla algılayacağı bir fıtrat frekansını sürekli yayar. Ve siz bu bağırış karşısında kayıtsız kalamazsınız. Kâfir de kalsanız meziyetlerini takdir eder ve yanında davranışlarınıza çekidüzen verirsiniz. Bunun delili çoktur. Bunlardan yalnız Mekke'nin fethinden sonra yaşanan bir diyaloğu hatırlatmak isterim.

Müşrikler Aleyhissalatuvesselamı nasıl tarif etmişlerdir o gün? Ben şöyle biliyorum: "Sen kerim bir kardeşimizsin ve kerim bir kardeşimizin oğlusun." Yanlış anlaşılmasın. Bu onun nübüvvetine iman ettiklerinden dolayı söyledikleri birşey değildir. Bu karşıkonulmaz bir şekilde maruz kaldıkları güzel ahlakın itirafıdır. Mürşidim bir yerde bu sadedde der ki:

"Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu'cizâtına münhasır değildir. Belki, ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek çok zâtlar, yalnız o Zât-ı Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın simasını görmekle, 'Şu simada yalan yok; şu yüzde hile olamaz' diyerek imana gelmişler."

Aleyhissalatuvesselamın bu yönünü ayrıca önemsiyorum ben. Çünkü bu yön bize 'kamil mürşidin' neden gerekli olduğunu da hatırlatıyor. Hikmetini anlatıyor. Öyle ya. Herhangi bir ahlakî değeri 'ilmî bir kavram olarak' ve/veya 'entelektüel bir haz duyarak' konuşabiliriz. Hakkında muhteşem aforizmalar kasabiliriz. Edebiyatın gözüne basabiliriz. Cakkıdı cakkıdı ahkam kesebiliriz. Daha önce söylenmemiş betimlemeler yapabiliriz. Bunlarla tıkına bereket 'retweet' veya 'beğen' de alabiliriz. Fakat etrafında kelimelerle döndüğümüz o hakikatin tesirini yine de 'yaşayanı' belirler.

Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz ihlası/ahlakı kelimelerde değil insanlarda okuruz. Kelimelerle değil insanlarla taşırız. Yani insan pratiği istenen mesajın asıl taşıyıcısıdır. Taşıyıcı da mesajın parçasıdır. Bu nedenle peygamberler de Allah'ın kelamını bize taşıyan Allah'ın kevnî kelamlarıdır.

Kur'an'ın ilk musfahı Aleyhissalatuvesselamın mübarek zatıdır. Fiiller ve tavırlar, hem de o hakikatin sınanmasının en gerekli olduğu zamanlarda sergilenenleri, ahlakı nakletmemizin yegane aracıdır. Bir ahlak salt kitabî bilgiyle nakledilebilir mi? Bence bu mümkün olamaz. Mümkün olamayacağı için Aleyhissalatuvesselam buyurmuştur: "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." Ve Aişe radyallahu anha annemiz demiştir: "Onun ahlakı Kur'an'dı." Yani Kur'an'ın dersi sünnetle tamam olmuştur.

Evet, en yakıcı sınavlarında bile fıtratının ismet derecesindeki saflığından ödün vermemiş Allah Resulü, hem canımız-ciğerimiz, hem de güzel ahlakın insanlar arasında 'olabilir/başarılabilir' birşey olduğunun ilk delilidir. Yani peygamber kulluğun 'yapılabilirliğinin' ilk delilidir. Bu noktada Kur'an'ın onu anarken vurguladığı 'içinizden biri' ifadesi 'sizin gibi yaratılmış ama sizin gibi olmamış-bozulmamış birisi' diye de algılanabilir. Yani içimizden birisi, içimizden herhangi birisi gibi davranmayarak, herşeyi değiştirmiştir.

Bu açıdan bakınca "Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz!" buyuran İsrâ sûresi bir açıdan da şunu söylüyor olamaz mı: "İçinizden birinin herşeye rağmen fıtratını koruyabildiğini ve gönderdiğim vahye uygun yaşayabildiğini sizlere göstermedikçe ve o size 'bizzat yaşayanı olarak' vahyimi/davetimi tebliğ etmedikçe size azap etmeyiz." Bu davetin hayatla bütünlüğünü anlama noktasında çok kıymetlidir. Teori pratiğiyle birlikte aktarılmadığı zaman gırtlaktan aşağıya inemez çünkü.

