Yazarken yaşadığım rahatlamayı anlatmak için doğru ifadeleri bulmam güç. Fakat en yalın şekliyle şunu söyleyebilirim: Yazmak içimdeki basıncı azaltıyor. Bir tencere için düdüğünden fışkıran buhar ne ise benim için de yazmak o. O, onu dışarıyla paylaşmasa patlar, ben de bunu. Konuşmakta aynı sükûnu bulamadığımı çok tecrübelerimle söyleyebilirim. Konuşmakla kendimi anlatamıyorum sanki. Yeterince kendim olamıyorum. Yahut da daha açık konuşmalı: Konuşmakla ortaya çıkan benden razı değilim. Onu bazen, hatta çoğu zaman, çok sığ buluyorum. Laf salatası yaptığını düşünüyorum. Demek istediklerim onlar değil. O çok basit ifade ediyor. Kuşatamıyor. Hiçbir şeyi benim görebileceğim kadar derin görmüyor. Üzerinde yeterince eğleşmiyor. Daha güzel söyleyebilmek için yeterince beklemiyor. Konuşmakla rahatlayamam ben. Çünkü konuşmak asl-ı Ahmed'i ifade etmiyor.
Sanki iki tane Ahmed var. Bir tanesi yazarken ortaya çıkıyor. Asıl olmak istediğim de o. Diğeri sokakta hayatta kalmayı bilen Ahmed. Gündelik yaşamı tamamlayabilen Ahmed. Akraba ziyaretlerinde "Uzaylı mı lan bu?" denilmesini engelleyen Ahmed. Onu da büsbütün horgörüyor değilim. Birincisinin yaşamını devam ettirebilmesi için ikincisinin yardımına ihtiyacı var. Korunabilmeli. Rızkını kazanabilmeli. İnsanları korkutmayacak kadar normal olmalı. Bu normalliği çevresinde inşa edemezse yazacak kadar anormal olmasına da izin vermezler. Herkes yaşamının bir yerinde oyuncuya dönüşür. Olmak istediği şeyde kendisidir. İdare ettiği yerlerde mahir tiyatrocudur. Bu böyle sürer gider.
Ancak sanmayın ki birinci Ahmed'de de tastamam âşığım. Hayır. Ondan yana da endişelerim var. Çünkü kendi içine çok kapanıyor. Bu da elbette bir tür körleşmeye neden oluyor. Yargılarına çok güveniyor. Derinliğini pek bir seçkin buluyor. Farkedişlerine asalet yüklüyor. Yazdıklarına "Ne yazdım be!" gözüyle bakıyor. Vay ki vay vay! Hiçbir söylediği söylediği şekilde olmayabilir halbuki. Hiçbir yazdığı yazdığını sandığı şekilde olmayabilir. Hiçbir hissettiği hakikatte öyle bulunmayabilir. İçinde de kendisini kandırıyor olabilir. "Zaaf gururun madenidir!" diyor ya mürşidim. Kesinlikle öyle. Zayıflığımdan ötürü, onunla yüzleşmekten-kabullenmekten korkmamdan ötürü, kendimi 'üstün birşey' olduğuma inandırmış da olabilirim. İçimdeki tuzaklar dışımdakilerden daha çok. Bir baltaya sap olamayanlar dünyayı ayakta tutan direklerden birisi olarak kendilerini görebilirler. Can acısı en inanılmaz yalanları bile inanılır kılar.
Jenny Diski'nin Yazar Kadının Savunması kitabında şöyle birkaç cümle var: "Hepimiz içimize sıkışmışız. Kendimize dönmüşüz. Bu yüzden ufkumuz burnumuzun ucunda bitiyor." Burnunun ucunda biten bir insan söylediklerini/yazdıklarını nasıl sınayacak? En büyük yanlışlarının en sarsılmaz hakikatlermiş gibi nefsini aldatmasını nasıl engelleyecek? Hepimiz kendimizi sigaya çekebilmek için ötekimize muhtacız. Çünkü içimizin ayarları çok oynak. Dışımız olmazsa duyguların manipülatif dünyasında mantığımızı kaybederiz. Ki bugün de yaşanan en çok budur. Bugünün insanının sorunu 'bilgisizlik' değildir. Bilmediğini bilmemektir. Başka bir ifadeyle: Bildiğini sanmaktır.
