Kur'an Kıssaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kur'an Kıssaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2024 Pazartesi

Yoksa el-Kassam yiğitleri bu nasihati karıncalardan mı aldı?

Bediüzzaman'ın, farkında olalım-olmayalım, gözümüzü açtığı mevzu çoktur. Fakat içlerinden birisi ayrıca dilime bal geliyor. Nedir? Kur'an'daki kıssaları, 'olaylar' olarak değil sadece, 'kanunlar' olarak da okuyabilmektir. 'Tarihselcilik' fitnesine büyük bir deva görürüm bunda. Elhamdülillah. Kur'an'ın hiçbir detayının "Maziden ibarettir!" deyu arkada bırakılamayacağını anlarım. Her ne ki, Kur'an'dadır, o Kur'an'dandır. Ezelidir hem de ebede gider. Üstünkörü geçilemez. Küçük görülemez. Sıradanlaştırılamaz. Üzerine eğildikçe, dikkat kesildikçe, gül goncası gibi açılır. Katman katman izdüşümlerini her yerde okutur. Böyle bilenler, uyanıklığıyla dirilenler, onlardır ancak vahyi layıkıyla anlayanlar işte. Yüzbin maşaallah cehdlerine arkadaşım. Evet. Tavusluğun kemalini çıktığı yumurtanın kabuğunda boğanlar körelmeye mahkumdur. Demirciler çarşısında antikanın göremediği değer, antikayı değil, ham demirciyi hicveder.

Misal mi istersin? 1. Lem'a, 2. Lem'a... Daha metadolojik bir anlatımını ararsan 20. Söz. Sâhi, en doğrusu, 20. Söz'ün kapısını çalmaktır evvela. Neden? Çünkü 20. Söz konuyu daha geniş bir pencereden ele alır. Mesela bu cümleyi ancak orada bulabilirsin: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Veyahut şu cümleyi: "Kur'ân-ı Hakîm'de, çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Fakat zikredilen sırra yakından bakabilmen için biraz fazlasıyla da yardımcı olmalıyım sana:

"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i Mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan 'bakarperestlik mefkûresini' kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte, şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder."

Yani, Bakara sûresine ismini de veren 'inek kesme' hâdisesi, "Ta Musa aleyhisselam zamanında olmuş birşey canım!" denilerek basitleştirilemez. 'Esatiru'l-evvelîn' olarak bakılamaz. Köreltilemez. Orada her zamana hitap eden nasihatler vardır. Bir tanesi de şudur: Hayvanperestliğin kökünü kazımak ancak kurbanla mümkün olur. Kurbana mesafe koyanlar hayvanları kutsamaya başlarlar. Nasıl ki, bugün, 'hayvanseverlik' perdesi altındaki müfrit bir temayül, en nihayetinde 'itperestliğe' kadar evrilmiştir; aynen öyle de; boynuna bıçak vurulmayan başka aşırı temayüller de çeşitli yanlış 'kutsamalara' sebep olabilirler.

Namazla zamanın boynuna bıçak vurulur mesela. Zekatla malın boynuna bıçak indirilir. Herşeyin boğazlanması 'cinsinden bir fedakârlıkla' olur. Allah'ın verdiğinden takdir ettiği bir kısmını, yine Onun rızası namına, bağışlarsın. Arana hikmetli bir mesafe koyarsın. Böylece şirk temayüllerini zebhetmiş olursun.

Allah o mücahidîn-i İslam'ı cihadlarında muvaffak eylesin. Gazze'nin yiğitlerinden alınacak çok ders var. Cenab-ı Hak imtihanlarını yakında bağışlayacağı zaferle ferahlığa döndürsün. Onlara vatanlarını-huzurlarını iade etsin. Kendi payıma çok dersler çıkarıyorum onlardan. Bir tanesini de bu yakınlarda aldım. Mübareklerin, Gazze'nin her yerine kazdıkları tüneller marifetiyle sürdürdükleri harp, ellerindeki sınırlı imkanlara rağmen, 100 gündür kök söktürdükleri İsrail ordusunu görmekle birlikte, nicedir "Bu Kur'an'a neden dahil edilmiş acaba?" diye düşündüğüm birşeyi anlamamı sağladı. Evet. Dersimin hülasası şudur:

Neml sûresinin 18. ayetinde, sûreye de ismini veren ayettir, kısacık bir mealiyle buyruluyor ki: "Nihayet karınca vadisine geldiklerinde bir karınca şöyle dedi: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; aman, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!” İşte, ben, şüphesiz ki cahilliğimden, bu ayeti okuduğum her defasında derdim içimden: Karıncaların aldığı böylesi bir tedbir Kur'an'da zikredilmeye neden değer bulundu? Süleyman aleyhisselamın dilegetirdiği şükür elbette önemli bir hikmettir. Lakin şunun buraya alınmasında başkaca hikmetler yok mudur? Nelerdir? Şimdi, birisinin, Gazzeli mücahidler emeğiyle gösterildiğini düşünüyorum arkadaşım: Nasıl ki, karıncalar, Süleyman aleyhisselamın azametli ordusundan ancak tünel tünel yuvalarına sığınarak korundular; aynen öyle de; Gazze'nin mücahidleri de, Benî İsrail'in her türlü teknolojik imkânla donatılmış zulmünden ancak tüneller marifetiyle korunabildiler.