"Mu'cize-i Muhammedî aynı Muhammeddir (a.s.m.)..." derken Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği de biraz bu değil midir? "Bütün ümmet hattâ düşmanları da dâhil olduğu halde icmâ etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye câmidir." Onun metinlerinde sıklıkla vurgu yaptığı birşeydir şu. Peygamberler, sadece dillerindeki vahiyle ve ellerinden vücuda gelen harikalarla değil, onun uygulanabilirliğini göstermeleriyle de davetin bir parçasıdırlar. Hâşâ, sümme hâşâ, mesajı getirince işleri bitmiş bir postacı gibi görülemezler. Çünkü insanlar bir mesaja, onu uygulayan kişinin elinden/dilinden muhatap olmadıkça, uymazlar. İnsanların, özellikle avamın, söylem ile yaptıkları ilk kavga nasihatin sahibindeki tutarlılığıdır. Bunu şöyle bir örnekle biraz daha açmak istiyorum:

Biz güzel ahlakın varlığına onun edebî metinler içinde varoluşuyla inanmayız. Aforizmalar bizi güzel ahlaka inandıramazlar. Bu nedenle büyük meblağlar bulmuş ama tek lirasına dokunmadan onu sahibine iade etmiş veya hiç tanımadığı birisine çok büyük bir fedakârlık yapmış veya daha başka bir şekilde güzel ahlakın bir nümunesini/uygulanabilirliğini bize göstermiş insanların hikayeleriyle çok meşgul oluruz. Onları gazetelerimize manşet yapar ve/veya televizyonlarımızda duygusal bir haber olarak geçeriz. Büyük büyük söyler ve/veya yazarız: "İnsanlık ölmemiş!" Veya deriz: "İşte günün kahramanı!"

İnsanlığın ölmediğine bizi kim inandırır? Metinler mi? Aforizmalar mı? Felsefe mi? Bizi insanlığın ölmediğine insanlığının hakkını veren hayatlar inandırır. İşte nebiler de bu yüzden kıymetlidir. Ve onların varisleri olan âlimler de. Mürşid talebesi için dersin tamamlayıcı parçasıdır. Bir mürşide intisabın tasavvuf geleneğinde çok önemsenmesi, bir usûle intisabın hakikate vusûlde çok vurgulanması, bunlar boşuna değildirler. Geleneği hakikatin inanılırlığını arttırır.

Bana öyle geliyor ki: Nebileri postacı konumuna indirmeye çalışanlar da aslında kem bir amaçla bunu yapıyorlar. O da şudur: Vatanı değil amma mü'minin anavatanını, yani güzel ahlakın bütünlüğünü parçalamaya çalışıyorlar. Halbuki, bu dangalakların sünnet-i seniyye yerine ürettikleri hiçbir aforizma, hiçbir entelektüel eğlenti Abdullah b. Selam radyallahu anh gibileri kandıramaz. Onun gibilerin Aleyhissalatuvesselamın yüzünü görmesi gerekir. Bizim gibilerin onun ahlakını bilmesi gerekir. Öyle bir hayatın mümkün olabildiğine şahit olunması gerekir. "Bu yüzde yalan olmaz!" ancak bu bilgiden/görüşten sonra söylenebilir.

Düşünelim: Bediüzzaman'ın istikametten şaşmamış ve büyük bedeller ödemekten çekinmemiş hayatı olmasa, Risale-i Nur metinleri, sırf bir didaktik eser olarak, bu kadar insana hakikatin yolunu göstermeyi başarabilir miydi? Said Nursî'siz Risale-i Nur tavsiye edenler, Peygambersiz Kur'an arayışına girenler, güya iyi niyetlerle vurguyu aslolana getirmek için bunu yaptıklarını söylüyorlar. Ya arkaplana attıkları parça aslın da parçasıysa? Ya onsuz asıl da yarım kalıyorsa?

Yani ya sandıkları gibi bir hiyerarşi yoksa? Mürşidin hayatı tebliğden kopmayan ve hatta tebliğin sağlığını sağlayan en birinci etkense? Bugün âlem-i İslam'ın durumuna bir bakınız. Hiçbirimiz doğruyu bilmiyor veya doğru kavramlara birbirimizi çağırmıyor değiliz. Ortalık müçtehid kaynıyor(!) Herkes bir taraftan "Ey müslüman uyan!" diye bağırıyor. Asıl sorun çağrıda değil. Sorun şu: Biz birbirimizin samimiyetine inanmıyoruz. Çünkü öyle bir ahlak göremiyoruz bir diğerimizde.

Bu yüzden hem nübüvvet, hem varisi olmak hasebiyle hakiki âlimler, hem bunun altbaşlıkları olarak müceddidlik ve mehdilik gibi kavramlar-kişiler, bunların hepsi gerekli. Hiçbirisi küçük görülmemeli. Ben Mehdi'den bazılarının karikatürize ettiği gibi süpergüçlerle gelmesini beklemiyorum. Ama, evet, hepimizi inandıracak bir samimiyet ve ahlakla ortaya çıkmasını bekliyorum. Eksik olan o çünkü. Mü'minin süpergücü o. Yoksa, maşaallah, hepimizin ağzı süper laf yapıyor. Fiyakalı sözlerden geçilmiyor. Fakat salih seleflerimizin mirasını yemekten başka birşey de elimizden gelmiyor. En nihayet demem o ki kardeşlerim: "Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz." Çünkü mehdinin de süper gücü o olacak.