Mürşidim bir yerde bu sadedde diyor ki: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."
Ben bu ifadeleri, salt genelde anlaşıldığı şekilde değil de, Bediüzzaman'ın 'bilgiçlik hastalığına' dikkat çektiği bir yer olarak da okuyorum. Genelde anlaşılan şekli ise şu: Bilimselliğin getirdiği bir dalalet var bugün. Hayır. Kesinlikle bu kadar değil. Bu dalalet sırf altını bilimsel verilerle örmeye çalıştığı için tehlikeli değil. Asıl müslümanların içinde, daha doğrusu ahirzaman insanının içinde, yaşanan daha başka bir bozulma var. Bir 'yarı aydın' sapkınlığı. Ötesine, özellikle de İslam geleneğine, karşı kapalılık. Ufkun burnun ucunda bitmesinin başka bir hali. Bu arıza aslında daha çok psikolojik.
Batı'dan gelen verilerin tesirini asıl bu sağlıyor. Yani bozulma kalpten başlıyor. Sözde bilimsel sapkınlık ancak bu arızayı yakalarsa tesir ediyor. Tıpkı Riâye isimli eserinde Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) dediği gibi: "Kitap, sünnet ve icmaa muvafık olmayan görüş ucbdan kaynaklanır." Ucb nedir peki? Ucb kötü niyetli bir özgüvendir. Kibirlidir ve müstağnidir. Kendisinde eksik görmez. Başkasına ihtiyaç hissetmez. Evet. Dikkatinizi çekiyor mu: "Bilmiyorum!" diyen insanın sayısı giderek azalıyor. Herkes kanaatlerinden o kadar emin ki, bu emniyetten gelen cehalet, hakiki cehaletten daha tehlikeli bir durum arzediyor. İkincisine bilmediği öğretilince geçiyor. Birincisi bilmediğini de kabul etmiyor. Hastalığı kabul etmeyene elbette tedavi uygulanamaz. Hele psikolojik tedaviler ötekilere kıyasla daha çok hastalığın hastaca kabulüne bağlıdır. Irvin Yalom Bugünü Yaşama Arzusu'nda bu sadedde der ki: "Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar."
Kitaplardan alıntıya başladık. Devam edelim. Mehmet Kaplan, Büyük Türkiye Rüyası'nda diyor ki: "Biz kendimizi bir vehme kaptırmış gidiyoruz. Sanıyoruz ki ilkokul mezunlarının sayısını çoğaltırsak Türkiye yükselir. (...) Bizim milyonlar ve milyonlar harcadığımız maarif sistemi, kafası bomboş, kravatlı, kendini adam olmuş sanan, iddiacı bir yarı aydın kitlesi yetiştiriyor ki bunlar dini de, demokrasiyi de, ilmi de yıkmak için çok elverişli bir kuvvettir." Benzer bir ifadeyi, Türkiye'yi Düşünmek'te Feridun Andaç, yazar Abdulvahab Meddeb'in İslam'ın Hastalığı kitabından bir alıntıyla aktarır: "Herkesin bildiği gibi İslam'da kesin yetkiyi meşru olarak elinde tutan bir kurum yoktur. Ama gelenek içinde kelama giriş yolları iyi korunmuştur. Kelamı konuşturmak ya da kelam adına konuşabilmek için özel koşullara riayet etmek gerekir. Gelgelelim, bu kurallara aykırı biçimde kelama ulaşılması engellenmedi. Sadece zamanımıza özgü bir olgu da değil bu. Tarih bu olgunun kışkırttığı felaketleri pekçok kez kaydetti. Öte yandan nüfus artışı ve demokratikleşmenin etkisiyle yarı okumuşlar çığ gibi çoğaldı ve kelama dokunma yetkisini kendinde görmeye aday insanların sayısı daha da arttı. Sayılarıyla birlikte yırtıcılıkları da artmaktadır."