Hatta, ahirzamanda, orduların yıkıcılıkları arttıkça savaşlar cephe, siper, sığınak, tünel savaşlarına doğru dönmeye başladı. Süleyman aleyhisselamın kuşlarına bedel bu zamanın savaş uçakları yüzeyde yapılacak harpleri müşkülleştirdi. Tâlibân Amerika'nın zalim saldırılarına karşı mağaralara sığındı. Hamas da İsrail'in zulmüne karşı yeraltı tünellerinde savunma kurdu. Yani ayet-i kerimenin musırrane söylediği şey geniş bir uygulama sahasına kavuşmuş oldu: "Güçlü bir orduya karşı canını savunmak isteyen zayıf bir topluluksan sığınacağın yeri doğru seçmelisin. Gadrinin ulaşamayacağı kanallar, tüneller, siperler, sığınaklar kazmalısın. Korunmak böyle olur. Bu kanunu ders almak için karıncaların kıssasına dikkat et."

Allahu'l-a'lem, en doğrusunu Mevla bilir ya, Neml sûresinde mezkûr hâdisenin zikrinin böylesi bir umumi kanuna da baktığını düşünüyorum ben. 20. Söz'deki o cümleyi tekrarlayalım: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Veyahut diğerini: "Kur'ân-ı Hakîm'de, çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Her şekilde Kur'an bize, okuduğumuz-okuyacağımız, nice nice sırlar tenbihliyor. Bunların bazılarını çabuk anlıyoruz. Bazılarını ancak yaşadıkça seziyoruz. Ancak hiçbirisi 'tarihsel bir olay' olarak arkamızda kalmıyor. Tekrar be tekrar karşımıza çıkıyor. Tazeleniyor. İşte, arkadaşım, karalamamın sonunda, o Rahman u Rahim'in vadisinde durmaktayız yine. Şüphesiz biz karıncalardan daha zordayız. Onlar Süleyman aleyhisselam gibi ismet sahibi bir sultanın ordusundan sakınıyorlardı. Fakat artık bebeklerimizin dahi kanına susamış canavarlar saldırıyor. Lütfunu, keremini, Gazze için imdadını Rahmanlığından ve Rahimiyetinden bekleriz. Sığınacak başka tünelimiz yok ki hem.

21 Ekim 2019 Pazartesi

Zekeriya aleyhisselam susunca biz ne işittik?

Genelde maddelerin donarken hacimleri küçülür. Suyunkiyse aksine artar. Bu sayede göller/nehirler dipten değil üstten donarak sinelerindeki hayatı korurlar. Normalde bir 'yanıcı' ile 'yakıcı'nın biraraya gelişi yangına sebep olur. Ama Hidrojen ile Oksijenin hukuku başkadır. Kardeşlikleriyle 'söndürücü' suyun varlığına hizmet ederler. Esasında kainatta bulunan metallerin erime ısısı epeyce yüksektir. Sıvı olmaya çok sıcak bakmazlar. Pardon. Asıl ancak çok sıcakken (b)akarlar. Ama cıva bundan istisnadır. Böylece termometrelerimize güzelce bir hizmet eder.

Arkadaşım, hayret edersin, sanki her nerede bir kanun var yanıbaşında kardeşceğizi bir istisnası da vardır. Hatta o istisna öyle yerinde/gerekli bir istisnadır ki âkil olan şaşkınlıktan damağını şaklatır. En doğrusunu Allah bilir elbette. O varlığın bütününü gören 'ezel' makamının sahibidir. O makamda olmuş-olacak ayrımı yoktur. Hepsi bir 'Ol!' emrinin içindedir. Zamandan aşkındır. Biz, yani zamana mahkûm olanlar, kendi parçamızın rızkını kovalıyoruz. Mukayyet oluşumuz nedeniyle herşeyi sınırlarımıza buluyoruz. Bulandırıyoruz. Bunalıyoruz. Manzara, değil varolurken, yalnız gözlerimizde karışıyor. Karıştırıyoruz. Çünkü sığmıyor. Çünkü saramıyoruz.

Yarımlıklara 'şer' diyoruz. Tamamlananlara 'hayır' namını takıyoruz. Tamamına varıncaya kadar her 'hayır' gözümüzde 'şer' kalıyor. Bizi bu yanılgıdan ancak vahy-i ilahî kurtarıyor. Göremediğimiz bütünlüğün haberlerini veriyor. Çözemediğimiz yarımlıkları çözmeyi öğretiyor. Hikmetini bilince 'yaşananın şahitliğimizden ibaret olmadığını' sezinliyoruz. Böylece 'âlem-i şahadette' yani 'şahit olunanlar âleminde' yani 'parçalar âleminde' yaşayan bizler, bir lütf-i ilahî ile, parçalanmıyoruz. Parçalanan varsa 'ezel'in sahibinden gelen haberlere kulak tıkayanlardır.