13 Mart 2012 Salı

Are you ready mehdi?

Adnan Oktar Hoca üzerine birşey yazmam çok gerekli mi? Değil elbette... Hele bu blogta. Yani zaten genelde onu görmezden gelmeye çalıştığımız için benim de görmezden gelmeye çalışmam mantıklı olabilirdi. Fakat yapamadım. Günlerdir, hatta aylardır internette izlenme rekorları kıran(!) danslı, coşkulu videoları; o videolardaki kızlar hakkında ilginç, orijinal iltifatları ve hakkında konuşulanlar en nihayet beni bu yazıyı yazmaya sevk etti. Doğru yaptığımı hâlâ iddia etmiyorum. Ama nihayetinde hiçkimsenin yazmadığı, belki yazmaktan çekindiği bir konuda bir iki cümle kelam etmek de gerekli. Yoksa insanlar sükûtunuzu ikrardan sanıyorlar, aldanıyorlar...

Tamam, ekolü ve ekolünün esasları kendine ait birşeydir. Hatta bu noktada kendince Risale-i Nurlardan istifade de edebilir, birşey demiyorum. Ama şu mehdiyet meselesi ki, yani bu noktada Adnan Oktar beni çok güldürüyor. Sahiden güldürüyor.

Ne bileyim? Kafamızdaki mehdi şablonuna hiç oturmadığını fark etmiyor mu acaba? Mesela ben kendi adıma konuşayım; küfürlü disko şarkılarında bile dans eden, şarkının sözlerindeki çirkin manayı ise yanındaki kızların (Allah onlardan razı olsun, mehdiyi rezil olmaktan kurtardılar) uyarmasıyla ancak fark eden bir mehdiyi önümde, alem-i İslam’ın başında görmek istemiyorum. (Öyle ya, böyle bir mehdi alem-i İslam’ı cennetimsi zamanlara değil, en fazla diskoya götürebilir.)

İyi, peki... Hepten reddetmeyelim. Elbette kendisinin de hizmetleri olmuştur. Belki insanların hidayetine de vesile olmuştur. Ama bu, bu kadardır yani... Bizden daha fazlasını beklemesin, zira kaldırabilecek gibi durmuyor. Kendisine de yük etmesin, bizi de boş boş düşündürmesin.

Bir de şuna bitiyorum, çevresindekiler dönüp dönüp meseleyi Bediüzzaman’ın “bir asır sonra gelecek” ifadesini içeren metinlere getiriyorlar. Oradan pişirip pişirip benim gibi farklı düşünenlerin önüne servis ediyorlar, vurmaya gayret ediyorlar. Videolar falan yapıyorlar...

Yahu bir asır sonra birisi gelecek bile olsa (ki kendi adıma ben kimseyi beklemiyorum) bu Adnan Oktar olabilir mi? Yani eğer bir asır sonra gelecek olan 21. yüzyılın en büyük talk showcusu falan olsa, Adnan Oktar elbette olabilir. Hatta bu zamana kadar neden o kızlarla birlikte büyük bir kanala transfer olmadı, onu da anlayabilmiş değilim. Pekala bu yaz Star’a, Kanal D’ye falan geçebilir. Ki bu başarıyı bence hakediyor. Bugün bir insan Hayrettin’in, Okan Bayülgen’in geyiği haline gelebiliyorsa bence o büyük kanallarda tutunabilir kardeşlerim. Küçük görmeyelim.

O bu değil de bu kızların cazibesiyle kendi cemaatini terk edip onun tarafına geçmek isteyen gençlerle karşılaşmaya başladık. :) Ahaha, tabii bu işin şakası. Ama hakikaten bekar erkeklerin izdivaç programlarından sonra en çok katılmak istediği programlardan birisi haline geldi Adnan Hoca’nın programları...

İyi, güzel. Herkesin bir meşrebi var, eyvallah. Çok da sıkmak istemiyoruz. Tek ses, tek fikir, tek renk olalım demiyoruz. O da güzel şeyler yapmaya çalışıyor, takdir ediyoruz. Evrim hakkında Harun Yahya müstearı ile habire kitap yazıyor mesela... (Gerçi onları da Adnan Oktar’ın bizzat yazdığı tartışılır.) Onlara destek de oluyoruz. Ben de okudum, arkadaşlarıma verdim örneğin o kitaplardan. Ama yani bizim Adnan Oktar sevgimiz buraya kadar... Böyle “Ben mehdiyim!” falan demeye başlarsanız, iş arızaya bağlar. Orada biz de size bir; “Ne oluyor ya?” deriz. Ancak insanları güldürürsünüz bu iddialarla. Yerim kedi canınızı sizin...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...