İlginçtir. İsmet Özel de Zor Zamanda Konuşmak kitabında şöyle söylüyor: "İnsanlar kafalarında çoktanberi başbakan olmuş ve insanları idare ediyorlar. Demokrasinin en yaygın ruhsal hastalığı budur." Hepsinin işaret ettiği hakikat aynı gibi geliyor bana. Biz ahirzaman çocukları içimizde pek de tekin değiliz. Kendimize çok güveniyoruz. Kanaatlerimizden çok eminiz. Aklımıza sevdalıyız. Bu nedenle de daha çok yanılıyoruz. Fakat yanıldığımızı da bilmeden yanılıyoruz. Bizi bu uçurumdan kurtacak tevbe kapılarını özgüvenimizle kapatıyoruz. Kendimiz bir ilahı tenzih eder gibi tenzih ediyoruz. Demek demokrasiyle birlikte gelen 'herkesin söz sahibi olma hürriyeti' karakterlerimize feci tesirlerde de bulundu. Kem yanlarımızı da besledi. Bugün İmam-ı Âzam'a (r.a.) 'cıkcıklayan' ama Kur'an'ı yüzünden okuyamayan ilahiyatçılarımız ve imkan verilse Einstein'e atomu neresinden bölmesi gerektiğini gösterecek fakat fizik sınavını kopyayla geçen gençlerimiz var. Herkes herşeyi bildiğinden emin ama hiçkimse sınanmaya açık değil.
Bediüzzaman'ın öğretisinde acze, fakra, şefkate ve tefekküre yaptığı vurguyu bu açıdan da düşünmek lazım. Ahirzaman insanının aczini ve fakrını kabul etmeye, ötekisine karşı şefkatli olmaya ve ancak bu üçüncü tastamam kuşandıktan sonra tefekkür etmeye eskisinden daha çok ihtiyacı var. Zira aczini bilmediği için cahilim demiyor. Fakrını bilmediği için öğrenmeye yeltenmiyor. Şefkati kuşanamadığı için başkalarının düşüncesine karşı insafsız. Ve tefekkür etmediği için daha yukarıya/doğruya çıkamıyor. Burnunun ucunda biten bir ufukta boğulup duruyor. Hâris el-Muhasibî'nin (k.s.) ucb ile bid'a arasında kurduğu ilgiye de buradan bağlanabiliriz. İçinde ucba varacak bir özgüven duymayan insan neden seleften gelen bilgiye 'acaba' deyip bakmasın da doğruyu öğrenmesin? Öyle değil mi? İnsan içinde bin kere eşek olmadıktan sonra "Bana Kur'an yeter!" deyip kendisini ceddinin ilmî mirasına kapatmaz başka türlü. Hatta hiçbir hususta böyle yapmaz. Bilmeden sallamaz. Herhangi bir gündem maddesi hakkında sosyal medyada biraz tarama yapın. Yazılan-çizilen şeylere bir bakın. Sonra bu yazıya geri dönün muhterem kârilerim. Beni daha iyi anlayacaksınız. Belki de aynen benim gibi okullara 'Bilmiyorum diyebilme dersi' konulması gerektiğini bile düşüneceksiniz. Allahu'l-a'lem.
Gençlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gençlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
16 Mayıs 2019 Perşembe
1 Mart 2019 Cuma
Kur'an hangi 'yaş'lardan bahsediyor?
Küçükken, pikniğe falan gittiğimizde, huyumuzu bilen büyüklerimiz derlerdi ki: "Yaş dallara dokunmayın." Neden bu uyarıyı yaparlardı? Çünkü piknikte illa bir ateş yakılırdı. (O kadar şey nasıl pişecek yoksa?) Ve bu ateşi yakmak için de hareket kabiliyeti yüksek küçüklerin topladığı odunlar kullanılırdı. Piknik için yerleşim yeri belirlenir belirlenmez, yükler bir ağaç gölgesine bırakılır bırakılmaz, resmi gazetede yayımlanan ilk karar "Hadi, siz çocuklar gidin, odun toplayın!" olurdu. Emir demiri keser efendim. Elbette sahip olduğumuz enerjiyle bu işi severek yapardık.