Zekeriya aleyhisselamın sessizliğini düşün mesela. Kalbinin kulaklarında çın çın çınlasın. Hani Âl-i İmran sûresinin 40. ayetinde kısa bir mealiyle buyruluyor: "Zekeriyya: 'Rabbim!' dedi, 'bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre, benim nasıl oğlum olabilir?' Allah şöyle buyurdu: 'İşte böyledir; Allah dilediğini yapar.'" Ve 41. ayette şöylece ekleniyor:

"Zekeriyya: 'Rabbim! (Oğlum olacağına dair) bana bir alâmet göster' dedi. Allah buyurdu ki: 'Senin için alâmet; insanlara, üç gün, işaretten başka söz söylememendir. Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et.'" Bazı müfessirler bu 'konuşamama'nın Zekeriya aleyhisselamın 'hiçbir fiziksel eksiği olmadığı halde bunu başaramaması' olduğunu söylüyorlar. Allahu'l-a'lem. Bana da bu mana sıcak görünüyor. Çünkü biliyorum. Mürşidim söylemişti. Bir kanunun kırılabileceğinin delili kırılan başka kanunlardır. Ne zaman bir 'sıradışılık'la tanışsak o bize bir/birçok 'istisnayı' tanıtır. Kardeşlerinden haber verir. Mucizelerin bir hikmeti de budur.

Hani, yine mürşidim, 'İsa aleyhisselamın babasız dünyaya gelmesi' konusunda şüphesi olanlara der: "Nusûs-u kat'iye ile Hazret-i İsâ aleyhisselâm pedersiz olduğu kat'iyyeti varken, tenâsüldeki bir kanunun muhâlefetini gayr-ı mümkün telâkki etmekle, vâhî te'vilât ile bu metin ve esaslı hakikati değiştirmeye teşebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez ve ehemmiyete değmez. Çünkü, hiçbir kanun yoktur ki, şüzuzları ve nâdirleri bulunmasın ve hâricine çıkmış fertleri bulunmasın. Ve hiçbir kaide-i külliye yoktur ki hârika fertler ile tahsis edilmesin."

Bunun kainatta da birçok örneği vardır. Hatta, değil derinlikli okumalarla, ortaokul-lise seviyesindeki biyoloji bilgisiyle bir insan 'eşeysiz üreme' diye birşeyin varlığını bilir. Bitkilerde/hayvanlarda varolan nümunelerini tanır. Hatta bazen 'eşeyli' bazen 'eşeysiz' çoğalabilen canlıların varlığını yakinen biliriz. İşte bu tür misallerle Cenab-ı Hakkın verdiği ders açıktır: "Bu kanunu, bakınız, ne kadar kolay kırıyorum. Birçok örneğini görüyorsunuz. Bilimadamları bulup öğretiyorlar. O halde bu kanunu başka bir yerde daha kırabileceğimden neden şüphe ediyorsunuz? Neden İsa aleyhisselamı babasız yaratabileceğime şaşıyorsunuz?"

Bediüzzaman da sözünün devamında der: "Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz, yüz bin envâın kısm-ı âzamı, hadsiz efradları, kanun-u tenâsül hâricinde—yaprakların yüzünde, taaffün etmiş maddelerde—o kanun hâricinde îcâd edilir. Acaba mebdeinde ve hattâ her senede bu kadar şâzlarla yırtılmış, zedelenmiş bir kanunu, bindokuzyüz senede bir ferdin şüzûzunu akla sığıştıramayan ve nusûs-u Kur'âniyeye karşı bir te'vîle yapışan bir akıl, kaç derece akılsızlık ettiğini kıyâs et."

İşte bence 'sapasağlam iken konuşamamak' da Zekeriya aleyhisselamla verilen bir derstir. Bir kanununu kırabilen Allah her kanununu kırabilir. Çünkü yalnızca bir kanunun kırılması bile 'hikmeti iktiza ettiğinde' kanunlarını iptal edebilecek bir Allah'ın varlığını öğretir. Demek, hâşâ, Allah kanunlarının esiri değildir. Mucib-i bizzat değildir. Allah'ın böyle bir Allah olduğunu anladıktan sonra sarsılmaz sandığımız yasaların ne engel olabilirliği vardır? Yoksa onların Allah'tan hariç, hâşâ, gücü mü vardır? Sırf yazılmış olmakla, cümle, yazarını kendisini değiştirmekten alıkoyabilir mi? Bu paragrafta belki yirmi kelimeyi değiştirdim. Ne engelledi? "İşte böyledir, Allah dilediğini yapar!" Sözde müessiriyetlerimiz de Allah'ı anlamaya kapı olur.

Mürşidim mezkûr metnin finalinde der: "O bedbahtların kanun-u tabiî tâbir ettiği şeyler, emr-i İlâhî ve irâde-i Rabbâniyenin küllî bir cilvesi olan âdetullah kanunlarıdır ki, Cenâb-ı Hak, o âdâtını bazı hikmet için değiştirir. Herşeyde ve her kanunda irâde ve ihtiyârının hükmettiğini gösterir. Hârikulâde bazı fertlerde hark-ı âdât eder."

Evet. Binler kere 'evet.' Kaideler ve onları bozan istisnalar sayısınca 'evet.' Her yasayı belirleyen yasa, her yasanın üstündeki yasa, her yasayı değiştirebilecek yasa, Cenab-ı Hakkın şe'n-i Rububiyetidir. Şânıdır. Esmaü'l-Hüsna'sıdır. Onun neyi/nasıl yaratacağını bizim çıkarımlarımız değil onun yaratış ahlakı belirler. İster Zekeriya aleyhisselamı sapasağlam iken susturur, ister kısır eşinden Yahya sahibi yapar, isterse de Meryem annemizi İsa aleyhisselama babasız kavuşturur. Arkadaşım, haddini bil, okumayı zor-bela başardığın küçüğün küçüğü parçalar üzerinden bütünün sahibine racon kesemezsin. Ancak vahyinde söylediğini alırsın. Çünkü o, bizim okuduğumuzdan çok, kendisinin haber verdiği gibidir. Elhamdülillah. Elbette.

18 Nisan 2019 Perşembe

Mustafa Öztürk nereye koşuyor (3)

Başlarken hakkaniyet adına şunu belirtmeliyim muhterem karilerim: Ben bu yazıda konu edeceğim mevzuyu bizzat Mustafa Öztürk'ten işitmedim. Fakat çeşitli mecralarda 'tarihselciliği' tartıştığım kişilerin tezlerini desteklemek amacıyla bu tarz misaller verdiklerini gördüm. O yüzden de bu yazı serisinin bir kenarını, birazdan açık edeceğim, şu bahse ayırmayı borç bildim. Yani, demem o ki, bu yazıda yine Mustafa Öztürk'ün yolunu konuşacağız, amma ondan bizzat işitmediğimiz birşey üzerinden konuşacağız. Hak namına bu nüans hatırdan yitirilmesin dilerim.

O mevzu nedir peki? Şudur: Kur'an'da, her okuyanın kolaylıkla farkedeceği şekilde, dönemine dair bilgiler/örnekler bulunmaktadır. Olaylarına/kişilerine atıflar yapılmaktadır. Bu 'dönem etkilenmişliği' göstermektedir ki, onun beyanında zamanın/şartların bir 'sınırlayıcılığı' vardır. Yani 'o zamana/şartlara göre söylenmiş' şeyler vardır. Bu nedenle, asırlar sonra dünyaya gelmiş tiki-cool-ciks-şekil-herneyse nesillerin, Kur'an'ın beyanını ele alırken bu etkilenmişlikleri ayıklaması gerekir. Çünkü zaman aynı zaman değildir. Yaşananlar aynı olaylar değildir. Bugünün müslümanı 1500 yıl öncesinin Arabı (canım o sahabe-i güzine kurban olsun) değildir.

Görüyor musunuz lakırdının sergüzeştini? İnternet kablosu gibi nerelerden nerelere bağlanıyor? Neleri nelerin arasına sıkıştırıyor? Mesela: Bu beyan sırasında eğer uyanık olmazsanız şu zokayı yutmuş oluyorsunuz: "Bir metinde dönemine dokunur izler varsa o izler sadece zamanıyla konuşur." Aslında bu dogmatik kabul de materyalist sosyolojinin şu kabulünden besleniyor: "Birşeyde neyin izi varsa ona o sebep olmuştur." Örneğin: Ali öldüğünde üzerinde Veli'nin parmak izleri varsa onu o öldürmüştür. Veli düştüğünde en yakınında Ali varsa onu o itmiştir. Zaten materyalizm, ateizmin tanrıyı kainattan kovma işini, neden-sonuç ilişikleriyle yoluna koyma mesaisidir. Baştan kabul edilenin sonradan gelen 'düttürü'südür.

Peki 'materyalist sosyoloji' ne demek oluyor? Materyalist sosyoloji aslında sosyolojinin ortaya çıkarılış gayelerinden birisini ifade ediyor. Herşeyi neden-sonuç ilişkileriyle açıklamaya çalışan modern bilim, toplumsal veya tarihsel olayları, özetle insanlığın kaderini nasıl bu kalıba dökecektir? Onu nasıl nedenler ve sonuçlar ile açıklayacaktır? İşte bu işi de materyalist sosyoloji halleder. Veya halletmeye çalışır.

Bu nedenle az-çok sosyolojinin mürekkebini yalayanlarda, eğer itikadları sağlam değilse, tarihselcilik mevzuuna bir yatkınlık başlar. Arkadaşlar, kimse üzerine alınmasın, gördüklerim üzerinden konuşuyorum. Sosyolojiyi merkezine koyanlar naslara yaklaşımlarında 'dönemin sınırlayıcılığına' muhkem bir usûl kaidesi gibi bakıyorlar. Çünkü kafalarında zaten herşeyi neden-sonuç ilişkisi içerisinde açıklama arzusu var. Bu arzuyla neyin başına uğrasalar, orada sonucu nedene, sonuçtan murad olunabilecek gayeleri ise 'nedenin kaldırabilirliğine' sınırlıyorlar. Diyemeyecek gibiyse 'Dememiştir!' yapıyorlar.

Örneğin: Bu zevatın mehdi ile ilgili hadislere yaklaşımlarında hep şunu görüyoruz: Öncelikle şöyle bir (varsa) sakallarını sıvayıp (yine varsa) pipolarından birkaç nefes çekiyorlar. Ondan sonra hadis sahihmiş-değilmiş, senedi kuvvetliymiş-zayıfmış bakmadan "Bu inanılmaz şey hangi sosyolojik dürtüler sonucunda ortaya atılmıştır?" sual-i herzekâranesini kalplerine yumurtluyorlar. Neden inanılmaz geliyor peki bu onlara? Çünkü neden-sonuç ilişkisiyle bağlayamazlar. Geleceğe dair birşey geçmişte haber verilirse neden-sonuç ilişkisi falan kalmaz aralarında. 'Ezel' diye birşey ortaya çıkar. Ezel kavramının kabulü ise dine ayar vermek isteyen sosyolojinin intiharıdır.