Yok, abartmayayım, çok da severek yapmazdık. Yani kısmen, başlarda, içimizde bu işe bir sevgi olurdu tabii. Ne de olsa kırsala çıkmanın coşkusu başka. Vücuda adrenalin salgılatıyor. Ama mübarek piknik ateşi cehennem kuyusu gibi "Daha yok mu?" diye sordukça ellerimiz nâçâr iki yana açılırdı nihayet. Çünkü yakındaki kaynaklar çabuk tükenirdi. Uzaklara gidince de oyun için harcanması gereken zaman azalırdı.
Zara'da piknik yapacak balta girmemiş orman da bulunmuyor ki elinizi attığınız yer kuru dal kaynasın. Ağaçların arasında güvenli takip mesafesi var. Birinden diğerine gittiğinizde ufaktan bir doğa gezisi yapmış sayılıyorsunuz. Karasal iklimin huyu malum. Kuru dallar ise ancak onların diplerinde. O da sizden önce başka piknikçiler onlara çökmemişse. O zaman hepten avucunuzu yalarsınız.
Her neyse. Çocuklukta herşeye bir çare bulunur. Kuru dallar ihtiyacı karşılamıyorsa yaş dallara çökülür. O nasıl yapılır? Ağacın boy yeten mesafedeki dallarına şöyle iki kolla asılınır. Vücud ağırlığı verilir. Yaş dal, canını kolay bırakmak istemez, direnir. Ancak ısrarlı çabalarınıza da boyun eğer. Ağaç kardeşler pek yumuşak huyludur. İşi kavgaya dökmezler.
Ama sizin bu yaptığınızın kıymetini büyükler bilirler mi? Bilmezler. Oyun için gereken zamandan hiç anlamazlar. O nedenle yaş dalları kırdığınız, getirdiğiniz, ateşe attığınız görülürse ihtarı alırsınız: "Yaş dallara dokunmayın!" Neden? Çünkü onların da canı vardır. Yaş dalı kırılırsa ağaç incinir.
Bu yaş-kuru meselesi daha sonra hiç işimize yaramadı diyemeyiz. Örneğin: "Ağaç yaşken eğilir!" sözünün ıslaklıkla ilgili olmadığını, oradaki yaşlığın 'canlılık/gençlik' manasına geldiğini ben böylesi tecrübelerim üzerinden öğrendim. Şimdi doğma-büyüme metropol çocuğu olan birkaç tane ilkokul bebesini çevirip sorsanız o cümleye bu manayı veremez. Ağaçlarla doğru-düzgün bir hukuku olmadığı için bu yaşlık-kuruluk meselesinin neye karşılık geldiğini anlayamaz. (Belki kuru odunu ıslatıp eğmeye bile çalışır.) Fakat ben o yaşlarda anlardım. Çünkü ağaçlarla takılırdım.
Arkadaşım, biraz da bu tecrübemden dolayı belki, "Ne yaş ne de kuru hiçbirşey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın!" buyuran En'am sûresinin 59. ayetini canlılık-cansızlık merkezinde de anlarım. Ayetin bir mana katmanının da buraya baktığını düşünürüm. Fakat geçenlerde iş farklılaştı. 20. Söz'ün 2. Makamı'nı okurken, ki o da bu ayet ile başlar, başka bir anlam dünyası daha açıldı kalbime. Mürşidimin orada 'peygamber mucizeleri' ile 'medeniyet harikaları' arasıda kurduğu ilgi beni bambaşka yerlere itti. Acaba bu yaşlık-kuruluk meselesi başka şekillerde de anlaşılabilir miydi?
Yeterince heyecan yaptırdığıma göre şimdi sadede geleyim: Biz birşeyin canlılığından bahsettiğimizde onun hakkında başka nelerden haber vermiş oluruz? Lisedeki biyoloji derslerini hatırlayalım hemence. Canlılığın, biyoloji kitaplarının 'daraltılmış' bakışıyla, şu gibi şartları vardır: 1) Beslenme. 2) Solunum. 3) Boşaltım. 4) Gelişim. 5) Üreme. 6) Uyarılabilme. 7) Hücresel yapı... (Yalnız biz lisedeyken son ikisi söylenmemişti. Onları internette gördüm.)