Burayı hızlı geçelim: En nihayet sosyologlarımızın mezkûr hadisleri tefsiri şu şekilde oluyor: "Her zamanda insanlar başlarına gelen kötü şeylere karşı bir kurtarıcı arayışında olmuşlardır. Bilmem M.Ö. kaçlarda birileri gelecekte ortaya çıkacak bir kurtarıcıdan bahsettiği gibi, elbette, müslüman halklar da bir kurtarıcı motifiyle itikadlarını süslüyorlardı. Bu bir ihtiyaçtı." Eeee? "İşte bu yüzden inanışları doğrultusunda hadisler uydurdular. Bir mehdi sanrısı yarattılar. Gelecek nesillere aktardılar." Vaaaay! Demek, itikadları için hayatlarındaki cümle bâtılı ellerinin tersiyle itenler, mehdi mevzuunu 'Bu da nazarlık olsun canım!' diye dine sokuşturdular ha! Bak sen şu bizim sosyolojik muhaddislere. Yalnız muhaddis mi? Hâşâ. Müçtehid, müfessir, fakih, kelamcı, cart-curt, her ne varsa ondan, yani 'little little on the middle.' Bunlar bir de azıcık dindar kısmı. Olmayanı, bırak mehdiyi, Allah'ı bile "İnsanlar korkularından sığınacak bir ilaha ihtiyaç duydular!" diye açıklıyor.

Hatta işte benim hasbelkader 'tarihselcilik' konusunu müzakere ettiğim diğer bazıları da diyorlar ki: Kur'an'da ticaretle ilgili misallerin çokluğu da Kureyşlilerin çok ticaretle uğraşmasından dolayıdır. Yani, Kur'an, 'onlar ancak bu örnekleri anlayacakları için' ticaretten misaller vermiştir. Bu da bir 'dönemden etkilenmişlik' delilidir.

İyi de mübarek, bir hakikati anlatmak için misal getirmek, o misale konu olan olay veya zaman dışında anlatılandan 'istifade edememek' anlamına mı gelir? Sen Ali'ye bir söz söylediğin zaman Veli'nin kulak verip anlayabileceği hiçbirşey yok mudur? Sen Ali'yi örnek verdiğin zaman Veli'nin bu örnekten alabileceği pay yok mudur? Sen Ali'nin kıssasını aktardığında Veli'nin bu kıssadan hisse almasına imkan yok mudur?

Eşekliğinin şeddesi ziyade değilse, sen de bilirsin ki, bir kişiye söylemek, herkese söylemeye engel olmaz. Komutan emir verdiği zaman karşısında bir ile bin birdir. Aynı şekilde itaat ederler. Çünkü askerlik kanunu onları birbirine bağlar. Muhatabın karşısında birleştirir. Hem yine bir feryad havaya yükseldiğinde karşısındaki kulak sayısının onun için anlamı yoktur. Çünkü 'duymak kanunu' onları muhatabiyette birleştirir. Bin kulak, gür bir sada karşısında, tek bir kulak gibidir.

Yani, sen, bu sosyolojik okumanı Kur'an'dan istifade ile Kureyş'in yaşam şartlarını anlamak veya Kureyş'in yaşam şartlarından istifade ile Kur'an'ın ne buyurduğunu daha iyi anlamak için öğreniyorsan/araştırıyorsan, eyvallah, faydadan uzak değildir. Müfessirler de böylesi ilimleri tedris ederler. Fakat böylesi yan bilgilere Kur'an'ın buyruğunu sınırlamazlar. O niyetle senden de alınmaz. Bu dünya kelamı değildir ki öncesi ile sonrasının söyleyecekleri bağlansın. Ezelden konuşanın kelamını hangi zaman dilimi kendine münhasır kılabilir, sınırlayabilir, kota koyabilir? Hâşâ!

Hani Bediüzzaman da 20. Söz'de bu sadedde der: "Kur'ân-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Bazı meşhur kıssalar üzerinden sözünün hakikatini isbat da eder o eserde. Yani, bir yönüyle bizi Kur'an kıssalarına götürür, diğer yönüyle Kur'an kıssalarını hayatımıza getirir. Misalleri o eserde mebzul miktarda vardır. Ben olsam oraya da bakmayı ihmal etmem.

Kendi örneğimize dönersek: Kur'an'ın ticaretle ilgili örnekler vermesi onun için bir eksiklik sayılamaz. Çünkü Kureyşliler ticaret yaptıkları gibi ahirzaman müslümanları da ticaret yapmaktadır. Sattıkları farklı olabilir. Aldıkları başka olabilir. Kavramları, ürünleri, bedelleri değişmiş olabilir. Ama 'küllî düsturların' anlaşılmasını sağlayacak temel zemin hepsinde mevcuttur. Böylece Kur'an, bir olay üzerine buyurmakla, bütün zamanlarla konuşmuş olur. Bütün zamanlar onun kıssasından hissedar olur. Hatta bizzat meslekleri ticaret olmayanlar bile kenarından-köşesinden şu ticareti bilirler. Bakkaldan selpak almayı bilmeyen ahmak var mıdır içimizde? Varsa zaten o şeriatla mesul değildir. Teklif-i din akıl iledir. Aklı olmayanın dini de yoktur.

Yine yazı çok uzadı gitti muhterem karilerim. Size borcumuz artıyor ama affınıza sığınarak bir yazı daha borçlanalım. Anlatacaklarımız bitmedi çünkü. Hatta, nasıl bir bereketli mesele ise, anlattıkça yeni başlıklar açmak iktiza ediyor. Ne diyelim? Allah size de bana da sabırlar versin. Yazmak da sabır işi okumak da. Âmin.

1 Mart 2019 Cuma

Kur'an hangi 'yaş'lardan bahsediyor?

Küçükken, pikniğe falan gittiğimizde, huyumuzu bilen büyüklerimiz derlerdi ki: "Yaş dallara dokunmayın." Neden bu uyarıyı yaparlardı? Çünkü piknikte illa bir ateş yakılırdı. (O kadar şey nasıl pişecek yoksa?) Ve bu ateşi yakmak için de hareket kabiliyeti yüksek küçüklerin topladığı odunlar kullanılırdı. Piknik için yerleşim yeri belirlenir belirlenmez, yükler bir ağaç gölgesine bırakılır bırakılmaz, resmi gazetede yayımlanan ilk karar "Hadi, siz çocuklar gidin, odun toplayın!" olurdu. Emir demiri keser efendim. Elbette sahip olduğumuz enerjiyle bu işi severek yapardık.

Yok, abartmayayım, çok da severek yapmazdık. Yani kısmen, başlarda, içimizde bu işe bir sevgi olurdu tabii. Ne de olsa kırsala çıkmanın coşkusu başka. Vücuda adrenalin salgılatıyor. Ama mübarek piknik ateşi cehennem kuyusu gibi "Daha yok mu?" diye sordukça ellerimiz nâçâr iki yana açılırdı nihayet. Çünkü yakındaki kaynaklar çabuk tükenirdi. Uzaklara gidince de oyun için harcanması gereken zaman azalırdı.

Zara'da piknik yapacak balta girmemiş orman da bulunmuyor ki elinizi attığınız yer kuru dal kaynasın. Ağaçların arasında güvenli takip mesafesi var. Birinden diğerine gittiğinizde ufaktan bir doğa gezisi yapmış sayılıyorsunuz. Karasal iklimin huyu malum. Kuru dallar ise ancak onların diplerinde. O da sizden önce başka piknikçiler onlara çökmemişse. O zaman hepten avucunuzu yalarsınız.

Her neyse. Çocuklukta herşeye bir çare bulunur. Kuru dallar ihtiyacı karşılamıyorsa yaş dallara çökülür. O nasıl yapılır? Ağacın boy yeten mesafedeki dallarına şöyle iki kolla asılınır. Vücud ağırlığı verilir. Yaş dal, canını kolay bırakmak istemez, direnir. Ancak ısrarlı çabalarınıza da boyun eğer. Ağaç kardeşler pek yumuşak huyludur. İşi kavgaya dökmezler.

Ama sizin bu yaptığınızın kıymetini büyükler bilirler mi? Bilmezler. Oyun için gereken zamandan hiç anlamazlar. O nedenle yaş dalları kırdığınız, getirdiğiniz, ateşe attığınız görülürse ihtarı alırsınız: "Yaş dallara dokunmayın!" Neden? Çünkü onların da canı vardır. Yaş dalı kırılırsa ağaç incinir.

Bu yaş-kuru meselesi daha sonra hiç işimize yaramadı diyemeyiz. Örneğin: "Ağaç yaşken eğilir!" sözünün ıslaklıkla ilgili olmadığını, oradaki yaşlığın 'canlılık/gençlik' manasına geldiğini ben böylesi tecrübelerim üzerinden öğrendim. Şimdi doğma-büyüme metropol çocuğu olan birkaç tane ilkokul bebesini çevirip sorsanız o cümleye bu manayı veremez. Ağaçlarla doğru-düzgün bir hukuku olmadığı için bu yaşlık-kuruluk meselesinin neye karşılık geldiğini anlayamaz. (Belki kuru odunu ıslatıp eğmeye bile çalışır.) Fakat ben o yaşlarda anlardım. Çünkü ağaçlarla takılırdım.

Arkadaşım, biraz da bu tecrübemden dolayı belki, "Ne yaş ne de kuru hiçbirşey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın!" buyuran En'am sûresinin 59. ayetini canlılık-cansızlık merkezinde de anlarım. Ayetin bir mana katmanının da buraya baktığını düşünürüm. Fakat geçenlerde iş farklılaştı. 20. Söz'ün 2. Makamı'nı okurken, ki o da bu ayet ile başlar, başka bir anlam dünyası daha açıldı kalbime. Mürşidimin orada 'peygamber mucizeleri' ile 'medeniyet harikaları' arasıda kurduğu ilgi beni bambaşka yerlere itti. Acaba bu yaşlık-kuruluk meselesi başka şekillerde de anlaşılabilir miydi?