Ben burada hemen nazarlarınızı 4. maddeye çekmek istiyorum. Yani 'gelişim'e. Gelişim canlılığın en bariz alametlerinden birisidir. Bir canlı varsa onda mutlaka bir faaliyet de vardır. Bu faaliyetin görünürlüğü olarak 'yeni olan şeyler' de vardır. Hatta, her yaşta eşit derecede olmasa da, 'büyüme' de vardır. Bir ağaç yaş dalları üzerinden büyür. Çünkü onlar canlıdır. Peki Kur'an'ın bahsettiği 'yaşlık' ile bu 'gelişim' arasında nasıl bir ilgi kurulabilir?
Baştaki piknik örneğimi hatırlayalım. Bir ağacın kurulu dalları o ağaç adına neyi ifade eder? el-Cevap: Geçmişi. Olmuşu. Sonuçlanmışı vs. Peki bir ağacın yaş dalları onun için neyi ifade eder? Yine el-Cevap: Geleceği. Olacağı. Sonuçlanmamışı. Yani kuruluk bahsi, zamanın bir yerinde duran köke benzerken, yaşlık henüz gelişmekte olan bir yapıyı imâ eder. "Ağaç yaşken eğilir!" sözünde de bu 'gelişmekte olan'a atıf vardır. Gelişmesi bittikten sonra ağacın dalı bükülmez. Gelişmesi bittikten sonra insanın da kafası/gönlü pek değişmez.
İşte, Bediüzzaman'ın, medeniyet harikaları (isterseniz buna 'teknoloji' de diyebiliriz) ile peygamber mucizeleri arasında kurduğu bağ da bir açıdan aynı ağacın hem kuru hem yaş dallarını tefekkür etmeye benziyor. Yani, mesela, Bediüzzaman orada önce Süleyman aleyhisselamın mucizelerinden bahsediyor. Sonra da o mucizeleri getirip hayatımızın gelişmekte olan bir yanına bağlıyor. Fakat bir saniye. Metinden bir misal taşıyalım buraya hemence. Daha iyi anlamamızı sağlar. Mesela, Musa aleyhisselamın asâsını yere vurarak su çıkarması mucizesini anarak diyor ki:
"Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: 'Ey insan! Madem, Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!' İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir."
Yani burada görüyoruz ki: Kur'an olmuş olanlardan bahsetse de sadece olmuş olanlardan bahsetmiyor. Herşeyin hem kurusundan hem yaşından bahsediyor. Onları 'geçmişte gerçekleşmiş' ve 'gelecekte gerçekleşecek' boyutlarıyla birlikte kuşatıyor. Bir nevi diyebiliriz ki: Mürekkebin kuruduğu yerlerden de bahis var Kur'an'da, bizim için hâlâ yaş olan yerlerden de.
Zamanın kitabında 'yaş'ayan mahlûklar olarak 'yazılmış olanı' da görüyoruz Kur'an'da, 'yazılacak olanı' da ve hem henüz yeni yazılmış, 'mürekkebi yaş' olanı da. Hatta belki 20. Söz'ün 1. Makam'ı daha başlarken bizi uyarıyor bu noktada: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Ve 2. Makam'ı onun söylediklerini tamamlıyor:
"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar."
Yani Kur'an'da 'olmuş olan'dan bahsedilen her yerin 'olacak olana' bakan yüzleri de var. Kollarsak var. Ararsak var. Görürsek var. Hem kurusu var hem yaşı var. Hem olmuşu var hem olacağı var. Hem mazisi var hem müstakbeli var. Elhamdülillah. Buradan, hızımı alamayıp, tarihselcilere de bir sağlam gönderme yapacaktım ama yazı çok uzayacak. Zaten epey vaktinizi de aldım. Onu, eğer nasip olursa, başka bir yazıya bırakalım. Burada bahsettiklerimizi de "En doğrusunu Allah bilir!" hakikatiyle bağlayalım. Evet, evvel ve ahir, en doğrusunu Allah bilir. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.