Yeterince heyecan yaptırdığıma göre şimdi sadede geleyim: Biz birşeyin canlılığından bahsettiğimizde onun hakkında başka nelerden haber vermiş oluruz? Lisedeki biyoloji derslerini hatırlayalım hemence. Canlılığın, biyoloji kitaplarının 'daraltılmış' bakışıyla, şu gibi şartları vardır: 1) Beslenme. 2) Solunum. 3) Boşaltım. 4) Gelişim. 5) Üreme. 6) Uyarılabilme. 7) Hücresel yapı... (Yalnız biz lisedeyken son ikisi söylenmemişti. Onları internette gördüm.)

Ben burada hemen nazarlarınızı 4. maddeye çekmek istiyorum. Yani 'gelişim'e. Gelişim canlılığın en bariz alametlerinden birisidir. Bir canlı varsa onda mutlaka bir faaliyet de vardır. Bu faaliyetin görünürlüğü olarak 'yeni olan şeyler' de vardır. Hatta, her yaşta eşit derecede olmasa da, 'büyüme' de vardır. Bir ağaç yaş dalları üzerinden büyür. Çünkü onlar canlıdır. Peki Kur'an'ın bahsettiği 'yaşlık' ile bu 'gelişim' arasında nasıl bir ilgi kurulabilir?

Baştaki piknik örneğimi hatırlayalım. Bir ağacın kurulu dalları o ağaç adına neyi ifade eder? el-Cevap: Geçmişi. Olmuşu. Sonuçlanmışı vs. Peki bir ağacın yaş dalları onun için neyi ifade eder? Yine el-Cevap: Geleceği. Olacağı. Sonuçlanmamışı. Yani kuruluk bahsi, zamanın bir yerinde duran köke benzerken, yaşlık henüz gelişmekte olan bir yapıyı imâ eder. "Ağaç yaşken eğilir!" sözünde de bu 'gelişmekte olan'a atıf vardır. Gelişmesi bittikten sonra ağacın dalı bükülmez. Gelişmesi bittikten sonra insanın da kafası/gönlü pek değişmez.

İşte, Bediüzzaman'ın, medeniyet harikaları (isterseniz buna 'teknoloji' de diyebiliriz) ile peygamber mucizeleri arasında kurduğu bağ da bir açıdan aynı ağacın hem kuru hem yaş dallarını tefekkür etmeye benziyor. Yani, mesela, Bediüzzaman orada önce Süleyman aleyhisselamın mucizelerinden bahsediyor. Sonra da o mucizeleri getirip hayatımızın gelişmekte olan bir yanına bağlıyor. Fakat bir saniye. Metinden bir misal taşıyalım buraya hemence. Daha iyi anlamamızı sağlar. Mesela, Musa aleyhisselamın asâsını yere vurarak su çıkarması mucizesini anarak diyor ki:

"Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: 'Ey insan! Madem, Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!' İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir."

Yani burada görüyoruz ki: Kur'an olmuş olanlardan bahsetse de sadece olmuş olanlardan bahsetmiyor. Herşeyin hem kurusundan hem yaşından bahsediyor. Onları 'geçmişte gerçekleşmiş' ve 'gelecekte gerçekleşecek' boyutlarıyla birlikte kuşatıyor. Bir nevi diyebiliriz ki: Mürekkebin kuruduğu yerlerden de bahis var Kur'an'da, bizim için hâlâ yaş olan yerlerden de.

Zamanın kitabında 'yaş'ayan mahlûklar olarak 'yazılmış olanı' da görüyoruz Kur'an'da, 'yazılacak olanı' da ve hem henüz yeni yazılmış, 'mürekkebi yaş' olanı da. Hatta belki 20. Söz'ün 1. Makam'ı daha başlarken bizi uyarıyor bu noktada: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Ve 2. Makam'ı onun söylediklerini tamamlıyor:

"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar."

Yani Kur'an'da 'olmuş olan'dan bahsedilen her yerin 'olacak olana' bakan yüzleri de var. Kollarsak var. Ararsak var. Görürsek var. Hem kurusu var hem yaşı var. Hem olmuşu var hem olacağı var. Hem mazisi var hem müstakbeli var. Elhamdülillah. Buradan, hızımı alamayıp, tarihselcilere de bir sağlam gönderme yapacaktım ama yazı çok uzayacak. Zaten epey vaktinizi de aldım. Onu, eğer nasip olursa, başka bir yazıya bırakalım. Burada bahsettiklerimizi de "En doğrusunu Allah bilir!" hakikatiyle bağlayalım. Evet, evvel ve ahir, en doğrusunu Allah bilir. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.

3 Temmuz 2018 Salı

Miraç ile talim-i esmanın ne ilgisi var?

Şunu evvelden beri hissediyordum arkadaşım: Âdem aleyhisselamın kıssası ile Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kıssaları arasında birtakım bağlar var. İzdüşümler gibi. Halkanın kapanışını ifade eden şeyler. İki ucun buluşması. Nübüvvet yolunun başı birisi, hâtemi ise diğeri olduğu için, elbette, bu kıssalar içinde tohum-ağaç, bidayet-nihayet, başlangıç-sonuç ilişkileri kurmak doğal. Hatta Âdem aleyhisselamın kıssasında insanlık yolculuğunun bazı kanunlarını 'ilk örnekleriyle' bulabilmek de mümkün. Ancak ben, bu 'çok açılabilir' başlığı şimdilik bir kenara koyarak, daha lokal bir mevzuya dikkatlerinizi davet edeceğim. O da 'talim-i esma' olayıyla 'miraç mucizesi' arasındaki ilgi.

Evet, bence, Âdem aleyhisselamın meleklere rüçhaniyetini isbat sadedinde yaşadığı 'talim-i esma' olayıyla Allah Resulü aleyhissalatuvesselama yaşatılan 'miraç mucizesi' arasında bir bağ var. Bu bağ, öyle küçük bir ilgi de değil üstelik, birisiyle söylenen diğeriyle tamamlanıyor, kemale eriyor, ortaya konuluyor gibi birşey. Allahu'l-alem kaydıyla söyleyelim. Fakat ben böyle düşünüyorum. Neden böyle düşündüğümü de şimdi izah etmeye çalışayım.

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Semâ-yı risaletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mu'cize-i kübrâsı olan Miracla, yani bir cism-i arzî semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini ispat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mu'cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nuranî kanadı gibi, risalet ve velâyet gibi iki nuranî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur."

Evet, arkadaşlar, 'semaya çıkma meselesi'nde ilginç bir tevafuk var. Biz biliyoruz ki: Melek kardeşlerin büyük bir kısmı semavatta yaşıyorlar. Ve biz biliyoruz ki: İki ayağını yeryüzüne bastığından beri insanın da gözü yükseklerde. Çocukluğundan beri parlak şeylere ulaşmak ister. Buna yıldızlar da dahil. (Hatta gözünün gökte olacağı, sair hayvanatın hilafına olarak, iki ayaklı yaratılmasından da belli. Dört ayağı olanın yüzü yere bakar. İki ayağı olanın, isterse, göğe. Dört ayaklı bir canlının göğü incelemesi insan gibi kolay olabilir miydi?) Ve yine biz biliyoruz ki: Şeytanlar da hırsla göğe çıkmaya çalışıyorlar.

Evet. Kur'an'da bize öğretilen 'rücumen li'ş-şeyatin' hakikatinden haberdarız. Göğe doğru bir yarış kopuyor. Semanın efendileri tetikte. Melekler bir hakemlik yapıyorlar. Şerlilerin yukarı çıkmasını taşlarla engelliyorlar. Bazen gökten kayarken onları biz de izliyoruz. "Yıldız kaydı!" diyoruz. Halbuki aslında bir şeytanın hayatı kaymış oluyor. Ve bütün bu yarış içinde, yer sâkinlerinin efendisi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam dünyaya geliyor. Göklerin kapısı şeytanlara iyice kapanıyor. Kahinler bu işten şikayetçi. Büyük birşey olduğu belli. Ve en nihayet, insandan olan, Âdem aleyhisselamın soyundan gelen, yani talim-i esmada rüçhaniyetini isbat edenin halis torunu, ikinci bir kez daha meleklere rüçhaniyetimizi isbat ediyor.

Evet, biz, Allah'ın inayet ve keremiyle, meleklerin çıkamadığı yerlere de çıkabiliriz, şeytanları arkamızda hasetten de çatlatabiliriz, tıpkı bilemedikleri isimleri bilebilmemiz gibi. (Topraktan olan ateşten olana uçuculukta/latiflikte parmağını ısırtarak Allah'ın hikmetini isbat eder.) İlk seferinde olduğu gibi.

Hatta, diyebilirim ki, Âdem aleyhisselamın kitabî düzeyde isbat ettiğini Allah Resulü aleyhissalatuvesselam fiilî düzeyde ortaya koyuyor. Tadıyor. Geziyor. Kokluyor. O isimleri bilmişti. Şu güzeller güzeli o isimlerin tecellilerini de biliyor. İşte Bediüzzaman bu sadedde diyor: "İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın nazdar sevgilisi olduğu, Mirac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir." Hem yine diyor: "Erkân-ı imaniyenin hakaikini gözle görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelâli gözle müşahede etmek, kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki, şu kâinatı perişan ve fâni karma karışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî mektubât-ı Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i Zât-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatini göstermiş, kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş."

Elbette, isimleri bilmek de bilmektir, ama hakikatlerini görmek daha bir derinlikli bilmektir. Evet. İlmelyakinden hakkalyakine bilmenin de birçok dereceleri vardır. İşte, böylesi bir pencereden tefekkür edildiğinde, sanki 'talim-i esma' ile 'miraç' arasında büyük bir bağ kurulabilir. İçlerindeki hikmet birbirleriyle buluşturulabilir. Nasıl? Belki biraz şöyle: Biriyle başlayan sır ötekiyle tamamlanmıştır. Birisiyle ortaya konulan hakikat ötekiyle hitamlanmıştır. Birisiyle ders verilen ötekiyle isbatlanmıştır. Hatta, sırf 'tamamlamak' da değil, insanı 'rüçhan' kılan velayete yol da açılmıştır. Üstünlüğün formülü iki sır ortasında fısıldanmıştır.

"Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtü vesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."

Arkadaşım. Tohum meyvesiyle buluştu. Söz bitti. Ne diyelim? Allah, bizi o güzellerin sırlarına şahit, şefaatlerine nail eylesin. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...