Yok, abartmayayım, çok da severek yapmazdık. Yani kısmen, başlarda, içimizde bu işe bir sevgi olurdu tabii. Ne de olsa kırsala çıkmanın coşkusu başka. Vücuda adrenalin salgılatıyor. Ama mübarek piknik ateşi cehennem kuyusu gibi "Daha yok mu?" diye sordukça ellerimiz nâçâr iki yana açılırdı nihayet. Çünkü yakındaki kaynaklar çabuk tükenirdi. Uzaklara gidince de oyun için harcanması gereken zaman azalırdı.
Zara'da piknik yapacak balta girmemiş orman da bulunmuyor ki elinizi attığınız yer kuru dal kaynasın. Ağaçların arasında güvenli takip mesafesi var. Birinden diğerine gittiğinizde ufaktan bir doğa gezisi yapmış sayılıyorsunuz. Karasal iklimin huyu malum. Kuru dallar ise ancak onların diplerinde. O da sizden önce başka piknikçiler onlara çökmemişse. O zaman hepten avucunuzu yalarsınız.
Her neyse. Çocuklukta herşeye bir çare bulunur. Kuru dallar ihtiyacı karşılamıyorsa yaş dallara çökülür. O nasıl yapılır? Ağacın boy yeten mesafedeki dallarına şöyle iki kolla asılınır. Vücud ağırlığı verilir. Yaş dal, canını kolay bırakmak istemez, direnir. Ancak ısrarlı çabalarınıza da boyun eğer. Ağaç kardeşler pek yumuşak huyludur. İşi kavgaya dökmezler.
Ama sizin bu yaptığınızın kıymetini büyükler bilirler mi? Bilmezler. Oyun için gereken zamandan hiç anlamazlar. O nedenle yaş dalları kırdığınız, getirdiğiniz, ateşe attığınız görülürse ihtarı alırsınız: "Yaş dallara dokunmayın!" Neden? Çünkü onların da canı vardır. Yaş dalı kırılırsa ağaç incinir.
Bu yaş-kuru meselesi daha sonra hiç işimize yaramadı diyemeyiz. Örneğin: "Ağaç yaşken eğilir!" sözünün ıslaklıkla ilgili olmadığını, oradaki yaşlığın 'canlılık/gençlik' manasına geldiğini ben böylesi tecrübelerim üzerinden öğrendim. Şimdi doğma-büyüme metropol çocuğu olan birkaç tane ilkokul bebesini çevirip sorsanız o cümleye bu manayı veremez. Ağaçlarla doğru-düzgün bir hukuku olmadığı için bu yaşlık-kuruluk meselesinin neye karşılık geldiğini anlayamaz. (Belki kuru odunu ıslatıp eğmeye bile çalışır.) Fakat ben o yaşlarda anlardım. Çünkü ağaçlarla takılırdım.
Arkadaşım, biraz da bu tecrübemden dolayı belki, "Ne yaş ne de kuru hiçbirşey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın!" buyuran En'am sûresinin 59. ayetini canlılık-cansızlık merkezinde de anlarım. Ayetin bir mana katmanının da buraya baktığını düşünürüm. Fakat geçenlerde iş farklılaştı. 20. Söz'ün 2. Makamı'nı okurken, ki o da bu ayet ile başlar, başka bir anlam dünyası daha açıldı kalbime. Mürşidimin orada 'peygamber mucizeleri' ile 'medeniyet harikaları' arasıda kurduğu ilgi beni bambaşka yerlere itti. Acaba bu yaşlık-kuruluk meselesi başka şekillerde de anlaşılabilir miydi?
Yeterince heyecan yaptırdığıma göre şimdi sadede geleyim: Biz birşeyin canlılığından bahsettiğimizde onun hakkında başka nelerden haber vermiş oluruz? Lisedeki biyoloji derslerini hatırlayalım hemence. Canlılığın, biyoloji kitaplarının 'daraltılmış' bakışıyla, şu gibi şartları vardır: 1) Beslenme. 2) Solunum. 3) Boşaltım. 4) Gelişim. 5) Üreme. 6) Uyarılabilme. 7) Hücresel yapı... (Yalnız biz lisedeyken son ikisi söylenmemişti. Onları internette gördüm.)
Ben burada hemen nazarlarınızı 4. maddeye çekmek istiyorum. Yani 'gelişim'e. Gelişim canlılığın en bariz alametlerinden birisidir. Bir canlı varsa onda mutlaka bir faaliyet de vardır. Bu faaliyetin görünürlüğü olarak 'yeni olan şeyler' de vardır. Hatta, her yaşta eşit derecede olmasa da, 'büyüme' de vardır. Bir ağaç yaş dalları üzerinden büyür. Çünkü onlar canlıdır. Peki Kur'an'ın bahsettiği 'yaşlık' ile bu 'gelişim' arasında nasıl bir ilgi kurulabilir?
Baştaki piknik örneğimi hatırlayalım. Bir ağacın kurulu dalları o ağaç adına neyi ifade eder? el-Cevap: Geçmişi. Olmuşu. Sonuçlanmışı vs. Peki bir ağacın yaş dalları onun için neyi ifade eder? Yine el-Cevap: Geleceği. Olacağı. Sonuçlanmamışı. Yani kuruluk bahsi, zamanın bir yerinde duran köke benzerken, yaşlık henüz gelişmekte olan bir yapıyı imâ eder. "Ağaç yaşken eğilir!" sözünde de bu 'gelişmekte olan'a atıf vardır. Gelişmesi bittikten sonra ağacın dalı bükülmez. Gelişmesi bittikten sonra insanın da kafası/gönlü pek değişmez.
İşte, Bediüzzaman'ın, medeniyet harikaları (isterseniz buna 'teknoloji' de diyebiliriz) ile peygamber mucizeleri arasında kurduğu bağ da bir açıdan aynı ağacın hem kuru hem yaş dallarını tefekkür etmeye benziyor. Yani, mesela, Bediüzzaman orada önce Süleyman aleyhisselamın mucizelerinden bahsediyor. Sonra da o mucizeleri getirip hayatımızın gelişmekte olan bir yanına bağlıyor. Fakat bir saniye. Metinden bir misal taşıyalım buraya hemence. Daha iyi anlamamızı sağlar. Mesela, Musa aleyhisselamın asâsını yere vurarak su çıkarması mucizesini anarak diyor ki:
"Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: 'Ey insan! Madem, Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!' İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir."
Yani burada görüyoruz ki: Kur'an olmuş olanlardan bahsetse de sadece olmuş olanlardan bahsetmiyor. Herşeyin hem kurusundan hem yaşından bahsediyor. Onları 'geçmişte gerçekleşmiş' ve 'gelecekte gerçekleşecek' boyutlarıyla birlikte kuşatıyor. Bir nevi diyebiliriz ki: Mürekkebin kuruduğu yerlerden de bahis var Kur'an'da, bizim için hâlâ yaş olan yerlerden de.
Zamanın kitabında 'yaş'ayan mahlûklar olarak 'yazılmış olanı' da görüyoruz Kur'an'da, 'yazılacak olanı' da ve hem henüz yeni yazılmış, 'mürekkebi yaş' olanı da. Hatta belki 20. Söz'ün 1. Makam'ı daha başlarken bizi uyarıyor bu noktada: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Ve 2. Makam'ı onun söylediklerini tamamlıyor:
"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar."
Yani Kur'an'da 'olmuş olan'dan bahsedilen her yerin 'olacak olana' bakan yüzleri de var. Kollarsak var. Ararsak var. Görürsek var. Hem kurusu var hem yaşı var. Hem olmuşu var hem olacağı var. Hem mazisi var hem müstakbeli var. Elhamdülillah. Buradan, hızımı alamayıp, tarihselcilere de bir sağlam gönderme yapacaktım ama yazı çok uzayacak. Zaten epey vaktinizi de aldım. Onu, eğer nasip olursa, başka bir yazıya bırakalım. Burada bahsettiklerimizi de "En doğrusunu Allah bilir!" hakikatiyle bağlayalım. Evet, evvel ve ahir, en doğrusunu Allah bilir. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...